Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Bize Göre»

Font:

Ahmet Haşim, (D. 1884, Bağdat – Ö. 4 Haziran 1933, İstanbul). Şair ve yazar, şiire, Galatasaray Lisesinde iken edebiyat öğretmeni Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun teşvikiyle başladı (1901). Fecr-i Âti topluluğuna katılarak şiirlerinin büyük bölümünü Servet-i Fünûn dergisinde yayımladı (1909-12). Mecmua-ı Edebiye, Âşiyan ve Muhit dergilerinde çıkan gençlik şiirleri dâhil, bu ilk dönem şiirlerinde Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit ve Cenap Şehabettin’in etkisindeydi. Daha sonra Dergâh dergisi çevresinde toplanan şairler arasına katıldı.

Dergâh’ta çıkan (1921-22) şiirleriyle edebiyattaki bağımsız kişiliği giderek belirginleşti. Ancak bu dönemde yayımlanan (gençlik dönemi şiirlerini almadığı) Göl Saatleri adlı şiir kitabında da dili ağırdır. İkinci ve son şiir kitabı Piyale’de olgunluk dönemi şiirleri toplanmıştır. Bu kitabın ayrı bir önemi, ön sözünde Ahmet Haşim’in şiir anlayışını (poetika) açıklamış olmasıdır. Ahmet Haşim bu ön sözde, şiirde anlamdan çok müzik ve söyleyiş güzelliğine önem verdiğini belirtir.

Ahmet Haşim, Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Akşam şairi olarak ünlüdür. Empresyonist (izlenimci) anlayışın egemen olduğu şiirlerinde çok güçlü tabiat tasvirleri, renk ve ışık cümbüşleri, hayaller, göller, yalnızlık ve özlem duygularını, kendine özgü büyük bir ustalıkla anlatmıştır. Şiirlerinin yanı sıra fıkra yazılarındaki üslubunun parlaklığıyla da kendini kabul ettirmiş, bu yönüyle de döneminde ve daha sonra övgüler almıştır.

ESERLERİ:

Şiir: Göl Saatleri (1921), Piyale (1926)

Fıkra: Gurabahane-i Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Ahmet Haşim Bütün Şiirleri (Zeynep Kerman ve İnci Enginün, 1987)

Gezi: Frankfurt Seyahatnamesi (1933)

Başlangıç

Bir nevi basübadelmevte1 mazhar olan ikdamın sanat ve edebiyat sütunlarına bakma vazifesini üzerime almış olmaktan utanıyorum. Bu hicap, edebiyatı yüz kızartıcı bir meşgale telakki ettiğimden ileri gelmiyor. Zira bilirim ki İngiliz milleti, Hint mülkünden ziyade Sheakspeare’iyle mağrurdur; bilirim ki İran, zalim bir güneşin yaktığı kısır topraklar üzerinde mevcut olmaktan ziyade, Hafız-ı Şirazi’nin nazmında, Behzad’ın resimlerinde ve seccadelerin renkli bahçelerinde yaşıyor; bilirim ki İspanya ne Alphonse’un ne de Primo de Rivera’nındır. Fakat kızıl karanfilli Carmen’in vatanı, ancak Greco ve Cervantes’indir. Hayır, edebiyattan değil karşısında şimdiden aczimi duyduğum kariden utanıyorum.

Gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine “müşteri” ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, tedricen sütunlarından “fikr”in bütün şekillerini süpürüp attılar. Atalete düşen güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de, bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni tardeden resimlerin istilası altında kaldı. Dünya matbuatına göz atılınca hükmedilir ki, zamanımızda mide ve bağırsak, dimağdan çok daha şerefli birer uzuv payesini bulmuştur. Hatta iri göbekli insanların etrafımızda çoğaldığına bakılırsa, birçoklarının şimdi dimağlarını kemik mahfazasından çıkarıp karınlarında taşıdıklarına hükmetmek lazım geliyor.

Dimağ, haysiyetinden bu kadar kaybettikten sonra, hayati faaliyette insanın filden, karıncadan, leylek veya zürafadan hiçbir farkı kalmıyor.

Rabb’im! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine “sanat ve edebiyat” olacak olan hacer-i felsefiyi nasıl bulmalı?

İkdam, nu.11108, 26 Mart 1928

Gazi

Yeni harflere dair ilk defa fikir teatisi için Dolmabahçe Sarayı’na davet edilenler içinde Gazi’yi re’yülayn görmeye gidenlerden biri de bendim.

Heyecanım çoktu.

Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Binaenaleyh, fotoğraf aletinin keşfiyle portre ressamının vazifesine nihayet bulmuş nazarıyla bakanlara hak vermemek bence müşküldür. Şekil ve madde, ziyanın inikâslarına göre anbean tahavvül eder. Bu itibarla hiçbir çehrenin, evsafı muayyen, bir tek tecellisi yoktur. Fırça sanatkârı, tersim edeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatın cezr ü meddini2 tarassut etmek ve onu birçok tahavvüllerinde zapteylemek suretiyle, nihayet hakiki hüviyetin gizli hatlarını sezmeye ve görmeye muvaffak olur. Fotoğraf, bu dimağı tahlil ve terkip kudretine malik değildir. Onun için, hassas cam üzerinde teressüm eden şekle bir vesika kıymeti izafe edilemez.

Gördüğüm fotoğraflara nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası hâlinde giren mütekasif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı: Hadekaları en garip ve esrarengiz madenlerden masnu bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlandığı asabi bir çehre… Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet.

Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir hâlinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin doğuşuna yol açan fikirler kaynağı baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayt, mavi sema altında, samit ve mütebessim duruyor!

Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan, meğer onun genç başı imiş!

O günün benim için en büyük nimeti, o efsanevi başı yakından görmem olmuştur.

İkdam, nu. 11269, 6 Eylül 1928

Bir Teşhis

Beş, altı seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşündürse yeri var. Okuyup yazmanın halk arasında yayılması ve binaenaleyh okuryazar adedinin çoğalması nispetinde yazı hünerine arız olan bu yozlaşmanın anlaşılmaz sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bu hüzal rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerine sirayet etmekte ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı’nın bayramında, bütün hüsnüniyetlere rağmen, saldîde ve yorgun iki sanatkârın ney ve sazından daha genç ve daha zinde bir şey dinlenilemediğine bakılırsa, musikide de artık sanatkâr neslinin tükenmiş olduğuna hükmetmek lazım geliyor.

Gerçi iyimserliği safvet derecesine vardıran bazı kalem sahipleri, hâlâ kısır çalı fidanları üzerinde taze güller görmekte ısrar etmektedir. Safdilliğin bu derecesi hakkında fikir beyan etmek, ancak tıbbın salahiyetine taalluk eder.

Bahsi dağıtmadan “edebiyat”a avdet edelim: On, on beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğumuzun bariz alametlerinden biri, okuyucunun yeni eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlıktır. Bu muvaneset ancak âdet şekline inkılap etmiş bir hassasiyetin uysallığı değil midir?

Aksülameller, hiddetler, kinler ve gayzların durduğu bir fikir âlemi içinde, artık yeni hiçbir mahsulün vücut bulmadığında zerre kadar şüphemiz olmamalıdır!

İkdam, nu.11112, 30 Mart 1928

Bahar

Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki… Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltılarıyla beraber insan iniltileri ve hırıltılarıyla dolu. Dün neşeli bir kır köşesinden baharın bu iki zıt levhasını yan yana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuşuyor, taze dudaklar ağaç kütüklerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahlukatın adedini yaşayanların yekûnundan mütemadiyen tarh etmekte…

Ne yazık ki vücudun harabisi zekânın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız gençlik, sinni kemale hazırlanmaktan başka nedir? Zekâ -nar, ayva ve portakal gibi- geç renk ve rayiha bulan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, iktisat, sanat ve edebiyat cereyanlarının nazımı, şakakları beyazlanmış kafalardır. Genç âlim ve genç dâhi bir mucizedir ki bazı yerlerde vücut buluyor.

Ne olacağı meçhul nevzatlara yer açmak için ölümün her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmelidir!

İkdam, nu. 11115, 2 Nisan 1928

Kürk

Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın tabakalarına sirayet etti.

Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin mahut3 kürkünü tersine çevirip sırtına geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.

Bu moda, o kadar taammüm etmiş ki, şimdi kastor mantosu olmayan hanımın hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olmak icap ediyor.

Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan gayri bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma meylinin sebepleri ne olsa gerek?

İkdam, nu.11117, 4 Nisan 1928

Süleyman Nazif’in Mezarı

Süleyman Nazif’in geçen sene öldüğüne tabii hiçbirimizin şüphesi yok. Fakat bu şayan-ı hayret insanın, artık yaşamadığı fikrine alışmak da ne müşkül! Hâlâ, bize bir oyun yapmak için bir tarafta gizlendiğini ve nerede ise bir kapı arkasından sesinin gürleyeceğini zannediyorum. Ebedî kudretlerin hemcinsi olan bu adamın ölmesi, rüzgârın müebbeden durması gibi insana gayritabii görünüyor.

Mamafih onu tanımış olanların bu dakikada vehmi ve hayali ne olursa olsun, Süleyman Nazif artık yaşayanların dünyasından uzak, yer altı âleminin sakinleri arasında bulunuyor. Koca bir değirmeni harekete getirmeye kâfi bir kudreti, bazen bir tek cümlenin zembereklerine sıkıştırmayı bilen o kasırgalar kardeşi, ihtimal şimdi topraklar altında ya bir zelzeleye inkılap etmiştir veyahut yarın yıldırımlarla gürleşecek koca bir çınar hâlinde fışkırmaya hazırlanıyor.

Süleyman Nazif’in mezarı hâlâ yapılmamış. Bunu, mezar yapmak için bir heyetin yeni teşekkül ettiği haberinden öğreniyoruz. Elli altmış kuruş ufak para miras bırakmış olan bu büyük Türk edibinin mezarını bundan sonra da yapmasak pekâlâ olur. Bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerden bir köşk yapmaya kalkışmaktan ne çıkar? Sadaka ile dikeceğimiz iki taş, o tunç lisanın kendi sahibine yaptığı tannan mezardan daha güzel ve daha sağlam mı olacak?

İkdam, nu. 11118, 5 Nisan 1928

Hemen Her Sabah

Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz klişe havadisten biri: “Filan mahallede filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten dolayı evlenemediği için eline geçirdiği bir şişe tentürdiyotu, içmiş ya da kendini civar bir bostanın kuyusuna atmış, zamanında yetişilemediğinden ilh…”

Aşkın zedelediği bin türlü talihsizler içinde en ziyade bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Zira bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbirleriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız sevişenlerdir. Üstadım Gourmont’un dediği gibi; aşk ile izdivacı karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar haricinde, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece, karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanapelerini altüst eder. İbadethanelerde her gün tel’in4 edilen aşktır. Hükûmetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki izdivaç bir şehir müessesesi, bir emniyet tertibatıdır. At canbazhanelerinde musiki çalan ve fokstrot oynayan, dişi sökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız arslan, orman canavarına nazaran ne ise aşka kıyasen de izdivaç odur.

Aşk geçici, izdivaç ise daimidir. İzdivacı aşkın devamı zannetmiş nice safdil çiftler, üç ay geçmeden dudaklarda ateşin söndüğünü görmüşler ve bir akşam, kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzusu zevce değil maşukadır, hayaller ve istiareler hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanı zevce ve mevzusu izdivaç olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?

İkdam, nu. 11121, 8 Nisan 1928

Mecmualar

Gazete idarehanesinde biriken edebî mecmuaların yapraklarını karıştırıyorum. Bunlar içinde saldîdeleri, gençleri ve henüz yeni intişara başlamış olanları var. Fakat kapları çevrilerek içindekilere göz atılınca, derhâl aralarındaki yaş farkları siliniyor ve hepsi de insana, yeknesak bir buruşuk çehreyle bakıyor: Aynı şeyleri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne lüzum vardı?

Bu mecmuaların sahifelerini açan kari sanki yanlışlıkla viranede bir bodrumun kapısını aralamış gibidir: Burun, keskin bir taaffün5 kokusuyla kırışıyor ve kulak, güya yer altına bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir cemaatin iniltisi haşyetiyle dikiliyor. Bu keskin koku hangi leşten geliyor? Şiirden! Bu baykuş feryadını duyuranlar kim? Şairler! Her devrin şairleri!

Bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? Bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiçbir genç ve sıhhatli insan yok mudur? Bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki, sesleri yalnız ahü enin perdesinden yükseliyor. Maşukaları onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini mütemadiyen ölüme çağırıyor?

Şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe “şair” kelimesi, müthiş bir hastalığın ismi gibi, sıhhatli insanları elbette haşyet ve istikrahla titretecektir.

İkdam, nu.11125, 12 Nisan 1928

At

Baharda şu atlara ne oluyor? Bazı böceklerin ve kertenkelelerin, aşk mevsiminde, uzviyetlerinin zehirle dolduğunu biliyoruz. Acaba bahar atların da mı kanını zehirliyor? Senenin on bir ayı yumuşak başlı ve uysal olan at, bahar çayırından ağzına bir tutam ot alınca hassas, sinirli, ürkek ve tehlikeli bir hayvana dönüyor. En uzak ufukların arkasından gelen en hafif bir kısrak kokusunu duyar duymaz, bahar güneşinde renkli tüyleri pırıl pırıl yanan güzel başın burun delikleri korkunç bir iştiha ile açılıyor, kulaklar huniler gibi dikiliyor ve genç kişnemeler, baharı bir fırtınanın gök gürültüleri gibi, yeşil ovalarda uzun uzun akisler yapıyor. Aşk mevsimi müddetince, hemen bütün dört bacaklılar gibi bu zavallı asil hayvanın bir dakika rahatı yoktur.

Şükretmeli ki insan, böyle muayyen bir aşk mevsimine tabi değil! Öyle olmasaydı, baharın kokuları havalara dağılır dağılmaz kuduracak insanın diş ve tırnaklarıyla yıkacağı medeniyete, her sene bahardan sonra yeniden başlaması lazım gelecekti.

İkdam, nu.11130, 17 Nisan 1928
1.Basübadelmevt: Ölümden sonra dirilme. (Yay. Haz.)
2.Cezr ü med: Medcezir.
3.Mahut: Adı geçen, bilinen, malum. (Yay. Haz.)
4.Tel’in: Beddua, ilenme, intizar.
5.Taaffün: Bozulma, çürüme, kokuşma, küflenme. (Yay. Haz.)

Tasuta katkend on lõppenud.

€1,04