Loe raamatut: «Falaka»
Büyük, köklü ve medenî milletler, varlıklarının yapısını millî kültürlerinin temelleri üzerinde yükseltenlerdir. Bu temellerden mahrum milletlerin ayakta durabilmeleri imkânsızdır. Bunun içindir ki, millî kültürün medenî milletlerin gelişmesinde ve güçlenmesindeki payı münakaşa edilemez. Aydınlarının geniş bir kısmı millî kültürün başlıca kaynaklarından beslenemeyen bir memleketin geleceğinden endişe edilmesi tabiîdir.
1928 yılında Türk yazısının kabulünden sonra millî kültür hazinemizi meydana getiren değerlerin yetkililerce Türk harflerine aktarılmaması, eski yazı ile ilgisi kalmamış nesillerin bu değerlerle doğrudan doğruya olan bağlarını da gevşetmiştir. Bu durum karşısında yürünmesi gereken tek yol, şüphesiz, millî kültür hazinemizin, belli bir plana göre, bugünün yazısına ve diline aktarılmasıdır. Millî kültürün sürdürülmesi ancak nesiller arasındaki manevî bağlantının devamı ile mümkün olabileceğine göre, bu yola girmek kaçınılmaz bir zarurettir. Bu gerçeği bütün açıklığı ile gören Millî Eğitim Bakanlığı, millî kültür bağlarını sürdürebilmek için, son olarak, Büyük Türk Yazarları ve Şairleri Komisyonu’nu kurmuştur.
Komisyonun gayesi, bugünün nesillerini millî kültürümüzle doğrudan doğruya temasa geçirerek, geçmiş ile hâl arasındaki bağları kurmak ve bütünlüğü korumaktır. Bu hedefe ulaşmak için; Büyük Türk Yazarları ve Şairleri Komisyonu, millî kültürümüzün özellikle edebî, tarihî, içtimaî sahalarla ilgili değerli kaynaklarını yeniden gün ışığına çıkararak onları yeni nesillere tanıtacak; eserleri bütün hâlinde yayımlanması gerekli görülmeyen yazar ve şairler hakkında antolojiler düzenleyecek; bu eserlerin daha iyi anlaşılmasına yardım eden ciddî incelemelerle birlikte, büyük yazar ve şairlerin 100. doğum yıl dönümlerinde, hatıralarını anmak için, birer anma kitabı yayımlayacaktır.
Eski harfli kültür eserlerimizi yakından bilip bugünün diline aktarabilenlerin gün geçtikçe azaldıkları, ayrı bir gerçektir. Bu bakımdan, eski harfli kültür hazinemizi bir an önce bugünün aydınlarına aktarmakta kaybedilecek zaman kalmadığı da muhakkaktır. Bu gerçeği ayrıca dikkate alan Millî Eğitim Bakanlığı, sonuca hızla erişmek hususundaki kesin zarurete duyduğu inançla hareket ederek, ön planda bir millî kültür hizmeti saydığı bu büyük vazifesine yeniden başlamış bulunuyor.
HOCA KORKUSU FALAKA
Bu korkuyu yarım yüzyıl önce, şehirde, yarı yaygın hâlde buldum, gördümdü. Çocuk, değil kendisinin, devam ettiği mektebin hem hocasından hem de başka bir mektebin hocası olduğunu bildiği kimseden korkardı. Bana öyle geliyor ki her mektebin kalfasından, bevvâbından,1baş hafızından, âminci başısından ananın: “Bari gündüzleri olsun başımdan gitsin. Yandım bu oğlanın elinden; ne dur dinler, ne otur bilir! Artık illallah ve resûlih, ‘Yangın var!’ diye sokaklara fırlayacağım!” tarzındaki yakınmasının ev yıkımına varacağını hisseden babanın, bir sabah boynuna cüz kesesi2 geçirerek, evdeki küçük minderlerden birini yüklenerek kolundan tutunca: “Hoca Efendi! Eti senin, kemiği benim.” vasiyetiyle bir gün önce teslim ettiği o haşarı genç irisine varıncaya kadar hepsi karşısında mum direk durur; sesinden, önündeki ders rahlesine sık sık vurduğu değneğinin çat patından tir tir titrerlerdi.
Ergen, yirmi beşle otuz yaş arasında bulunan okuyucularıma bu korkuyu ben nasıl anlatayım? O zamanlarda bir çocuk için korkunun pek çok çeşidi vardı. Çünkü çocuk laf anlamaya, laf söylemeye korku ile başlardı.
Henüz yürümemiş, kucakta gezdirilir yahut oturduğu köşeden kayıp düşerek, yuvarlanarak, bir tarafı kırılmasın, incinmesin diye önüne yastık, bohça gibi engel konulur çağında bile elini, gözünü alan bir aleve, bir mangal ateşine doğru uzatsa odada bulunanlar hepsi bir ağızdan:
“Cız!”
Eğer minimini, henüz pamukları silinmemiş parmakları arasına bir şey geçirip de ağzına götürmeye davransa anası, dadısı, birkaç yaş büyük ablası, komşu hanım, kısacası kim görse:
“Öö, kaka!” diye bağırarak zavallıyı (ne yaptığını bilmediğinden dolayı) korkuturlardı. Günler geçtikçe bu cızlar, kakalar, öö’ler bir duyuru kumandası niteliğine girer, ninnilerdeki:
Dağda gezer dağcı baba
Bir elinde kalın sopa.
Himmet edin uyusun
Zindandaki Cafer Baba.
gibi kulağa koymalar yetmeyince:
Haydi git hav hav, benim oğlum uyuyacak!
Ay, hav havlar geliyor. Kapa kızım gözünü! telkinleri başlar, bunların arasında:
Maaav! sesleriyle kaba kedi taklitleri,
güm güm!
kapı, duvar vurmaları, sert bağırışlı satıcı, dilenci seslerinin ardından büyük büyük:
A…
çekişler karışır, henüz emeklerken, sıralarken, “Gel bana gel!” koşusuna girerken:
Pat olursun!
Uf olursun!
gözdağı verilir; en sonunda umacı gelir, giderdi.
İşte bu kelime, eski çocukluğun iki heceli bir “yasak ve korkutma” kanun maddesi gücündedir. Çocuk bir kere bundan korktu mu artık korkar. “İyi saatte olsunlar” dan cin, peri ile dev, cadı, hortlak, evliya bu kanun maddesinin aslı faslı olmayan eklemelerindendir. Bizim çocukluğumuzda “hırsız” kelimesi büyük küçük herkesin baş umacısı idi. O zamanlar bu kelimenin özü değil, sözü bile sinir oynatırdı. Şimdi kim bilir günde kaçı yanımızda oturuyor, kaçı beraberimizde geziyor, kaçı ile iş görüyoruz?
Önceleri bir: “Hırsız var!” bağırması bütün mahalleyi dimdik ayağa kaldırır, koca bir semti derin uykulardan uyandırır, kadınları olduğu yerde bayıltır, normal zamanlarda evlerce gözü pek tanınmış erkeklerin seslerini kısar, ya oda kapısı kilitli, sürmeli, fakat elde kama, bıçak, kulaklı, kubur, piştov ve bunlardan biri yoksa sopa, o da yoksa su testisi olduğu hâlde, gelişinin yavaşlığını değiştirmeyen sonunu, korku içinde beklerlerdi.
Bununla beraber hoca korkusu bu nevi korkulardan değildi. Bu bambaşka bir korkuydu, kendisini tam anlamıyla saydırtan bir korkuydu.
Ben, daha mektebe başlamadan önce karşımızda oturan Hoca Efendi’yi kafes arkasından gözetlerdim. Sabahın belli bir vaktinde acı kırmızılığı solmuş aşı boyalı, iri halkalı kapısının bir kanadı açılır; toprak, basık avlunun iç boşluğu arasında, beyaz sarığı belirir belirmez, yanlarını çember usulünde aldırdığı hâlde güya yatakta yorganın üstünde mi, altında mı kaldığı bir türlü anlaşılmasın diye – şimdi bana öyle geliyor! Çocukluğumda bulabildiğim benzeşim yönlerinden biri de budur – Hacivat gibi yukarıya kıvrık akça sakalı görünür; yaz ise çoğunlukla cübbe yerine giydiği şal taklidi, sopalarındaki renkleri soluk, kollu uzunca hırkası, hem gömlek, hem de saat cebinin bulunmasından dolayı yelek hizmetini gören gömleği, belindeki Tosya şalı kuşak, kurşunî şalvarı, ayağının ev örmesi çorabının yarı yarıya içinde kaybolduğu siyah kavaf işi namaz ayakkabıları, kış ise başındaki vişneçürüğü atkısı, sırtındaki kırk yıllık abası, babasından kalma kürkü, mest kundurası da beraber çıkardı. Bazen, Besmelei Şerife'nin keskin “sin” i (sin, “s” harfinin Arap alfabesindeki adıdır) benim kulağıma kadar gelirdi. Kolları sarkık, başı önünde, ağır ağır yürürdü. Ben, mevcut öğrencilerine nispetle gelecek nesilden olduğum hâlde, zamanımızda mensup olma kadri daha çok bilindiğinden midir nedir, her kelimenin sonuna “î” eki getirme modası uyarında ananevî, terbiyevî herhangi bir korkunun zorlayışıyla kafes önünden bile çekilir, kapı önünde bulunduğum anlarda onu görür görmez içeriye kaçar, kapıyı hızla kapar, bir daha çıkamazdım.
Annem, kandillerde beni el öpmeye gönderirdi. Çocukluk merakı! Elini öperken hissederdim ki yumuşacık!.. O müthiş surette açılıp insanın ciğerini deldiği söylenen gözleri cana yakın; aksilik akar dedikleri suratı gülümsemelerle dolu; türlü ayıplama ve azarlama sözleri çıktığını sandığım ağzında: “Çok yaşa evladım. Elini öpenler çok olsun!” anlamında bal gibi sözler; kocaman hafız çocukları bir anda falakaya yıkar anlatışıyla pehlivanlığa yakıştırdıkları sağlam vücudu narin… Bununla beraber, üstünde bu kadar güzelliği toplamış olan bu insan, yine beni mektebe gitmek için ne kandırabilir ne de bende istek uyandırabilirdi. Çünkü mektebe gitmiyor idiysem de kulaklarımla işitiyordum: Daha yaklaşmadan önce çok kalabalık bir havrayı (Yahudi tapınağı) andıracak surette gürültü patırtıyla dolu mektep, onun kapıdan girmesiyle beraber eskiden beri tenha bir yere dönerdi.
O çocukluk aklımla da anlıyordum ki hoca denilen bu varlıkta bir korkunçluk var ama ne türlü bir korkunçluk? Ben umacının yanına değil, geçip gitmiş olduğu yere gidemezken bunun evine gidip elini bile öpüyorum. Evet, korka korka öpüyorum. Çocukluktaki duygularımı şu anda tahlil ettikçe duyuyorum ki bu korkunçluk o zamanın anlayışına göre dayağı ana baba dayağından daha zorlu, dövecek vasıtaları bol; fakat cin, peri, evliya gibi çarpıp yangın bakırı gibi eğri büğrü, yamru yumru etmediği gibi, devler gibi bir atılışta insanı dişinin kovuğuna tıkar, hortlak gibi parçalayıp mezarlıklarda yer, cadı gibi ateşli kırbaçlarla yakıp savurur, özellikle hırsız gibi gözleri kan kırmızı, elinde kanlı bıçaklar, saldırır takımından da değil… Hatta pek zayıf bir söylentiye göre de; vurduğu yerde güller biter, yarın ahirette cehenneme gidecek olursam o yerler yanmazmış!
Sözün kısası, muhterem bir korku!
“ÂMİN” E DOĞRU
Ben bu muhterem korkunun hemen hiç tesirsizinden, birdenbire en korkuncuna; bu en korkuncundan yine birdenbire hafifine, hafifinden orta dokunaklısına uğrayarak karşılarında zedelenmiş bir hâlde durduktan sonra senelerce tatlı sertine tutuldum.
Bu beş eğitim merhalesinin birincisi, hiç tesirsiz olanı, geçen gün yine bu başlığı taşıyan makalemde size huyunu ve kıyafetini biraz anlattığım komşu Hoca’nın korkusu idi.
Elif direk gibi, b tekne gibi, öğretim usulünün sonu değilse de ona yakın bir mevsimi olduğunu kabul ediyorum. Ben komşu Hoca’nın evine gire çıka, elini öpüp duasını ala ala günün birinde elimi Hoca’ya kaptırdım.
Mektep, Sofular Tekkesi çevresindeki yapılardan biri idi. Tekkenin ağaçlıklı, daima güzelce düzenli, bölümlere ayrılmış bahçesinin hamama bakan köşesinde koyu kurşunî boyalı, yüksek, altında yan yana bakkal, aktar dükkânları bulunan bir yapı idi.
Ben, bu yapıyı günde belki beş on defa dışından görürdüm. Fakat içerisine girmemiştim. Gir deseler de birdenbire dalacak derecede niyetli bulunmuyordum. Bir gün bakkaldan çocukluk pisboğazlığı, iğde mi aldım, yoksa fındık mı, her ne ise kuru yemişlerden biri olacak, geveleyip dururken Hoca’yı gördüm. Derhâl yemişleri cebe indirdim.
“Hoca Efendi öpeyim!” dileği ile örtülü olduğu hâlde elimi uzattım. Verdi; öptüm. Fakat bu defa her zamanki gibi elimi bırakmadı. Yakışıklı bir kişi olduğu için gülümsemeleri ile daha alımlı, daha bir çekici olurdu. Birkaç adım el ele gittikten sonra bana dedi ki:
“Sen daha mektebe başlamayacak mısın?”
Muhakkak biliyorum ki ne evet dedim, ne hayır… İşte o zaman, bu zaman bende bu hâl alışkanlık hâline geldi. Bilmediğim, sonunu göremediğim suallere cevap vermem.
Mektebin kapısına kadar o vaziyette yürümüştük. Hoca burada:
“Haydi yukarı çıkalım! Gel biraz otur, yine git!” dedi. Hemen boyun eğdim. Girdik. Yine el ele idik. Dikçe bir merdiven! Sağ yanı üzerinde açılmış büyük pencerelerle aydınlık, dokuz on basamak çıktıktan sonra sol taraftaki dar bir sofadan, iki kanadı ardına kadar açık bir kapı vasıtasıyla geçerek geniş bir odaya geçtik. İlk bakışta gördüm. Küçük küçük rahleler önünde, minderler üstünde oturmuş ben kadar on beş, yirmi çocuk sessiz sessiz okuyorlar. Bunların ortasında her zaman görüp tanıdığım, fesinin üzerindeki yeşil sarığının ucu dışarıya püskürmüş gibi duran, Hoca’nın arada sırada giydiği şal taklidi kumaş, sopaları kalın hırkası gibi hırka giyen, fakat ensesi daha enli, katmerli, daha derin görünen, yüzü pek az çopur olduğu hâlde Hoca’nın yüzünden daha güleç, enli dudaklarını, misvaklı, beyaz, iri dişleriyle beraber meydana vuran; kesik, kumral bıyıklarının her iki ucu hep kısa kestirdiği çevirme sakalının üzerine binen Mümin Kalfa geziniyordu.
Hoca Efendi beni kendi yerine kadar götürdü. Bu esnada çocukların hepsi de bana bakıyorlar, içlerinden oyun arkadaşlarım olanlar gülümsüyorlardı.
Hoca’nın yeri, kapıdan girilince ta karşıya gelen içi sedir döşeli, önünde diz çökmüş bir çocuğun çenesi seviyesinden bir iki parmak alçak, geniş bir rahle bulunan kafessiz bir cumba, etrafı yastıklı, zemin döşemesinin üzeri büyücek bir pösteki ile örtülü bir çıkıntı, âdeta kuytu bir yerdi. Kendisi rahleyi çekti, sedirine geçti, bana da rahlenin sağ tarafındaki ufak bir minderi göstererek:
“Şuraya otur!” dedi, oturttu.
Anladım. Küçüktüm ama cin gibiydim. Hoca, beni mektebe konuk getirmişti.
Hoca oturduktan, bana yine gülümseyerek baktıktan sonra:
“Tebareke cüz’ünü okuyanlar!” diye bağırdı. İki üç çocuk ellerinde cüz’ler, gelip rahleye sıralandılar. Galiba bunlar “üçüz”düler. Üçü de hep beraber okudu. Onlar kalktı. Diğerleri geldi, onlar da okudu, kalktı.
Hoca yine bağırdı. Bu defa da “Mushaflılar” geldiler. Bunlar birer birer okuyorlardı. Hem de okumaları çok sürdü. Ben de yerimde kurtlanıyordum. Bunlar da bitince mi, yoksa biraz daha mı durduk, Hoca kalktı, ben de kalktım. Yine elimden tuttu; uyuşuk bacaklarımla yürüyordum. Mektepten çıktık. Zaten evimiz otuz kırk adım ötedeydi. Ben bizim eve, Hoca kendi evine ayrıldık.
Çat, kapı açıldı. Anamda bir surat. Sert sert bir sual:
“Sen neredeydin bakayım?”
Rahmetli anam dövmezdi ama, fena hâlde gözümü yıldırmıştı da ondan korkardım.
“Söyle diyorum, neredeydin?”
“Şeyde idim…”
“Yine o viranede, değil mi?”
“Vallahi değil…”
“Sus yemin etme… Ben sana yemin etme, ‘İnan olsun’ de diye kaç defa tembih ediyorum… Dur şunun ağzına bir…”
“Anneciğim, inan olsun, Hoca Efendi beni mektebe…”
Birdenbire Hoca’dan sert çıkmış olan kadın, Hoca Efendi der demez kesildi, yavaşladı…
“Hoca Efendi beni mektebe götürdü.”
“Onu söylesene! Mektepte ne yaptın?”
“Hiç… Beni yanında oturttu… Çocuklar geldiler, okudular…”
“Beğendin mi?”
Buna eninde sonunda bütün manalarıyla beraber iyi bir manaya gelmeyen “menfi” cevap veremezdim.
“Beğendim, hem de Hoca Efendi kimseyi dövmedi.”
“Okuyanı, uslu duranı neden dövsün? Aksine, sever. İstersen seni mektebe başlatayım.”
Meğer anamın: “İstersen seni mektebe başlatayım.” demesinin bir hikmeti varmış. Bu hikmeti ben Dârüşşafaka’yı bitirdikten sonra anlayabildim. Her kimden ise duymuş. “Çocuk kısmı zorla okumazmış, heves olmalıymış…” Bunu, ben o yaşta ne bileyim? Bilseydim “Başlatma!” der, o gün bugün bu yüzden kurtulamadığım okumak belasından kurtulurdum.
Evet, öyle söylediydi. “İstersen seni mektebe başlatayım.” Bu söz, ruhumda bütün “âmin” gürültüleriyle birlikte çınladı. Rahmetli siyahi Sütninem de benim her işime karışırdı. Yine karıştı.
“Hanım, bana böyle dese ben gider başlarım. Âlâ, yeni elbiseler, başta altınlı, nazarlıklı fesler, ayakta gıcır gıcır potinler… Yan tarafında sırmalı cüz keseler… Kim istemez! Sana yumuşak ve kabarık bir minder yaparım, oturdun mu başın tavana değer! Herkes de maaşallah der. Hem okuyanın ağzı misk kokar. Çünkü her gece uykuda melekler öper.” (Anneme dönerek):
“Hanım, benim oğlum hiç istemez olur mu? Bakın ben okumadım da yüzüm böyle kapkara kaldı.”
“İstersin değil mi oğlum?”
Biraz evvel provasında bulunduğum, dayak, sopa, sille tokat görmediğim de yardım ettiği için:
“İsterim.” dedim.
Sütninem, burada “f” yi çift söyleyerek:
“Afferin benim oğluma!” dedi. Galiba şımarmıştım:
“Hem çabuk!” dedim.
“Çabuk ya… Bu perşembe değil, önümüzdeki perşembe!”
Anam sevinçle:
“İnşallah…” dedi.
ÂMİN ALAYI
Mektebe başlayacağıma söz verdim ya, evde bir derece yükselir gibi oldum. Annemin, sütninemin, evin kiler, mutfak ortalık işlerine bakan Dilfeza Kalfa’nın bana karşı davranışları değişti. Şu bir iki güne kadar birinden biri bana eliyle yemek yedirirken elimle yemeye başladım. Yemekten sonra her zamanki gibi elimi silecekler, artık:
“Gel buraya!” emri geldi. Kim silecekse, elinde sabunlu elbezi, bir tarafıyla, sini kenarında, boynunda sıkı sıkı boğazıma sarılı havlu, sanki biri:
“Teslim ol!” demiş de, olmuş olduğumu göstermek için yukarıya kaldırmışım gibi havalandırdığım ellerimi birer birer bileklerimden tutup siler, öbür tarafıyla da ağzımı, burnumu, çenelerimi iyice temizlerdi. Şimdi gençler bu iyi davranışın manasını anlamazlar.
Bundan başka, aradan birkaç gün geçer geçmez, sandıkta bulunan iki üç kat yabanlık, (misafirlikte giyilen) bayramlık elbiselerimden ortaya yenisi çıktı. Annem giydirdi. Pek değerli bir Lahor şalı, üzerime, boynumdan ve koltuğumun altından geçirip belimin üstünden, usulüne uygun olarak bağladı. Alındı alınalı bir bayram giydiğim fesimi üzerine armut şeklinde altınlı bir nazarlık takarak, kenarı sol tarafa biraz eğilmiş olarak başıma koydu. O vaktin modası potin üstüne giyilen, terlik biçimindeki kunduramı da bembeyaz çoraplarla ayaklarıma geçirdi. Bütün ev halkı, siyahi sütnineye varıncaya kadar cümlesi yaşmaklandı. Sokağa çıktık. Ben önde tin tin… gidiyoruz, nereye? Annemin efendilerinin konaklarına, cicibabama, cicianneme el, etek öpmeye…
Konağa vardık. Anam önde, ben yanında, sütninem arkada, ciciannemin, yani büyük hanımefendinin odasına girdik. Beni evladı gibi sever, horozum diye okşar, öper, konakta kaldıkça geceleri koynunda yatırır, giyecek kuşanacak her şeyimi yapar, çil paralar verir, hakkımda pek büyük iyiliklerde bulunurdu. Görür görmez:
“Gel bakayım horozum!” dedi, kollarını açtı. Koştum, eteğini öpmeyi unutmamakla beraber, kendimi, o kolların arasına bıraktım. Ay! Büyük hanım ağlıyor.
“Çok şükür yetiştirene!” diyor, gözyaşlarının içinde beni sımsıkı göğsüne bastırıyordu. Bir aralık karşısında ayakta duran anama sordu:
“Ne vakit?”
“Emir buyrulursa bu perşembe günü… Receb i Şerif’in de ilk kandili hürmetine.”
“Pekâlâ, pekâlâ.” dedi, kalktı. Beni elimden tutarak büyük beyefendinin yani cicibabamın odasına götürdü. Bir iltifat, bir maşallah bolluğu da orada. Cicibabam, cicianneme sordu:
“Her şeyi tamam mı?”
“Tamamlandı efendim.”
O gece konakta kaldık. Haremde kalfalar, selamlıkta ağalar, seven sevene… Hatta Başağa – ki siyahi, gayet nazik, terbiyeli bir Harem ağası idi – bana:
“Ben gelip seni midilliye bindireceğim.” dedi. “Hakikat söylüyorum, bu müjde değdi.”
Ertesi gün konağın tek atlı arabasına hanımefendi, ben, annem bindik. Çarşıya gittik. Bir şeyler alındı, bir şeyler ısmarlandı. Zihnim geceden beri midilli ile meşgul olduğu için pek farkında olamıyordum. Araba hanımefendiyi konağa bıraktı; sütninemi, Dilfeza’yı evimize götürdü. Annem, galiba rengi rengine uyduğu için sütnineme diyordu ki:
“Yarın Başağa gelecek, sen beraber gider, mektepte Hoca Efendi’yi gösterirsin…”
Başağa gelecek ama acaba midilliyle beraber mi? Midillinin aklımdan çıkmayışı, pek beynimin hevesinden ileri gelmemişti. Her bayram, Felek derler bir kambur sürücü vardı, öğleye doğru midillisiyle beraber gelir, beni gezdirirdi. O günlerden pek çok evvel annemle bir âmin alayı görmüştük. Mektebe başlayan bir çocuğu midilliye bindirmişlerdi. Ben de pek beğenmiştim. Çocukluğa has, saf bir rekabet duygusu, beni durmadan bu hayvanla uğraştırıyor, yegâne bir arzu gibi henüz yürümesini bilmeyen ruhumu dörtnala koşturuyordu.
Gerçekten, ertesi gün Başağa geldi, sütninemle beraber mektebe gitti. Biz de Sofular Hamamı’na gittik. Akşamüstü çıktık. Ben yemeği yer yemez, aygın baygın yatağa düştüm… Gözümü açtım ki herkes ayakta.
Bugün ne?
Perşembe!
Biraz kahvaltı, silinti, haydi küçük odaya, tuvalet odasına. Annem bohçaları, paketleri açtı. Hiç unutmam, birinden koyu kahverengi elbiselerimi çıkardı. Yeni bir hilali gömlek üstüne ipekli bir mintan, yine beyaz, sakız gibi çoraplar… Yepyeni galoş potin… Fakat fes, hiç görmediğim bir fes. Tablası fırdolayı dolu. Büyücek, takımı ile bir nazarlık. Sağlı sollu, başları taşlı iğneler. Yuvarlak yan çeperinin önünde incili bir ay.
Boynuma yine o değerli Lahor geçti. Bu ihtişamla sofaya çıktım. Herkes bana bakakaldı. Şehzade misin mübarek? Beni doğruca arabaya götürdüler. Araba da doğruca konağa gitti. Biz vardık varmadık, mektep de sökün etti. Meğer bizim mektep Tezgâhçılar Mektebi’nin ilâhici takımını tutmuş. Cicibabam öyle istemiş.
Seven, öpen, ağlayan, dua eden, maşallah diyenler arasından beni süzdüler. Konağın selamlık avlusuna inen iki taraflı merdivenlerden indirdiler ki iğne atılsa yere düşmez. Belki yüz kişi var… Ne dersiniz, ben bu yüz kişiden hiçbirini görmeyeyim de dizgini Büyükağa’nın elinde duran midilliyi göreyim!
Beni birdenbire bindirmediler, ilâhiciler bir fasıl geçtiler, âminciler bir gürültü kopardılar. Cübbesinin bol yenleri kalkık hoca, bir dua okudu, bir âmin koptu. Biraz sonra kendimi midillinin üzerinde kırmızı bir kolan geçmiş, yeşil ince altlıklı eğeri üzerinde buldum. Hakikaten Başağa midilliyi yedeğine almış, ağalardan ikisi de birer tarafına geçmişti. Arş efendim arş!
Alayın ta önünde uzunca birinin başı üzerinde iri bir şey gidiyordu. Mavi atlaslı kabarık bir minder takımı ile rahle. Meğer sırmalı cüz kesemle alfabe kitabım daha önde imiş.
Ne de çabuk geldik! Zahir âmin dalgınlığı Aynştayn’ ınyeni nazariyesindeki mesafe meselesini daha o zamandan halletmiş! Bir baktım, bir daha baktım, bizim evin önündeyiz. İlâhiciler, “Kad feteha’llah” okudular, her durakta âminler fırladı. Zavallı anneciğim, başörtüsü ile pencere önünü kaplarcasına oturmuş olan şişman Karaanne’min – o zamanlardaki çocuklar için anne mi istersiniz! – kocaman omuzları arkasından bakıyordu.
Kad feteha bittikten sonra alay daha gürültülü, daha âmini bol bir yürüyüşle mektebin kapısına vardı. Başağa beni indirdi. Bir elimden kendisi, bir elimden de mektep kalfası tuttuğu hâlde yukarıya çıkardılar. Arkamız sıra dershane doluyordu. Doğruca hocanın, hani bizim Hoca Efendi’nin makamına götürdüler.
Minderim konmuştu. Hocam Şeyhülislam kapısına gittiği kıyafetle, diğer günlere nispetle en gösterişli, en resmî bir şekilde giyinmişti. Mübarek elini öptüm, karşısında diz çöküp oturdum. Başağa, alfabe cüzünü açtı. Hoca bir Besmelei Şerife çektikten sonra tırnakları gül gibi temiz iki parmağı ile tuttuğu kemik hilali üzerine koyarak:
“Elif.” dedi. Ben de dedim.
“Bugünlük dersin bu kadar…” demekle birlikte yine o pek gülen gözleriyle bana bakarak elini, çekecekmiş gibi kulağıma değdirdi:
“Sakın unutma ha! Söyle bakayım dersin ne?”
“Elif.”
“Aferin!”
Şimdi bile Nâbî’ye hak verdim, o gün bu gün hâlâ aferin! Hoca’nın hayır duası pek bereketli imiş. Allah rahmet eylesin!
Bu esnada Başağa’nın Hoca’nın yanı başına kırmızı bir çıkın bıraktığını gördüm. Diğer iki ağa da derin bir sessizliğe dalmış olan mektebin rahleleri arasında geziniyorlar, kâğıtlara sarılı bir şeyler dağıtılıyordu. Bunlardan biri Başağa’ya fısıldayarak sordu:
“İlâhicilere kaç?”
“İlâhicibaşı’ya üç, ötekilere iki… Kalfa’nın çıkını bende, buraya verin.”
Tasuta katkend on lõppenud.