Hâristan

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Yazar ve diplomat kimlikleriyle öne çıkan Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 1870 yılında İstanbul'da doğmuştur. Dedesi Yunanlılar tarafından şehit edilen Mora Müftüsü Abdülhalim Efendi’dir. Babası Müftüoğlu Sezai Bey’dir. Dedesinin müftü olmasından dolayı Müftüoğlu soyadını almıştır.

Diplomat olarak görev yaparken bir yandan da edebiyatla uğraşmış olan yazar, başlangıçta Servet-i Fünûn hareketi içinde yer almış, daha sonra bu toplulukla bağlarını kopararak Türkçülük akımını benimsemiştir. Hikâyelerini topladığı Çağlayanlar adlı kitabı, uyandırdığı milliyetçilik duyguları ile millî edebiyatta önemli yere sahiptir. Yazar, 19 Mayıs 1927 yılında karaciğer kanserinden dolayı vefat etmiştir.

Ahmet Hikmet
Hâristan

“Dehaetten nasibi olmayan aceze ise bir ormancığın dahlini kendilerine mesken-i iftikâr ittihaz etmiş zayıf ve garib kuşlardır ki kudret-i pervazları ancak bir ağaçtan diğerine gidebilmeye, takat-ı âvâzları yalnız kendi kendilerine müdavele-i hissiyat edebilmeye kifayet eder.”

Nâçiz-Üstad Ekrem

Hâristan ve Gülistan

Gülistan

Bundan beş bin sene evvel… Bahr-i Kulzüm’ün sahil-i cenubunda bir ada… Mai bir gece… Mehtap… Koyu kurşuni bir umman, üstünde mehîb bir sükûnet, daha üstünde o sükûneti yırtarak tennûre-i nurunu, Bahr-i Muhît-i Hindî’nin ufukları görünmez engin sathına rîze rîze serpen bir ay… Üstünde bir kuş bile uçmayan bir cevv… Boş bir feza… Pâyânsız bir muhit-i râkid… Korkunç bir kimsesizlik, boğucu bir sessizlik… Çıt yok, eser-i hayat yok… Berrak bir tenhayî-i bîintihâ, bir mahşer-i sükûnet: Mehtap düşünüyor. Dalgalar düşünüyor. Katarat-ı kamerin seyelânı altında eriyen gecenin açık gölgeleri düşünüyor. Gezinen bulutlar düşünüyor. Kulzümle rüzgâr, bu tefekkürat-ı hevl-fermanın serair-i nikatını birbirine sarıla sarıla fısıldıyor. Denizin göğsü teneffüs eder gibi kabarıp iniyor. Bütün mevcudatta bu tazelik, bir yıpranmamışlık hissolunuyor. Bu rükûdet-i bîpâyanın ortasından bir sada fırlasa dünya gülecek, kanatlanacak gibi geliyor.

Adanın eteğinden denize uzanan ince kumların üstünde Nesrinnuş, uzaklardan doğru serpilerek kulzümün sathında kaynaşan serv-i zerrinin bir parçası gibi uzanmış… Dalgalara karışmış, üryan, mehtap kadar üryan, rüzgâr kadar üryan… Vücuduna düşen selsebil-i kamer, gerdanının üstünde, çıplak saçlarının arasında titreşiyor. Ufak dalgalar birbirini tazyik ede ede imrenişler, süzülüşler ve fısıltılarla, bir leb-i sadefgûndan masnû’vücudun kâh saçlarının arasına girerek, kâh beyaz kollarında sürünerek, kâh sîmin sinesinden süzülerek, kâh erguvanî ayaklarını okşayarak birer birer buselerini aldılar. Ka’r-ı okyanustan çıkardıkları incileri Nesrinnuş’un ayağı ucuna takdim ettikten sonra ihtiramlar, ihtirazlarla geri geri çekilip gittiler.

Nesrinnuş, bîhoş-ı neşe bir keselan-ı ömr nüvaz ile usul usul gezindi. Etrafında bir hâle vaziyetinde kendine nâzır peri kızlarına kadife uçukluğunda, kadife ılıklığında gözlerini initâf ettirdi. Lâ’l dudaklarının altında şimşekler çakan dişlerini göstererek onlara bir hande-i neşat parlattı: “Beni oğunuz!” dedi.

Şimdi hademelerinden üçü omuzlarındaki sarı, maî beyaz tüllerden silkinerek kollarını, sinesini, ayaklarını oğuşturmaya, saçlarını kurulamaya başladılar. Nesrinnuş kamerin kendi için serdiği şehrah-ı zerrine doğru bakarken zümrüdîn denizin bir erganun-ı bülbülatına benzeyen uğultusunu dinliyor ve anlıyor gibiydi.

Bu esnada kayaların kovuklarından, sazların aralarından, ellerindeki esdaf-i bahriyeden nefirleri öttüren birtakım küçük periler Nesrinnuş’a doğru uçuşmaya başladılar. Nesrinnuş doğruldu, mehtâba ellerini sallayarak ona bu gece için veda etti.

Nedimelerinin omuzlarına attıkları al bürümcüklere büründü. Bir sehab-ı fecr revnakında, bir sehab-ı fecr şeffafiyetindeki harmanisiyle vücud-ı ser-bülend ü şahlevendinin reng-i erguvanîsini katmerleştirerek yolunda eğilen güllere rağmen, nesimî bir rikkat ve bir hıram-ı delâl ü naz ile yürümeye başladı.

Şimdi güller, alkışa benzer fısıltılarıyla onu selamlıyorlar, minalar ayağını öpmek, sonra ezilmek, ölmek hevasıyla yoluna dökülüyorlardı. Bu yürüyüşe iki dakika devam etti. Bir kâşâne-i billurun kapısından girdiler. Mahtabın, zücâc duvarlara aksiyle, tahallül eden ziyası avludaki çağlayana inikas ettikçe turuncu, al, sarı bir fevvare-i nur, göz kamaştıran bir zemzeme-i ruh-nevaz ile cereyan ediyordu. Havzın kenarına yayılmış, üstüne limon, portakal, mandalina, turunç çiçeklerinden örtüler serpilmiş bir sofranın başına oturdular. Zebercetten oyulmuş tabaklarda muzlar, ananaslar, hurmalar, av etleri, balıklar getirmeye ve lâleden piyalelerle, râhlar, rahîkler, gül şerbetleri sunmaya başladılar.

Havzın diğer sahilinde râmişgerler, hanendeler bir halka oldular. Rübablar, mizmarlar, ber-battlar, şeş-tarlarla selsebillik cereyanını tanziren, Nesrinnuş’un ân ü hüsnüne âid neşideler okurlarken nedimelerin irad ettikleri şuh ve şâtır mülâtafaları arasında ısırılan meyvalardan, devrilen lâlelerden, boşalan tabaklardan, küçük bir meydan-ı harbe dönen sofra mecruhlar, maktullerle dolmuştu.

Rahîk-i lezizin verdiği neşe ile Nesrinnuş pür şetaret nedimelerinin kucaklarına yatmış, dudaklarını emerek meçhul uzaklardan bir şeyler umar, arar gibi enzârını temdîd ediyordu. Eniseleri her cür’ada malikelerinin ellerini öpmek, saçlarını koklamakla telezzüz-i dimağ eylerlerdi.

Ruhlar, buhar-ı neşeden köpürmeye başlamıştı ki rakkaseler emr olundu. Şimdi musikiye bir raks-ı periâne; bir raks-ı rakîk-i nurânî karıştı.

Pembezâr nimtenlere sarınmış yirmi, otuz kızın süzülüşler, gerilişler, girişmeler, kırışmalarla bir beyaz duman gibi dönerek kıvrılan, uçan tüllerin altından üstünden birer kelebek hafifliğiyle nim perendeleri… Elvanın, envarın inhilal ve ictima’ını takliden birbirlerine girişip ayrılmaları, sarılıp çekilmeleri, kalçaların mevzun ve muttarid temevvücatı, dönüşleri, eğilişleri, katmerleşmeleri; sarı, lepiska saçların birer bürkan-ı gül gibi dalgalana dalgalana feverânı musiki ile imtizaç ederek selis ve beliğ bir aheng-i mükesser hasıl ediyordu ki hangisi musiki, hangisi raks, kulaklar temyiz edemiyor. Musiki mi raksan, raks mı nağme-sâz, gözler anlayamıyordu.

Nesrinnuş bütün bu temevvücât-ı raks ü ahengi, nedimelerinden cûy-i revânın dizlerine yaslanmış mühimsemeyerek, eğlenemeyerek gözleri derin bir endişe-i manevi ağırlığıyla süzüp temaşa ediyordu.

Bu tantanât-ı ihtişam, onun ruh-ı nâimine bir katre-i hande-i sevda, ona her akşam gördüğünden başka bir şevk ve safa irae edemiyordu.

Bu gece kâşânesine girmek istemedi. Mehtabın, üryan vücuduna sarılmasını arzu etti. Nedimeleri ona rüzgârın güneşle, ırmakların söğütlerle, arıların papatyalarla muaşakalarına dair masallar söyler, neşideler okurken Nesrinnuş güvercin, serçe göğsü tüylerinden yapılmış bir sedirin üstüne uzandı. İksir-i esirî-i mehtabı, bâd-ı rakîki, yarı açık dudaklarıyla süze süze emiyordu ve eme eme gözleri süzülüyordu. Birden al örtüsünün yeninin iri katmerleri arasından bal renginde tombul bilekleri sıyrıldı, çıktı. Beyaz leylak renginde ellerini, sitarelerin ihtizazından nermin sarı saçlarının altından geçirdi. Koşan kamerin arkasından giden bulut kümelerini, süzgün gözleriyle takip ede ede kirpikleri kapandı. Kendinden geçti. Aheste aheste uyudu.

Şimdi sesler kesildi. Fısıltılar bitti. Ramişgerler sustu. Şelaleler sustu. Kuşlar sustu. Rüzgâr sustu. Etraftaki nedimeleri, bu hüsn-i mücerredi meftun ve müsahhar bir müddet vâlihâne temaşa ettikten sonra içlerini çekerek onlar da peygûlelerine çekildiler. Bu esnada beyaz kanatlı birtakım mini mini periler küme küme gelerek Nesrinnuş’un civarında uçuşmaya başladılar. Bunlar Nesrinnuş’un nigehbânları idiler.

Bir iki dakika sonra ağaçların arasından buruşmuş bir ihtiyar kadın nümâyân oldu. Elindeki uzun asasına dayanarak usulca Nesrinnuş’un yanına sokuldu. Vücudunu yarı örten al tülü açarak vücudunu inceden inceye tetkik etti. Ve yıpranmış çehresinde kabaran bir işmizâz-ı abûs ile izhâr-ı memnuniyet eder gibi derin bir “Oh!” çekerek geldiği gibi kayboldu.

Bu Nesrinnuş’un validesi idi. Pek ziyade kıskandığı kızını her akşam uyurken gelir tetkik ederdi.

Bu ihtiyar kadın düşünüyordu ki: “Bütün bu saçlarımı yolan, bütün bu dişlerimi döken, bütün bu çehremi buruşturan; erkeklerdir. Neslimin bu felaketlere uğramasına mâni olacağım! Onu bu adaya getirdim. Ona ne kadar mümkünse o kadar eğlenceyi, süsleri, refahı verdim. Lakin erkek nedir bilmeyecek! O felaket nedir tatmayacak! Adaya erkek mahluk sokmadım, şayet ben muttali’ olmadan bu adaya bir erkek kelebek bile girer ve kızımın bir tarafına konarsa orada bir gül açılsın da kızıma zahmet vermeden ve hüsnüne halel gelmeden ben haberdar olayım. Her tedbirim mükemmel. Artık gönlüm rahattır.”

Mehtap, Nesrinnuş’un vücud-ı nerminini yeni doğan güneşe tevdi ederek küçük kanatlı nigehbanlarla guşe-i ihtifasına sarara sarara giderken, etrafında ona baygın sadalarıyla seheriyyeler okuyan nedimelerinin işvelerine karşı, mahmur gözlerini ovuşturarak perişan saçlarını silkerek, kaşlarını çatarak kalktı ve çağlayanın bir kenarına giderek akan berrak derenin sathına yayılan sarı nilüfer çiçeklerinden birine bastı; nedimeleri dahi bu çiçeklerin koyu yeşil yapraklarına istinad ile sabahın sisleri arasından çağlayanın menbaına doğru kaymaya başladılar.

Meşşâtaları, pınarda mâlikelerinin sabah ziynetlerini ikmal ederlerken Nesrinnuş suda inikâs-ı cemâline müstağrak, kımıldamadan kendisi temaşa ederdi. Bu sırada yeşil ve kırmızı kelebeklerin birbirlerini takip edişlerine bakar ve iki kumrunun uğultularını dinlerken, eniselerinin şathiyyâta ait mülâtıfelerine dudaklarından yavaşça uçan bir tebessüm ile mukabele ederdi.

Nesrinnuş; nedimelerinin, hâdimelerinin kimine Gül-çekân, Zühre-çîn, Naz-âferîn, Mevc-i nur gibi unvanlar ve kimine çiçek ve kuş namları tahsis ederek cümlesine de nam ve unvanlarıyla mütenasip libâslar tertip eylemişti.

 

Sabah ziynetlerinin itmamından sonra reng ü nurdan mensûc bir tüle sarınarak pembe nilüfer yapraklarına basarak ırmağın cereyanıyla sahile geldiler. Burada iki tekerlekli, küçük, billurdan bir gerdûne duruyordu.

Ön tarafına koşulmuş üç çift dişi kuğu kanatlarını germişler, malikelerinin rükûbuna intizaren amâde-i azimet bir vaziyette bekliyorlardı.

Nesrinnuş, cûy-ı revânın omzuna ittikâ ile gerdûnesine bindi. Yanına davet ettiği Mevc-i nur’un bir eliyle beline sarılıp doğan güneşe benzer mehabetli bir vaziyet aldı. Diğer eline kahkaha dallarından dizginleri takıp “Diyar-ı gül”e emrini müteakkib, bir küme kısa saçlı, pembe, küçücük periler ellerindeki nefirleri üfleyerek yola revan oldular. Bu esnada sarı sülünlerden, al bülbüllerden, beyaz güvercinlerden, tavuslardan, kırlangıçlardan mürekkep bir cem-i gafîr, gerdûnenin önünden bin türlü şaklabanlıklar, çığlıklarla süzüle süzüle uçmaya başladılar.

Gerdûne, kaldırımları kamilen gül yapraklarından masnu ve murassa yolu bir çâlâkî-i berk-âne ile takip ederken yerden kalkan pembe tozlar, gerdûnenin billurîn tekerleklerine, kuşların kanatlarına kondukça bu katara bir kavs-ı kuzah letafeti veriyordu.

Güneş, Bahr-i Kulzüm’ün ufuklarından sarı saçlarını saçarak, dökerek görünmeye başladığı hengâmda bu kafile-i esiriyyun da Nesrinnuş’un Diyar-ı Gül dediği şahika-i şiir ü hayale vasıl oldu. Bu tepenin etrafı ulu gül ağaçlarıyla muhat idi. Pembe, mor, sarı, turuncu goncalar şeref-i kudümünü takdisin hepsi birden açılarak sinelerinden coşan kokular, Nesrinnuş’un boyunlarına, omuzlarına, bellerine, ellerine sarıldı. Nesrinnuş gerdûnesinden indi. Arkasından onu takip eden eniseleri, hâdimeleri, sazendeleri de mülaki oldular.

Şimdi Nesrinnuş bir nefha-i rüzgâr halavetinde ağır adımlarla geziniyor. Ve bir peyk-i hâre-ver ve münevver gibi, peyinden eniseleri birer birer dik ve müteazzım bir tavır ile geliyorlardı. Bütün yüksek ağaçlar, bu melike-i melâhat hizalarına geldikçe, huzurunda eğilerek ona en güzel kokulu çiçeklerini arz ediyor ve Nesrinnuş da onları, bir gülden daha güzel yaratılmış olmaktan başka bir farkı bulunmayan eliyle okşayarak, nedimelerine koparmak için, bir nim gamze-i azimet ile emrediyordu. Toplana toplana Zühreçîn’in, Gül-çekân’in eteklerinde biriken güllerin en güzellerinden bir çelenk yapıldı. Ve Nesrinnuş’un başına konuldu. Böylece sabahın sisleri arasında, yürüye yürüye tepenin en mürtefi ve matla-ı şemse nâzır bir noktasına geldiler. Nesrinnuş asâ-yı ihtişamına ittika etti. Göğsünü ve bütün heykel-i nazikterîn vücudunu ileri doğru gererek başını geriye bıraktı. Ve elleriyle dudaklarından bir gül-buse kopararak doğan güneşe doğru fırlattı. Bu bir âyin-i afitâb-perestî idi. Bu busenin iktitâfını hisseden hâdimeler, koşarak, seğirterek, kırılışarak yekdiğerlerini itip çekerek, gıcıklayarak, hoplayarak, oynayarak gülerek saçlarında güller, başlarında tüyler, tenlerinde tüller, ellerinde yelpazeler, bellerinde gâzeler, gözlerinde şimşekler, gerdanlarında çiçeklerle malikelerinin etrafına toplandılar. Ve onun bir işaretiyle tulu-ı şemsi alkışlamak için sabahiyeler okumaya başladılar. Ve el ele, bel bele tutuşup kâh uçuşarak ve kâh konarak envâr-ı afitâbın şerefine bir raks-ı mestâmeste başladılar. Bu gülbâng-ı raks ü ahengin cazibe-i letafetine ağaçlar ve rüzgârlar dahi kapılarak, nesim hafif girdbâdlarıyla dönerek, ağaçlar ivicaclarla sallanarak bu neşeye iştirak eylediler ve güllerden süzülen pembe jaleleri eme eme o derece mest ve sekeran bir halete geldiler ki bâd-ı seher bundan istifade ile güneşe handehand işveler, nurânur güzellikler göstermek ümniyesiyle bütün bunların tüllerini omuzlarından düşürerek üryan bıraktı. Bu halete dayanamayan ağaçlar, pür heyecanı şevk ü şegaf bütün güllerini, goncalarını silktiler ve bunları bir pembe yağmurun, pembe dalgalı, pembe köpüklü pembe selleri içinde mest ü müstağrak bıraktılar.

Nesrinnuş’un, bu neşe-i sâriye-i şi’riyyet, mütehallik olduğu humma-yı hicranı teşfiye etmiş ve mugaşşâ-yi neşve bırakmıştı.

Bütün bu dudmân-ı peri, bellerine kadar reng vü buya batmış oldukları hâlde âyinlerine hitâm verdiler. Lakin bu neşenin hitâmına razı değillermiş gibi şimdi de dallardan, çiçeklerden salıncaklar kurdular. İkişer ikişer sallandılar, uçuştular, gülüştüler, saçıldılar, döküldüler. Bir müddet de bu suretle dem-güzâr oldular.

Nihayet Nesrinnuş yine gerdûnesine râkiben ve maiyyeti dahi yine aynı silsile-i nizam ile avdet ettiler. Ve kâşâne-i billurda hazır olan sofraya oturdular.

Ekseri günler, öğle taâmından sonra Nesrinnuş kaylûletini yapar, akşama yakın ava çıkar, güneş kararmaya başladığı zaman istihmâmını yapmak için kâh sahil-i bahre gider, kâh pınar başında soyunurdu. Gül iksirleri, ya benefşe esirleriyle tenini taltif ederdi.Geceleri eniselerini yanına davet ederek onlara kâh masallar kâh ninniler söyleterek eğlenirdi, kâh uzak ufukların, meçhul sergüzeştlerinden ağlâklar, hülyalarla işlenmiş bahisler açılırdı ve bu zemzeme-i mükâleme bir menba-ı şeffafın feşâfeşine benzeyen berrak ve medîd bir hübûb nagamatıyla, kâh bir kahkaha-ı tiz ile kırılır veya bir fısıltı arkasında kaybolurdu. Nesrinnuş mehtap olursa sevdiği refikalarından bir ikisini yanına alarak yürümeye çıkardı. Bu sırada nesim-i narinin gayr-i meri buseleriyle kıvrılıp küçük dalgacıklar peyda eden al harmanîsiyle Nesrinnuş’un yürüyüşü, al bir nehrin cereyanına benzerdi. Öyle bir nehir ki kenarı beyaz minalarla muhât olup başının üstünde sarı güller açar, pembe bülbüller uçardı.

Nesrinnuş beş yaşında geldiği bu adada, on beş senedir bu minvalde, rayihalar, refahlar, yumuşaklıklar, rehavetler içinde yaşar ve meçhul birtakım hayâlatın karşısında günleri handeler, geceleri tebessümlerle geçerdi.

Bir sabah hilâf-ı mutâd, kalbinde yakıcı bir hararet hissetti. Billur köşkün kurbunda akan şelaleye kadar gitti. Tüllerinden sıyrıldı. Cereyanın kaynaşan köpüklerinin kuvvetli kamçıları altında bir müddet hareketsiz uzandı. Sonra çırpındı. Üşüdü. Pembeleşti. Ve avdetinde vücudunu beyaz tüyden bir yatağa attı.

Şimdi Nesrinnuş’a ağır bir uyku galebe etmişti. Uyudu, uyudu, uyudu… Nihayet öğle güneşinin kızgın, kâsil şuleleri, kapalı kirpiklerini, sıcak okşayışlarıyla açarken yanında onun belini kavrayacak, kollarını sıkacak, vücudunu örseleyecek, sinesini zedeleyecek bir şey… Bir kuvvet, bir vahşet aradı. Yanında ağır adımlarla gezen, lekesiz, beyaz bir kuğuyu kucağına aldı. Onun yumuşak beyaz göğsünü, helecandan çarpan yumuşak pembe göğsüne dayadı. Boynunu boynuna sardı; bütün kuvvetiyle sıktı ve böylece kuşun beyazlığı, yumuşaklığı altında, gözleri yarı açık, vücudu gerilmiş, bir zaman hareketsiz kaldı.

Nesrinnuş, artık bu kokulardan, bu renklerden, bu çiçeklerden, bu yumuşaklıklardan, narinliklerden, bütün bu tüllerden, tüylerden bıkmış usanmıştı; bunlardan kurtulmak istiyordu. Artık güllerin serfurûları ruhunu meşgul edemiyor. Rakkaselerin perendeleri gönlünü eğlendiremiyor. Nedimelerinin ovuşturmaları vücudunu ısıtamıyor… Şimdi o bilmediği, anlayamadığı, tahmin edemediği bir şey arıyordu ki onu incitsin… Acı nedir? Hissettirsin. Acıtsın. Öyle kuvvetli, cüretli, korkusuz bir diş, bir tırnak istiyordu ki bütün mehabet-i hüsn ü ânına rağmen onu kemirsin, tırmalasın, yırtsın, paralasın…

Hâristan

Baubab, okaliptüs, hizran ağaçlarından müteşekkil, bâkir bir ormanın neftî gölgeliklerinde hayvanat-ı zâhifenin kuru yapraklar üstünde sürünüşlerinden çıkan hışırtı, ormanın karanlık göbeğinden kopan baygın bir rüzgâra karışarak, sert kayalara çarpıp denize dökülüyordu. Hayat bu zulmet-i feryadkârın içinde tedarik-i gıda ve imâte-i zaman için kâh sibâ’âne bir cüret ve kâh vahşi bir ihtiraz ile titrerdi.

“Ormanın sahile karîb bittiği noktada münzevi bir kayanın kenarında bir erkek gölgesi, hareketsiz, gam-gîn iri gözlerini akşamın bu ıssız vaktinde görünen zühreye dikmiş duruyordu. Çehresinin işmizâzlarını teskin eden teneffüsât-ı leyl-i samût, damarlarında mesut bir sıhhatin cevelan ettiğini ihsas ediyordu. Omuzlarından sarkan kara saçları, kapanık bir gecede karanlık duran bir bataklığın hareleri gibi siyah ve menevişli bir parıltı neşrediyordu.

Bu gölge şimdi kollarını çaprastladı. Derinden boğuk boğuk işitilen bir arslanın homurtularla kükreyişlerini bir zehr-hand ile dinlemeye başladı.

Cezire-i Serendib’den, Hindistan sahili boyuyla Arz-ı Babil’e hicret etmek isteyen sal halkının bir kısmı senelerce çektikleri mezahimden bitâb, Ceziretü’l-Arab’ın cenub-ı garbında, hâli bir adaya düşmüşlerdi. Yolda, ekser rüfekası gibi fırtınalardan helak olmuş reislerinin henüz pek küçük olan oğlu Hârâ yedi refikiyle kurtulabilmişti. Aile erkânından salda seyahat etmekte olan birkaç kadın dahi mezahim-i seferiyeye tahammül edemediklerinden yolda kalmışlardı. O zaman Hârâ dört yaşındaydı. Canlarını kurtaran yedi kişi, reislerinin evladını da tahlis ettiler. Onları bu adaya gömülmeye ebediyen mahkûm eden talihe rağmen, bu küçük yavruyu hayat-ı mesude-i sabıkalarının bir yadigârı gibi itinalarla büyüttüler. Salda ne kadar âlât ve esliha kalmış ise alarak adaya çıktıkları sırada ilk meşgaleleri Hârâ’yı hıfz edecek bir bucak taharrisi idi.

Buldukları mağaraya mâmut gibi, pars, zerd gibi sibaaın tehacümünden emin olacak bir metanet verdiler. Bu yedi kişinin biri daima Hârâ’nın yanında muhafız olarak kalır; diğerleri sürü ile ava çıkarlar ve getirdikleri ceyran ve yaban keçisi sütleriyle çocuğu beslemeye çalışırlardı. Hârâ büyüyordu. İlk hissiyatı, birinci endişesi kendini yırtıcı hayvanlardan muhafaza etmek ve onlarla çarpışmak oldu. Daha altı yaşında iken mağaranın önünde, ona doğru uçan bir kuşu fırlattığı bir kaya ile yere düşürmesi muhafızları için bir meserret-i uzmâ teşkil eylemişti. Hârâ kuvvetini kâfi gördüğü rast gelen her şeyi kırar, koparır, öldürür, ezerdi. Ağaçların üstlerinde tesadüf ettiği kuş yuvalarını bozar, yumurtalarını tahrip eder ve yavrularını boğardı.

Bir gün eteğinden geçen bir geyiği, başına yuvarladığı bir taş darbesiyle düşürmüş ve sürükleyerek mağaraların deliğine kadar getirip rüfekasının önüne bir nümâyiş-i mütecellidâne ile çekivermişti. Bu geyiğin başını mağaranın kapısına astılar. Hârâ kendi eliyle soyduğu, kuruttuğu derisinden kendisine bir post ve elbise kesti.

Yalçın kayalıklar, mahûf bir çirkinlikle adanın her tarafından küme küme fırlamıştı. Abanoz ve çınar gibi sert ağaçlı ormanların altında, kamışların arasında boğa yılanlarının ıslıkları, geceleyin bir rüzgâr uğultusu gibi uluyarak dağılırdı. Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bazı geceler çıkan kasırga ile bu kavi ağaçları yekdiğerine birer kadîd gibi çarpıp, kumları ve sahildeki çakılları bir toz yığını hafifliğinde şakırtılarla önüne katarak yuvarladığı sırada kaplanların, mamutların çılgın çığlıkları adayı Umman-ı Hindî’nin ka’rına doğru sürükleyip, fırlatacak bir mah-şer-i heyecan hasıl ederdi. O zaman bu kehf-i inzivayı bir hevl-i amîk istila ederdi. Hârâ ve arkadaşları yekdiğerine ittika ile ümitsizlikler, takallüsler, nefrinlerle bu gulgule-i vahşeti dinlerler ve acı acı sırıtırlardı.

Bir gece yağan yağmurun kuvvetli selleri, mağaranın çatlaklarından girerken çakan şimşeğin, düşen yıldırımın ormanı tutuşturduğu görüldü. Bir yanardağ şiddetiyle yanan adanın ortasından, uluyarak, kükreyerek, sürü sürü kaçan arslanların, fillerin birçoğu, bu hengâmeyi seyr için dışarı fırlayan Hârâ ve arkadaşlarının zehirli oklarıyla devrildiler.

Her yer dikenlik, her taraf taşlık… Bu yedi kişinin her biri tedârik-i maişet için sabahleyin dağılır ve cümlesinin dikenlerden elleri, yüzleri ve taşlardan ayakları sıyrılmış, yarılmış, tırnakları çatlamış olarak akşama avdet ederlerdi. Bütün bu yaralar yıkanıp sarılırken arkadaşlarının en ihtiyarı, yanlarında bir kadın elinin eksikliğini hissediyor ve mağara kapısının önündeki taşın üstüne oturup, başını sallayarak ve alnına düşen ak saçlarını titreterek, ummanın muannit ve hırçın dalgalarına doğru yumruklarını sıkıp, berelenmiş göğsünü açarak talie lanetler ediyordu.

Hârâ’nın kızgın bir güneş altında, dikenli bayırları tırmanmaktan, yırtıcı hayvanlarla çarpışmaktan, taşlar, çalılar arasında gezmekten elleri katılaşmış, göğsü katılaşmış, derileri meşinleşmiş, çehresi yanmış, tırnakları taş kesilmişti.

Her taraf dikenlik, her yer taşlıktı… Bazen birdenbire damarlarındaki kanın feveran ettiğini duyar ve hemen gece yarısı sair fi-l menâm bir şair hicranıyla nâmütenahiliğin bir kenarında, bir taşın üstüne oturur, rüyalarını tekrar ederdi. Ve bazen olurdu ki bu kadar vahşet ve hiddete rağmen bir mürg-i seherî garipliğiyle fecr-i hayaletindeki ruhunun jalelerini toplaya toplaya yürürdü. İşte o zaman, siyah gözlerinin fırtınalı bir akşam gölgesinin titreyişine benzer ihtilacı vardı ki…

 

Hârâ yirmi yaşının hecmat-ı hissiyatına mağlub ve münfail, ekseri geceleri dağbaşlarında, ağaç üstlerinde geçirirdi. Bir akşam mahmûm ve muhtelic kehf-i inzivasına girdi. Yatağa düştü. Üç gün bîhûş kaldı. Hastalığında, geceleri ateşler içinde sayıklamalarla kıvranıp hararetten dudakları kavrulurken, istediği suyu vermeleri için arkadaşlarını uyandırmaya eninleri kifayet etmiyordu. Bu sırada uyanan en ihtiyarları damarları çıkmış kollarını gererek ve gerinerek: “Ah bir kadın!.. Bir kadın!..” diye Hârâ’yı tedavi ederdi. Hârâ nekahete giriyordu. Bir akşam arkadaşları yatağının etrafında otururken, unutulmuş eski bir terennüm bu ihtiyarın dudakları arasından döküldü:

“Ömr-i insanî bir uyku, aşk onun rüyasıdır!”

Hârâ soruyordu:

“Ömr nedir?”

İhtiyar cevap verdi:

“Aşk!”

“Aşk nedir?”

“Kadın!”

Hârâ ta’mîk, ihtiyar tavzih ediyordu. Artık bu genç biliyordu ki hayat daima böyle katı ve dikenli değildi; böyle yırtılmaklardan başka bir de okşanılmaklar vardı. Genç, bundan sonra arkadaşları ile o kadar ihtilat etmiyordu. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Ve gündüzleri onu kimse görmüyordu. İzbe bir yere çekilmiş, bulduğu bir mermer parçasını, tedarik eylediği demirlerle, ihtiyarın tasvirine mümasil, hayalhane-i dimağında tecemmül eden tarzda yontmaya başlamıştı. Bir baş yaptı. Göğsünü hakketti. Ellerini meydana çıkardı. Adada çakılların arasında, deniz kenarında, ırmakların kıyılarında pek mebzul olan zümrüt, elmas, la’l, yakut gibi parlak taşları topladı. Bu heykelin önüne attı; gözlerini beyaz ve siyah elmastan, dişlerini inciden, dudaklarını ve tırnaklarını la’lden, yakuttan yaptı. Bununla bir sene ihtiraslar, ümitler içinde uğraştı, uğraştı, uğraştı… Bir gün arkadaşları gelip heykeli görünce şaşırdıkları zaman, ihtiyar güldü. Ve hakikatten pek uzak olduğunu söyledi. Hârâ için bu heykel bir bedia-ı hayaliye idi. Genç hissiyatındaki tekmil kuvveti bu mermere hasr etmişti. Sabahtan akşama kadar gözlerini buna diker, dalar ve o derece kendini kaybederdi ki arkadaşları yemek zamanı kendisini zorla buradan çekerlerken, Hârâ bu heykele kollarını açar, dudaklarını uzatırdı.

Böylece aylar geçti. Hârâ kütükleri, taşları yuvarlayıp buraya getiriyor ve bütün rüyalarını, hayallerini bu taşlar, bu kütükler üstünde tasvir etmek isterken âlat-ı nahtı elinden atıyor ve mahud ihtiyarın istihza ve itirazı altında onlara ne şekil vereceğini bilemiyor… Taşların birini kırıyor, diğerine başlıyor, çalışıyor, çalışıyor; kâh ihtiyara koşuyor, soruyor, soruyor: “Kadın nedir?”, “Kadın?..” diyor. İhtiyar gözlerini uçan bulutlara dikerek anlatıyor. Ve sonra: “Nısfı meyva, nısfı çiçek.” diyor, susuyor ve ağlıyordu. Şimdi Hârâ gözlerini pîrin gözlerine, istifhâmkârâne dikmiş saatlerce onu dinliyordu… İhtiyar süratle kalktı; gencin elinden tuttu. Çekti. Uzaklara götürdü. Ormanın ucunda, bir hurma ağacı sayesinde boyunlarını birbirine dolamış iki zürefayı gösterdi: “Görüyor musun? İşte! Anlıyor musun? İşte!..” dedi. Hârâ yine bir şey anlamamış, bir safvet-ı nazarla ihtiyarın yüzüne bakmış kalmıştı.

Senelerce zayi olan ömrün mahsulü olarak, Hârâ bir çok heykeller hakketti… Burası gencin bir mabediydi. Mübareze-i maişetten yorulduğu zaman buraya gelirdi. Bir buhran-ı arzu ile mahmûm, bu heykellerin ayakları ucuna çömelerek ve ellerini kavuşturarak saatlerce yalvarır, sonra yine saatlerce mebhût dalar giderdi. İsterdi ve beklerdi ki, şu daima dalgalı duran Umman-ı Hindî’nin arkasında, tahayyül ettiği hakikatlerden bu heykeller onu haberdâr etsin ve sonra bir vakti olurdu ki tahlilinden âciz kaldığı bir hırs-i vahşî-i sibââne ile okunu, yayını omuzuna alıp önüne gelen hayvanlara tasallutla her gördüğünü bir hiss-i intikam ile parçalardı.

Gece… Bacaklarında hurma liflerinden örülmüş bir dizlik, sırtında çaprastvâri atılmış bir kaplan postu… Hârâ hayz-rânlar arasında, bir kütüğe yaslanmış duruyordu. Uzaktan evvelâ müphem, sonra vazıh bir hışırtı duyuldu. Bir geyik zuhur etti. Önünden geçen bir tilkiyi boynuzlarına takınca havaya kaldırıp yere attı. Geyik, yalnız eğlencesi için kıydığı bu küçük hayvana yan gözle bakarken, öteden gözüken bir parsın ayak seslerinden irkilerek koşmaya başladı. Hârâ dayandığı kütükten doğruldu, şimdi müteheyyic bir dikkat ile geyiğin firarına, parsın takibine bakıyordu. Geyik terlemiş, kısa, yüksek nefeslerle soluyarak süratle seğirtip, firarında ümid-i selâmet kalmamış gibi şaşırmış, ufak kavisler çevire çevire bir daire dahilinde çırpınıyordu. Henüz yirmi dakika kadar bir müddet geçmemişti ki pars şikârını yakalamış ve pençesi altına almıştı. Hârâ böyle zahmetsiz kısa bir takip ile parsın galibiyetine taaccüb ve hiddet etmekle beraber müdahale için kendinde bir arzu-yı mübrem duyduğu sırada öteden gelen derin, mehib kükreyişlerin arasında, karanlıkta bir gölge yığını göründü. Ensesinde kabaran sarı yelesinden genç, bu, sahraların yeke-tâzını tanıdı… Arslan!

Akan kanları içinde inleye inleye kıvranan, pençesi altındaki geyiğe, pars bir tehekküm-i gayz-âgîn ile kımıldamaksızın bakarken, arkadan arslan müsterih adımlarıyla ilerliyordu. Kırk kadem kadar bir mesafede durdu. Ve şiddetle bir defa homurdandı. Parsın yüksek vücudu, bağdeten gergin bir takallüsle dikildi. Bütün yorgunluğunun bir dakikada ber-hevâ olacağını anladığından yalnız meyuslarda görülen âni ve pek çabuk geçebilen bir cüretle, arslanla herçibâd-âbâd mübareze kararını gösterir bir vaziyet alırken, o mehabetrîz hayvanın umk-ı ruhundan kopan bir nara-yi velvele-hîz-i hücum, parsın tekmil vücuduna mütezelzil bir irtiâş vererek nahvet-i cinsiyeti karşısında, mahcup ve münfail, telaşsızca, avını mağlub şöhreti olduğu arslana terk ederek, evvelâ mütereddid adımlarla arka arka çekildi. Ve sonra kudurmuş bir hayvan gayz ve abûsetiyle homurdanarak gösterilmek istenilmeyen bir meskenet-i tevazuyla, iri başını o galib-i müdhişe doğru bükmüş, gözlerini, arslanın ateş saçan gözlerine yan yan dikmiş olduğu hâlde makhûr ve muzmahil çekildi, gitti.

Arslan, çoktan beri geyiğin kanlı cesedi üstüne müsterihâne çökmüş ve onun iri parçalarını, kayıtsızca kemirmeye başlamıştı. Parsla geyiğin mübarezelerini adem-i tenezzülle temaşa eden Hârâ, şimdi hayz-rân yaprakları arasındaki pususunda -yine korkusuz lakin her ihtimale karşı müteyakkız- duruyordu.

Arslan şapırtılarla yiyor, kemiriyor ve yalanıyordu. Muvaffakiyetle neticelenmiş bir intikamın verdiği neşe-i galibiyetle kuyruğunu kâh sağ böğrüne, kâh sol böğrüne çarpıyordu. Hayvan, bu hodgâm ziyafetin en iştihâ-engiz dakikasında başını havaya dikti. Kuyruğunu yukarı burarak, ön ayakları üstüne kalkıp müvesvis bir tereddütle etrafını nazar-ı teftişten geçirdi. Geyiğin kadidini, üstünde yapışık kalan kızıl etleriyle, enzâr-ı ağyârdan gizli bir yere saklamak için, sürüklemeye başladı. Bu sırada, bu sarı heykel-i müşekkelin gözleri, Hârâ’nın barındığı kamışlığa initaf etti. Şimdi Hârâ yarım saat evvelki ihtişam-ı bülendin, gönlüne bıraktığı tesir-i amika mağlup olarak, bu gâlib-i mağruru takdirlerle temaşa ederken, onun, kendisine doğru teveccüh ettiğini görünce, bir sevk-i tabiî-i mübareze ile vuku’u melhuz olan müdafaayı hesaplayarak irkildi. Arslan dalları iterek, bükerek, kırarak, ezerek ilerliyordu. Artık her ihtimal takarrür etmiş ve Hârâ hayvanın yan tarafından hücuma hazırlanmıştı.

Arslan dalların hışırtısından ürküp hızla başını kaldırdı. Hârâ’yı gördü. Hârâ bu teâtî-i nazar esnasında, bir saniye kaybetmeksizin, kalkanını siper almış ve kemanını çekmişti. Şimdi ok, bir safir-i hava-çâk ile vızlayarak hayvanın boynuna gömüldü.

Bu sırada, Hârâ şedîd ve medîd bir “Hay!” haykırışıyla, üstüne atılan hayvanın hizasından, yan tarafa sıyrılarak küçük yaştan beri böyle vartalarda ihraz eylediği bir çeviklik ve çabuklukla ve bütün kuvvet-i bâzusuyla, elindeki gürzü, kızıp kuduran hayvanın beyni hizasına indirmekle beraber, belinden sıyırdığı uzun yassı mızrağı sersemleyen arslanın karnına sapladı. Bu öyle bir saplayıştı ki demir kabzaya kadar sokuldu. Hayvan bu sefer can havliyle dönerek Hârâ’nın kolu üstünde asılı kalkanını dişleri arasına aldı. Lakin bu sırada yerde fışlayan, yayılan kanların arasından iri bağırsaklar da sürünmeye başlamıştı. Hayvan çöktü. Hârâ demiri yine bir “Hay!” feryadıyla ve aynı hiddetle bir daha sapladı. Artık arslan bütün mağruriyet-i cinsiyetine rağmen yere yuvarlanmıştı. Genç, bu düşüş ve mağlubiyeti, meşkûk bir hile add ile muttasıl bir nara-i zaferle, teberini hayvana havale ediyordu. Şimdi arslanın sarı, donuk, durgun gözleri açılmış, yassı pençesinin uçlarından iri tırnakları uzamış ve fırlamış dehhaş ağzı açılmış; kenarındaki büyük dişleri, kırmızı kanlarla mülemma duruyordu. Hârâ, âvâze-i tiz-i sitiziyle karanlıkları titreten bu cüsse-i mehabetin ayağının altındaki hâl-i meskenetine bakınca, göğsünün tatlı bir gurur-ı celadet ile kabardığını duydu. İtimad-ı nefsten mütevellid nümayiş-i hodgâmı ile okunu, yayını, kalkanını, teberini, mızrağını yere serperek arslanın üstüne oturdu. Mütehayyil ve mütefekkir nazarlarıyla, gittikçe aydınlanan maşrığın televvünat-ı nurunu tamaşaya daldı.