Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Jön Türk – Millî, İçtimai ve Siyasi Roman»

Font:

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.

Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.

İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.

Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

JÖN TÜRK

Vakamız 1315/1897 senesinde meydana geliyor. Vakanın yeri de İstanbul’da Keşkekçilerbaşı’nda konak denmeye değer güzel bir evdir.

Gerçi şu konak yavrusu tabiri bugünkü günde âdeta unutulmuş bir tabir hükmüne girdi. Konak kalmadı ki yavrusu olsun. Eski zamandan kalma koca koca konaklar bir yangında yandıkça arsaları parça parça satılarak mahalleler teşkil etti. Yanmayanları da vârisleri tarafından evvela enkazı bu ticaretle iştigal edenlere satılıp yıkıldıktan sonra arsaları aynı şekilde yeniden yeniye mahalle olmak üzere parça parça satıldı. Konak da kalmadı yavrusu da. Ama hikâye edeceğimiz vakanın yaşandığı mekân olan yeri biz hâlâ konak yavrusu diye vasıflandıracağız.

Kocaman bir bahçe, dört dönüm kadar. Yani altı bin beş yüz arşın bir bahçe. Birçok kuyudan, tulumbadan başka bir buçuk masura1 da Kırkçeşme suyu ile bir vakit o semtin en mamur konak bahçesiydi. Hikâyemizin geçtiği zamanda konak bahçesi sıfatına layık olacak süs ve mamurluğu kaybetmiş ise de sularının bolluğundan ve güneye bakmasından başka meyve ağaçlarının da çokluğundan dolayı iki mahir Arnavut bahçıvan bunu kiralamışlar, cayır cayır para kazanıyorlar. Konak bahçeliği zamanında her biri en âlâsından olmak üzere birçok incir, kayısı, erik, şeftali, vişne vesaire ağaçları yetiştirilmiş. Bahçenin kuzeybatı tarafları, yani en zararlı soğuk rüzgârların esecekleri taraflar kapalı ve korunaklı oldukları için buranın meyveleri hep taze olarak yetişir. Arnavutlar bahçenin kirasını bu meyve mahsulünün yarısından ve belki de üçte birinden çıkarırlar. Ağaçtan yoksun tarlalara da taze soğan, salata, maydanoz, dereotu, sarımsak, rengârenk turplar gibi satışı daimî olan şeylerden başka semizotu, ıspanak, taze bakla, fasulye, patlıcan gibi sebzeler dahi ekerek o kadar para kazanırlar ki, her sene ustaların birisi tasarruf mahsulü birçok para ile memleketi olan Görice’ye gider ve İstanbul’da kalan arkadaşının temettü hissesini de beraber götürüp ailesine teslim eder. Bahçıvanlığa zerre kadar vukufu olan ve işten anlayan adamlar için kiraya verilecek şeylerden olmayıp, kendisi işleyecek ve işletecek şeylerdir ama bu bahçenin sahibi erkek değil. Senede altmış lira kira ve evin sebze ve meyvesi bedava verilmek şartıyla kiralanmış.

Bu bahçenin sokak tarafına doğru ortalık yerde bir konak yavrusu. Haremde on altı, selamlıkta altı oda, birkaçar sofa, güzel bir hamam vesaire. Fakat bir hayli zamandan beri adamakıllı bir tamir görmemiş. Boyası tazelenmemiş. Onun için biraz harapça görünüyor. Hayır! Harap değil. Bina pek sağlam. Kerestenin, paranın bol zamanında yapılmış. Gayet sağlam ama gözlere öyle görünüyor. Hele içi pek mamur. Sonraki sahipleri tamir ve süslemede ehemmiyeti iç kısımlara veregeldiklerinden konağın içi hakikaten pek mamur. Hatta en evvelki inşasını süsleyen tepe camları, sofa sedirleri, yüklükler, çiçeklikler, raflar falanlar kaldırılarak binaya yeni binaların şekil ve sureti verilmeye gayret edilmiş. Gerçi bu gayretteki yanlışlık böyle şeyleri anlayanlara, bilenlere gizli olamaz ise de bu evin sahiplerinde o zevkler olmadığından evlerini alafranga yapmak istemişler ve bu arzu ile o canım eski mimari güzelliği yok etmişler.

Bu tahrip ederek yenileştirme gayreti mefruşatta dahi görülmüş. Eski divanlar, minderler kaldırılmış. Yerine köşeler, kanepeler, koltuklar, sandalyeler konulmuş. Yatak odaları, karyolalar, komodinler ve gece servisleri falanlar ile doldurulmuş. Aynalı dolaplar, lavabolar dahi unutulmamış. Alaturkadan tamamen çıkarılıp alafranga edilmiş vesselam. Yalnız binanın eski mimari usulde yapılmış olması hâlâ kaybolamayarak yeni benimsenen alafrangalık ile bu yeni usul arasındaki uygunsuzluk işin ehli olan kişilerin gözlerine batıp duruyor.

***

İşte düğünümüz bu konak içinde yapılıyor. Konakta oturan aile ile tanışıklık kuralım mı?

Plevne Muharebesi’nde esir olan Miralay Gazanfer Bey’in babası askerî kadılardan merhum Yusuf Kenan Bey işte konağı eski mimari usulden çıkarıp yeni usule koyan zattır. Konak ona da babası İstanbul payelilerinden merhum Saadettin Efendi tarafından miras olarak intikal etmişti. Galiba Sadettin Efendi bu konağı inşa ettiren olmayıp o da eski hâliyle satın almış da tamir ettirmiştir.

Plevne Muharebesi’nde esir olan Gazanfer Bey, Mekteb-i Harbiye’mizin bundan kırk beş sene evvel yetiştirmekte olduğu erkânıharbiyenin en güzidelerinden idi. Yani askerî ilimler ve sanayice tabii olarak zamanımıza nispetle eksik ve fakat matematik ilimlerince zamanımız derecesinde mükemmel ise de aslında ulemazade olmanın dahi pek büyük bir yardımı ile Arapça ve Farsçada nasibi büyük ve bu nedenle kitabet-i Osmaniyesi2 pek mükemmel idi. Karısı Dilşinas hayattadır. Bir Çerkez cariye olmak hasebiyle tahsil görmemiş bir ümmi ise de pek güzel terbiye görmüş bir hanımdır. Zaten maneviyatı düzgün, ahlakı da uygun olduğundan kendisini herkes sever. Güzellik ve cemal cihetiyle zamanında Havva kızlarının en namlılarından imiş. Ancak bilahare kocasının vefatından sonra o kahraman askerin yeis ve matemi bundan sonra hayatının yegâne mecrasını teşkil ettiğinden kırktan öteye geçmiş olan ömür senelerine bir de daimî matem acılığı eklenince biçare kadıncağız o gençlik güzelliğini ve letafetini büsbütün kaybetmiş. Hatta “Cami yıkıldı ise mihrap yerindedir.” sözünün de hükmü kalmamıştı.

Gazanfer Bey, Rusya muharebesinin başlarını teşkil eden Sırp muharebesine gitmezden biraz evvelce Dilşinas Hanım ile evlenmişti. Dilşinas Hanım cariye ise de askerî kadılardan birisinin evinde âdeta evlat gibi bir mevkide bulunduğundan Gazanfer Bey ile olan evliliği öyle cariye alım satımı yolunda olmamıştır. Çeyizi mükemmel şekilde hazırlanmış bir hanımı nikâhlama suretinde vukuya gelmiştir. Hatta konağın alafranga olarak tefrişi meselesi de bu münasebetle vuku bulmuştur.

Yeni evlenmiş bir adamın taze zevcesini bırakıp muharebeye gitmesi gerçi pek acı bir ayrılık sayılır. Lakin din ve millet yolunda vefat eden şehit, kalan gazi olmak müjdeleriyle müjdelenen bir Osmanlı askeri için bu ayrılıkların da hükmü olamaz, değil mi? Evet gözlerden boşalır, son kucaklaşmada yürekler göğüs kafesini paralayıp dışarıya fırlayacaklarmış gibi helecana gelir ama bunların hepsi insanlığa mahsus tabii hâllerden olup Müslümanlığa, Osmanlılığa mahsus olan manevi hâller karşısında bunların hiç hükmü kalmaz. Asker her durumda vazifesini ifaya gider.

Savaş meydanlarında dönüp dolaşan Gazanfer Bey nihayet Plevne’ye düşer. Şanca birkaç galibiyete üstün olan Plevne mağlubiyetinden sonra yirmi bin kadar silah arkadaşıyla beraber Rus esaretine maruz kalır. Bir hayli zamandan beri İstanbul ile kesilen haberleşmesi esaret hâlinde yeniden başlar. Biçare Dilşinas’ın şuna buna yazdırdığı mektupları okudukça “Haberleşme kavuşmanın yarısı gibidir.” hükmünün ne kadar doğru olduğunu o koca Gazi Gazanfer Bey anlayıp teslim eder. Ah ki sevgili zevcesinden gelen mektuplar onun kendi el yazısı değil. Kendi duygularının tercümesi değildi. O satırlar, o kelimeler Dilşinas’ın ruhundan çıkmamıştır. Ya birkaç para karşılığında arzuhâlcilerin veyahut komşu çocuklarından birisinin kaleminden dökülmüşler. Zavallı Dilşinas bunlara kadın tabirince “Aman çok diller dökünüz.” diyor ise de bunların dil dökmeleri kendi hislerinin tercümesine benzeyebilir mi?

Şu hâlin Gazanfer Bey’e tesirinin derecesini anlamak bizim için pek lazımdır. Zira kadın terbiyesi hakkında bizce hemen hemen genelleşmeye yaklaşmış olan fikir ve gayret bundan otuz sene önce bu kadar umumi değildi. Kızların yazıp okumaları, onların örtünme ve mahcubiyete mecbur olmaları hükmüyle henüz uyuşturulamıyordu. “Dostuna mektup mu yazacak?” itirazı henüz pek kuvvetli olup buna karşılık “Hayır! Kocasına mektup yazacak.” sözü bir miskince zaaftan kurtulamıyordu. Erkanıharbiyenin keskin zekâlılarından olmasıyla beraber Gazanfer Bey’in dahi kadınların eğitim gayretini beğenmeyenlerden olmasına isterseniz hayret ediniz. Bey her hâlde kızlara dinlerini, mezheplerini, İslami ve insani terbiyeyi öğretmek lüzumuna kanaatle beraber öyle eline kalemi aldığı gibi karşısındaki erkekleri durduracak mertebelerdeki kadın eğitimini bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Ama şimdi, şu esaret hâlinde İstanbul’dan aldığı mektupların kendi zevcesinin sözü olmayıp ara yerdeki başka bir kâtibin sözleri olmasından müteessir olunca bu fikri değişti. Nasıl değişmesin ki, kendisi dahi yazacağı, yazdığı mektuplarında gönlünün her istediğini o kâğıda koyamayacak. Zira o sözleri doğrudan doğruya zevcesi okumayacak. Ara yerde bir ilgisiz okuyup Dilşinas Hanım o sözleri o yabancının ağzından işitecek.

İşte bu elim hâlin baskı ve zorlamasıyla Gazanfer Bey “Allah ile ahdim olsun ki kız evladım olursa mükemmel bir şekilde okutturup yazdırayım!” demişti. İşte sözün sırası geldi. Şimdi haber verelim ki Gazanfer Bey Sırp muharebesine gidinceye kadar evladı olmamıştı. Bazen vuku bulur ise de giderken zevcesini hamile bırakmak dahi vaki olmamıştı. Esaretten dönüşü üzerine sevgili Dilşinas’ı ile tekrar kavuştuğu zaman Cenabıhak, baba olmak saadetiyle dahi kendisini mesut edeceğini müjdelemiştir. Bir sene sonra Dilşinas Hanım’ın dünyaya bir kız getirmesi Gazanfer’in muradı hasıl olmuştur.

Zevcesi kız doğuranların erkek doğuranlar kadar memnun olmamaları hâlâ çok sık vuku bulan garip hâllerdendir. İki nevi evlat arasında bir fark aranacak olursa “hayırlı evlat” olmaları noktainazarından o fark hemen hemen de yoktur. Hatta biraz ince eleyip sık dokunacak olursa kız evladın erkekten faydalı olduğu bile meydana çıkar. Zira on beş on altı sene sonra babasına damat namıyla hazır yetişmiş koskocaman bir aslan getirecektir. Babayı “büyükbabalık” şeref ve saadetine erkek evlattan daha tez nail edecektir.

Bizim Gazanfer Bey dahi zevcesinin kız doğurmuş olmasına erkek doğurmuş olması hâlindeki sevineceği kadar sevinemedi ise de esaret hâlinde Allah ile ettiği ahit hatırına gelince memnuniyetinin noksan kalan ciheti de tamamlandı. Sevindi. Hemen günler geçtikçe sevinci artıyordu. Allah ile ettiği ahdi daima hatırlatsın diye kızının adını da Fatma Ahdiye koydu.

Kadın kısmına meram anlatmak biraz güç olur değil mi? Hele kadın Dilşinas Hanım gibi biraz da cahil olursa! “Ahdiye” ismini hiç kimsede işitmemiş olduğundan kadın bu ismi beğenmedi. Kocası bu ismin sır ve hikmetini anlattı. İlk defasında Dilşinas sesini kesti ise de kani olmamıştı. Koca ile karı arasında bu mesele defalarca tekrarlandı ve yenilendi. Her defasında da Gazanfer yeni izahlarla kızına Ahdiye ismini koymasının, mükemmel eğitim ve öğretimi için Allah ile etmiş olduğu ahdi hatırlatsın maksadına dayandığını Dilşinas’a anlatmaya mecbur oldu. Bin teessüf ki Gazanfer Bey bu kadar kuvvetli olan ahdini yerine getiremedi. Ahdiye’nin doğmasından bir sene sonra İstanbul’da çıkan bir kolera esnasında o zalim hastalıktan ölümü ile Dilşinas’ı dul, Ahdiye’yi yetim bıraktı.

***

İşte Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu evde oturan aile ile tanışıklık kurduk. Bir ana ile kızdan, Dilşinas ile Ahdiye’den ibarettirler. Bir ihtiyar ayvaz ve mutfakta bir zenci aşçı ile yukarı hizmetinde kart bir Ermeni karısını da hesaba koyarsak beş nüfustan ibaret bir ev halkı ki o konak yavrusunun yalnız selamlık dairesini işgal edebilerek harem dairesini kiraya veriyorlardı. Bahçeyi kiralayan Arnavutlardan aldıkları ayda altı lira üzerine harem dairesinin kirası olan beş lirayı ekleyerek on bir liraya varan şu toplam üzerine bir miralay ailesine tahsis olunacak dul ve yetim maaşını da ilave edince bu aile pek güzel geçinirdi. 1315/1897 senesinde yazımıyla meşgul olduğumuz düğün vukuya geldiği zaman kiracıları çıkarmak lüzumu ileri sürülmüş ise de damat tarafı da uslu, akıllı adamlar olduklarından selamlığı teşkil eden altı odaya her hâlde sığışılacağı hesabıyla kiracıları çıkarmak lüzumu da bertaraf edilmiştir. Hem bu kiracıları ki sekiz on seneden beri ikamet ederek ve kirayı ödeme hususunda hiçbir güçlük göstermeyerek âdeta aileye katılmışçasına hoş geçiniliyor.

Evet! Gazanfer Bey ailesiyle tanışıklık kurduk. Ama bizim tanışmamız sırasında Ahdiye Hanım henüz beşikte idi. Bugünkü günde romanımızın kahramanı olan Ahdiye henüz bir yaşında! Bu tanışma kâfi midir? Beşikten gelin köşesine varışına kadar geçmiş olan on beş on altı seneyi birdenbire atlayıvermek caiz olamaz.

Çerkez inadı!.. Bunu bilenler bilir. Bilmeyenlere tarif için şu kadar diyebiliriz ki Çerkez’i inadından döndürmek bir Müslüman’ı dininden döndürmek kadar güçtür. “Ondan da ziyade güçtür.” dersek bile mübalağaya yormamalıdır. İşte Dilşinas Hanım kızının isminin Ahdiye olmasını hâlâ beğenmiyor. Hatta kızını bu ismi ile çağırmayıp daima Fatma diye sesleniyor ve hitap ediyordu. Kiracılar alışmışlar. Dilşinas “Fatma” dedikçe maksadın Ahdiye olduğunu anlarlar ise de biraz uzakça olan tanıdıklar daima şaşırıyorlar. Dilşinas Hanım bir Fatma’dan bahsettikçe ondan maksadının Ahdiye olduğunu birdenbire anlayamayarak bazı açıklama isteyenleri bile oluyor.

Lakin kocasının Allah ile ettiği ahit dahi Dilşinas nezdinde böyle bir Çerkez inadı ile karşılanmıştı. Hiç o sevgili koca Hak Teala Hazretleri’yle bir ahit eder ve o ahit miras olarak Dilşinas’a geçer de Dilşinas o ahdi ifa etmez olur mu? Kendisi ümmi, esasen o dahi kızların eğitim ve öğretimine karşı ama işin içinde kocasının ahdi vardı. Zaten kocası bazı sohbetler arasında “Dilşinas şayet ömrüm vefa etmez de bir emrihak vaki olursa sana en büyük vasiyetim Ahdiye’nin okuyup yazdırılmasıdır.” demiş! Artık anlaşılıyor ya? Kızının eğitim ve öğretimi Dilşinas için ilahi emir derecesinde bir mecburiyet hasıl etmiş. Kız büyüyor. O büyüdükçe Dilşinas’ın mecburiyeti de büyüyor.

Fakat o zamanlar kız evlatlarının eğitim ve öğretimi için vasıtalar bugünkü kadar ne çok ne mükemmel! Ahdiye’nin ise bu dünyada bir validesinden başka hiç kimsesi yoktu. Ne amca ne dayı ne hala ne teyze! Bereket versin ki harem tarafında oturan kiracı ailenin de öğretim gören bir kızı var. Remziye Hanım. Çocuklar henüz altışar yedişer yaşlarında iken iki kız kardeş gibi civarda en yakın olan ve erkek ile kız çocuklar karışık olarak eğitim ve öğretim veren bir mektebe devam ediyorlar.

Kızlar on bir on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiler. Yeni eğitim usulünün bahşettiği kolaylıklar sayesinde okudular, yazdılar. Birkaç hatimden başka Kur’an tecvidinin usulünü de öğrendiler. Dört işlem derecesinde hesap bile yaptılar ise de bölme işlemine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Coğrafyayı da duvarda asılı olan bir harita üzerindeki isimleri okumak derecesinde gördüler. Ha bakınız ilmihâli pek güzel öğrendiler. Dinin farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını, haramı, mekruhu her şeyi pek mükemmel öğrendiler. Hem de tahsilin bu cihetinde Dilşinas Hanım’ın büyük bir yardımı oldu. Hanımın ümmiliğine bakarak buna şaşırdınız mı? Hiç şaşılacak yeri yok. Dilşinas için yegâne ilim bundan ibaret olup kendisi de öğrenmek istiyor. Her akşam “Ey Fatma! Söyle bakayım bugün ilmihâlden ne öğrendin? Ben de öğrenmek istiyorum kızım!” diye Ahdiye’yi önüne oturtur, söyletir, dinler. Dinlediği şeyleri beller de. Şayet anlayamadığı, belleyemediği yerler varsa başka vakitler tekrar sorar. Mutlaka öğrenir. İşte bu hasbihâl, dersleri Ahdiye’ye de mükemmelen belletir. Malum ya, insan, okuduğu zaman tamamıyla belleyemediği şeyleri sonradan kendisi başkalarına okuttuğu zaman anlar, beller.

Kızların on bir on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiklerini haber verdik; ya ondan sonra? Gerçi kiracı aile “Başörtüsü ile gidebilirler.” görüşünde bulundu ise de Dilşinas Hanım bu görüşlere gelemiyor. Onun nazarında on bir on iki yaşındaki kızlar âdeta kadındırlar. Hem asıl mesele bunda değil; tahsilin bundan ilerisi o gittikleri mektepte de yok. Bazı eş dost “Kızların gittiği Darülmuallimat’a verilmeli.” diyorlar.

Darülmuallimat’a mı? Allah esirgesin. Dilşinas’ın Darülmuallimat’a giden kızlar hakkındaki bakışı pek fena! Birçok zevzeğin bilerek bilmeyerek Darülmuallimat talebelerinin serbestlikleri, açık saçıklıkları daha bilmem neleri neleri hakkında söyledikleri masallara Dilşinas Hanım tamamıyla gerçektir diye inanmış. Hiç kızını Darülmuallimat’a gönderir mi? Hatta harem dairesindeki kiracılara bile göndertir mi?

Ahdiye’nin kütüphanesini hemen tamamıyla Muhammediyeler, Ahmediyeler, Battalgaziler filanlar teşkil ediyordu. Yeni romanlar oraya girmek şöyle dursun Âşık Garipler, Şah İsmailler, Keremler bile girmiyor. Vaktiyle bir kere Dilşinas Hanım bunlardan birisini okudukları zaman dinlemiş, âşık bilmem kimin rüyada aşk kadehinden içtiğini duyarak Türkçesinin de zayıflığından dolayı anlayamayıp kadınlardan izah istediği zaman “Rüyasında âşık olduğu kızı görmüş de can ve gönülden âşık olmuş.” cevabını aldığı zaman bu hikâyeler hakkındaki ilk husumetini peyda etmişti. Hikâyenin daha ilerilerinde âşık ile maşukun sazlarla müşaare ettiklerini3 görüp işittiği zaman kendisi bile dinlemeye tahammül edememişti. Bunları kızına nasıl okutsun? Kocakarı masallarında böyle aşka, muhabbete dair olan bahisler bile Dilşinas’ı rahatsız ediyordu. Ahdiye’nin kütüphanesindeki kitaplar arasında okutup dinlemekten validesinin en ziyade lezzet aldığı kitap Eyüp Sabri Paşa merhumun Mahmudü’s-Siyer adlı kitabı idi. Hazret-i Resul-i Ekrem’in siyer-i şerifesine dair olan bu kitabı Ahdiye’ye birkaç defa okutmuş ve birçok yerini de ağlayarak dinlemiştir.

İlk mektepten çıktıktan sonra pek de uzak olmayan komşulardan Hoca Abdüllatif Efendi namında bir zat bulundu. Zaten büyük bir mektebin Arapça ve Farsça muallimi olan bu ihtiyar adam ziyadesiyle de güzel ahlak sahibi olduğundan epeyce hatırı sayılır bir ücret karşılığında haftada üç gün iki kıza ders vermeye tayin edildi. Belirlenen gecelerde gelir, başları örtülü olan çocuklara Arapçadan ve Farsçadan birer ders verirdi. İşte Ahdiye’nin lisanca olduğu gibi fikirce de gelişmesini sağlayan ders ve öğrenim bu olmuştur.

Validesinin başvurduğu engellemelerin Ahdiye’yi yeni eserler okumaktan kesin olarak mahrum bıraktığını zanneder misiniz? Ahdiye fıtraten zeki bir kızdır. Hem de bir “içli kız”dır. Arkadaşı Remziye, zekâda kendi derecesinde değil ise de cüret ve cesarette kendisinden bile üstündür. Özellikle ki Remziye, Ahdiye kadar baskı altında olmadığından yeni eserleri birer birer edinmekten nefsini mahrum etmiyor. Bu yeni yeni eserlerin akla, imkâna muvafık olan hikâyelerini dinlemekten ailesi dahi lezzet alıyor. Ahdiye bu lezzete iştirak ediyor ama kendilerinin oturdukları selamlık dairesinde değil. Oraya bu yolda eserlerin girmesi katiyen yasak. Kiracıların oturdukları harem dairesinde okuyor. Dilşinas Hanım’dan bu işi gizli tutuyorlar. O kadar gizli ki bazen komşuları yanına geldiği zaman o kitapları görmüyor bile.

Bu hâlde validesi tarafından konulmak istenen yasağın, Ahdiye hakkında pek hayırlı olmuş bulunduğuna şüphe etmezsiniz. Yalnız Remziye’nin nail olduğu müsaade dâhilinde yetişmiş olsa idi Müslümanlığa dair olan terbiyeden mahrum kalarak sırf yeni fikirler içinde yetişmiş olurdu. Yeni fikirler içinde! Anlıyor musunuz? Bunu pek iyi anlamanızı arzu ediyoruz. O yeni fikirlerin en aşağı dereceleri bile bazı müşkülpesentleri hakkıyla düşündürmektedir. Hâlbuki yeni fikirlerin yüksek dereceleri o kadar müthiştir ki o derecelere varanlara “Müslüman” demek yalnız “Müslüman’ım” diye ikrarlarından dolayı mümkün olabilip tasdikleri araştırılacak olursa hiç de mümkün olamayacağı görülür. “Allah korusun Hristiyanlaşmışlar!” mı diyeceğiz?.. O yeni fikirlerde Hristiyanlık dahi yoktur. Fikirleri o dereceye kadar genişleyince Hristiyanlık dahi kalmaz. Bunlara “Avrupalı” demek belki caiz olabilecek ise de sözün doğrusunu söyleyelim ki fikrî gelişmenin o derecesi, Avrupa’da güzel ahlak gayretinde bulunanlar nezdinde de hoş karşılanmamaktadır. Hikâyemizin ilerilerinde bunlardan da bir numuneyi görerek şurada hâllerini tasvir ettiğimiz Ahdiye ile farklarını karşılaştırabileceğiz. Bizim Ahdiye, yeniyi, eskiyi meczederek hakikaten mükemmel bir talim ve terbiye dâhilinde yetişmiş bir kız oluyordu. El hüneri olarak biçip dikmek ve nakış ve dantel yapmak derecelerini buldu. Yalnız müzikten bütünüyle mahrum kaldı. İnatçı Çerkez yanında müziğin şeytan sesi olduğu itikadı öyle yerleşmiş ki kerpetenler ile söküp çıkarmak mümkün değil.

***

İşte 1897 senesinde Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu hanede vukuya geldiğini hikâyeye başladığımız düğün bu Dilşinas Hanım’ın kızı yani bu Ahdiye Hanım’ın düğünüdür.

“Kime veriliyor?” mu diyeceksiniz?

Hikâyenin bu ciheti şu kısmımızdan başka kısımlara aittir. Yeri gelmeden bir bahsi diğerine katmak hikâyenin tadını kaçırır. Zaten düğün esnasında şunun bunun ağzından buna dair bazı sözler işiteceğiz.

Bir çarşamba akşamını bir perşembe sabahına ulaştıran gece Ahdiye Hanım’ın kına gecesi oldu. Hariçten çalgı getirmek, hele çengi oynatmak gibi şeyler Dilşinas Hanım’ın hanesine sığar mı?

Çalgısız çağanasız düğün de olmaz. Artık Dilşinas’ın itirazlarına bakılmayarak bir kibar komşudan güzel bir piyano getirildi. Yine komşu hanımların utları, kemanları, yalnız birisinin mandolini ve birkaçının tefleri saz takımını teşkil etti. Dilşinas Hanım böyle bir sevinç gününde para sarf edemeyecek kadar fakir değil. Ahdiye’nin yetimliği, çocukluğu müddetinde ailenin asıl serveti eksilmek şöyle dursun Dilşinas’ın iktisat ve tasarrufu neticesiyle arttıkça artmış bile. Bunun üzerine kına gecesi için uzaklardan davet edilmiş olan hanımlara yemekler verildi. Geceye mahsus olacak meyve tepsileri pek mükellef ve mükemmel surette hazırlandı. Şerbetlere, şekerlemelere, pastalara, dondurmalara varıncaya kadar her şey düşünüldü. Yatsı namazını kılacak olanlar kıldıktan sonra fasla başlandı. Her biri bir başka ustadan meşk etmiş bulunan ve hemen hiçbirisi tarafından müzik usulüne riayet vazifesi düşünülmemiş olan hanımlar beş altı saz birden fasıl ettikleri zaman müzikte istenilen birlik ve duraklamalardaki düzen hususunda büyük kusurlar ediyorlar idiyse de müziğin inceliklerine vâkıf hanımların azlığı hasebiyle işbu usulsüzlüğün kimse farkında olmuyordu. Piyanonun diyapazonları ile sazların diyapazonları arasında akort hasıl edebilmek bu hanımların işi olabilir mi? Bu hâlde ince sazların piyanoya refakat edebilmeleri ihtimalin haricine çıktı. Piyanistler sırayla ayrı çalıyorlar. Bazılarının ustaları, parmakları bozulmasın diye!.. Alaturka hiçbir şey öğretmemişler. Alafranga marşlar, polkalar, valslar çalıyorlar. Hatta bazı ustaları opera ve operetlerin en kolay parçalarını da çalabiliyorlar. Ama usul denilen şey alafrangada da var. Buna ne kadar riayet ettiklerini ve falsolarının azlığını çokluğunu kim fark edecek? Mevcut hanımların hemen hepsi nezdinde alafranga müzik, bir gürültüden ibaret olmak üzere telakki ediliyor.

Bazı taze kızlar ve hemen kızlar kadar taze kadınlar dans hevesini gösterdiler. Dilşinas Hanım’ın itirazlarına artık kim bakar? Bizim eski alaturka danslarımız, hanımlar nezdinde dahi utanmaya layık görülmeye başlandı ise de alafranga danslar gereği gibi moda hükmünü almışlardır. Hele polkalar epeyce umumileştiler. Lakin piyanistlerden bazılarının çaldıkları polka havalarına dansçı hanımlar ayak uyduramamaya başladılar. Kabahatin çalanlarda mı oynayanlarda mı olduğuna dair ortaya çıkan tartışmayı çaldığı polkanın tempolarını doğru çalabilen bir iki hanım halledebildiler. Bunlar çaldıkları zaman oynayanlar âdeta gereği gibi doğru oynuyorlardı.

Gece ilerledikçe alaturka dans etmek hevesleri de arttı. Oynamaları rica olunan hanımlar ziyadesiyle nazlandılar ise de bazı yaşlıca hanımlar tarafından da teşvike mazhar olunca mahcubiyeti bir tarafa attılar. Bu defa dahi alaturka müziğin usulündeki itinasızlık bunların dansına mâni oluyordu. Yörük semai usulüyle dansa alışmış olan hanımlar aksak usulüyle dans edemiyorlar. Zaten sazlar da bu usulün hakkını veremiyorlar. Bir tartışma da bu yüzden meydana geldi. Her taraftan lafa karıştılar. Nihayet en yaşlı hanımlardan birisi “Sazları bırakınız. Ses ile okuyarak ve el çırparak oynansın.” deyince alaturka dans da bu suretle düzeltilmiş oldu.

Bununla birlikte pek güzel eğleniliyordu. Hele bazı hanım kızlar Peruz gibi, Eleni gibi tiyatrolarda okudukları kantolar ile erkeklerden ziyade kadınlar arasında şöhret kazanmış olan aktrisleri pek güzel taklit etmiş olduklarını bu gece ispat ettiler. Zavallı Dilşinas Hanım hiddetinden terler döküyor ise de kime meram anlatacak? Damadın validesi makamına geçen kırklık, kırk beşlik Zeliha Hanım ile biraz dertleşecek olduysa da hanımı kendi fikrine çekemeyeceğini görüp buna da haylice üzüldü. Hâlbuki taze kızlar yalnız o kantoları belki de o aktrislerden daha güzel okumak suretiyle değil bazı kantolara mahsus olan dansları icra suretiyle dahi maharetlerini sergilemeye gayret ediyorlar. Bu maharetler pek beğenildi. Alkışlandılar. Gece yarısından sonraya kadar müsamere devam etti. O kadar eğlenildi ki ertesi gün yüz yazısı olmasa idi eğlencede sabaha kadar devam olunacaktı da kimse şikâyet etmeyecekti. Bulunsa bulunsa bu eğlencelerden yalnız bir şikâyetçi bulunabilirdi ki o da Dilşinas Hanım olurdu. Sıradan bir müziği bile havsalasına sığdıramayan bu kadıncağız ne alaturka ne alafranga dansları hiç zihnine sığdıramıyor. Hele o tiyatro kızlarını takliden o kantoları bütün bütün edep dairesinin dışında buluyor. Kimseye meram anlatamayacağını bildiği cihetle sükût ediyor ise de içinde ateş dereleri çağlıyor.

Acaba Dilşinas Hanım bu nefretinden dolayı haklı görülebilir mi?

Kimsenin fikrine itiraz olunamaz. Fikrinden dolayı kimse ayıplanamaz. İşte başkalarına mâni olmuyor ya? Bununla yetinmeli. Şu kadar ki böyle şeylerde Dilşinas Hanım görgülü bir kadın olsa idi de başka emsali ile bu kına gecesini mukayese etse idi bunu en ehven, hakikaten kibarca bir cemiyet olmak üzere telakki ederdi. Bu mukayese için iki makisun aleyh4 bulurdu. Birisi eski zaman kına geceleri, diğeri de yeni zaman.

Eski zaman kına gecelerinde “çengi” denilen rezil topluluğun “oyun çıkarmak” tabiriyle komedya yollu yaptıkları şeyler, seyretmesinden hakikaten hayâ edilecek rezaletlerdi. Çocuk olduğumuz hâlde hatırlarımızdan bir türlü çıkamaz. Çenginin birisi erkek kıyafetine girer, dudakları üzerine bir de bıyık resmeder. Yine kendilerinden kızlar, kadınlar ile o kadar rezaletler yapar idi ki o zamanın perdelerinde Karagöz’ün rezaletlerini de geçerdi.

Yeni zamanın bazı kına gecelerini hiç sormayınız. Hele birtakım erkek çalgısı da olursa var ya! Hele kına gecesi esasen kadınlara mahsus olmak üzere tertip olunmuş bulunduğu hâlde hısımdan, akrabadan, konudan komşudan bazı delikanlılar dahi ancak uzaktan(!) dinlemek için selamlık tarafında bulunurlar ise var ya! Bunların bazıları hakkında kulaklarımıza o kadar sesler gelmiştir ki ne bilelim ama yalnız Müslüman değil gayrimüslim düğünlerinde dahi hâllerin o türlüleri yakıştırılmaz. “Yeni fikirli” ve “yeni terbiyeli” hani ya şu “alafranga” kızlar! Daha evvelce bu kızlardan oldukları hâlde bilahare kadın olmuş bulunan alafranga hanımlar! Bunların özgürce serbestliklerin hakkıyla tasviri işinde Hüseyin Rahmi’nin o kuvvetli kalemi bile aciz kalır.

İşte bu eski ve yeni kına gecelerine kıyasen bu akşamki kına gecesi hakikaten Osmanlıca ve edeplice bir kına gecesi olmuş ve herkes pek güzel eğlenmiş olduğundan ne serbestliğin ifratından ne de taassubun tefritinden dolayı gerçekten ayıplanacak hiçbir şey görülmemiştir. İşte bunun için dedik ki ertesi gün yüz yazısı olmasa idi eğlence sabahlara kadar devam edecekti de kimse şikâyet etmeyecekti. Nasıl şikâyet olunabilir ki, gece yarısına doğru çocuklar uyumuşlardı. Bu gibi kadın cemiyetlerini haşarılıklarıyla bıktıran o minimini yaramazlar birer tarafa büzülüp gürültüleri, patırtıları ortadan kalkmıştı. Lakin yarının yüz yazısı olması gece yarısından biraz sonraca eğlenceye son verdi. Gece yatısına davetli olmayan yakın komşular çekildiler. Konak yavrusu ev geniş olduğu için gece yatısına kalacak olan hanımlar bazı kına gecelerinde olduğu gibi enine serilmiş olan yataklara üçü dördü bir yerde yatırılmak mecburiyeti bu kına gecesinde görülmedi. Kiracı hanımlarla Dilşinas Hanım’ın yatak takımları zaten lüzumundan fazla oldukları gibi eşten dosttan dahi yardımla misafirler pek çok rahat yatırıldılar…

***

İnsan alıştığı yataktan başka yerde yatarsa yerini yadırgar. Hele her zamanki uyku zamanı geçerse yerini yadırgamaktan ziyade uykusu gecikir. Bunu herkes böylece tecrübe etmiştir. Değil mi? Bu gece şu hâl uzacık yerlerden davet edilmiş ve çağrılmış bulunan bu misafir hanımlar nezdinde de vaki oldu. Bazı odalara serpilmiş olan üçer dörder yatak içindeki hanımlar epeyce yuvarlanıp çabaladıkları ve uykuyu almak için gereği gibi çalıştıkları hâlde o tatlı uykuyu bir türlü çekemiyorlardı. Bazıları karanlıkta uyumaya alışkın olduklarından yanmakta bulunan gece kandilinden rahatsız olurlar idiyse de kendi evlerindeki hükümleri burada geçmez ki o rahatsızlığı gideriversinler.

1.Masura: Eskiden kullanılan bir akarsu ölçü birimi. (e.n.)
2.Kitabet-i Osmaniye: Osmanlıca kurallarına göre yazı yazma. (e.n.)
3.Müşaare etmek: Karşılıklı olarak şiir söylemek. (e.n.)
4.Makisun aleyh: Kendisine kıyas yapılan, hakkında kanun metninde hüküm bulunan. (e.n.)

Žanrid ja sildid

Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
11 juuli 2023
ISBN:
978-625-6485-68-6
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap

Selle raamatuga loetakse