Loe raamatut: «Kral Arthur»
Giriş
Kral Arthur ve şövalyelerini konu alan hikâyelerin kökenleri Keltlere dayanıyor. Ülkenin tarih sahnesine çıktığı dönemde Britanya’nın hâkimi Keltlerdi. Hikâyelerdeki karakterlerin neden daha geç bir döneme aitmiş gibi hareket ettiklerini ve konuştuklarını açıklamak için ise birkaç detay vermek gerekiyor.
Kral Arthur’un altıncı yüzyılda yaşadığına inanılıyor. O dönemlerde Romalılar Britanya’dan çekilmişler, yağmacı Saksonların saldırılarına karşı kendilerini savunmak zorunda kalan Britonlar ayaklanıp Saksonları Badon Dağı’nda yenerek uzun yıllar sürecek bir barış ortamında kendilerini güvenceye almışlardı. Kral Arthur ve şövalyeleri, sonradan hikâyelere konu olup nesilden nesile aktarılacak kahramanlıkları muhtemelen o sıralarda sergilediler.
Eski zamanlarda halk ozanlarının ve hikâye anlatıcılarının tüm ülkeyi gezip meydanlarda kahramanlık ve şövalyelik hikâyeleri anlatması bir gelenekti. Kral Arthur’un hikâyeleri ise uzun yıllar boyunca hikâye anlatıcılar için büyük bir kaynak oluşturmaktaydı.
Bu şekilde hikâyeler babadan oğula aktarıldı. Breton’da (buranın halkı Gallilerle aynı ailenin üyeleriydi), Galler ve İngiltere’de gerçekleşen bu aktarımlar sayesinde hikâyelerin yitip gitmesi engellenmiş oldu. II. Henry ve I. Richard döneminde ise bu hikâyeler yazıya geçirilerek yazılı edebiyat ürünleri haline geldiler. Ne var ki Britanyalı bir yazar, bu olaydan önce hikâyelerin bazılarını kâğıda dökmüştü. II. Henry dönemindeki yazarlar ise hem bu yazardan hem de kendi nesillerindeki ozanlar ve hikâye anlatıcılarından bilgi edinebildiler.
Eski İngiliz yazarlar tarafından derlenen en ünlü kitaplardan biri, Asaph Piskoposu Geoffrey tarafından Latince yazılan Historia Britonum’du. Kral Arthur’un Batı Avrupa’da yürüttüğü bir savaştan bahsediyor, fakat Kutsal Kâse’den söz etmiyordu.
Sör Thomas Malory; yukarıda bahsi geçen kitaptan, İngiltere’de derlenen diğer macera kitaplarından ve yine büyük bir oranda Fransızca macera kitaplarından beslenerek 1470 yılında yazdığı Morte d’Arthur için gerekli materyali elde etti. Bu yapıt, Arthur efsanesini işleyen erken dönem kitapları arasında en ünlü yapıt konumunda, şimdi okuyacağınız kitaptaki hikâyelerin büyük bir bölümü de buradan alındı. Kalan kısmı için ise Dr. Sebastian Evans tarafından Fransızcadan çevrilen High History of the Holy Graal’dan faydalanıldı. Hikâyelerdeki dil, efsanelerin incelenmesini kolaylaştırmak amacıyla bir nebze değiştirildi.
Birinci Kısım
Kiliç Çekiliyor
Çok, çok uzun zaman önce, Uther Pendragon’un ölümünün ardından Britanya’da hiçbir kral hüküm sürmüyor, tüm şövalyeler ise tacı elde etmeyi arzuluyordu. Her yanda kanunlar çiğneniyor, fakirlere ekmek olacak tahıllar ayaklar altına alınıyordu; kötülük yapanı adalete teslim edecek kimse de olmadığından ülke çökmüş haldeydi. Sonra, her şey son derece kötü bir hal almışken Büyücü Merlin ortaya çıkıp hızlıca Canterburry Başpiskoposu’nun yaşadığı yere atını sürdü. Burada birbirlerine danıştılar. Britanya’daki tüm lortların ve soyluların Londra’ya gelerek yaklaşmakta olan Noel’de Büyük Kilise’de buluşmaları gerektiği üzerine fikir birliğine vardılar. Öyle de yapıldı. Gelgelelim Noel sabahında, tam kiliseyi terk edecekleri sırada bahçede büyük bir taş gördüler. Bu taşın üstünde çelik bir parça, bu çeliğin içinde de saplanmış halde duran kınsız bir kılıç vardı; hemen yanında ise altın harflerle şu sözcükler yazılıydı: “Bu kılıcı çekip çıkaran kişi, doğuştan gelen hakla, meşru İngiltere Kralı’dır.” Bunu görünce hayrete düştüler, Başpiskopos’u çağırıp taşın bulunduğu yere gelmesini istediler. Bunun üzerine orada bulunan şövalyelerden kral olmak isteyenlerin her biri kabzayı sıkıca kavrayıp tüm güçleriyle kılıcı çekmeye çalıştı, fakat kılıç kımıldamadı bile. Başpiskopos sessizce onları izledi, şövalyeler kılıca asılmaktan bitkin düşünce ise şu sözleri söyledi: “Bu kılıcı çekip çıkarabilecek kişi burada değil, nerede bulabileceğimizi de bilmiyorum. Fakat tavsiyem şudur ki kılıcı korumak için iki iyi ve dürüst şövalye seçmeliyiz.”
Öyle de yapıldı. Ne var ki lortlar ve soylular, kılıcı kazanmayı deneme şansına her insanın sahip olması gerektiğini haykırdılar, bu sebeple yeni yılın ilk gününde bir turnuva düzenlenmesi gerektiğine ve katılmak isteyen her şövalyenin bu yarışmaya katılabilmesine karar verdiler.
Böylece yeni yılın ilk gününde şövalyeler, geleneklere uygun olarak, Büyük Kilise’deki ayine katıldılar, ayin bittikten sonra ise turnuvaya hazırlanmak için meydanda buluştular. Cesur şövalye Sör Ector da oradaydı, yanında ise oğlu Sör Kay ve Sör Kay’in üvey kardeşi Arthur vardı. Önceki akşam Kay, kılıcının asılı olduğu kemeri çıkarmış, turnuvaya yetişme telaşıyla da geri bağlamayı unutmuştu, bu yüzden eve dönüp kılıcı getirmesi için Arthur’a yalvardı. Gelgelelim Arthur eve vardığında kapı kilitliydi, çünkü evin hanımı da turnuvayı izlemeye gitmişti. Arthur, içeri girmek için elinden geleni yapsa da başarılı olamadı. Bunun ardından büyük bir hışımla atına binip kendi kendine “Kay böylesi bir günde kılıçsız kalamaz. Kilise avlusundaki kılıcı alıp ona vereceğim,” dedi ve kilise avlusunun kapısına ulaşana dek atını dörtnala sürdü. Atından inip onu bir ağaca sıkıca bağladı, kılıca doğru koştu, kabzasını kavrayıp kılıcı hiç zorlanmadan bir çırpıda çıkarıverdi, sonra atına tekrar binip kılıcı Sör Kay’e ulaştırdı. Sör Kay, kılıcı gördüğü anda onun kendi kılıcı değil, taştaki kılıç olduğunu anlayarak babası Sör Ector’ı bulup ona “Efendim, bu taştaki kılıç. Dolayısıyla, meşru kral benim,” dedi. Sör Ector cevap vermedi, Kay ve Arthur’a kendisini takip etmelerini işaret etti, üçü birden kiliseye geri döndüler. Atlarını dışarı bırakıp içeri girdiler; orada Sör Ector, kutsal kitabı eline alarak Sör Kay’den kılıcı nasıl elde ettiğini yemin ederek anlatmasını istedi. “Kardeşim Arthur verdi,” diye cevapladı Sör Kay. Arthur’a dönen Sör Ector, “Onu nasıl aldın?” diye sordu. “Efendim,” dedi Arthur, “kardeşimin kılıcı için eve döndüğümde kılıcı bana verecek kimseyi bulamadım, yine de kardeşimin kılıçsız kalmaması gerektiğini düşündüm ve taştaki kılıç aklıma geldi; ben de gittim ve kılıcı çıkardım.” Sör Ector, “Bunu yaparken orada bir şövalye var mıydı?” diye sordu. “Hayır, hiç kimse yoktu,” dedi Arthur. “Öyleyse bu toprakların meşru kralı sensin,” dedi Sör Ector. “Tamam da neden kral benim?” diye sordu Arthur. “Çünkü bu büyülü bir kılıç, bir kral olarak doğmayan hiç kimse bu kılıcı taştan çıkaramaz. Bu sebeple kılıcı taşa geri koy ve çıkardığına şahit olabileyim,” diye cevapladı Sör Ector. “Derhal,” dedi Arthur ve kılıcı yerine koydu. Sör Ector’ın kendisi de kılıcı çıkarmayı denedi, ancak bunu başaramadı. Sör Kay’e dönüp “Şimdi senin sıran,” dedi. Tüm gücü ve kuvvetiyle kılıca asılmasına rağmen Sör Kay de babasından iyisini yapamadı. “Şimdi sen dene Arthur,” dedi Sör Ector.Arthur, kılıcı sanki bir kının içindeymiş gibi kolaylıkla çekti. Arthur kılıcı çeker çekmez Sör Ector ve Sör Kay, Arthur’un önünde diz çöktüler. “Babam, kardeşim, neden benim önümde diz çöküyorsunuz?” diye sordu Arthur şaşkınlıkla. “Hayır, hayır lordum. Ben sizin babanız değilim, bugüne kadar gerçek babanızın kim olduğunu bilmiyordum. Siz, Uther Pendragon’ın oğlusunuz. Doğduğunuzda sizi bana bizzat Merlin getirdi ve zamanı geldiğinde kimin soyundan olduğunuzu öğreneceğinize dair söz verdi.” Arthur, babasının Sör Ector olmadığını öğrendiğinde acı acı ağladı. En sonunda, “Eğer kral bensem ne istiyorsanız söyleyin ki gerçekleştireyim. Hem size hem de annem hanımefendiye, bu dünyadaki herkesten daha fazla borçluyum çünkü beni sevdiniz ve kendi oğlunuzdan ayırmadınız,” dedi. Bunun üzerine Sör Ector, “Efendim, sizden yalnızca üvey kardeşiniz Sör Kay’i tüm topraklarınızın kâhyası yapmanızı istiyorum,” dedi. “Seve seve,” diye cevapladı Arthur, “hem o hem ben hayatta olduğumuz sürece bu makam başka kimseye verilmeyecek.”
Sonrasında Sör Ector, onlara Başpiskopos’u bulmalarını söyledi. Böylece ona kılıçla ilgili olan bitenleri anlattılar, daha öncesinde Arthur kılıcı taşa geri koymuştu bile. On İkinci Gün’de şövalyeler ve baronlar tekrar geldiler, Arthur hariç hiçbiri kılıcı taştan çıkaramadı. Bunu gördükten sonra baronlar sinirlenip bağırmaya başlayıp kendi kanlarından daha asil bir kana sahip olmayan bu çocuğu kral olarak tanımayacaklarını söylediler. Böylece Meryem Ana Yortusu’na kadar beklemek üzere anlaştılar, çünkü yortuda daha çok şövalye hazır bulunacaktı. Bu süre içinde kılıcı gece gündüz koruması için ise yine aynı iki adam seçildi.
Gelgelelim Meryem Ana Yortusu’nda da Paskalya’da da hiçbir şey değişmedi. Hamsin Yortusu geldiğinde halk da oradaydı, Arthur’un kılıcı çekip çıkardığını gördüklerinde hep bir ağızdan krallarının Arthur olduğunu ve aksini söyleyen herkesi öldüreceklerini söylediler.
Böylece zengin fakir herkes Arthur’un önünde diz çöktü. Arthur da kılıcı alıp Başpiskopos’un beklemekte olduğu kilise mihrabına takdim etti; oradaki şahit ise Arthur’u şövalye ilan etti. Bunun ardından taç giydirildi. Arthur, orada bulunan lortlara ve köylülere, hayatı boyunca hakiki bir kral olacağına ve herkese adaletli davranacağına dair yemin etti.
Excalibur
Büyücü Merlin’in eşlik ettiği Kral Arthur, maceralara atılmak için saraydaki rahat yaşamını terk etti. Bir defasında tüm topraklardaki en uzun boylu şövalyeyle dövüştü. Sağlam ve iyi dövüşmesine rağmen, Merlin büyü yaparak şövalyeyi derin bir uykuya hapsetmeyip Kral’ı şifa sanatını iyi bilen bir keşişe götürerek tüm yaralarını üç gün içinde iyileştirmese Arthur ölebilirdi. Bu olayın ardından Arthur ve Merlin daha fazla oyalanmadan keşişe teşekkürlerini sunup oradan ayrıldılar.
Birlikte at sürerken Arthur, “Kılıcım yok,” dedi. Merlin, Arthur’a sabırlı olmasını ve ona çok yakında bir kılıç vereceğini söyledi. Çok geçmeden büyük bir göle geldiler. Arthur, gölün ortasında suyun içinden yükselen ve bir kılıç tutan kolu fark etti. “Bak!” dedi Merlin, “Sana bahsettiğim kılıç bu.” Kral tekrar baktığında genç bir kadın suyun üzerinde yükseldi. “Bu kadın Gölün Hanımı ve sana doğru geliyor, eğer nazik bir şekilde istersen kılıcı sana verecektir,” dedi Merlin. Genç hanım yaklaşınca Arthur onu selamlayarak şunları söyledi: “Ey genç hanım, suyun dışına doğru bir kolun tuttuğu o kılıcın kime ait olduğunu söylemeniz için size yalvarıyorum. O kılıcın benim kılıcım olmasını isterdim, zira kendi kılıcımı kaybettim.”
“O kılıç benim, Kral Arthur. Onu size verebilirim, ancak sizden istediğimde bana bir hediye getireceksiniz,” diye cevapladı kadın.
“Söz veriyorum, ne isterseniz isteyin size getireceğim,” dedi Kral. Bunun üzerine genç kadın, “Peki öyleyse, şuradaki filikaya binin ve kılıca doğru kürek çekin, böylece kılıcı ve kınını alabilirsiniz,” dedi. İşte bu kılıç Excalibur’du. “Hediyeme gelince, onu zamanı geldiğinde isteyeceğim.” Kral Arthur ve Merlin atlarından inip onları sıkıca bağladıktan sonra filikaya bindiler, kılıcın olduğu yere geldiklerinde Arthur kılıcın kabzasını kavradı ve kılıcı tutan kol gözden kayboldu. Sonra geri dönüp kılıçla beraber karaya çıktılar. Kral at sürerken kılıcına büyük bir sevgiyle bakıyordu, Merlin bunu gördüğünde gülümseyerek “Hangisini daha çok sevdin, kılıcı mı yoksa kınını mı?” diye sordu. “Kılıcı daha çok sevdim,” diye cevap verdi Arthur. “Öyleyse çok da bilge sayılmazsın, çünkü kın, kılıçtan on kat daha değerli. O üzerinde olduğu sürece fena halde yaralansan bile kan kaybetmezsin,” dedi Merlin. Carlion kentine doğru at sürdüler. Arthur’un şövalyeleri, onları sıcak bir şekilde karşılayarak tıpkı sıradan bir insan gibi hayatını riske atan bir krala hizmet etmekten memnuniyet duyduklarını belirttiler.
Yuvarlak Masa Şövalyeleri Toplanıyor
Kral Arthur, savaşıp birçok düşmanını yendikten sonra bir gün, tüm yaşamı boyunca danıştığı Merlin’e “Baronlarım beni rahat bırakmıyorlar, sürekli bir eş bulmamı söylüyorlar. Bense bana önermediğin sürece hiç kimseyle evlenmeyeceğimi söylüyorum,” dedi.
“Biriyle evlenmen güzel olur, fakat diğerlerinden daha çok sevdiğin herhangi bir kadın var mı?” diye sordu Merlin. “Evet,” dedi Arthur, “zamanında babam Cameliard Kralı Leodegrance’e yuvarlak bir masa hediye etmişti; işte o kralın kızı Guinevere’i seviyorum. O, hayatımda görüp görebileceğim en güzel kadın.” Bu cevabın ardından Merlin şunları söyledi: “Efendim, güzelliği hakkında söyledikleriniz doğru, ancak eğer kalbiniz onun için atmıyorsa size ondan çok daha güzelini ve iyisini bulabilirim. Gelgelelim eğer bir adam kalbini kaptırdıysa onu vazgeçirmeye çalışmak zaten beyhudedir.” Bunları söyledikten sonra Merlin, Arthur’dan şövalyeler ve beyefendilerden oluşan bir refakatçi topluluğu görevlendirmesini istedi, böylece Kral Leodegrance’in sarayına gidebilecek ve ona Kral Arthur’un Guinevere’le evlenme niyetinde olduğunu söyleyebilecekti. Arthur bu isteği memnuniyetle yerine getirdi. Merlin de atına atlayıp Cameliard Kalesi’ne varana dek hızla yol aldı, oraya vardıktan sonra Kral Leodegrance’e kendisini kimin hangi amaçla gönderdiğinden bahsetti.
“Bu, şu âna dek duyduğum en güzel haber,” diye cevapladı Leodegrance, “çünkü böylesine büyük ve asil bir kralın kızımla evlenmek isteyeceği hiç aklıma gelmezdi. Kızımla birlikte vereceğim topraklara gelince, Kral Arthur istediği yeri seçebilir. Fakat zaten kendi toprakları yeterince geniş olduğundan bunun yerine onu daha memnun edecek bir hediye, Uther Pendragon tarafından bana verilen, bir defada yüz elli şövalyenin birlikte oturabileceği Yuvarlak Masa’yı vereceğim. Bir çağrımla yüz iyi şövalye toplayabiliyorum, ancak ellisi eksik kalıyor çünkü savaşlarda birçoğunu yitirdik, kimileriyse kayıp.” Kral Leodegrance, böylece lafı daha fazla uzatmadan kızının Kral Arthur’la evlenmesine razı oldu. Merlin de ona eşlik eden şövalyeler ve beyefendilerle birlikte, Londra’ya yaklaşıncaya kadar bazen karadan bazen de sudan seyahat ederek geri döndü.
Kral Arthur, Merlin ve şövalyelerin Yuvarlak Masa’yla birlikte geldiğini duyunca neşeyle dolarak etrafındakilere “Merlin’in bana getirdiği bu haberler beni gerçekten çok mutlu etti, çünkü o güzel kadını uzun zamandır seviyorum ve Yuvarlak Masa benim için en büyük zenginliklerden daha değerli,” dedi. Bunun ardından Sör Lancelot’a Kraliçe’yi getirmek üzere yola koyulmasını emretti. Evlilik ve Guinevere’in taç giyme töreni için hazırlıkların başlatılmasına ilişkin emri de derhal yerine getirildi. “Şimdi Merlin, git ve krallığımı dolaşıp bu topraklarda bulunabilecek en cesur ve en meşhur elli şövalyeyi bana getir,” dedi Kral. Gelgelelim Merlin, yirmi sekiz şövalyeden fazlasını bulamadı. Arthur’un bu kadarıyla yetinmesi gerekiyordu. Canterbury Piskoposu getirildi, Yuvarlak Masa’daki sandalyeler kutsandı, şövalyeler de bu sandalyelere oturdular. Piskopos kutsamasını bitirdikten sonra Merlin, “Saygıdeğer efendiler, hepiniz ayağa kalkın ve kralınıza hürmetlerinizi sunun,” dedi. Şövalyeler ayağa kalkıp Merlin’in isteğini yerine getirdiler. Şövalyelerin oturduğu sandalyelerin her birinde, o sandalyede oturan şövalyenin ismi altın harflerle yazılıydı, ancak iki sandalye boştu. Bunun üzerine genç Gawaine, Kral’ın yanına gelip Guinevere’le evleneceği günde kendisini şövalye ilan etmesi için yalvardı. “Bunu seve seve yaparım, ne de olsa sen kız kardeşimin oğlusun,” dedi Kral.
Kral konuşurken perişan bir adam içeri girdi, yanında da cılız bir kısrağa binen on sekiz yaşlarında bir genç vardı, o zamanlarda erkeklerin kısrak sürmesi alışılmadık bir şeydi. “Kral Arthur nerede?” diye sordu adam. “Burada, onunla bir işin mi var?” dedi şövalyeler. Adam evet dedikten sonra ilerledi ve Kral’ın önünde saygıyla eğildi. “Yüce Kral Arthur, şövalyelerin ve kralların efendisi, duydum ki evleneceğiniz şu dönemde herkesin dileğini gerçekleştiriyormuşsunuz.”
“Bu doğru, tabii başkalarına veya krallığıma zararı dokunmadığı sürece,” diye cevapladı Kral.
“Lütufkâr sözleriniz için teşekkür ederim,” dedi fakir adam, “sizden istediğim şey, oğlumu bir şövalye ilan etmeniz.”
“Bu büyük bir lütuf,” diye cevapladı Kral. “Adın ne?”
“Efendim, adım Aries. Sığır çobanıyım.”
“Bu onura sahip olma düşüncesi senin mi aklına geldi yoksa oğlunun mu?”
“Bu benim değil, oğlumun isteğidir,” diye cevapladı adam. “Söylediğimde sığırlara bakan, tarlada çalışan on üç oğlum var, ancak bu çocuk ok fırlatmaktan ya da dövüşlere gidip şövalyeleri izlemekten başka hiçbir şey yapmıyor. Tüm gün boyunca yalnızca, şövalye olabileceği umuduyla, kendisini size getirmem için bana yalvarıyor.”
Arthur genç adama dönüp “Adın ne?” diye sordu.
“Efendim, adım Tor.”
“Seni şövalye ilan edebileceğim kılıcın nerede?” dedi Kral.
“Burada efendim.”
“Kınından çıkar ve seni bir şövalye ilan edebilmem için onu bana getir,” dedi Kral. Tor kısrağından inerek kılıcını çekip Kral’ın önünde diz çöktü. Bir şövalye olabilmek, hatta bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olabilmek için dua ediyordu.
“Şövalyeliğe gelince, seni bir şövalye yapacağım,” dedi Arthur, bu sırada kılıcı çocuğun boynuna koyuyordu, “eğer layık olduğunu kanıtlarsan bir Yuvarlak Masa Şövalyesi de olabilirsin.” Ardından büyük bir ziyafet hazırlandı. Kral, herkesin huzurunda güzel Guinevere’le Camelot’taki St. Stephen Kilisesi’nde evlendi. Ertesi gün Gawaine de bir şövalye oldu.
Çok geçmeden Sör Tor, gösterdiği kahramanlıklar sayesinde, Yuvarlak Masa’daki boş sandalyelerden birine oturmaya layık olduğunu kanıtladı.
Sör Balin’in Hikâyesi
Ogünlerde Deniz Adaları’nda birçok kral hüküm sürüyor, durmadan birbirlerine ya da kendilerine bağlı olan beyliklere savaş açıyorlardı. Günlerden bir gün Arthur’a, Kuzey Galler Kralı Ryons’ın büyük bir ordu toplayıp topraklarını yağmaladığının ve halkının bir bölümünü katlettiğinin haberi geldi. Arthur, bunu duyunca büyük bir öfkeyle ayaklandı ve tüm lortlarına, şövalyelerine ve muhafızlarına kendisiyle Camelot’ta buluşmasını emretti. Orada bir konsey toplayıp turnuva düzenleyecekti.
Toprakların her bir köşesinden şövalyeler Camelot’a akın etti. Şehir, silahlı adamlar ve atlarıyla dolup taşmıştı. Herkes toplanmıştı ki Avelionlu Leydi Lile’den bir haber getirdiğini söyleyen genç bir kadın çıkageldi ve kendisini Kral Arthur’a götürmeleri için oradakilere yalvardı. Kadın, Arthur’un huzuruna çıktığında omuzlarını kaplayan kürk pelerini çıkardı; orada bulunanlar, kızın yanında muhteşem şekilde dövülmüş bir kılıcın olduğunu gördüler. Kral, bu garip görüntü karşısında merakla sessizliğe gömüldü, ancak en sonunda “Genç hanım, bu kılıcı neden taşıyorsun? Kılıçlar senin gibiler için değildir,” dedi. “Ah efendim, onu verebileceğim bir şövalye bulabilsem bana ağırlık ve büyük bir külfet olan bu kılıçtan kurtulacağım. Fakat beni bu yükten kurtaracak kişi güçlü ellere, kötülük ya da ihanet nedir bilmeyen saf bir kişiliğe sahip olmalı. Eğer böyle bir şövalye bulabilirsem, bu kılıcı yalnızca o kınından çıkarabilir. Zira Kral Ryons’ın sarayında bulundum, o ve şövalyeleri tüm güçleriyle kılıcı çekmeye çalıştılar ama başaramadılar.”
“Şövalyelerin en iyisi olduğumu düşündüğümden değil; zira biliyorum ki birçok kez diğerleri tarafından alt edildim, buna karşın beni takip etmeleri için bir örnek oluşturmak amacıyla kılıcı çekebilecek miyim bir bakayım,” dedi Arthur. Bunu söyledikten sonra kılıcı, kınından ve kuşağından tutarak aldı, bütün gücüyle çekmeye çalıştı ama kılıç kının içinde sımsıkı duruyordu. “Efendim, bunun yarısı kadar bile güç sarf etmenize gerek yok, çünkü kılıcı çıkaracak kişi bunu pek az bir güçle de yapabilir,” dedi genç hanım. “Kılıç benim için dövülmemiş. Şimdi baronlarım, herkes şansını deneyebilir,” dedi Arthur. Böylece orada bulunan Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin birçoğu sırayla kılıcı çekmeye çalıştı, ne var ki hiçbiri kılıcı kınından çıkaramadı. “Vah! Vah!” diye haykırdı genç kadın büyük bir kederle, “Burada lekesiz ve yalansız bir yüreğe sahip şövalyelerin olduğunu düşünmüştüm, şimdiyse onları nerede bulabileceğimi bile bilemiyorum.” Arthur, “Onurum üzerine ant içerim ki bu dünyada benim şövalyelerimden daha iyi şövalyeler yoktur, fakat bu konuda bana yardım edemedikleri için son derece hoşnutsuzum,” diye karşılık verdi.
Kral’ın kuzenini katlettiği için bir buçuk yıl tutsak kalmış bir şövalye Arthur’un huzurundaydı. Asil kandan geliyordu, adı Balin’di. Yaptığı yanlışın cezasını on sekiz ay boyunca çektikten sonra baronlar, Kral’dan onu serbest bırakmasını istediler, Arthur da bunu kabul etti. Kılıcı çekmeyi deneyip başarılı olamayan şövalyelerden ayrı duran Balin’in kalbi bu manzara karşısında hızla atmaya başladı, ancak şansını denemekten geri durdu çünkü kaba saba bir şekilde giyinmişti ve diğer baronlarla kıyaslanamazdı. Ne var ki genç kadın, Arthur ve maiyetine veda edip evine doğru yola koyulacakken Balin ona seslenerek “Genç hanım, tıpkı bu beyler gibi bana da kılıcı çekme şansını tanımanız için size yalvarıyorum, her ne kadar perişan giysiler içinde olsam da kalbim onlarınki kadar asildir,” dedi. Genç hanım durdu, ona bakarak “Efendim, sizi böylesi bir derde sokmaya gerek yok, çünkü diğerleri başaramadı. Sizin başarmanız da pek olası görünmüyor,” dedi. “Ah! Sevgili hanımefendi, insanı insan yapan güzel kıyafetler değildir,” diye yanıtladı Balin. Bunun üzerine genç kadın, “Doğru söylüyorsunuz, öyleyse elinizden geleni yapın,” diye cevap verdi. Balin, kınından kolayca çektiği kılıcı gördüğünde büyük bir mutluluk duydu. Kral ve şövalyeler, başarıya ulaşan kişinin Balin olması sürpriziyle afallamışlardı, hatta birçoğu kıskanarak ona karşı öfke duydu. Bunun ardından genç kadın şunları söyledi: “Doğrusunu söylemek gerekirse bulabildiğim en iyi şövalye sizsiniz. Ancak efendim, kılıcı bana geri vermeniz için size yalvarıyorum.”
“Hayır, benden zorla alınana dek onu tutacağım,” dedi Balin. “Kılıcı kendi iyiliğim için değil, sizin iyiliğiniz için geri istiyorum, çünkü o kılıçla en çok sevdiğiniz insanı katledeceksiniz ve kendi sonunuzu hazırlayacaksınız,” dedi genç kadın. “Başıma gelenlere katlanacağım, ancak bedenim üzerine ant içerim ki kılıçtan vazgeçmeyeceğim,” diye cevapladı Balin. Bunun üzerine kız, büyük bir kederle oradan ayrıldı. Ertesi gün Sör Balin, kılıcını kuşanıp sarayı terk ederek macera arayışına düştü; hiç aklına gelmeyen birçok yerde bir dolu macerayla karşılaştı. Girdiği her mücadeleden galip ayrıldı. Arthur ve arkadaşı Merlin, Balin’den daha büyük bir başarıya ya da saygıya layık başka hiçbir şövalyenin yaşamadığını anlamışlardı. Herkes onu “Sör Balin le Savage”, “İki Kılıçlı Şövalye” olarak tanıyordu.
Bir gün Balin at sürerken yol dönemecinde bir çarpı işareti gördü, bu işaretin üzerinde altın harflerle “Hiçbir şövalye bu kaleye doğru at sürmesin,” yazıyordu. Sör Balin bu yazıyı okurken beyaz saçlı yaşlı bir adam çıkageldi ve “Sör Balin le Savage, senin yolun bu değil, bu yüzden dön ve başka bir yol seç,” dedi. Adam, bunu dedikten sonra ortadan kayboldu. Çok geçmeden çok şiddetli bir borazan çalındı, tıpkı bir canavarın ölümünde çalınan borazanlara benziyordu. Balin, “Bu borazan benim için çaldı, ancak hâlâ hayattayım,” diyerek kaleye doğru gitti. Orada onu şövalyelerden ve hanımefendilerden oluşan büyük bir topluluk karşıladı, onun için bir ziyafet hazırladılar. Sonrasında kalenin hanımı, ona “İki Kılıçlı Şövalye, şimdi bir adayı gözleyen şövalyeyle dövüş-mek zorundasın. Çünkü kanunlarımıza göre, buradan ayrılmak isteyen kişi önce dövüşmelidir,” dedi.
“Bu kötü bir gelenekmiş,” dedi Balin, “Fakat madem mecburum, öyleyse hazırım. Atım yorgun olsa da kalbim güçlü.”
“Efendim, kalkanınız sağlam gibi görünmüyor. Size başka bir kalkan vereyim,” dedi şövalyelerden biri. Balin de bu şövalyeyi dinleyip verilen kalkanı alarak kendi armalı kalkanını geride bıraktı. Kıyıya doğru at sürdü, atını bir kayığın içine koyup karşıya geçti. Diğer tarafa ulaştığında genç bir kadın ağlayarak Balin’in yanına geldi. “Ah şövalye Balin, kendi kalkanını neden geride bıraktın? Yazık! Kendini büyük bir tehlikeye attın, çünkü sen kalkanınla tanınıyorsun. Yaşayan hiç kimse cesaret ve gözü pek kahramanlıklar konusunda seninle boy ölçüşemezdi, bu yüzden senin kaderin için yas tutuyorum.”
“Bu ülkeye adım attığım için bile pişmanım, ancak ne yazık ki devam etmeliyim. Başıma ne gelirse gelsin, ister yaşam olsun ister ölüm, kabul etmeye hazırım,” diye cevapladı Balin. Sonra zırhına bir göz gezdirdi, sağlam olduğunu gördükten sonra atına bindi.
Yoluna devam ederken bir kalenin önünde dikilen bir şövalyeyi fark etti. Bu şövalye kızıllara bürünmüştü, kızıl koşum takımı olan bir ata biniyordu. Bu kızıl şövalye, iki kılıçlı adamı gördüğünde bir anlığına karşısındakinin Balin olduğunu düşündü, gelgelelim kalkan Balin’in armasını taşımıyordu. Bu yüzden mızraklarını birbirlerine doğrultup atlarını sürmeye başladılar, birbirlerinin kalkanlarına öyle sert vurdular ki hem atlar hem de adamlar darbelerin etkisiyle yere düştü, şövalyeler birkaç dakika boyunca baygın bir şekilde yerde yattı. Çok geçmeden tekrar doğrularak yeniden dövüşmeye başladılar. Dövüştükleri yer kanlarıyla kırmızıya dönene ve her ikisi de yedi büyük yara alana kadar dövüşü sürdürdüler. “Sen hangi şövalyesin?” diye sordu Balin le Savage, nefeslenmek için durmuştu, “Zira daha önce kendime denk bir şövalyeyle karşılaşmamıştım.” Kızıl şövalye, “Benim adım Balan, iyi şövalye Balin’in kardeşiyim,” dedi.
“Heyhat! Bunu da mı görecektim?” diye haykırdı Balin, kendini kaybedip yere düştü. Bunu gören Balan, ayakları ve elleriyle sürünüp Balin’in miğferini çıkardı, böylece kardeşinin yüzünü görebilecekti. Temiz hava Balin’i kendine getirmişti, uyanarak “Ah Balan, kardeşim, sen beni katlettin ben de seni. Tüm dünya ikimiz hakkında kötü konuşacak.”
“Ah,” diye iç çekti Balan, “keşke sen olduğunu anlasaydım! İki kılıcını gördüm, ancak kalkanın yüzünden başka bir şövalye olduğunu düşündüm.”
“Vay başıma gelenler!” dedi Balin, “Tüm bunlar kaledeki sevimsiz bir şövalye yüzünden gerçekleşti, kalkanımı kendi kalkanıyla değiştirmeme sebep oldu. Eğer hayatta kalabilecek olsaydım, o kaleyi yok edip başkalarını kandırmalarına izin vermezdim.”
“En iyisini yapmış olurdun,” diye cevapladı Balan, “çünkü bu adayı gözetleyen şövalyeyi yok ettiğimden beri beni esir olarak tutuyorlar, yani seni de esirleri yaparlardı.” Sonrasında kalenin hanımı ve beraberindekiler çıkageldiler, şövalyeler inledikçe onları dinlediler. Balan, kalenin hanımından kardeşiyle birlikte, öldükleri yere gömülme lütfunu bahşetmesini istedi. İstekleri gerçekleştirildi. Kadın ve beraberindekiler ise onlara acıyarak gözyaşı döktüler.
Hayatları bu şekilde son buldu. Kalenin hanımı, onlar için bir mezar yaparak mezarın üzerine yalnızca Balan’ın ismini yazdı, çünkü Balin’in ismini bilmiyordu. Gelgelelim Merlin biliyordu, ertesi sabah gelip altın harflerle Balin’in adını yazdı. Sonra Balin’in kılıcını gevşetti, kılıcın topuzunu çıkarıp kılıca başka bir topuz ekledi, oradaki şövalyeye kılıcı tutmasını söyledi, ancak şövalye bunu başaramadı. Bunu gören Merlin güldü.
“Neden gülüyorsun?” diye sordu şövalye. “Çünkü,” dedi Merlin, “bu kılıcı dünyadaki en iyi şövalyeden başka kimse zapt edemez, o kişi de ya Sör Lancelot ya da onun oğlu Sör Galahad’dır. Bu kılıçla Sör Lancelot en sevdiği insanı katledecek, o kişi ise Sör Gawaine.” Bu, tıpkı Merlin’in söylediği gibi, daha sonra denizlerin üstünde yapılacak bir dövüşte gerçekleşecekti.
Merlin, tüm bunları kılıcın topuzuna yazdı. Sonrasında adaya giden, on beş santim genişliğinde çelikten bir köprü inşa etti, bu köprüden kötü emellere sahip hiç kimse geçemeyecekti. Kılıcın kınını adanın bu yanında bıraktı, böylece Galahad onu bulabilecekti. Kılıcın kendisini ise nehir boyunca Camelot’a doğru yüzen, şimdilerde Winchester olarak bilinen büyülü bir taşa koydu. Günlerden bir gün Galahad nehre geldi, elinde kılıcın kını vardı. Kılıcı gördü ve tıpkı başka bir yerde anlatıldığı gibi onu taştan çıkardı.