Loe raamatut: «Rus Şiiri Antolojisi»
TAKDİM
Avrasya Yazarlar Birliği olarak, Türk Dünyası başta olmak üzere öncelikle bölgemizde yer alan edebiyatlar arasında bir köprü olabilmek gayreti ile çalışmalarımızı sürdürüyoruz. İlgi alanımıza giren edebiyat ve kültürlerden birisi de hiç şüphesiz Rus edebiyatıdır.
Avrasya coğrafyasında geniş bir yer tutan Rus edebiyatı, asırlardır komşu olarak yaşamamıza rağmen, ülkemizde geniş kitleler tarafından yeterince tanınmamaktadır. Batıdan öğrendikleri roman ve hikâye türünü, onu da aşarak dünya edebiyatına hediye etmiş Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Çehov gibi klasiklerin dışında Rus edebiyatını Türk okurunun yeterince takip edebildiğini söylemek zordur. Türkiye’de baskısı çok yapılan bu Rus klasiklerinin ise ekseriyetle Fransızca tercümelerinden dilimize çevrildiklerini de dikkate alırsak komşu iki edebiyat arasındaki iletişimsizliğin ne boyutta olduğu konusunda bir fikir elde edebiliriz. Hele konu, çevirisi roman ve hikâyeye göre daha zor olan Rus şiirine gelince bu durum maalesef çok daha az sayıdaki çalışmayla sınırlı kalır. Ataol Behramoğlu hocanın hazırladığı Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi ve Kanşaubiy Miziev ve Ahmet Necdet’in birlikte hazırladıkları Rus Şiirinin Gümüş Çağı isimli kitapların dışında son dönemde toplu bir yayına rastlamamız güçtür. Puşkin, Lermontov ve Mayakovski gibi önde gelen Rus şairlerin şiirlerinden yapılan seçmeler dışında Rus şiiri, Türk okuyucusu tarafından tanınma imkânına sahip değildir.
Halbuki, Avrasya coğrafyasında benzer tarihî süreçleri yaşayan Türk ve Rus halklarının bu süreçlerde geliştirdiği tepkilerde de benzerlikler gözlenmiştir. Özellikle Batı Avrupa kültürünün tesirlerine karşı Rusya’da geliştirilen görüşler, sosyal gruplaşmalar, fikir hareketlerinin şekillenmesinde hem tarihî dönemler hem de ana eksenler bakımından Türkiye ile benzerlikler göstermektedir.
Dünyadaki fikrî gelişmelere verilen tepkilerdeki benzerlikler gibi her iki ülkedeki dil politikaları da aynı dönemlerde benzer uygulamalara sahne olmuştur. Türkçe ve Rusça’daki “sadeleştirme” hareketleri aşağı yukarı aynı tarihlerde başlayıp yine yakın tarihlerde etkinliklerini kaybederler. Her iki ülkede de dil konusunda birbirine benzer tartışmalar bugün de sürüp gitmektedir.
Elinizdeki Rus Şiir Antolojisi, Rus şiirinin “Altın Çağ”, “Gümüş Çağ” ve “Bronz Çağ” olarak isimlendirilen dönemlerine ait şairler ve şiirlerden antoloji mantığı ile seçilmiş şiirler ve çevirilerinden oluşan Türkiye’deki ilk eser olma özelliğini taşımaktadır.
Rus şiirinin bu çağları ile Türk şiirinin aynı dönemleri düşünüldüğünde aradaki yakınlık okuyucunun dikkatini çekecektir.
Hece ölçüsünü millî ölçümüz olarak görmek isteyenler, bu eseri incelediklerinde aynı ölçünün Rus şiirinde de kullanıldığını görerek eminim şaşıracaklardır. Ayrıca Rus şiirinde Türk şiirinin aruz ölçülerine benzer kalıpların kullanıldığını da belirtelim.
Edebî çevirileri, çevirmenlik özelliğinin yanında kendi dilinde edebî eserler veren kişilerin yapması, çevirideki başarıyı artırmaktadır. İki dili de ne kadar yüksek düzeyde bilirse bilsin, çevirmenin edebî kabiliyeti, edebî eserlerdeki başarı düzeyini büyük ölçüde etkilemektedir. Antolojiyi hazırlayan Ahmet Emin Atasoy’un yıllardır eser veren bir şair olması, elinizdeki eseri kıymetli kılan bir diğer husustur. Okuyucunun şiirleri okurken rahatlıkla fark edeceği gibi, Sayın Atasoy, çevirdiği şiirlerde, Rusça metinden kopmadan şiir atmosferini oluşturmakta son derece başarılı olmuştur.
Ayrıca şair-çevirmen Ahmet Emin Atasoy, yaptığı çevirilerde Rus şiirindeki hece ölçülerini imkânlar ölçüsünde Türk hece ölçülerine uyarlayarak zor bir işi daha başarmıştır.
Şiir çevirisinin ne kadar zor bir iş olduğunu bu konuyla kısmen ilgilenenler dahi pek iyi bilmektedirler. Kitapta, çeviri şiirlerin yanında şiirin Rusça metinlerinin de birlikte yer alması bir yandan çevirmenin kendine güveni ve iddiasını göstermekte diğer yandan da Rusça bilenler için şiiri çeviriden ayrı kendi yorumuyla tatlandırmak isteyeceklere bu imkânı sunmaktadır.
Bir Avrasya Yazarlar Birliği kuruluşu olan Bengü Yayınları olarak böyle bir antolojiyi yayınlamaktan duyduğumuz memnuniyeti sizlerle paylaşmak ve bize bu imkânı verdiği için Ahmet Emin Atasoy’a teşekkürlerimizi sunmak istiyorum. Dilerim bu ve benzeri çevirilerle asırlardır yan yana yaşayan iki halk arasında yeni kültür köprüleri kurulur ve bu köprüler bölgemizdeki barış ortamının yaşanmasına kendi katkılarını yaparlar.
12 Mart 2013-Ankara
Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖmeroğluAvrasya Yazarlar Birliği
RUS ŞİİR ANTOLOJİSİYLE İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ
Rus Edebiyatı dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türki ye’de de daha çok Turgenyev Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Gorki gibi roman ve öykü yazarlarından yapılan çevirilerle tanınır. Elbette Puşkin, Lermontov, Yesenin ve Mayakovski gibi şairlerin ünleri de yaygındır ülkemizde, ama Rus şiirinin daha nice önemli şairi dilimize yeterince çevrilerek yaygın bir üne kavuşmamışlardır. Bu konuda Ata ol Behramoğlu’nun Rus Şiiri Antolojisi ve tek tek kimi şairleri tanıtan çevirileri bu eksikliği önemli bir ölçüde gidermişse de, tanıtılması gereken daha çok sayıda önemli Rus şairi vardır. İşte elinizdeki antoloji Ahmet Emin Atasoy’un ayrıntılı giriş yazısında da belirttiği gibi 19. yüzyılın başından günümüze Rus şiirinin belli başlı yaratıcılarını, onları tanıtacak sayıda örnekle, okurlara sunmaktadır.
Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler nerdeyse yerleşmiş bir alışkanlıkla edebiyat tarihinin değişik dönemlerini “Altın Yüzyıl”, “Gümüş Yüzyıl”, “Bronz Yüzyıl” gibi başlıklarla ele alırlar. Bu baş lıklarla ilk karşılaşanlar bunu bir değer yargısı olarak da düşünebilirler. Oysa 20. yüzyıl şairleri arasında 19. yüzyılın birçok şairinden hiç de az değerli olmayan nice ustalar vardır. Gene 21. yüzyıl şairlerinin arasında kendilerinden önce gelen ustaları aşmayacağını kim söyleye bilir. Sanıyorum Ahmet Emin Atasoy da bu başlıkları kendisinin de katıldığı bir değer yargısının göstergesi olarak değil de, klasik bir dü zenleme olarak benimsemiş. Onun asıl kaygısı “Rus şiirinin cezbedici büyüsü”nü bize de duyurmak. Bunu gerçekleştirmek için de Rus şiiriyle Türk şiirinin yararlandıkları kaynaklar arasındaki benzerliğe, özellikle de sözlü edebiyat geleneğinden kaynaklanan bir ortak zenginliğe, ağırlık vererek çevireceği şiirlerin asıllarının Türkçe söyleyişe elden geldiğince uygunluğunu sağlamaya çalışmak olmuş.
Bu antolojiyi gözden geçirirken, Rusların her fırsatta yabancılara hatırlatmaktan çekinmedikleri şu sözleri düşündüm: “Puşkin’i Ruslardan başka kimse anlayamaz.” Kuşkusuz bu bağnaz inancı başka ülkelerde kendi şairleri için de düşünen pek çok dar görüşlü insan ardır. Ama biz bugün Homeros’u, Dante’yi, Shakespeare’i, Goethe’yi, Baudelaire’i anlıyor ve seviyorsak, bunu bize o şairlerin yapıtlarını başarıyla çeviren çevirmenlere borçluyuz.
Bir toplumun edebiyatı şiir, roman, oyun ve öbür türleriyle belki de o toplumun en inandırıcı tarihini de anlatır. Bu nedenle 19. yüzyıl şairleri, kendi kişisel dünyalarını olduğu kadar, Çarlık Rusyasının ruhunu da yansıtmıyorlar mı? Gene 20. yüzyıla geldiğimizde, gerek devrim öncesi yılların kaynaşması, gerek devrimle birlikte yaşanan büyük sarsıntının bunalımı ve yeni bir çağın başlangıcının coşkusu da dönemin şairlerinin dizelerinde çarpıcı bir biçimde dile getirilmiştir. Elbette Sovyet dönemindeki ilk yılların coşkusundan sonra, Stalin döneminde başlayan baskı rejimi de o yılların yazarlarının ve şairlerinin hayatlarını ve yapıtlarını yoğun olarak etkilemiştir. Bu dönem ya zarları hem dönemin yeni akımlarının sözcülüğünü etmiş, hem de öz gürlükleri kısıtlandığında, bu baskının çilesini çekmişlerdir.
Ahmet Emin Atasoy’un bu antolojisinde iki yüz yılı aşkın bir dönemin mutlu ve mutsuz yaşantıları ele alınan şairler tarafından Rus dilinin anlatım zenginliğiyle nasıl dile getirilmişse, Atasoy da bu yaşantı ve anlatım zenginliğini Türkçeye aktarırken bunu en az fire veren bir anlayışla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Sanıyorum bu çeviriler bize yalnızca Puşkin, Lemontov, Blok, Ahmatova, Pasternak, Mandelştam, Mayakovski, Yesenin, Voznesenski ve Yevtuşenko gibi tanıdığımız şairleri değil, onların dışında az bilinen daha pek çok şairin yapıtlarıyla yepyeni bir dünyayı da tanıtacaktır.
Cevat Çapan
RUS ŞİİRİNİN CEZBEDİCİ BÜYÜSÜ
Öncelikle belirtmeliyim ki, Rus şiirinin gizemli gücünü, onun cezbedici büyüsünü hissetmek için illa Rusçayı mükemmel bilmek ve dizelerdeki her sözcüğün, ya da deyimin anlamını mutlaka kavramış olmak gerekmez. Bu söylenenden, Rusçayı iyi bilenlerin çok çok daha şanslı olduklarını, öylesine göz ardı ettiğim, veyahut da kasıtlı olarak vurgulamadığım anlamı çıkarılmamalı elbette. Benim bunu özellikle belirtmemdeki tek amaç, tıpkı dilini hiç bilmeden zevkle dinlediğimiz bazı güzel yabancı şarkıların bizi sardığı, mest ettiği ve kendine hayran bıraktığı gibi, Rus şiirinin de şiir sevdalısı herkesi daha ilk dinleyişte müthiş bir etki altında bıraktığı gerçeğini dillendirmektir sadece. Bunun nedenini de, uçsuz bucaksız Rusya bozkırlarını, ya da şirin Volga ve Don kıyılarını eşsiz sesleriyle çınlatan, gözalıcı huş ağaç larından çok daha güzel ve çok daha çekici Rus kızlarının okudukları, o kıvrak ezgilerin içsel dünyalarında aramak gerek, belki de. Çünkü Rus şiirinin özünde, büyük ölçüde, bu ezgilerdeki derinlik, enginlik, coşku, sıcaklık, isyan vb. özgün nitelikleri sezip fark etmemek, olası değil. Daha da açık söylemek gerekirse, 300 yılı aşkın bir geçmişe sahip olan yeni Rus şiirinde, ölçü ve uyak öğelerine gereğinden fazla önem verilmiş, gelmiş geçmiş en ünlü Rus şairleri de (yaratıcılığının ilk döneminde V. Mayakovski de dahil) bunu âdeta kaçınılmaz bir kural olarak kabullenmişlerdir. Nitekim bu durum, günümüz Rus şiirinde de azımsanmayacak denli önem arz etmektedir. Dolayısıyla, zengin Rus folklorunun şiirde kalıcı izler bıramış olması, hem sosyal, hem de kültürel bağlamda, geçmişle gelecek, eskiyle yeni ve geleneksellikle modernlik arasındaki o sürekli bağıntıyı ve etkileşimi mükemmel bir biçimde yansıttığı için, Rus şiirinin cezbedici büyüsünü de, öyle sanıyorum ki, öncelikle burada, onun aşırı melodik olmasında aramak gerekir.
Ben, bu büyünün ilk ve derin etkilerini ne zaman hissetmiş olabileceğimi düşünüyorum da, ne açık seçik bir zaman saptaması ya pabiliyor, ne de kesin emin olduğum somut bir başlangıç işareti bula biliyorum belleğimin inatla susan sayfalarında. Hayal meyal de olsa, anımsayabildiğim kadarıyla, galiba çocukluğumun ilk yıllarında babamın biraz değiştirerek anlattığı ibretlerle dolu “Nankör Kraliçe” masalında hissetmiştim o büyüyü, hem de günü geldiğinde, bu masalı yeni Rus şiirinin başlatıcısı büyük şair A. Puşkin’in kaleme aldığını öğren meden önce. Belki de, yine aynı şairin, daha ilkokul kitaplarından ruhuma ve gönlüme ışıklı bir su gibi akan “Hep kar ve sis savuruyor / Karartıyor göğü tipi: / O kâh kurtlarca uluyor, / Kâh ağlıyor çocuk gibi…” veya “Karlı yol, puslu engin, / Üç atın üç rüzgârı / Ve baygın zil sesinin / Yorucu yankıları.” dizelerinde, veya bu dâhi şairin alçakça öldürülmesine karşı, başka bir dev şairin (M. Lermontov) “Bühtanla vuruldu bahtı şairin, / Onurun en masum kurbanı göçtü. / Göğsünde mermi ve yüreğinde kin, / Dik başı ilk defa önüne düştü!” diyerek yükselttiği isyan çığlıklarında, ya da aynı şairin bir okunuşta belleklere nakşolunan “Uyu, benim güzel bebem, / Ninni de, yavrum, ninni! / Seyrediyor ay göklerden / Sallanan beşiğini” dizelerinde fark etmiştim onu. Ya da yazanının adı hiç anılmadan (belki de bilinmediği için), günlük yaşamımızda ahlak dersleri vermek amacıyla sık sık başvur duğumuz bilge şair İvan Krilov’un nefis fabllarında (manzum masallar) sezinlemiştim. Hiç mi hiç anımsamıyorum. Bilmiyorum işte. Kesin olarak bildiğim bir şey varsa, o da, bu büyünün ömrümün yarım yüzyıllık bölümünde aralıksız ve yoğun bir biçimde kendini hissettirmiş olmasıdır.
Diyebilirim ki ben, bu güçlü büyüyü tüm değişken olgular karşısında, en beklenmedik karmaşık hallerde, farklı nesnelerde ve çağrışım nüanslarında, hem tensel hem de tinsel olarak, somut olduğu gibi soyut biçimlerde de algılıyor ve bu durumun beni duygusal olduğu denli, düşünsel yönden de etkilediğini açıkça görüyordum. Örneğin çocukluğumda bir şarkı olarak seve seve ve bağırarak okuduğum “Ruslar savaş istiyor mu?/ Sessizliğe sorun bunu, / tarlalara, otlaklara / huşlara ve kavaklara. / Altlarında o upuzun / yatan askerlere sorun, / söylesin her şehit oğlu: / Ruslar savaş istiyor mu?” dizeleriyle başlayan şiirin, sonradan Y. Yevtuşenko’ya ait olduğunu öğrenince çok büyük bir sevinç yaşamıştım. Şairin bir vatandaşlık kimliğiyle konuşarak, ülkesi ve ulusu adına bu denli anlamlı, böyle sine insancıl bir itirafta bulunması, gurur verici bir şeydi gerçekten. Yaşanmış bunca acıdan sonra dünyaya ve tüm insanlığa barış dersi ve rebilecek nitelikteki bu sözler, tam anlamıyla, kutsal sözlerdi benim için. Nitekim Rus şiirinin cezbedici güçlü büyüsünü ve bu büyünün et kisini ondan sonra daha da sık hissetmeye başladım.
Bu etki o denli derin ve anlamlıydı ki, benim kimi zaman ‘Rus insanının karakterini, onun günlük yaşamını, Rus doğasını, ve özellikle de o müthiş kış tablolarını, hiçbir şair A. Puşkin’den daha güzel betimlememiştir; hiçbir şair iç dünyasındaki ikilikleri, kaosu ve yaşama hırsını felsefi sentezler halinde F. İ. Tyutçev denli ustaca verememiştir; hiçbir şair adalet, demokrasi ve özgürlük görüşlerini şiir diliyle M. Lermontov düzeyinde bayraklaştıramamıştır; hiçbir şair duygu ve düşüncelerini dizelerde titizlikle kristalize ederek bir kuyumcu sabrı ve inceliğiyle şiirleştirmeyi A. Fet’ten daha iyi yapamamıştır; hiçbir şair Rus insanının yaşamsal sıkıntılarını A. Nekrasov gibi doğal ve içten yaşayarak, bunu öyle kıskanılacak bir gözlem titizliği ve anlatım sadeliğiyle dizelerine aktarmamıştır; hiçbir şair ülkesini ve onun güzel in sanlarını A. Blok kadar içten sevmemiş, ya da en azından bu sevgiyi onun gibi şiire dökmesini becerememiştir’ türünden, çok uç ve fazla abartılı olduğunu da kesinlikle bildiğim, birçok değerlendirmeye, se verek ve ciddi bir biçimde kendimi sık sık kaptırdığım olmuştur.
Bundan haz ve mutluluk bile hissetmişimdir üstelik. Bu yüzden de, gerçekçilik pozisyonuna geçerek, kendimi sorgulama gereksinimi dahi duymamışımdır. O kadar ki, ne zaman yolum tatlı tatlı hışırdayan bir çavdar tarlasından geçse, ya da henüz yeni biçilmiş bir çayırdan burnuma taze ot ve tırpancının tuzlu ter kokusu gelse, hemen köylü ruhlu ince şair A. Koltsov’u; ne zaman önümde perilerden, sirenler den, Tanrı ve Tanrıçalardan bahsedilse, antik çağların ve gizemli dün yaların bilge kişisi, hoş yorumcusu romantik A. Maykov’u; insanı ve insanlığı koruyup kollayan yüce Tanrı’ya ölümüne bağlılık söz konusu olduğunda da, çok aşırı duyarlılık gösteren filozof şair D. Merejkov ski’yi anımsamışımdır anında. Benim için, şiiri onur olarak görmek ve bu bağlamdaki görüş ve duruşlarına, her ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar sahip çıkmak yönünde, aralarındaki inanılmaz fark ve zıtlıklara karşın, K. Balmont, İ. Bunin, V. Bryusov, V. Mayakovski vb. şairler kutsanmaya değer birer güzide örnek olarak kalacaklardır. Bana sorulursa, Rus şiirinin cezbedici büyüsünü biraz da bu şairlerin su katılmadık dürüstlük mayasında görmek gerekir, derim.
Dahası var, bu büyünün inanılmaz etkisinden olmalı ki, bugüne dek ben aşkı, gönül pınarlarının ateşli derinliğinde olduğu gibi ce, tüm gerçekliği ve inandırıcılığıyla, şiirlerine yansıtabilen bir şair adı sorulsa, hiç ikircimlik göstermeden, hemencecik A. Ahmatova der ve ayrıca aşkla felsefenin en kusursuz yoğrulmuş biçimini ise B. Pasternak’la O. Mandelştam’ın damıttığını söyleyebilirim. Bana göre serseriliğin, sorumsuzluğun ve büyük bir şiir yeteneğinin en iyi S. Yesenin’in kişiliğinde birleştiğini, Puşkin’den sonra halkın dilini tüm zenginliğiyle en güzel onun kullandığını ve yeryüzündeki tüm şahane kadınların onun güzel Şahane’sinden bir şeyler taşıdıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin: “Ben yine de gül budarım bahçemde / Bir başkadır dünyada gül sevgisi – / İçlerinde olmadığın bilsem de / Şahane’den daha güzel birisi.” türünden dizeleri ondan başka kim yazabilir ki? Bu dizelerin güzelliği ister istemez Rus lirik şiirinin odağında oturan iki çok ünlü kadın şairi çağrıştırıyor bir anda: M. Tsvetaeva ile B. Ahmadulina. Keyifle ele aldıkları tüm konular içinde aşk motifini en özgün bir biçimde ve medeni bir cesaretle yansıttıkları için olsa gerek, halen en sevilen ve en çok okunan Rus şairleri arasındadır onlar.
Çağdaş Rus şiirinin cezbedici büyüsünden söz ederken edebiyat tarihinde 60’lı yıllar kuşağı olarak kalıcı bir yer almış olan Y. Vinokurov, R. Rojdestvenski, A. Voznesenski, Y. Yevtuşenko, V. Visotski gibi yetenekli şairlerin oluşturduğu güçlü grubu da özellikle belirtmek gerekir. Savaşın vahşetine, Rus insanının yüce kahramanlığına, barış özlemine, yepyeni umutlar yeşerten sosyalist düzene, insan ilişkilerindeki dürüstlüğe ve daha nice nice izleklere öncelik veren ve âdeta toplumun sesi haline gelen bu şairler, sadece konulara yaklaşımlarında değil, onları sanatsal açıdan işleyiş biçimlerinde de yeni arayışlara yöneldiler ve uzun zaman gündemdeki yerlerini layıkıyla koruyabildiler. Zamanın yenileşme eğilimine, teknolojik koşulların istemlerine ve hızına ayak uydurmak amacıyla, bu şair grubu sadece okurlarına güzel şiirler yazmakla yetinmedi, büyük salonlarda ve geniş alanlarda binlerden, hatta on binlerden oluşan dinleyici kitleleri karşısına çıkarak, kendi şiirlerini ‘artistik okuma’ tarzlarıyla kendi sesleriyle sundular. Okurlar tarafından inanılmaz boyutlarda ilgi gören bu yöntem, zamanla tüm dünyaya yayıldı ve adı geçen şairler sık sık yabancı ülkelere de davet edilerek, yapıtlarını oralarda da tanıtma fırsatı yakalamış oldular.
Aynı dönem şairlerinden A. Tereskovski, Y. Brodski, Y. Kuznetsov ve T. Bek de, farklı ideolojik ve estetik kulvarlarda koşmalarına karşın, son zamanların en çok aranan ve okunan şairlerindendirler. Onların adları da Rusya’nın sınırlarını çoktan aştı. Özellikle Yosif Brodski, henüz genç denebilecek bir yaşta (47), Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülünce (1987) yüce Rus şiirinin ününü ve gücünü tüm dünyaya kanıtlama mutluluğunu yaşadı.
Böylece, Rus şiirinin sözünü ettiğimiz cezbedici büyüsü, kalıcı etkisini tüm yeryüzü şiirseverlerine de hissettirmiş oldu ve bu süreç tüm hızıyla günümüzde de devam etmektedir.
* * *
XIX. Yüzyıl Başından Günümüze Rus Şiiri Antolojisi uzun soluklu bir uğraşın ürünü olarak ortaya çıktı. Bu yapıtın biricik amacı, dünyanın en güçlü ve en renkli şiirlerinden biri olan Rus şiirini Türkiye şiirseverlerine Türkçe tadıyla sunmaktır. “Peki, şimdiye kadar yapılmış olan çeviriler kötü veya eksik miydi yoksa?” sorusuyla karşılaşacağımı bildiğim için, hemen ve açık kalplilikle “Evet, içlerinde Ataol Behramoğlu ve başarılı bulduğum daha bir iki kişinin çevirileri dışında, ulaşabildiğim çevirilerin büyük çoğunluğu gerçekten de, Rus şiirinin hak etmediği derecede -‘kötü’ sözcüğünü kullanmak istemediğim için- yüzeysel çevirilerdir.” diye yanıtlamak zorundayım. Bu durumun öncelikle, çeviri işini bir sanat olarak tamamen göz ardı ederek, çevrilecek metnin sırf anlamını aktarmaya yönelik nafile bir çabadan kaynaklanmış olabileceğini düşünüyorum.
Yaptığım yüzlerce karşılaştırma sonucunda klasik tarzda yazılmış olan şiirlerdeki ölçü ve uyaklara uyulmadığı, ayrı ayrı sözcükler bir yana, dizelerin, hatta bentlerin, farklı anlamlarla çevrildiği, bazı uzun şiirlerde kimi bentlerin tamamen atlandığı gibi çok üzücü ve yadırganacak durumlara tanık oldum. Ne ki, onları burada örnekleriyle gösterme olanağım yok. İşin özü şu: Rus şiirinin yeniden ele alınıp dikkat, sabır ve özenle aslına uygun olarak çevrilmesi gerektiğine ben kalpten inandım ve olanaklarım çerçevesinde bu sorumluluğu gönüllü olarak seve seve üstlendim.
Klasik Rus şiirinin ölçü kalıplarını ve uyak düzenlerini iyice araştırdıktan sonra, bunların belli bir oranda Türk şiirine yakın bazı ortak yanlar gösterdiklerini gördüm. Örneğin Türk şiiri gibi Rus şiiri de, folklordan beslendiği için, yüzyıllar boyunca hece ölçüsünü kullana durmuştur. Rusçada hece ölçüsüne sillabiçeskoe stihosljenie denir ve Rus şiirinin daha başlangıcından beri bazı şairlerce aralıksız olarak kullanılmıştır. V. Jukovski, A. Denisov, A. Puşkin, Y. Baratinski vb. bu ölçüden sık sık yararlanmışlardır. Dolayısıyla ben, Rus klasik şairlerini çevirirken Türk hece ölçüsünün farklı kalıplarının rahatlıkla kullanılabileceğini fark ettim ve çevrilen metinlerin aslına (ölçü ve anlatım yönünden) bağlı kalmak koşuluyla, gerektiği yerde bu ölçüden yararlandım. Rus şiirinde yaygın olan başka bir ölçü toniçeskoe stihoslojenie’dir ve Arap şiirindeki aruz ölçüsü gibi (ne ki sözcük vurgusuna göre değişen yamb, horey, daktil vb.) çeşitli kalıplardan oluşur. Bu iki ölçünün bir arada (karma) kullanımına da sillabotoniçeskoe stihoslojenie denir. Bu son iki ölçü biçiminin kullanıldığı şiirlerde gerektiğinde sadece hece ölçüsü uygulandı, gerektiğinde de hece sayısına dikkat edilmedi. Serbest ölçüde yazılan şiirler, zaten sorun yaratmadı. Çevirilerde şiirlerin tüm biçimsel özelliklerini titizlikle korumaya çalıştım.
Antolojide, literatürün, koşullu da olsa, kabul ettiği şekliyle, Rus şiiri, altın, gümüş ve bronz yüzyılları içinde tanıtıldı.
Şair ve şiirlerin belirlenmesi, özellikle de şairlerin özgeçmişlerinin yazılışı sürecinde Yevgeni Yevtuşenko’nun Yüzyılın Dizeleri – Rus Şiiri Antolojisi (Plifakt Yayınevi, 1999); Yevgeni Vitovski’nin Yüzyılın Dizeleri – Rus Şiiri Antolojisi 2 (Plifakt Yayınevi, 1999); Eksmo Yayınevi’nce 2006’da yayımlanan Altın Yüzyıl Rus Şiiri Antolojisi; Strekoza Yayınevi yayımı Gümüş Yüzyıl Rus Şiiri Antolojsi (2006) ve G. N. Krasnikov’un editörlüğünde yayımlanan XXI. Yüzyıl Rus Şiiri Antolojisi (2010) başta olmak üzere (şairlerin kendi kitaplarıda dahil) onlarca kaynak dışında, Rus şiiriyle ilgil çeşitli internet sitelerinden de yararlanıldı.
Takdim edilen şairler, Rus edebiyat tarihindeki yerlerine, dönemlerindeki ünlerine, ayrı ayrı edebiyat akımlarını oluşturup yaygın laştırmalarında oynadıkları role göre, belirlendiler. Örneğin Denis Davidov öteki çağdaşları denli ünlü olmayabilir, ancak Rus şiirinde “hussar (suvari) liriği” olarak bilinen ve halk tarafından çok beğenilen bir şiir türünün yaratıcısıdır. Böyle bir şairin antolojiye girmemesi, kanımca, büyük bir eksiklik olurdu.
Özet olarak söylemek gerekirse, yüce Rus şiirinin bugünkü duruma gelmesinde en büyük katkıları olan ve en ciddi şiirseverlerin aklına ilk gelebilecek, kilometre taşı niteliğinde olan şairleri sunmaya çalıştım bu kitapta.
Şairlerin belirlenmesinde olabildiğince tarafsız kalmaya azami çaba harcadığım gibi, onların şiirlerinin seçiminde de büyük ölçüde nesnel olmaya özen gösterdim. Böyle durumlarda ne denli nesnel olunabiliyorsa elbette.
Bu antoloji, sadece kendi ülke sınırları içinde kalmayıp, yabancı ülkelerin edebiyatlarını da belli bir derecede etkilemiş ve bu bağlamda evrensel bir kültür hizmeti yapmış olan büyük bir şiirin belli başlı bazı ürünlerini değerli Türk şiirseverlerine tanıtacağı için, kendimi çok mutlu hissettiğimi söylersem, yaşamım boyu çok önemsediğim alçakgönüllülük ilkeleriyle ters düşmüş olmam herhalde.
Edebiyat çevrelerinin, özellikle de konunun saygıdeğer uzmanlarının gösterecekleri duyarlılık ve hoşgörüye sığınırken, her çeşit görüş, öneri ve eleştiriye sonuna dek açık olduğumu da özellikle belirtmek isterim.
Ahmet Emin ATASOY