Loe raamatut: «RAUF VE 2125’LILER KULÜBÜ – GEÇMISTEN GELEN SÖVALYE»

Font:

Yazar Hakkında

1970 yılında İstanbul’da doğdu. Daha okumayı öğrenmeden kitapları eline aldı ve o zamandan beri bırakmadı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1992 ve 1996 yıllarında iki kez Amerika’da bulundu ve bu sırada California Üniversitesi’nde İngilizce öğrenimi gördü. Yazmayı hep istedi, ama doğru zamanın gelmesini bekledi. Doğru zaman ise İtalya’ya yerleşmesini bekledi! 1997 yılından beri İtalya’da yaşıyor. İlk kitabını 2003 yılında yazdı.

İtalyancadan dilimize kitap çevirileri de bulunuyor.

Yazara almilaaydin14@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Alara’ya …


1. BÖLÜM
HABERCİ

2139

Dikenli çalıların arasından can havliyle fırladı. Pantolonunun sol paçası yırtılmış, aşağı sarkıyordu. Gömleğinin sağ kolu dikiş yerinden sökülmüştü. Saçlarının arasına giren birkaç ince dal parçasını, “Bir bu eksikti!” diye söylenerek çıkardı. Yüzü sıyrıklar yüzünden sızlıyordu. Ellerini yaraların derinliğini anlamak istercesine yüzünde gezdirdi. Beklediği kadar kötü olmadığını fark edince içi biraz olsun rahatladı. Nerede olduğunu anlamak için etrafına bakındı. Zifiri karanlıktı. Ay kara bulutların arasına gizlenmişti. Gökyüzünde tek bir yıldız bile görünmüyordu. Berbat bir geceydi. Gözü karanlığa alışana kadar bekledi. Şanssız bir günündeydi. “Bütün terslikler bir araya gelmek için anlaşmaya varmışlar!” diye söylenmeyi sürdürdü. Bir yandan da sarkan paçayı çekip kopardı.

O sırada oldukça yakından gelen bir baykuş sesiyle yerinden sıçradı. Bakışlarını dört bir yanını kaplayan ağaçlarda gezdirdi ama baykuşu göremedi. Hissettiği tatsız ürpertinin nedeni hem soğuk hem de korkuydu. Bir ormanda olduğum kesin, diye düşündü. Isınmak için elleriyle kollarını ovuştursa da bunun bir faydası olmadı. Kaybedecek zamanı yoktu. Bir an önce ormandan uzaklaşıp yola çıkmalıydı. Önce el yordamıyla cebini kontrol etti. Bir kenarının uzunluğu on santimetreyi ancak bulan yassı altıgenin hâlâ yerinde durduğunu anlayınca rahat bir nefes aldı. Altıgen onun dönüş biletiydi! “Artık yola koyulabilirim.” diyerek iç geçirdi.

Attığı her adımda çıtırdayan kuru yapraklar içini daha da ürpertiyordu. Baykuşun sesini yeniden duyunca hızlanması gerektiğine karar verdi. Bir umutla başını gökyüzüne çevirdi; yıldızlar hâlâ görünürde yoktu. Elini pantolonunun arka cebine attı. Işıldayan kare şeklindeki küçücük ekranı çıkardı. Aslında yıldızlara bakıp yönünü bulmayı tercih ederdi ama bu karanlık gece ona, elindeki o şeyi kullanmaktan başka şans bırakmıyordu. Parmaklarını acemice ekranın üstünde gezdirdi. Minik cihaz kuzeye doğru gitmesini işaret etti. Ormandan uzaklaşmak için en kestirme yola doğru adımlarını hızlandırdı.

Rauf pencereyi açıp gökyüzüne baktı. Ne sıkıntılı bir gece, diye düşündü. Bir tek yıldız bile parlamıyordu; koyu karanlığın sonu yoktu. Odasından dışarı yayılan ışık, yoğun siste parıldayan araba farları gibi yalnızca bir iki metre öteyi aydınlatıyordu. Saçlarının arasında gezinen soğuk rüzgâr, yaklaşan kışın habercisi gibiydi. Tüylerinin ürperdiğini hissetti. Pencereyi kapattı. Evlerindeki kütüphanede bulduğu sayfaları sararmış kitaplardan biriyle kendini yatağa attı. Kitabın adı İki Yıl Okul Tatili’ydi. Tam da ihtiyacım olan şey, diye düşünerek gülümsedi.

Yarım saat içinde patika yolu aşmış, ormanın dışına çıkmıştı. Yüzündeki sıyrıklar hâlâ sızlıyordu. Ancak, göğe doğru yükselen binaların ışıklarını uzaktan da olsa seçmeye başlayınca acısını unuttu. Durup bu etkileyici manzaranın tadını çıkarmak isterdi ama onun yerine adımlarını daha da sıklaştırdı. Etrafta kimsecikler yoktu. Kötü düşünceleri zihininden uzaklaştırmak için gideceği adresi aklından geçirdi. Adresi unutsa bile bileğine bakması yeterliydi. Sol bileğindeki, üstünde ismi yazılı olan gümüş halkaya… Gülümsedi. Ne tuhaf bir rastlantı, diye düşündü. Gideceği adres tam da Gümüş Halka Sokağı diye bir yerdeydi.

Elindeki kitabın gürültüyle yere düşmesiyle Rauf aniden gözlerini açtı. Kalbi nedenini bilmediği bir şey yüzünden delicesine atıyordu. Yatağında doğruldu. Bakışları bilinçsizce pencereye yöneldi. Birtakım sesler duyduğunu sanmıştı, ama emin olamadı. Kulak kabarttı. Rüzgârın hafif uğultusundan başka bir şey duyamadı. Ardından saatine baktı. Uykuya yeni dalmış olmalıydı, çünkü henüz gece yarısıydı. “Çok hayal kuruyorsun Rauf.” diyerek kendi kendine söylendi. Esnedi. Ertesi gün okul vardı. Başucu ışığını kapattı. İyi bir uyku çekmek için tam yeniden yatağına uzanmak üzereyken, bir anda penceresinin önünde beliren bir ışık odanın içini gündüze çevirdi. Sanki biri, iki güçlü feneri üstüne doğrultmuştu. Yerinden kımıldamadan öylece kalakaldı. Korkuyla karışık merakla pencereye bakıyordu. “Bu da ne böyle?”

Uyku sersemliğiyle beyninden tuhaf düşünceler geçmeye başladı: Bahçelerine bir helikopter mi inmek üzereydi? Eğer öyleyse böylesine sessiz bir şekilde havada asılı kalması mümkün müydü? Ya da belki de panjurların açık olduğunu gören bir hırsız evi soymaya karar vermişti. “Cama merdiven dayayıp içeri girmeye çalışan hırsız” düşüncesi o an komik gelse de gülecek durumda değildi.

Tüm cesaretini toplayıp ayağa kalktı. Çıplak ayaklarıyla buz gibi zemine bastığında irkilmişti. Yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Işık hüzmeleri aynı yerde asılı duruyordu. Gözlerini odasında gezdirdi. Olası hırsızdan kendini koruyabilmek için bir şey arıyordu. Çalışma masasının üstünde duran ışıklı yerkürede karar kıldı. Göründüğünden çok daha ağırdı. Küreyi eline alırken kendisiyle dalga geçercesine, hırsızın kafasına geçirmek için çok uygun, diye düşündü. Büyük bir olasılıkla küre hedefine ulaşamadan yere düşerdi. Rauf’un adamı görür görmez, küreyi fırlatmak yerine çığlığı basması da mümkündü!

Kalbi hızla atmaya devam ederken, yavaşça beyaz perdeyi çekti. Hırsızla karşılaşmaya hazırdı. Oysa karşısındaki kesinlikle hazır olmadığı bir görüntüydü. Sessizce penceresine yanaşan bir helikopter görse böylesine şaşırmayacağı kesindi. Ağzı bir karış açık bir hâlde geriledi. Yerküreyi iki eliyle sıkıca kavradı.

Işık hüzmeleri kesinlikle bir helikopterden ya da bir el fenerinden yayılmıyordu. Bir çift ayakkabının burnundan çıkıp gecenin ve Rauf’un odasının karanlığını deliyordu.

Ayakkabıların sahibi ise Rauf’un hayatında görmediği kadar sarı saçlı, zayıf, ufak tefek bir çocuktu. Gözlerinin altında bu yaştaki birine ait olmaması gereken halkalar göze çarpıyordu. Günlerdir uyumamış gibiydi. Epeyce bitkin ve sağlıksız görünüyordu. Üstelik üstü başı yırtık, yüzü de çizik içindeydi. Tek canlı yanı cam gibi parlayan mavi gözleriydi… ve bir de gülümsemesi. Sanki gece yarısı havada asılı durmak dünyadaki en olağan şeymiş gibi Rauf’a gülümsüyor ve pencereyi açmasını işaret ediyordu. Rauf korkuyla, uzaylılar, diye düşündü. Arkadaşı Eris’in son günlerde diline doladığı şu var olduğu farz edilen ve uzak bir galaksiye ait bir gezegenden gelen başka türler! Ama Eris onların insana benzediklerinden hiç söz etmemişti.

Çocuk pencereye daha da yaklaştı. Bu yetmezmiş gibi eğilip camı tıklattı. Rauf, ne yapacağını bilemeden ayakta dikilmeyi sürdürüyordu. O sırada çocuk sanki o anda aklına gelmiş gibi heyecanla ceplerini karıştır maya başladı. Dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı. Çabucak açıp pencereye dayadı.

Kâğıdı gören Rauf’un gözleri şaşkınlıktan kocaman oldu. Tüm korkusu uçup gitmiş, yerini sevince bırakmıştı. Hatta kendini uzun süredir hissetmediği kadar mutlu hissetti. Hemen pencereyi açtı. Elindeki küreyi pervazın üstüne bırakıp çocuğun uzattığı kâğıdı çekip aldı. Kâğıdın üstünde bir not yazılıydı, ama Rauf’un asıl dikkatini çeken not değildi; o çok iyi tanıdığı amblemdi. “Geçmişten Gelen Şövalye!” diye mırıldandı. Ardından Hurdacı’nın düzgün bir el yazısıyla yazdığı notu okumaya koyuldu: “Beni unutmadığını umarım…”

Rauf gülümsedi. Unutmak mı, diye geçirdi içinden. Elbette unutmamıştı. Hatta arkadaşlarıyla, Hurdacı’dan söz etmeden geçirdiği tek bir gün bile yoktu. Barakada kulüp toplantıları dışında da sık sık buluşup Hurdacı’nın nerede olduğuna, neler yaptığına dair fikir yürütüyorlardı.

Hurdacı gideli öylesine uzun zaman olmuştu ki… belki de onlara çok uzun gelmişti. Aslında Rauf adamın kendilerini unuttuğunu düşünmüştü. Bir zamanlar Rauf’un hayatını tam bir kâbusa çeviren Geleceğin Anahtarı Şirketi’nin terk edilmiş binasının önünden geçerken aklına hep Hurdacı geliyordu. Bir süre önce şehrin o ıssız ve hiç de tekin olmayan bölgesine gidip Hurdacı’nın dükkânının kirden kararmış camlarından içeri bakmaya çalışmıştı. Hatta dükkâna girmeyi düşünmüştü. Sonra da eski anıları canlandırmanın acı vereceğini hissedip vazgeçmişti. Kendi kendine, “Ne sanıyorsun ki?” diye hayıflanmıştı. “Ansızın dönüp geleceğini mi?”

Hurdacı, yağlı ve kirli giysilerinin içinde, gülümseyen gözleriyle bakan, yüzyılın en genç ve en zeki bilim adamıydı. Rauf’la arkadaşları ise onunla tanışma şansını yakalamışlar ve o unutulmaz günleri yaşamışlardı. Gerçi kimi zaman hep birlikte aynı rüyayı görüp görmediklerini düşündükleri olmuştu. Her şey hayal gibiydi.

Notun geri kalanında, “Herkesi topla! Size ihtiyacım var!” diye yazıyordu.

Rauf gözlerini elindeki kâğıttan alamıyordu. Defalarca bu üç cümleyi okudu. Kelimeler beyninde yankılanıyordu: Beni unutmadığını umarım. Herkesi topla! Size ihtiyacım var!

Dakikalardır suyun altındaymış da oksijensiz kalmış ve odadaki tüm havayı içine çekmek istermiş gibi derin bir nefes aldı. Ancak o anda, elindeki notla ayakta dikilirken nefesini tuttuğunu fark etti. Soluğu normale döndükten sonra bakışlarını karşısında, havada dikilen çocuğa çevirdi.

Çocuk, Rauf’un pervaza bıraktığı küreyi eline almış inceliyordu. Rauf’un bakışlarını üstünde hissedince mavi gözleri masum ve şaşkın bir ifadeyle parladı. Suçüstü yakalanmış gibi yerküreyi pervaza geri bıraktı. “Affedersiniz!” dedi.

Dış görünüşüyle uyum içindeki cılız sesi Rauf’u rahatlatmıştı. Bu sarışın çocuk zararsız birine benziyordu. Ama yine de gecenin bu saatinde penceresinin önünde dikiliyor olmasını açıklamalıydı. Hurdacı’nın notunu ulaştırmak için daha uygun bir yer ve zaman seçemez miydi?

Çocuk, Rauf’un aklından geçenleri okumuş gibi, “Kaybedecek zaman yok. Hemen gitmeliyiz.” dedi. “Diğerlerini bulmalıyız. Hurdacı size bir de mektup iletmemi istedi.” Artık gülümsemiyor, hatta oldukça ciddi görünüyordu.

Rauf, “Mektup mu?” diye sordu. Elindeki not neyin nesiydi o zaman?

Çocuk, “Uzun bir mektup.” dedi. “Yazdıklarını hepinizin birlikte duymasını istedi.”

Rauf, “Hemen çıkalım.” diyerek pencereyi iyice açtı. Ama hemen ardından yaptığı sersemliğe gülerek geri çekildi. Pencereden çıkacak değildi ya! Çocuğa, “Evin diğer tarafındaki giriş kapısında beni bekle.” dedi.

Çocuk başını salladı ve ışık hüzmesi geri çekilip aşağı doğru kayarken, Rauf pencereyi kapattı. Çabucak üstünü değiştirdi. Sırt çantasını kaptı ve elinden geldiğince sessiz bir şekilde odadan dışarı çıktı.

Annesiyle babasını uyandırmadan alt kata indi. Tam evden çıkmak üzere kapıyı açacaktı ki geri dönüp mutfağa daldı. Masanın üstünde duran, Delturude teyzesinin bir gün önce taze taze yapıp getirdiği portakallı kekin yarısını, annesinin kenarları işli mutfak bezlerinden birine sarıp çantasına tıktı. Şu “haberci çocuk” hemen bir şeyler yemezse hâlsizlikten düşüp ölecekmiş gibi görünüyordu. Annesine evden çıktığına dair not bırakmasına gerek yoktu. Kekin yarısının ortadan kayboluşu durumu açıklamaya yeterdi!

Çocuk kapının önünde Rauf’u bekliyordu. Ayakları yere basınca daha da kısalmıştı sanki. Rauf heyecan içinde, “Gidelim!” dedi ve bahçe kapısına yöneldi. Çocuk yine, “Affedersiniz!” dedi. “Sanırım düşüncesizce davrandım, kendimi tanıtmadım. Adım Jak, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.”

Rauf şaşkınlıkla çocuğa bakıyordu. Ne tuhaf bir çocuktu bu böyle! Ne biçim konuşuyordu!.. “Bana siz diye hitap etmeyi keser misin?..” dedi. “Ben de seninle tanıştığıma memnun oldum. Hem düşüncesizce davranmadın. Yalnızca ziyaret için biraz geç bir saat seçtin, o kadar!” Bu sırada bisikletini alıp bahçe kapısından çıkmıştı bile. Jak da hemen ardındaydı. Ayağındaki tuhaf şeylerin şimdi sıradan ayakkabılardan farkı yoktu.

Rauf yüzünde muzip bir gülümsemeyle, “Ayakkabılarından yine ışık saçıp yükselebilir misin?” diye sordu.

Jak, bir yandan Rauf’un bisikletinin arkasına yerleşirken, “Tabii ki!” diye cevap verdi.

Rauf durdu. “Aslında daha iyi bir fikrim var!” dedi.

Gümüş Halka Sokağı boyunca ilerlemeye başladıklarında Rauf’un gülümsemesi tüm yüzüne yayılmıştı.

2. BÖLÜM
GEÇMİŞTEN GELEN MEKTUP

İrene kan ter içinde yatağında doğruldu. Son günlerde bu kâbuslar peşini bırakmaz olmuşlardı. Her şey “Geleceğin Olası Tarihi” öğretmeni yüzündendi. Kafayı İrene’ye takmıştı. Kızın gelecekle ilgili fikirlerini saçma buluyor, aynı ödevleri tekrar tekrar yapmasını istiyordu. İrene ise fikirlerini değiştiremediğinden birbirine benzer ödevleri hazırlayıp duruyordu. Bu da adamı çıldırtıyordu.

İrene, “Kayla ne kadar haklıymış!” diye kendi kendine söylendi. “Bay Tartar dünyanın en örümcek kafalı insanı!”

Aslında Kayla, Bay Tartar’ın örümcek kafalı olduğunu hiç söylememişti. Yalnızca inatçı biri olduğunu yineliyordu. Ama örümcek kafalı sözü nedense İrene’nin çok hoşuna gidiyordu ve her fırsatta tekrarlıyordu. Bay Tartar ise tanıdığı, bu söze en uygun kişiydi.

Mutfağa gidip bir bardak bitki çayı yapmaya karar verdi. Belki böylece her gece, omzuna tüneyen dev bir örümcekle İrene’yi kovalayan Bay Tartar’ın o korkunç görüntüsünü unutabilirdi. Her şey öylesine gerçekti ki!

İrene yataktan kalkınca üşüdüğünü hissetti. Hava iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Üzerine, yatağının kenarındaki sabahlığını geçirdi. Tam ağzını sonuna kadar açıp esneyerek odasının kapısına yönelmişti ki, penceresinden içeri dolan ışıkla yerinden sıçradı. Eğer esniyor olmasaydı çığlığı basacağı kesindi.

Ürkek adımlarla pencereye yaklaştı. Perdesini aralayıp dışarı bakar bakmaz, annesini uyandırmayı bile göze alarak yüksek sesle söylenmeye başladı. Oldukça öfkeliydi. “Sen komik olduğunu mu sanıyorsun? Yüreğime indirdin. Tek becerin sersem bir kuzen gibi davranmak! Bunu senin yanına bırakacağımı sanıyorsan yanılıyorsun. Hem sen nereden buldun o şeyleri?..”

O sırada kapalı pencerenin ardından söylediklerini yalnızca kendisinin duyduğunu fark etti. Rauf pencerenin dışında, ışık demetleri saçan ve ayaklarına birkaç numara küçük gelen bir çift ayakkabıyla İrene’nin hâline kıs kıs gülüyordu. Bunun üzerine İrene pencereyi açıp, “Hain kuzen!” diye bağırdı.

Rauf, İrene’nin dağınık saçlı ve gözleri fal taşı gibi açılmış hâliyle dalga geçerken çok eğleniyordu. Ancak Jak’ın aşağıdan, “Geç kalıyoruz!” diyerek onu uyarması üzerine ciddileşti. Kuzinine, “Hemen hazırlan, gidiyoruz.” dedi.

Sesin geldiği yere bakan İrene’nin öfkesi, sapsarı saçlı çocuğu görünce daha da arttı. Bir yandan dağınık saçlarını düzeltmeye çalışırken, bir yandan da Rauf’u, “Beni gece yarısı hiç utanmadan korkutuyorsun ve bir de yanında seyirci mi getiriyorsun?” diye azarladı. “Ben hiçbir yere gitmiyorum.”

Rauf birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, “Hurdacı’dan haber var.” demekle yetindi. Eski dostları Hurdacı’nın isminin bile İrene’nin üstünde yaratacağı etkiden emindi. Ve tam da beklediği gibi oldu.

Hurdacı’nın adını duyan İrene’nin kızgınlığı yerini şaşkınlıkla karışık bir sevince bıraktı. Pencereyi Rauf’un yüzüne kapatıp hızla hazırlanmaya başladı. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Demek Hurdacı iyiydi. Kim bilir şimdi neredeydi? Çocukları neden bu kadar zamandır habersiz bırakmıştı?.. Nasıl olsa bu soruların cevaplarını birazdan öğrenecekti.

Kendini evden dışarı atmak üzereyken annesiyle burun buruna geldi. Delturude kızının telaşlı hâlini görünce hiç şaşırmadı. İrene’nin sıra dışı davranışlarına alışmıştı. Gerçi bu davranışlar arasında gecenin bir yarısı evden fırlamak yoktu. Tam ağzını açıp söylenmek üzereyken, İrene, “Rauf’la yapmamız gereken bir ödev var. Dışarıda beni bekliyor.” dedi. “Yıldızlarla ilgili bir araştırma!”

Delturude kafasını uzatıp bir tek yıldız bile görünmeyen gökyüzüne baktı. “Doğru bir gece seçmişsiniz!” dedi alaylı bir şekilde. Ancak Rauf’a güveni tam olduğundan başka bir şey söylemedi. Çılgın kızı bisikletini alıp, yeğeni ve yanlarındaki o ufak tefek çocuk aceleyle uzaklaşırken arkalarından bakmakla yetindi.

Jak, “Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu. Oldukça bitkindi. Yüzündeki sıyrıklar canını daha da fazla yakmaya başlamıştı.

Rauf, “Diğerlerine haber vermeye…” dedi.

Jak, “İşinize burnumu sokmak istemem ama daha hızlı bir iletişim sisteminiz yok mu? Böyle ev ev dolaşmak…” diye mırıldandı.

İrene’nin Rauf’a olan kızgınlığı geçmemişti. Işık saçarak yükselen ayakkabıların sahibi Jak olduğundan, sinirini ondan çıkarmakta bir sakınca görmedi. “Ne yazık ki bizim ışık saçarak uçan ayakkabılarımız yok.” diye söylendi. “Yalnızca yerden iki karış yükselen bisikletlerimiz var!” O sırada bisikletinden gelen seslerle irkildi. “Üstelik benimki şu anda enerji sorunu yaşıyor.”

Rauf kuzinine ters ters baktı. İrene’nin bu vurdumduymazlığı bir gün başlarına iş açacaktı. Yine de susmayı tercih etti. Kızı daha fazla kızdırmaya niyeti yoktu. “İşte geldik!” diye fısıldadı. Erislerin yaşadığı evin önüne varmışlardı. Ancak bu kez Rauf cebindeki telefonu çıkarıp arkadaşına mesaj göndermeyi yeğledi. Evdekileri ışık hüzmeleriyle ayağa fırlatmanın bir anlamı yoktu.

Eris onlara katılırken, Rauf çoktan Kayla’ya da mesaj göndermişti. Hurdacı’dan haber geldiğini, acil bir durum olduğunu ve barakaya gelmesini tembihlemişti.

Barakaya vardıklarında Kayla’yı kendilerini beklerken buldular. Üstelik çiçekli pijamalarıyla Çağla’yı da yanında sürüklemişti. Arkadaşlarının yanında tanımadığı bir çocuk olduğunu gören Çağla, biraz da utanarak montunun fermuarını çekiştirdi. “Üstümü değiştirecek zaman bulamadım…” diye mırıldandı. O sırada gözü Kayla’ya kaydı. Arkadaşının bakışlarını fark eden Kayla, “Hurdacı ve acil bir durum kelimeleri aynı cümlede kullanılıyorsa pantolona uygun çorap seçmekle zaman kaybedilmez.” dedi.

Çağla tam, “Ama…” diyerek söze girmişti ki Jak, “Gerçekten kaybedecek zamanımız yok.” diye atıldı. Hemen ardından cebinden mühürlü bir zarf çıkarıp Rauf’a uzattı.

Zarfın üstündeki mührü gören çocuklar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Birbirine geçmiş iki G ve bir Ş harfi heyecanlarını iyice arttırmıştı. Bir ağızdan, “Geçmişten Gelen Şövalye!” diye mırıldandılar.

İçlerinde en sabırsız görünen Eris’ti. Rauf’a, “Hemen aç!” dedi. Barakanın orta yerindeki, kütüklerden yapılma toplantı masasının çevresine yerleştiler. Rauf kısa kütükten yapılma başkanlık koltuğuna oturdu. 2125’liler Kulübünün başkanı hâlâ oydu. Bordo renkli mührü kırıp içinde ki kâğıdı zarftan çıkarırken hepsi nefeslerini tutmuştu. Barakanın içinde çıt çıkmıyordu. Tek duyulan rüzgârın uğultusuydu.

Rauf dörde katlanmış mektubu açıp masaya koydu. Arkadaşlarının bakışları üstündeydi. Hepsi sabırsızlık içindeydiler, ama o anın büyüsünü bozmaktan korkarmışçasına sessizce bekliyorlardı.

Rauf önce Hurdacı’nın siyah tüy kalemle yazdığını tahmin ettiği mektuba baktı. Hurdacı’nın eskiye olan düşkünlüğünü hepsi biliyordu. Gözüne ilk takılan mektubun sağ üst kısmındaki tarihti ve Rauf’un irkilmesine neden olmuştu. Ekim 1904 yazıyordu.

Rauf okumaya başlamadan önce yutkundu ve tarihi arkadaşlarının da görebilmesi için mektubu onlara doğru uzattı. Hepsi nefeslerini tutarak Rauf’un işaret ettiği noktaya baktılar. Heyecanlarını bastırmakta zorluk çekiyorlardı. Hurdacı’nın mektubu çok uzaklardan geliyordu, tam 235 yıl öncesinden!

Rauf heyecanını yenip okumaya başladı.

“Sevgili arkadaşlarım,

Bu satırları okuduğunuza göre Jak görevini başarıyla tamamladı demektir. Aslında görevinin ilk aşamasını gerçekleştirdi demek daha doğru olacak. Çünkü görevi sizi bana getirdiğinde tamamlanacak.”

Rauf mektuba ara verip başını kaldırdı. Sanki mektubu okuyan ses ona ait değildi. Kendi ağzından dökülen son cümleye inanamıyordu. Hurdacı’nın yanına, 1904 yılına mı gideceklerdi? Diğerleri de hayretle bakıyorlardı. Konuşmak yerine mektubun kalanını duymayı yeğlediklerinden hiçbiri ağzını açmadı.

“Sizi bunca zamandır habersiz bıraktığım için üzgünüm. İnanın, sizin beni merak ettiğiniz kadar ben de sizi merak ettim. Ancak henüz geçmişten geleceğe mektup gönderen bir posta sistemi kurmanın yolunu bulamadım. Üzerinde çalışmam gereken daha önemli işler vardı. Neredeyse hiç uyumadan günlerdir çalışıyorum. Yakındığımı sanmayın, bilim fedakârlık gerektirir! Yalnızca hatırınızı sormak için ise Jak’a böylesine zorlu bir yolculuk yaptıramazdım. Işık enerjisine dönüşmek gerçekten yorucu. Üstelik bu sırada başka bir zamana akmak insanı bitkinleştiriyor. Ama zaten bunu siz de anlayacaksınız.

Yakında görüşecek olmamız elbette sevindirici. Fakat bu zorunlu bir görüşme olacak, çünkü çözümlenmesi gereken önemli bir sorunla karşı karşıyayım. Sizin yardımınıza ihtiyacım var.

Yazdıklarımı dikkatlice okumanızı istiyorum, geri dönüp eksikleri tamamlayacak fırsatımız olmayacak.

Hurdacı dükkânında bulunan laboratuvarımdaki çekmecelerden birinde, kahverengi kapaklı küçük bir not defteri var. Oradan ayrılırken yanıma almayı unutmuşum ve içindeki kimi formüllerin bana çok yardımı olacak. Karşınızda laboratuvar yerine hurdalarla dolu bir oda bulacaksınız. Ama o görecekleriniz aslında bir hologramdan ibaret. İçeri davetsiz bir misafirin girmeye kalkışabileceğini düşünerek aldığım bir önlemdir. İrene hafızasını yoklayarak laboratuvarın eski hâlini gözünde canlandırırsa çekmecelere el yordamıyla ulaşabilir.

Bu işin kolay kısmı. Asıl zor olan Geleceğin Anahtarı’na girmek olacak. Binanın hâlâ boş olduğunu varsayıyorum. Yoksa içeri girmeniz ve istediklerimi yapmanız güçleşecektir. Tatsız anıları canlandıracağını biliyorum, ama Santini’nin en üst kattaki odasında, kaçarken yanına alamadığı bir hologram taşıyıcı olacak. Onu bulmanız ve bana getirmeniz gerekiyor.

Bir de biraz tuhaf bir istek olacak ama Rauf’un büyükbabasının çalışma masasında gümüş saplı bir mektup açacağı var. Onu da almayı unutmayın.

Ve son olarak oradan ayrılmadan önce mutlaka Bayan Saçak’a durumu anlatın, elbette selamlarımı iletmeyi de unutmayın. Birinin ailelerinizi, aslında ortadan kaybolmadığınıza ikna etmesi gerekecek. İkna konusunda Bayan Saçak’ın eline kimse su dökemez! Okulla ilgili bir araştırma için görevlendirildiğinizi söyleyebilir. Ya da belki o daha inandırıcı bir bahane bulur.

Elinizi çabuk tutun, zaman en büyük düşmanımız ve elbette Santini de öyle!”

Mektup bittiğinde barakaya çöken sessizlik sadece birkaç saniye sürdü. Ardından her kafadan bir ses yükselmeye başladı.

Kayla, “Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.” dedi. “Geleceğin Anahtarı, Bay Santini, hurdacı dükkânı… Daha birkaç saat öncesine dek her şey çok eskide kalmış gibiydi. Oysa şimdi… yeniden başa mı dönüyoruz?”

Rauf, Kayla’yı onaylarcasına başını salladı. Sonra gözleri Jak’a kaydı. Belki de o neler olup bittiğini açıklayabilirdi. Ancak çocuk az öncesinden daha da bitkin görünüyordu. Gözlerinin altı iyice çökmüştü.

Rauf’un bir şey sormasına fırsat vermeden, “Ben yalnızca sizi Hurdacı’nın yanına götürmek için buradayım.” dedi. Sonra da etrafına göz atarak, “Yiyecek bir şeyler var mı?” diye sordu. “Kendimi çok bitkin hissediyorum.”

Bunun üzerine Rauf yerinden fırlayıp sırt çantasından portakallı keki çıkardı. Keki gören Jak’ın gözleri yeniden parladı. O iştahla atıştırırken, Rauf düşünceli bir tavırla, “Demek ki neler olduğunu Hurdacı’yla karşılaşmadan anlayamayacağız.” dedi. “Önce istediği şeyleri bulalım.”

Eris, “Zamanımızın az olduğunu ima etmiş, ama ne kadar zamanımız olduğunu yazmamış.” diye homurdandı. Geleceğin Anahtarı’na dönme fikri onun da en az diğerleri kadar hoşuna gitmemişti. Labirent Alarmı’na yakalandıkları anı hâlâ hatırlıyordu.

İrene, “İşte bu yüzden elimizi çabuk tutmalıyız.” diye atıldı. “İşe en kolayından başlayalım. Dükkâna gidip şu defteri bulalım.”

Rauf kuzinini, “Tamam.” diyerek onayladı. Sonra da, düşünceli bir tavırla, “Hurdacı, büyükbabamın çalışma masasında mektup açacağı olduğunu nasıl biliyor?” diye sordu. Aslında kendi kendine konuşuyor gibiydi. Ama İrene, “Bunu bilmeyecek ne var? Herkesin çalışma masasında bir mektup açacağı olur.” dedi.

“Doğru, ama gümüş saplı olduğunu da belirtmiş. Bence tuhaf bir istek! 1904 yılında mektup açacağı kıtlığı yaşanıyor olmalı!”

Kayla aceleci bir tavırla, “Bunu da Hurdacı’ya sorulacaklar arasına eklersin.” dedi. “Eee, ne yapıyoruz? Gecenin bu saatinde dükkânın olduğu o ürkütücü yere mi gidiyoruz?”

Rauf arkadaşına, “Sanırım başka seçeneğimiz yok.” diye karşılık verdi. Eski anılar canlanmak üzereydi.

Hurdacı laboratuvarında sabırsızca bir ileri bir geri yürüyordu. Çocukları alıp getirmesi için Jak’ı 2139’a göndermekle doğru yapıp yapmadığından emin değildi. Onları tehlikeye atmak, yapmak isteyeceği son şeydi. “Sanki başka çaren var mıydı?” diye kendi kendine söylendi.

Birkaç gün önce Santini’yle karşılaştığı o anı yeniden düşündü. Santini’nin neyin peşinde olduğunu bilmek için yıldız falcısı olmaya gerek yoktu! Bilim Müzesine giderken burun buruna gelmişti. Her ikisi de bu karşılaşmayı beklemiyordu. Birbirlerine tehditkâr bakışlar savurmuşlardı. Hurdacı kendini düello yapmak üzere olan bir şövalye gibi hissetmişti. Ancak bu düello için kılıçtan fazlası gerekiyordu. Üstelik Santini’den daha hızlı davranmalıydı. Hologramlar işini kolaylaştıracaktı. Şu not defteri eline geçer geçmez işe koyulacaktı.