Loe raamatut: «ESRARENGIZ KELIMELER»
Teşekkür
Editörlüğün yalnızca kitapları yayıma hazırlamak olmadığını, yazara güç ve cesaret vermek anlamına da geldiğini gösteren sevgili editörüm Hülya Şat’a; tükenmez enerjisiyle her daim yardıma yetişmeye hazır olan sevgili Ayşegül Uçan’a teşekkürlerimi sunarım.
Edebiyata dair şahane sohbetleriyle ufkumu açan, tanıdığım en çılgın okuyucu, sevgili kızım Alara’ya da çok teşekkürler…
Ve bu kitapta yer alan, yer almasa da kalbime taht kurmuş olan; çocukluğumdan beri düşünceleriyle, hayalleriyle hayatımı zenginleştiren yazarlara sonsuz teşekkürler…
1. Bölüm
Adsız Kitap
İkinci kattaki salonun tamamını gören masalardan birine oturmuş, saatlerdir oyalanıyordu. Dışarıdan bakıldığında, halk kütüphanesinin sıradan ziyaretçilerinden farksızdı; kitap okuyormuş gibi duruyordu. Oysa çevirdiği sayfalardaki tek bir kelimeyi bile gördüğü yoktu. Aklı başka yerdeydi. Dikkat çekmemek için önüne siper edercesine yığdığı kitapların ardına sinmiş, bundan sonra atacağı adımları planlıyordu. Sürekli hızlı ve uyanık olması gerekiyordu. Aslında o günkü görevi için basit bile denilebilirdi. Elindeki kitaptan kurtulacaktı, hepsi o kadar! Asıl hareket ondan sonra başlayacaktı. Tabii çocuk bekledikleri gibi çıkarsa… Yoksa peşine düşecek başka birini bulacaktı. Başka bir kitap, başka bir çocuk, diye aklından geçirdi. Eli düşünmeden bıyığına gitti, hafifçe üstüne bastırdı. Gözlerini salonda gezdirerek beklemeyi sürdürdü.
Mert halk kütüphanesinin ikinci katındaki kocaman salonun en kuytu köşesine yerleşeli birkaç saat olmuştu. Ama henüz ödevini yarılayamamıştı bile. Yarılamak ne kelime, sadece bir tek paragraf yazmıştı.
Gözü, önünde açık duran dizüstü bilgisayarının alt kısmındaki sayılara kaydı. Kelime sayısı 72’ydi. Sadece 72! Yanaklarını şişirerek pufladı. Dönem ödevlerini sevdiği söylenemezdi. Aslında kolaymış gibi görünürlerdi, çünkü konu baştan belli olurdu, sonrası sana bağlıydı. Konuya dair ilgini çeken kısımları uzatabilirdin. Öğretmen ise ödev umduğu gibi olmasa bile, uğraştığını görüp kötü not vermezdi. Ama ilgini çeken hiçbir yanı yoksa, işin iş demekti!
Elini yumruk yaptığı yanağına dayayıp önündeki kitap yığınına baktı. Gören üniversite bitirme tezi hazırladığını bile düşünebilirdi. Oysa yapması gereken, sevdiği yazarlardan birinin bir kitabını seçip incelemekten ibaretti. Önce kitabın geniş bir özetini çıkartacaktı. Sonra da ilk kez karşılaştığı deyimler ya da kelimeler varsa – ki hep olurdu – listeleyip anlamlarını yazacaktı. Bir de kitaptan neden etkilendiğini ekleyecekti. Kitaplarla arası iyi olan biri için zor bir iş sayılmazdı. Ama işte Mert’in asıl sorunu buydu. Kitaplarla arası hiç iyi değildi. Elbette onlara karşı bir düşmanlık beslemiyordu. Hatta faydalı olduklarını düşünüyordu, brokolinin faydalı oluşu gibi… Kimileri için kullanılan, elinden hiç kitap düşmez deyiminin Mert’le uzaktan yakından ilgisi yoktu.
O gün okul çıkışı eve uğramış, daha hızlı yazabilmek için dizüstünü kaptığı gibi kütüphaneye yollanmıştı. Adını duyduğu ya da daha önce ilk birkaç bölümünü okuduğu kitapları kütüphaneciye sıralamıştı. Kitapların isimlerini sıralarken bile zorlanmıştı. Neyse ki kütüphaneci uyanık bir kadındı. Birkaç dakika sonra elinde yığınla geri gelmişti. Mert, adını verdiği kitapların özetlerini içeren bir yayın olup olmadığını sormayı da ihmal etmemiş, kütüphanecinin ters bakışı, sorusuna net bir cevap olmuştu.
Masanın kenarındaki yığından gözünü ayırmadan yeniden pufladı. Sayfa sayısına ve puntolarının büyüklüğüne göre bir kitap seçmeyi planlamıştı. Şimdi önündekilerin hepsi ona fazlasıyla kalın görünüyorlardı. Ardından bakışları dizüstünün ekranındaki 72 kelimeye kaydı. Ödevinin giriş kısmını oluşturacak, kitap okumayı yücelten cümlelerden ibaretti. Üstelik hiçbiri Mert’e ait değildi. Hepsini kütüphanenin girişine bırakılmış el ilanlarından araklamıştı. Dizüstünü getirmeyi akıl etmesi ne de faydalı olmuştu! Gerçekten de hızlı yazmıştı, daha doğrusu kopyalamıştı! Saatte yaklaşık 28 kelime!
İnternetin nimetlerinden faydalanabilseydi, belki ödevini birkaç saat içinde bitirebilirdi. Gerçi Bilge Öğretmen her zamanki gibi formdaydı! Ve bu konuda uyarısını yapmıştı. Kopyalanıp yapıştırılmış cümlelerle dolu bir ödev istemediğini birkaç kez tekrarlamıştı. “Özellikle de ödev sitelerinden aşırılmış tek bir cümle bile görmesem iyi olur.” demişti. “Hazıra konmayı değil; okumayı, incelemeyi, araştırmayı öğrenmelisiniz.” Konuşurken, sesindeki tehditkâr havayı sezmemek mümkün değildi! Mert, durumum umutsuz, diye düşündü. İncelemek ve araştırmak konusunda da becerikli sayılmazdı.
Sonra aklına sınıfın en çalışkanı geçinen Sarp’ın, öğretmene yönelttiği soru geldi. “Sayfa sayısı belirlemeyecek misiniz? Örneğin, ben en az beş yüz sayfalık kitapları okumayı tercih ederim.” Nasıl da abartmıştı!
Neyse ki Bilge Öğretmen ukalalık yapılmasından hoşlanmayan biriydi. Yoksa Mert’in durumu daha da umutsuz olacaktı. Sarp’a, dalgalı kızıl saçlarının çevrelediği kocaman yeşil gözlerini dikmiş, “Herkes kendi tercihini yapmakta özgür.” demişti. “Sen istersen beş yüz sayfalık kitap okuyabilirsin tabii.” Ardından yine sınıfa dönmüştü. “Ödevinizi teslim etmek için iki hafta süreniz olduğunu unutmayın.”
Mert sıkıntıyla içini çekti. Aslında o anda kendisine neyin iyi geleceğini biliyordu. Gözlerini ekrandan ayırmadan, sandalyenin kenarında asılı duran sırt çantasının yan cebinden kulaklıklarını çıkarttı. Dizüstüne takıp John Bonham’ın bateri solosunu dinlemeye koyuldu. Çok geçmeden bagetlerin yön verdiği ritme bırakmıştı bile kendini. Zaten şarkıların da sözlerine dikkat etmezdi, yalnızca ritimlerini dinlerdi. Kelimelerle arasının iyi olmadığı belliydi işte!
Bateriyle ilk kez geçen yılki okul gezisinde tanışmıştı. Müzik öğretmenleri, sınıfı mezun olduğu konservatuvara götürmüştü. Tüm bir öğleden sonra birbirinden farklı müzik aletlerini denemişlerdi. Aslında epey hareketli bir gün geçirmişlerdi. Arp yerle bir olmaktan son anda kurtulmuştu. Piyanonun kapağı, çocuklardan biri sayesinde piyanistin ellerine inmek üzereyken, kadıncağız parmaklarını son anda çekebilmişti. Muhtemelen müzik öğretmenleri bir daha böyle bir gezi düzenlemeye kalkışmayacaktı.
Mert o gün en çok bateriyi sevmişti, ancak bir daha çalmak için fırsatı olmamıştı. Okullarında bateri yoktu. Eve alınması ise söz konusu bile değildi. Annesi Mert’in, bateri, dediğini duyar duymaz gözlerini devirmişti. “Önce apartmandan, sonra da mahalleden kapı dışarı ediliriz. Sen onun nasıl ses çıkarttığını bilmiyorsun herhâlde! İnsanı sağır eder!” Babası da annesini başıyla onaylamıştı. Gerçi Mert, bateri sözünü duyan babasının kısa bir an için bile olsa gözlerinin parıldadığına emindi.
Aslında sorun, Mert’in baterinin nasıl ses çıkarttığını bilmesiydi ve yine çalamadığından içi içini yiyordu. Bir defasında evde kimse yokken tencereleri ters çevirip, oklavayı baget olarak kullanmayı bile denemişti. Ancak yaşını başını almış yan komşuları, annesini haklı çıkartmaya kararlı olacak ki, bastonunu defalarca duvara vurmaktan hiç çekinmemişti. Böylece tencerelerle oklava yerlerine kalkmıştı. Mert’in bateri çalmakla ilgili hayalleri ise bilinmeyen bir zamana ertelenmişti. O günden beri de yalnızca bateristleri dinlemekle yetinir olmuştu. Müzik ona iyi geliyordu. Tarifi zordu; müzik dinlerken, sanki uzun süre susuz kalmış da artık kana kana su içebiliyormuş gibi hissediyordu.
Sonra, birkaç hafta önce apartmanın girişinde, yerde bir el ilanı bulmuştu. Çevredeki lokantaların evlere yemek servisi verdiklerini bildiren ilanların arasındaydı.
İlanın üst kısmında, yemyeşil geniş bir alana yayılmış, kulesiz bir şatoyu andıran görkemli bir yapının resmi vardı. Resmin altında ise, “Hayallerinizdeki okula kavuşmak bir tık ötenizde!” diye yazıyordu. “Yaz tatilinizi, sadece sevdiğiniz alanda kendinizi geliştirerek geçirmek istiyorsanız, bu fırsatı kaçırmayın! Bize ilgi duyduğunuz alanı da yazarak başvurun!”* Hemen ardından bir e-posta adresi geliyordu: hayallerinizdekiokul@hayallerinizdekiokul. com. Yıldız işaretine karşılık ise ilanın en altına neredeyse okunamayacak kadar küçük harflerle, “Ama elinizi çabuk, gözünüzü açık tutun! Sınırlı sayıda öğrenci kabul edilecektir!” diye eklenmişti.
Mert kapıdan girer girmez, önce internette okulla ilgili hızlı bir araştırma yapmıştı. Ancak hiçbir veriye rastlamamıştı. Oysa e-posta adresine bakılırsa okulun bir de web sitesi olmalıydı. Bu durumu tuhaf bulmakla birlikte, yine de hiç vakit kaybetmeden ilandaki e-posta adresine mesaj göndermişti.
Söze, “Sayın ilgili” diye başlamıştı. Okulu tanıtan el ilanını bulduğunu belirtmişti. Bateri çalmayı öğrenmek istediğini birkaç kez tekrarlamıştı. Kendi e-posta adresini, alıcının göreceğini bildiği hâlde, yine de mesajın altına yazmıştı. Her ihtimale karşı ev adresini ve telefon numarasını da eklemeyi unutmamıştı. Elini çabuk tuttuğunu düşünüyordu.
Ancak onca gün geçtiği hâlde, hâlâ okuldan ses çıkmamıştı. Her gün defalarca hem mesaj gelip gelmediğini, hem de postadan adına gönderilmiş mektup olup olmadığını kontrol ediyordu. Kimi zaman da ilanın anlamsız bir kandırmacadan ibaret olduğunu düşünmeden edemiyordu. Bir reklam şirketinin e-posta adresi toplamak için bulduğu bir yol bile olabilirdi.
O sırada bagetlerin iyice hızlanmasıyla Mert düşüncelerinden sıyrıldı. Dalıp gittiği sırada kütüphane iyiden iyiye loşlaşmıştı. Bakışlarını, salonun bir yanını boydan boya kaplayan, üst kısımları yay şeklindeki pencerelere çevirdi. Loşluğun nedeni anlaşılıyordu; hava kararmaya yüz tutmuştu. Çaresizce kulaklıklarını çıkartıp kitapları yeniden elden geçirmeye başladı.
En üstte Büyük Umutlar duruyordu. Ufacık harflerle yazılmış kelimelerle dolu, altı yüz sayfalık kitap Mert’e hiç de umut vaat etmedi. Üstelik yazarının adı kapağın alt kısmına, küçücük harflerle yazılmıştı. Mert bunu, on binlerce kelimeyi gözünü kırpmadan bir araya getiren Charles Dickens’a karşı yapılan büyük bir saygısızlık olarak gördü. Yine de kitabı okumaya kalkmak yerine, kütüphaneye teslim etmek üzere kenara ayırdı.
Onu kapakları solmuş, sayfalarının kenarları çevrilmekten yıpranmış iki kitap izledi. Biri Tom Sawyer’ın, diğeri ise Huckleberry Finn’in Serüvenleri’ydi. Her ikisi de gözüne okuyamayacağı kadar kalın görünmüştü. Daha ilk cümlelerinden eğlenceli bir kitap olduğu anlaşılan Hababam Sınıfı da yüzlerce sayfaydı.
Az sonra kitapların tamamı, bu defa masanın diğer yanına yığılmıştı. Bu ödevi yapmanın yolunu bulacaktı elbet, ama başka bir zaman. Dizüstü bilgisayarını, masada süs görevi gören defteriyle kalemini ve kulaklığını sırt çantasına yerleştirdi. Çantayı bir omuzuna atıp kitapları yüklendi. Kocaman salonda sağlı sollu uzanan masaların arasından ağır adımlarla ilerlemeye koyuldu.
Kimi masaların üstünden sarkan lambalar yanmaya başlamıştı bile. Çoğu, geç saatlere kadar kütüphanede kalmaya kararlı öğrencilerdi.
Mert bir yandan masalara bakarak yürürken, yan gözle karşısında bir karaltı belirdiğini fark etti. Fark etmesiyle de adamla çarpışması bir oldu. Elindeki kitaplar etrafa saçılırken neredeyse Mert de yeri boylayacaktı. Neyse ki son anda yanındaki masanın kenarına tutunmayı başardı. Böylece sadece sendelemekle paçayı kurtarmış oldu.
Karşısındaki adam, en az Mert kadar şaşkındı. Onun da kucakladığı kitaplar yere saçılmış, yüzündeki ince çerçeveli gözlük bir kenara doğru kaymıştı. Hatta bir an, Mert’e sarkık bıyığı bile yamuk göründü, yerlerinden oynamaları mümkünmüş gibi!
Adam gözlüğünü düzeltip kendine çekidüzen verirken, Mert, “Affedersiniz!” diye mırıldandı. “Benim hatam. Önüme bakmadan yürüyordum.”
Adam, “Sorun değil, evladım.” diye karşılık verdi. “Ben de pek dikkatli yürüyor sayılmazdım.”
Mert eğilip adamın kitaplarını toplamasına yardım ederken aslında hiç de yaşlı olmadığını fark etti. Oysa genellikle yaşını başını almış kimseler, çocukları olacak yaştakilere “evladım” diye hitap ederlerdi. Adamın hem saçları hem de bıyığı simsiyahtı.
Mert topladığı birkaç kitabı adama uzattı.
Adam, “Teşekkür ederim.” deyip hepsini yeniden kucaklamadan önce, kahverengi kareli ceketini düzeltti. O sırada yüzüne çarpık bir gülümseme yerleşmişti. Sonra hiç vakit kaybetmeden, hızlı adımlarla salonun arka tarafına doğru ilerlemeye devam etti.
Mert kendi kitaplarını da toplayıp alt kata indi. Kütüphaneci kadın her zamanki yerindeydi. Çocuğun sadece birkaç saat sonra, ödünç aldığı kitapları geri getirdiğini görünce, “Çok hızlı okuyorsun anlaşılan.” dedi alaycı bir tavırla.
Mert hafifçe kızardığını hissetti. “Okumak için değildi.” diye karşılık verdi. Cümle ağzından çıkar çıkmaz da saçmaladığını anladı. Bu defa, “Bir ödev içindi.” diye geveledi. “Aslında kitaplardan birini seçmek için almıştım…” O hâlâ açıklama yapmaya çalışırken, kütüphaneci çalan telefona karşılık verdi. Bunun üzerine Mert susup telefon konuşmasının bitmesini beklemeye başladı.
Kadın kitap teslim işlemlerini tamamlamak için her kitabı tek tek önündeki bilgisayara kaydetti. Sonra birkaç tuşa daha bastı. Ardından kaşlarını hafifçe çatarak masanın üstündeki kayıt defterinin sayfalarını çevirdi. Yeniden bilgisayarına dönüp tuşlara bastı.
Mert, yolunda gitmeyen bir şey mi var, diye sormaya cesaret edemeden, öylece beklemeye devam etti. Kendi teslimatıyla ilgili ne gibi bir sorun olabilirdi ki? Kitapların hepsini geri getirmişti.
Sonunda kadın, “Bu ödünç aldıklarından değil.” deyip kitaplardan birini Mert’e uzattı.
Mert yüzünde şaşkın bir ifadeyle kitabı eline aldı. Aniden, “Ah!” diye atıldı. Aklı başına gelmişti. “Az önce ikinci katta biriyle çarpıştım. Onun kitaplarından biri herhâlde.” Kadının bir şey söylemesine fırsat vermeden, koşarcasına ikinci kata çıktı. Çarpıştığı adam oralarda bir yerde olmalıydı.
Tam çarpıştıkları yere gelip gözleriyle salonu taradı. Aradığı kişiyi göremeyince masaların arasında koridora dönüşmüş olan yol boyunca, adamın az önce yaptığı gibi salonun arkasına doğru ilerledi. Bir yandan da her masaya göz atıyordu. Az önce kendisinin oturduğu yere genç yaşlarda, kumral biri yerleşmişti; adamdan ise eser yoktu.
Bunun üzerine bir üst kata çıktı. Gözlüklü adama orada da rastlayamayınca omuzlarını silkti. Kitabı kütüphaneciye teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yine koşarcasına kadının durduğu bankoya yaklaştı. “Affedersiniz.” diye söze girdi. “Çarpıştığım kişiyi bulamadım. Size teslim edeyim ben bunu.” deyip kitabı kadına uzattı.
Kütüphaneci, Mert’e boş boş bakarak, “Alamam.” dedi. “Kütüphanemize ait olmayan bir kitabı teslim almam mümkün değil.” Sözlerinin iyice anlaşılmasını sağlamak için son iki kelimeyi vurgulayarak söylemişti.
Mert kitabı elinde evirip çevirdi. Sonra sırt kısmındaki numarayı işaret etti. “Ama nasıl olur? Bakın, burada numarası var: 000187. Kütüphanedeki tüm kitaplarda olduğu gibi…”
“Evet, ama kütüphanemize o numarayla kayıtlı başka bir kitap var zaten. Adı: Pal Sokağı Çocukları. Elindeki kitabın adı ne?”
Mert ancak o zaman, kitabın eskimiş kahverengi cildinde hiç yazı olmadığını fark etti. Hızlı hareketlerle kitabın ilk birkaç sayfasını çevirdi. Ne kitabın ne de yazarın adı vardı. Kitabın künyesinden de eser yoktu. İlk sayfaları kopmuştu. Doğrudan birinci bölüm başlıyordu.
Kütüphaneci bilmiş bir tavırla Mert’e baktı. “Hem bizdeki kitabı ödünç alan kişinin adı İdil Doğan. Senin adının İdil olmadığını, kütüphane kartını görmemiş olsam da anlardım.” Mert’in az önce yaptığı açıklamayı duymamıştı sanki! Dudakları gülecekmiş gibi bir yana büküldü ama gülmedi. O hâliyle nasıl da sevimsizdi!
Mert tam itiraz edip tekrar açıklamaya girişecekti ki, çarpıştığı adamın adının da İdil olamayacağını düşünerek sustu. Zaten daha fazla ısrar etmenin bir anlamı yoktu. Kütüphaneci kararlı görünüyordu. Hafifçe elini kaldırıp kadına teşekkür etti. Ardından ne adını ne de kime ait olduğunu bildiği kitapla kütüphaneden çıktı.
Adam görevini başarıyla tamamlamış, kitabın doğru çocuğun eline geçmesini sağlamıştı. Umarım hayal kırıklığına uğratmaz, diye düşündü. Çocuğa kanı ısınmıştı, yardımsever birine benziyordu. Kitabı sahibine ulaştırmak için nasıl da koşturmuştu. Oysa kitabın asıl sahibi çocuğun ta kendisiydi, her ne kadar henüz bunu bilmiyor olsa da…
Adam derin bir nefes aldı. Elini kısa kumral saçlarına götürüp hararetle kafasını kaşıdı. En kısa zamanda peruklarının markasını değiştirmeliydi. Bıyıkları yapıştırmak için kullandığı tutkalı da. Felaket kaşındırıyordu.
Dışı siyah, içi kahverengi kareli kumaştan özel dikim ceketinin ceplerini yokladı. Numarasız tel çerçeveli gözlük yerindeydi. Peruk ve bıyık da… Onlara yine ihtiyacı olacaktı. Ardından masadaki kitapları toparladı. Bir an önce kütüphaneden çıkıp rapor vereceği kişiyi aramalıydı.
2. Bölüm
Kitap Kurdu İdil
Mert kim bilir kaçıncı kez e-postasını kontrol ettikten sonra, dönem ödevine kafa yormaya karar verdi. Kitap özetlerinin olduğu birkaç internet sitesini ziyaret etti. Özetlerden birini araklamaya çekiniyordu. Hem araklasa bile, işin içinde bir de bilinmeyen deyimleri ve kelimeleri bulması vardı. Kitabın tamamını okumak şarttı. Bilge Öğretmen işini sağlama almıştı. Mert sadece okuması kolay, kısa birkaç kitap önerisi bulmayı umuyordu. Ama dikkatini toplamakta zorlanıyordu. O gün kütüphanede fazlasıyla vakit geçirmişti.
Kütüphane deyince birden aklına adı olmayan kitap geldi. Bir kitap daha karıştıracak gücü var mıydı, bilmiyordu, ama yine de çantasından çıkartıp masaya koydu. Belki bir köşesinde sahibiyle ilgili herhangi bir bilgiye rastlayabilirdi. Eski bir kitaba benziyordu, değerliydi belki de.
Yavaşça sayfalarını çevirmeye koyuldu. Kimisinde altı çizili cümleler göze çarpıyordu ya da boş kenarlara alınmış notlar… Aşınmış bir kitap ayracı bile vardı. Kişisel bir bilgi bulmak umuduyla ayracı evirip çevirdi. Bir tarafındaki kadın yüzü müzelerdeki yağlı boya tabloları hatırlatıyordu. Diğer tarafı siyahtı.
Sayfaları, gözleriyle daha hızlı tarayabilmek için kitabı yan tutup başparmağının altından kaydırmaya başladı. Ancak daha ortasına bile gelmeden kitap açıldı. Çünkü iki sayfanın arasına kalınca bir kâğıt sıkıştırılmıştı. Mert altın renkli parlak kâğıdı sabırsızlıkla eline aldı. “Bu da ne böyle?” diye mırıldandı.
Kâğıdın ortası kolaylıkla ikiye ayrılabilmesi için tırtıklıydı. Hem sol hem sağ kısmında süslü harflerle;
Baraka Kumpanyası
diye yazıyordu. Beraberinde tarih, sıra ve yer numarası vardı. Bunun bir tiyatro bileti olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Oyunun adı ise daha da süslü harflerle ve kocaman yazılmıştı:
Venedik Taciri’nin Bir Yaz Gecesi Rüyası
Mert’in bakışları oyunun adından, yeniden tarihine kaydı. Sadece birkaç gün sonra sahnelenecekti. Kitabın sahibi her kimse yalnızca kitabı değil, tiyatro biletini de kaybettiğine üzülmüş olmalıydı. Mert bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi. Belki yarın tekrar kütüphaneye gidip kütüphaneciyle konuşabilirdi. Kendi fikrine kendi burun kıvırdı. Zaman kaybından başka bir şey değildi, çünkü kadın pek öyle yardımsever birine benzemiyordu. Ne yapacağını bilmeden, kalan sayfaları da karıştırdı. İşine yarayacak bir bilgiye rastlayamadı.
Sonra birden, “İdil Doğan.” diye mırıldandı. Kütüphaneci yanılmış olamaz mıydı? Numaraları benzer kitaplar pekâlâ birbirine karışabilirdi. Değil insanlar, bilgisayarlar bile bazen bilgileri arapsaçına döndürebiliyorlardı. Ya İdil Doğan kitabı çarpıştığım adama ödünç verdiyse, diye aklından geçirdi.
Evet, olasılıkları değerlendirecekti. İdil Doğan’ı sosyal paylaşım sitelerinin yardımıyla bulabilirdi. Kolları sıvadı ve işe koyuldu.
Bir süre sonra annesi kapısını tıklattığında, hâlâ bir şey bulamamıştı. Kadıncağız gözünden uyku akarak, “Yatmıyor musun?” diye sordu. “Yarın sabah kalkamayacaksın sonra!”
“Birazdan yatarım. Bir konu araştırmam gerekiyor da…” Ardından sözlerinin inandırıcılığını artırmak için adsız kitabı kaldırıp gösterdi. “Bununla ilgili.”
Annesi başka bir şey söylemedi. Oğlunu elinde kitapla görmek fazlasıyla şaşırtıcıydı.
Mert, annesinin ardından yeniden bilgisayarının ekranına döndü. “Ne çok İdil Doğan var böyle!” diye homurdandı. Sonra birden gözleri parladı. “Neydi o kitabın adı? Hatırla! Hatırla!” diye kendi kendine söylendi. Dilinin ucundaydı, ama bir türlü aklına gelmiyordu. Bir şey sokağı çocuklarıydı… “Pal Sokağı Çocukları!” diye neredeyse bağırdı.
Bu defa arama motoruna İdil Doğan Pal Sokağı Çocukları, diye yazdı. Ve işte oradaydı: Kitap Kurdu İdil’in Blog’u.
Adresin üzerine tıklayınca blog hemen açıldı. Mert, pembe renkli çiçeklerle bezeli bir sayfayla karşılaşacağını düşünürken, beyaz, gri ve siyah renklerden oluşan oldukça ciddi bir sayfa açılmıştı.
En üst kısmında kitap kurdu kendiyle ilgili birkaç cümle sıralamıştı. 13 yaşında olduğunu ve kitapları nasıl sevdiğini anlatan… Mert bu kısımla pek ilgilenmeyip sayfayı yavaşça aşağıya doğru kaydırdı.
İşte oradaydı! Kitap kurdunun incelediği kitaplar arasında Pal Sokağı Çocukları hemen göze çarpıyordu. Ancak kız bu kitapla ilgili engin bilgisini önceki haftalarda paylaşmıştı! Ardından başka birkaç kitap hakkında daha yazı yazmıştı.
Yani İdil, Pal Sokağı Çocukları’nı çoktan teslim etmiş olabilirdi. Kütüphaneci bu konuda bilgi vermemişti. Kızın kütüphaneden aldığı adsız kitap da aynı numarayı taşıdığından, bilgisayara tekrar Pal Sokağı Çocukları’ymış gibi kaydedilmiş olabilirdi. Olasılıktan ibaret gibi görünse de bu düşünce Mert’in aklına iyice yattı. Hatta, “Tam isabet!” diyerek neredeyse sandalyesinde zıpladı.
Şimdi geriye blog’daki iletişim adresine yazmak kalıyordu. Ancak kızın cevap vermemezlik etmemesi için, Mert yazacağı mesajı dikkatle düşündü. İdil’in bilgiçlik taslamayı seven biri olduğu belliydi. Yoksa ne diye okuduğu kitaplarla hava atmak istercesine blog yazmaya kalksındı ki!..
“Merhaba. Halk kütüphanesinden ödünç alınan bir kitapla ilgili sana danışmak için yazıyorum.”
Mert mesajı gönderdikten sonra gözlerini ekrana dikip beklemeye başladı. Sadece birkaç dakika sonra cevap gelmişti bile.
“Merhaba. Hangi kitapla ilgili? Hakkında makale yazdıklarımdan biriyle mi?”
Mert, makale mi, diye düşünerek güldü. Bu kız kendini köşe yazarı mı sanıyordu?
“Hayır, yani sanmıyorum… Kütüphane kayıt numarası 000187 olan bir kitapla ilgili. Ödünç aldıktan sonra kaybetmiş olabilir misin?”
Mert yine birkaç dakika beklemek zorunda kaldı. Sonunda karşılık geldi.
“Bu Pal Sokağı Çocukları’nın numarası.”
Mert şaşkınlık içinde ekrana baktı. Ne yani, bu kız kütüphaneden ödünç aldığı her kitabın numarasını mı kaydediyordu?
İdil karşılık beklemeden bir mesaj daha yazdı.
“Kitabı kaybetmedim, geçen gün kütüphaneye teslim ettim.”
Mert yanılmadığını düşünerek sevinmeye başlamıştı bile. Bilgiçlik taslama sırası ondaydı.
“Sanırım bir karışıklık olmuş ve iki kitap aynı numarayla kaydedilmiş. Aldığın başka bir kitabın numarası da 000187 olabilir.”
“Şu anda kütüphaneye ait sadece iki kitap var bende. Numaraları farklı. Hem ödünç aldığım kitapların hepsini kaydederim ve aynı numaralı iki ayrı kitap almış olsam fark ederdim.”
Mert, çattık, diye düşündü.
O sırada İdil’den bir mesaj daha geldi.
“Kitabın adı ne?”
“Adı yok.”
“Nasıl yok?”
“Kapağında yazmıyor, ilk sayfaları da kopmuş.”
“Yaa…”
“Bak, bu kitabı kimin ödünç aldığını bulmam lazım.”
“Neden? Yoksa sen Hercule Poirot musun?”
Evet, gerçekten çatmıştı. Ayrıca Hercule Poirot diye birini de tanımıyordu.
“Çünkü sayfalarının arasında, birkaç gün sonrasına ait bir tiyatro bileti var. Sahibi için önemli olabilir.”
İdil cevap vermeden önce kısa bir süre düşündü. Adı olmayan bu esrarengiz kitabı inceleme fırsatını kaçıramazdı.
“Kitabı görebilir miyim? Daha önce ödünç aldıklarımdan biri olabilir.”
“Hepsini kaydettiğini söylemedin mi az önce?”
“Evet, öyle, ama belki çok eskiden aldığım kitaplardan biridir.”
Mert’in bakışları ekrandan kitaba kaydı. Böylesine bilmiş bir kızın, bu kitabı görüp de hatırlamaması mümkün değildi. Yine de, “Yarın saat 4’te, halk kütüphanesinin girişinde buluşalım mı?” diye yazdı.
“Yani saat 16.00’da, öyle mi?”
Mert gözlerini devirmeden edemedi.
“Evet.”
“Tamam. Peki adımı nereden buldun?”
“Uzun hikâye, yarın görüştüğümüzde anlatırım. Unutmadan. Benim adım Mert.”
“Ah! Hercule Poirot olmadığını tahmin etmiştim. Yarın görüşürüz, Mert.”