Loe raamatut: «RAUF VE 2125'LILER KULÜBÜ – ZAMANIN TUTSAKLARI»

Font:
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

GEZGİN DEDEKTİFLER DİZİSİ

• Eski Evin Kiracıları

• Palmiye Sokak No. 5

• Macera Peşinde

• Safir Taşlı Maske

• Tapınaktaki Sır

HUYSUZ, SAKAR VE YALNIZ BAY KUŞ’UN ANILARI DİZİSİ

• Pigretto’daki Anıları

• Letargo’daki Anıları

• Monello İlkokulundaki Anıları

• Isola’daki Anıları

• Korsan Kapkara Bay Kuş

RAUF VE 2125’LİLER KULÜBÜ DİZİSİ

• Geleceğin Anahtarı

• Geçmişten Gelen Şövalye

ORMAN EVİNDEKİ SIRLAR DİZİSİ

• Elmas Broş

• Saklı Hazine

Yazar Hakkında

1970 yılında İstanbul’da doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1992 ve 1996 yıllarında kısa bir süreliğine Amerika’da bulundu. Aynı yıllar içinde Kaliforniya Üniversitesinde İngilizce öğrenimi gördü.

1997 yılından bu yana eşi ve kızıyla birlikte İtalya’da yaşamını sürdürmektedir.

Yazara;

www.almilaaydin.com

info@almilaaydin.com

adresinden ulaşabilirsiniz.

Alara'ya…


1. BÖLÜM
TUTSAK

(Belirsiz bir zaman…)

Sonu olmayan karanlığın içindeydi. Nerede olduğunu bilmiyordu. Anlamasını sağlayacak hiçbir veri yoktu. Sanki tüm görüntülerle birlikte sesler ve kokular da emilmiş, yok olmuştu. Oysa karanlık, sesleri ve kokuları örtemezdi. Onun gücü sadece görüntülere yeterdi. Birden kendini yapayalnız hissetti. Bu his hızla güçlenerek korkuya dönüştü. Korkusunu yenmek için var gücüyle bağırmak istedi. Herhangi bir ses duymalıydı. Bu kendi sesi bile olsa onu rahatlatacaktı. Ağzını sonuna kadar açtı, ama sesi çıkmadı. Korkusu artarak önüne geçemediği bir paniğe dönüştü.

Sonra birden uzaklardan boğuk bir ses çarptı kulağına. Kelimelere dönüşmüyor, uğultu olarak büyüyerek yaklaşıyordu; oldukça hızlıydı. Artık tam dibindeydi, kulaklarını sağır edecekmişçesine yükselmişti. Ancak buna rağmen sesin sahibini göremediği gibi varlığını da hissedemiyordu. Beyni çatlayacakmış gibiydi.

İşte tam o anda ses ona dokundu; kelimelere dönüştü: “Uyan!” Hatta omuzlarından sarsmaya başladı. “Uyansana!” Ardından etrafa titrek bir mum ışığı yayıldı. Bir çift soluk mavi gözle karşılaşınca derin bir uykudan, korkunç bir kâbustan uyandı. Ter içindeydi, oksijene ihtiyacı vardı. Bulunduğu yerdeki tüm havayı içine çekmek istedi. Ancak o zaman ufacık odanın keskin, pis kokusuyla sarsıldı. Beyni onu kokuları ayırt etmeye zorluyordu, ama bundan kaçındı.

Onun yerine gözleri, eşyasız ve bir hücreden farksız odanın duvarları ile demir kapının üzerinden kayıp yeniden o mavi gözlerle buluştu. Sapsarı, darmadağın saçlarla çevrelenmiş; kirden kararmış, incecik soluk surattaki tek yaşam belirtisiydi bu gözler. Her ne kadar öyle görünmese de, gözler gencecik bir kıza aitti ve içinde tanımlayamadığı bir ışıltı barındırıyordu.

Soluk suratta birer çizgiye dönüşmüş dudaklar, “Nerede kaldın?” diye sorduğunda, artık iyice kendine geldiğini hissetti. Buz gibi soğuk taşın üstünde dirseklerinin yardımıyla yavaşça doğruldu. Hep aynısı oluyor, diye düşündü. Bu yolculuklara asla alışamayacaktı. Karanlığın içindeyken, orada ne aradığını asla hatırlayamayacaktı. Her defasında gözlerini açana dek, aynı korkuyu yaşamak zorundaydı.

Uzandığı yerden iyice doğruldu. Güçlü ve sağlıklı yapısı, temiz görüntüsü ve yeni sayılabilecek giysileri, bulunduğu ortama nasıl da aykırıydı. Genç adam alnına düşen siyah saçlarını geriye itip kızın gözlerinin içine baktı.

Siyah saçlı genç adam sefil odada yoktan var olurcasına belirdiği hâlde, soluk mavi gözler bu duruma hiç şaşırmamış gibi bakıyorlardı. Kız, “Nerede kaldın?” diye tekrarladı. Nereden çıktın ya da buraya nasıl geldin, değil de, nerede kaldın?

Ardından yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. Cevap beklemeden, “Beni unuttuğunuzu düşünmeye başlamıştım.” dedi. “Bu hücrede bir tutsak olarak ölüp gideceğimi… Her şeyimi elimden aldılar… Geri dönemedim…” Konuşurken kızın gözlerinde hafif bir parıltı belirdi. Ağlamamak için çaba sarf ettiği belliydi.

Genç adam daha fazla zaman kaybetmeden, yavaş hareketlerle ayağa kalktı. Kafası neredeyse odanın tavanına değiyordu. Kızın beline sarıldı. İkisi de odanın berbat kokusunun ciğerlerine dolmasına aldırmadan derin bir nefes aldılar. Genç adam cebindeki altıgeni kavrarken, pis hücrenin görüntüsü geride kalmıştı bile. Yalnızca bir an sürdüğü hâlde, onlara hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dönüş yolculuğu için karanlığın içine dalmışlardı.

2140

Şehir merkezinin canlılığı ardında kalarak gücünü kaybederken, Rauf bisikletinin üzerinde, ona oldukça tanıdık gelen sokağa daldı. Hurdacı, dükkânını terk ettiğinden beri sokakta değişen bir şey olmamıştı. Aynı soluk yüzlü eski binalar, aynı kırık sokak lambaları, gündüzleri bile hissedilen aynı kasvet… Rauf yerde uçuşan kâğıtların bile aynı olduğuna yemin edebilirdi.

Evden çıkmadan, bisikletinin enerji kapsülünün dolu olup omadığını kim bilir kaç kez kontrol etmişti. Çünkü o sokakta tek başına enerjisiz kalmak isteyeceği son şeydi. Hem dönüş yolunda yükü de olacaktı. Delturude teyzenin siparişleri!..

Daha birkaç saat önce, Delturude elinde koca bir tepsi portakallı kurabiye ile kız kardeşini ziyarete gelmişti. Fırından yeni çıkmış kurabiyelerin kokusunu ta odasından alan Rauf mutfağa dalmak için bir an bile tereddüt etmemişti. Ancak bu pek de Rauf’un yararına olmamıştı. Kurabiyeleri yemesine yemişti ama Delturude onu görür görmez küçük bir ricada bulunmaktan da geri kalmamıştı. Evdeki perdeler için yeni kornişlere ihtiyacı vardı; süpürgesinin sopası kırılmıştı; serpilen çiçekleri için ise iki büyük saksı gerekiyordu. Rauf şehrin diğer tarafına gidip bu “acil” ihtiyaçları bir çırpıda alabilir miydi?

Rauf, ağzındaki kurabiyeleri püskürtmemeye çalışarak, “İrene alamaz mı? O nalburun yerini benden daha iyi bilir.” diye karşılık vermişti.

Bunun üzerine Delturude neşeli kahkahalarından birini savurmuştu. “İlahî çocuk! Kuzinini tanımazmışsın gibi konuşuyorsun. Tam ihtiyacım olduğunda ortadan kaybolmakta üstüne yoktur onun!”

Rauf, içinden İrene’ye söylenerek teyzesinin elindeki listeyi alırken, Delturude saksıların rengi ve biçimi konusundaki tembihlerini sıralamayı ihmal etmemişti. Rauf üstünü değiştirmek üzere odasına giderken ise bu kez kız kardeşi Rita’ya, portakal kabuğundan tamamen doğal yollarla ürettiği esansı anlatmaya koyulmuştu. Yanında getirdiği küçük cam şişeyi açmasıyla keskin olmakla birlikte hoş bir koku etrafı sarmıştı. “Artık bütün giysilerimiz mis gibi portakal kabuğu kokacak.” diye şakımıştı. Rauf hiç vakit kaybetmeden, evi dolduran teyzesinin sesi ve o kokulu, uçucu sıvı arasından sıyrılarak kendini dışarı atmıştı.

Neyse ki nalburu bulması zannettiğinden kolay oldu. İçeri girip sırasını bekledi ve elindeki kâğıdı tezgâhtaki adama uzattı. Adam bir süre Delturude’nin yazısını okumaya çalışıyormuş gibi gözlerini kıstı. Ardından kahkahayı patlattı. Rauf, adamın neye güldüğünü anlamıştı. Teyzesinin basit bir kornişle ilgili yazdığı detaylar gülünmeyecek gibi değildi. Köşeli değil, yuvarlak korniş istiyordu. Krem rengine çalmamalıydı, buz beyazı olmalıydı. Raya oturan rulet ile perdenin takıldığı halkanın arasının kaç milimetre olması gerektiğini bile belirtmişti. Nalbur, “Umarım bu siparişi veren annen değildir evlat!” diyerek Rauf’a takıldı. Rauf, “Teyzem.” diyerek kısa kesti. Nalbur içi rahatlamış gibi gülümsedi. “Neyse ki, yoksa zor bir hayatın olduğunu düşünerek senin için üzülürdüm.”

Adam gülümsemesini sürdürerek ortadan kayboldu. Bir süre sonra elinde birkaç süpürge sopası ve kornişlerle geri döndü. “Süpürge sopasıyla ilgili detaylar yetersiz!” derken, az önceki kahkahanın aynısını patlattı. Adamın alayları karşısında Rauf’un canı iyice sıkıldı. İşini bitirip bir an önce eve dönmek istiyordu.

Nalbur hâlden anlarmış gibi ciddileşti. “Sen bu süpürge sopalarının hepsini al.” dedi. “Teyzen beğendiğini kullansın, diğerlerini buraya yolun düştüğünde geri getirirsin. Hiç acelesi yok. Parasını da o zaman ödersin. Süpürge sopalarını satabileceğim aklıma bile gelmezdi. Geçen yüzyıldan kalma olabilirler!”

Rauf içini çekti. Eğer nalbur teyzesini tanısaydı, değil geçen yüzyıldan, Taş Devrinden kalma olduğunu bile sanabilirdi. Er ya da geç o sokağa geri dönme fikri Rauf’un pek hoşuna gitmemişti. Ancak teyzesinin, “İlahî çocuk! İstediğim süpürge sopası bu değildi ki!” diyen sesini duyar gibi oldu. Teyzesi nasıl olsa Rauf’u nalbura yeniden yollamanın bir yolunu bulurdu. Bu yüzden Rauf, tamam, dercesine başını salladı.

Nalbur, “Bende saksı yok.” diye devam etti. “Az ileride bahçe malzemeleri satan bir dükkân var, orada bulabilirsin.”

Rauf, adama teşekkür edip kornişlerin parasını ödedi. Adam sopadan farksız olan süpürge sopaları ile kornişleri sıkıca bağladıktan sonra Rauf’a uzattı ve o da dükkândan çıktı. Tek eliyle kullandığı bisikletiyle hafifçe havalanırken, ipinden kavradığı kornişlerle sopaları düşürmemek için gayret gösteriyordu. “Saksıları nereye sıkıştıracağım?” diye endişeyle söylendi. Bir yandan bahçe malzemeleri satan dükkâna bakınıyordu. Görünürde, önünde çiçek içinde saksıların yığılı olduğu bir dükkân yoktu. O sırada gözüne, metal bir tabelanın üzerindeki silik yazı çarptı:

Serpil Bahçecilik

Ev bitkileriniz ve çiçekleriniz en çok bizimle serpilir! Yeni saksılarımızı denemeyi unutmayın!

Rauf gülümsemesine engel olamadı. Bu nasıl bir tabelaydı böyle? Tabelanın altındaki oku takip etmeye karar verdi. Ara sokağı işaret ediyordu. Nalburun sözünü ettiği dükkân burası olmalıydı.

Ara sokak karanlık ve pis görünüyordu. Rauf’u tuhaf bir ürperti sardı. İnsanın içini böylesine karartan bir yerde çiçek satmak kimin aklına gelirdi ki! Bir an önce saksıları alıp oradan uzaklaşmak için sabırsızlanıyordu.

Bir süre ilerledi, görünürde yalnızca terk edilmiş binalar vardı. Aniden yanlış yere geldiği izlenimine kapıldı. Silik tabela belki de eskiden kalmaydı. O sırada serin bir rüzgâr yüzünü yalayıp geçerken, yerdeki kâğıtları da savurdu. Rauf kalp atışlarının hızlandığını fark etti. Korkacak bir şey yok, diye kendini telkin ederken, geri dönmek için ani bir hareketle bisikletin gidonunu çevirdi. Havada bir yana doğru savrulan bisiklet dengesini kaybetmesine neden oldu. Sopalarla kornişler elinden düştü ve Rauf kendini yerde buldu. Bisikleti hâlâ bir yana yatık hâlde havada asılı duruyordu.

Pantolonu yırtılmış, dizi sıyrılmıştı. “Bir bu eksikti!” diye söylendi. Hemen ayağa fırlamak yerine, biraz güç toplamak için yere oturdu. İp kopmuş, kornişlerle süpürge sopaları ortalığa dağılmıştı. Hepsini topladı ama sopalardan biri rüzgârla tıngırdayarak tahta kutuların yığılı olduğu bir binanın önüne doğru sürükleniyordu.

Rauf gözden kaybolmadan onu almak için yavaşça ayağa kalktı. Kutulardan birine takılıp duran süpürge sopasına doğru yürüdü. O sırada rüzgâr da hafiflemişti. Etrafın sessizliği tüyler ürperticiydi.

Eğilip elini uzun sopaya uzattığı sırada kutuların arasından güçlü bir ses duyuldu. Rauf korkuyla geriye sıçrarken, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Hızla oradan uzaklaşmakla, gürültünün neye ait olduğuna bakmak arasında kararsız kaldı. Ancak merakı kararsızlığını yendi. Önce süpürge sopasını yerden alıp sıkıca kavradı. Belki kendini koruması gerekebilirdi. Ardından kutuların arkasına dolandı.

Rauf gördüğü karşısında olduğu yere çakılıp kaldı. Sırtı dönük siyah saçlı bir adam bir kızı belinden kavramıştı. Ayakta öylece dikiliyorlardı. Kız Rauf’un geldiğini duymuş gibi aniden başını çevirdi. Yüzüne yapışmış sarı saçların çevrelediği soluk mavi gözler şaşkınlıkla karışık bir korkuyla parladılar.

Havaya Rauf’a oldukça tanıdık gelen bir koku yayılıyordu. Hemen oradan gitmesi gerektiğini hissetti. Adamın başını çevirmesine fırsat vermeden, uçarcasına uzaklaştı. Bisikletine binip sokağın girişine doğru kayarken, yere eğilip diğer süpürge sopaları ile kornişleri de aldı. Atından eğilerek düşen kılıçlarını toplayan bir şövalye gibiyim, diye düşünürken, yüzüne çarpık bir gülümseme yayıldı. Şövalye… koku… gözler… soluk mavi gözler… tanıdık bakışlar… Evet, o bakışlarla daha önce karşılaştığına emindi. Ama nerede?..

Nalburun önünden geçerken kalbi eski ritmine kavuşmuş, içini nedenini bilmediği bir heyecan kaplamıştı. Birden o gözlere yeniden bakmak için inanılmaz bir istek duydu. Ve içinden bir ses bunun için çok beklemeyeceğini söylüyordu.

2. BÖLÜM
HUZURSUZ EDEN DÜŞÜNCELER

Bayan Saçak otobüsü kaçırmamak için durağa doğru hızla yürüyordu. Belden aşağıya bollaşarak neredeyse bileklerine kadar inen eteği, onu olduğundan da kısa göstermekle kalmıyor, ayaklarına dolandığından işini de zorlaştırıyordu. Ancak otobüsü kaçırmamak için başka çaresi yoktu. Hava kararmaya yüz tutmuştu ve bir sonraki otobüs gelene kadar iyice kararmış olacaktı. Karanlık havada şehrin o kısmı pek güvenli bir bölge değildi. Yetmezmiş gibi elindeki kendi elleriyle ördüğü fileler gittikçe ağırlaşıyordu sanki… O sabah aniden yeni bir yatak örtüsüne ihtiyacı olduğuna karar vermişti. Çiçek motifli bir örtü yapmak için düzinelerce kuka almıştı. Fileler işte bu renkli dantel yumaklarla doluydu.

Nefes nefese koştururken, biraz abarttım sanırım, diye geçirdi içinden. Ardından ister istemez kendi kendini abartmadığına dair ikna etmeye çalıştı. İkna Kabiliyetini Geliştirme dersi öğretmeni olmanın en kötü yanı, her an birini ikna etmeye çalışmaktı. Üstelik Bayan Saçak yanında kimse yoksa, kendi kendini bile ikna etmeye çalışacak kadar ileri giderdi.

O sırada sert bir rüzgârla etekleri savruldu. Hemen ardından, yanından geçen otobüs az ilerideki durağa yanaştı. Bayan Saçak iyice hızlanıp, otobüs şoförüne sesini duyurmak için var gücüyle bağırdı. Ama şoförün onu duyması imkânsızdı. Otobüs, duraktan hızla uzaklaşırken, Bayan Saçak elindeki fileleri yere bıraktı. Bir yandan da kendine kızdı. Her şey dükkândan çıkmadan önce gördüğü o portakal rengi kukalar yüzündendi. Satın aldığı diğer renklere uymayacağını bile bile o kukalarla boşuna onca zaman kaybetmesiydi, şimdi otobüse binmiş, evine gidiyor olacaktı.

O sırada en azından önceki kadar sert bir rüzgâr savuran başka bir otobüs durağa yanaştı. Bayan Saçak otobüsün güzergâhına bile bakmadan filelerini kaptı. Kendini içeri atıp gördüğü ilk boş koltuğa oturdu. Öncekinden daha yeni görünen otobüs şehir merkezine gidiyordu. Yolu epey uzayacaktı, ama o durakta tek başına beklemekten daha iyiydi.

Şehir merkezine vardığında hava iyice kararmıştı. Ancak etraf öylesine ışıltılıydı ki, sanki yıldızlar yere inmişti. Bu ışık cümbüşü keyfini yerine getirdi. Otobüs durağa yanaşınca neredeyse zıplarcasına indi. Yere ayak basmasıyla neye uğradığını şaşırması bir oldu; adamın biri yanından öylesine hızlı geçmişti ki, Bayan Saçak ona çarpmamak için geriye doğru sıçradı. Bu sırada ayakları uzun eteklerine takıldı. Bir an için dengesini kaybedip düşecek gibi oldu. Neyse ki çevik bir kadındı da hemen kendini toparladı. Ama filelerden biri elinden fırladı. Kadıncağız etrafa yuvarlanan kukalarına üzüntüyle baktı.

Adam durup yardım etmek bir yana, özür dilemek zahmetine bile katlanmamıştı. Bunun üzerine Bayan Saçak spor giyimli, uzun saçlarını ensesinde atkuyruğu yapmış adamın arkasından hışımla seslendi. “Beyefendi, biraz dikkatli olsanıza!..”

Adam, Bayan Saçak’ı duymuştu. Az önceki hızına rağmen, olduğu yere çakılmış gibi durup Bayan Saçak’a döndü. Bayan Saçak adama bir çift laf etmeyi düşünürken susmakla yetindi. Sanki onu tanıyordu, ama nereden tanıdığını çıkaramıyordu. Adam, kadıncağızın bir şey söyleyemediğini görünce, yüzüne hafif alaylı bir gülümseme yerleştirdi. Sonra da arkasını döndü ve çekip gitti.

Bayan Saçak otobüsten inmek üzere kapıda birikmiş birkaç yolcunun sesiyle kendine geldi. Hemen ardından çabucak kukalarını toplayıp yeniden filesine doldurdu. Neden sonra, adamın bu davranışı karşısında, “Deli mi ne!” diye söylendi. “Bir de ona, beyefendi, diye seslendim.”

Kayla, okul kapısının açılmasını beklerken, boş gözlerle dört katlı binaya bakıyordu. Düşünceli bir hâli vardı. Aklının başka yerde olduğu belliydi. Dayanamayıp, “Bir türlü inanamıyorum.” diye inledi. “Nasıl oldu da Milo, yaz kampı projemin, 2125’liler Kulübü tarafından reddedilmesini sağladı?”

Kayla, sanki sorusunu sadece Rauf’a yöneltiyormuş gibi gözünü arkadaşına dikti. Oysa Eris, Çağla, İrene ve onu bir an bile yalnız bırakmayan Yasemin de yanındaydı.

Rauf hafifçe başını sallamakla yetindi. Bu hâliyle Kayla’nın üzüntüsünü pek umursamıyormuş gibi görünüyordu. Oysa arkadaşının 1900’lü yıllar temalı bu yaz kampı için nasıl hevesli olduğunu bildiğinden umursuyordu. Ancak yaz, hatta sonbahar çoktan geçip gitmişti ve Rauf aynı sözleri duymaktan çok sıkılmıştı artık.

Kayla aylar boyunca, kamptan başka bir şey konuşmamıştı. Önceleri koruya birkaç tek katlı ev inşa ettirip, eski zamanlara ait sokak lambaları dikmek konusunda ısrarcı olmuştu. 1900’lerde kullanılan atlı arabalardan bulmaları gerektiği fikrini herkese benimsetmeye çalışmıştı. Böylece 2125’lilerin toplandığı barakanın bulunduğu koruda gezinti yapabileceklerdi.

Onu bu “dâhiyane” fikirlerden vazgeçirme işi hep Rauf’a düşmüştü. En azından iki yüz yıllık bir atlı araba bulmanın zorluğu bir yana, hiçbirinin atların bakımından anlamadığını açıklamıştı. Ev inşa ettirmenin ise tahminlerinden daha çok vakit alacağını ve bu iş için paraları olmadığını anlatmıştı. Ayrıca aralarından hiçbiri böyle zorlu bir işe girişmek istemeyecekti. Kayla tüm bunların farkındaydı, ama bir şeyi kafaya takmaya görsün, onu vazgeçirmek çok zordu.

Sonunda Rauf, eski yüzyıla ait giysilerin ve birtakım araç gerecin yaz kampı için yeterli olacağı konusunda Kayla’yı ikna edebilmişti. Hem 1904 yılından dönerken üstlerinde olan giysiler yenilerinin dikiminde işlerine yarayacaktı. Hatta büyük baba Rauf’un verdiği kum saatini Kayla’nın hizmetine sunabileceğini kızın önünde hafifçe eğilerek söylemişti. Bu reverans üzerine Kayla kıkırdamış, ev ve araba fikrinden vazgeçmişti.

Rauf tam işlerin yoluna girdiğini düşünürken, Milo toplantılardan birinde yaz kampı fikrini çocukça bulduğunu ileri sürmüştü. Hem önlerinde keşfedilmesi gereken bir gelecek varken, geçmişi yeniden canlandırmak zaman kaybından başka bir şey değildi. Kulüptekilerin bir kısmı Kayla’yı oldukça şaşırtarak Milo’nun sözlerini desteklemişti. Sonunda oylamaya gidilmiş ve az bir farkla da olsa oy çoğunluğuyla yaz kampı fikri kabul edilmemişti. Kayla, Milo’nun bu işi planladığına emindi. Kamp fikrini benimsemeyenlerin, yaz tatillerini geçmiş bir zaman dilimindeki yaşamı taklit ederek geçirmek istemeyebileceklerini aklına getirmiyordu. Böylece yazı düşünceli, hatta asık bir suratla geçirmişti.

Kimsenin sesinin çıkmadığını gören Çağla, gözlerini kısarak, “Demek ki kulüpte sandığımızdan daha çok taraftarı var.” dedi. Aylardır buna benzer cümleleri kim bilir kaç kez tekrarlamıştı.

Kayla, “Zaten son zamanlarda kulüp iyice kalabalıklaştı.” diye serzenişte bulundu. “Üyelerin çoğunu iyi tanımıyoruz bile!”

İrene dalga geçercesine, “Milo’nun sinsice davrandığı belli.” dedi. “Kimseye sezdirmeden arkadaşlarının kulüp seçmelerine katılıp geçmelerini, sonra da sana karşı oy vermelerini sağlamıştır!”

Kayla, İrene’nin dalga geçtiğinin farkına varmamıştı. Duymak istediği cevap buymuş gibi, İrene’yi heyecanla onayladı. “Tam Milo’ya göre bir hareket!.. Oysa yaz tatili ne kadar eğlenceli geçecekti…” Kayla’ya kalsa konuşmayı sürdürür, konuyu iyice uzatırdı. Ama o sırada neredeyse okulun camlarını titreten bir gök gürültüsü duyuldu. Ardından birkaç iri yağmur tanesi indi. Çağla, uzun kızıl saçlarını eliyle kavrayıp çenesinin altında topladı. Sanki onları yağmurun hışmından korumak istiyordu.

“Kapıyı açsalar iyi olacak, yoksa sırılsıklam olacağız.” diye hayıflandı.

Bunun üzerine açılır açılmaz içeri girmek için, hep birlikte okulun iki kanatlı ahşap kapısına doğru yöneldiler. Rauf içinden, artık bu yaz kampı konusunun bir daha açılmamak üzere kapanmış olmasını diledi.

Az sonra sınıflarına çıkarken merdivenlerde İkna Kabiliyetini Geliştirme öğretmeni Bayan Saçak’la karşılaştılar. Kadının üstünde, dantel yatak örtüsünü andıran mor bir hırkayla, yürüdükçe savrulan yeşil bir parçalı etek vardı. Her zamanki gibi boynundan farklı renklerde boncuklarla ve taşlarla bezeli kolyeler sarkıyordu.

Çağla öğretmenine iltifat etmek için, “Mor renk size çok yakışmış.” dedi. Kadıncağız dalgın bir ifadeyle, “Patlıcan moru…” diye düzeltti ve hızlı adımlarla uzaklaştı.

Bayan Saçak’ı hep konuşkan ve canlı tavırlarıyla görmeye alışık olan çocukları, onun bu içine kapanık hâli şaşırtmıştı. Hepsi aynı anda bakışlarını Yasemin’e çevirdiler. Çünkü Yasemin, Hurdacı’nın dükkânına yerleştiği ortaya çıktıktan bir süre sonra çocuklar sayesinde Bayan Saçak’ın evine taşınmıştı. İkna Kabiliyetini Geliştirme öğretmeni ise onu kendi kızıymışçasına benimsemişti. Ancak Yasemin de, Bayan Saçak’ın hâline en az arkadaşları kadar şaşırmış görünüyordu. Benim bir şeyden haberim yok, dercesine ellerini açıp omuzlarını kaldırdı.

İrene, “Yolunda gitmeyen bir şey olmalı.” dedi.

Rauf, ya da kafasını kurcalayan bir şey, diye düşündü. Birkaç gün önce gördükleri hiç aklından çıkmıyordu. O ıssız sokaktaki adamla kız ve kızın bakışları… Rauf her ikisinin de o sokağa ve hatta o zamana ait olmadıklarını hissetmişti. İçini kemiren bu tuhaf duygudan bir türlü kurtulamıyordu. Acaba Bayan Saçak da bu ziyaretçilerden haberdar mıydı?

İrene, Rauf’un düşüncelerini okumuş gibi, heyecan içinde, “Bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyor acaba?” diye sordu. “Hurdacı dönmüş olabilir mi?” Konuşurken gözlerini kocaman açmıştı. “Eğer dönmüşse ve bunu bizden saklıyorsa, onu hiç affetmeyeceğimi bilsin!”

Rauf, “Sanmam.” dedi. “Onu buraya döndürecek tek şey Santini’dir. Santini kayıplara karıştığına göre, Hurdacı’nın sırf bizi özlediği için çıkıp gelmesini bekleme!”

İrene inatla, “Belki birini göndermiştir.” diye devam etti. “Jak’ı gönderdiği gibi…”

Rauf, “Eğer öyleyse bile, bize göndermediği kesin!” diye itiraz etti. “Yoksa karşımıza çıkardı. Bayan Saçak’ın ise aklını kurcalayan başka bir sorun olabilir. Her şeyi Hurdacı’ya bağlamak zorunda değilsin. Biz olmadan, buluşlarıyla mutlu bir hayat sürdürebileceğini kabul et artık! Sen onu özlüyorsun diye, o da seni özlemek zorunda değil!”

Rauf, İrene’nin o çocuksu heyecanı karşısında, kendi gösterdiği tepkiye kendi bile bir anlam veremeyip sustu. Arkadaşları da Rauf’un bu tutumu karşısında şaşırıp sessiz kalmayı tercih etmişlerdi.

Kuzini gözlerini kısarak baktı, “Öyle olsun!” diye tısladı.

Bunun üzerine Yasemin gerilen ortamı biraz olsun yumuşatmak için araya girmeye gerek duymuş olacak ki, “Evde olağan dışı bir durum olursa, size söylerim.” dedi, yapmacık bir neşeyle.

İrene gözlerini Rauf’un üzerinden ayırmadan, “İyi fikir!” diye onayladı.

Rauf bir an için çocukluk günlerine döndüklerini hissetti. Kuzini her an üstüne atlayacakmış gibi bakıyordu.

Yasemin tam kendi sınıfına gitmek üzere arkadaşlarının yanından ayrılacakken durdu. “Şu sizin Hurdacı, nereye gitti? O gelmiyorsa, onu görmeye siz gidin. Çok mu uzakta?”

İrene, arkadaşına, “Evet, biraz uzak sayılır.” diye karşılık verdi. Hiçbiri, geçmişe, Hurdacı’nın yanına yaptıkları o yolculuktan kıza söz etmemişlerdi. Aslında bu büyük sırrı sadece Bayan Saçak’la paylaşmışlardı ve ulu orta konuşmaya da hiç niyetleri yoktu.

Rauf o sırada, geçen yıl Jak’ın onları almak için geldiğinde düşürdüğü altıgeni aklından geçirdi. Hurdacı’nın yanına dönmeleri aslında işten bile değildi. Ama Hurdacı o altıgeni kullanmamaları konusunda çocukları sıkıca uyarmıştı. Rauf ise o küçük aracı unutmanın en doğru hareket olacağını düşünüp emin bir yere saklamıştı. Gerçi ara sıra yerinde durup durmadığını kontrol etmekten de kendini alamıyordu.

Yasemin, İrene’nin cevabıyla yetinerek, omuzlarını silkip uzaklaşırken, Kayla Rauf’un kulağına eğilip fısıldadı. “Bana Hurdacı’yı özleyen bir tek İrene değilmiş gibi geldi; bizi unuttuğunu düşünüp içerleyen de… Ne dersin, yanılıyor muyum?” Hemen ardından, “Hadi, derse gidelim!” diye şakıyarak Rauf’u çekiştirdi. Milo’ya olan kızgınlığını bile unutmuş, her zamanki aklı başında Kayla’ya dönüşmüştü.

Çağla’yla Eris bıkkın bir ifadeyle bakıştılar. Sonra da sınıfa yöneldiler. Zamanı Doğru Değerlendirme öğretmeni Bay Zamzen onlardan önce içeri girmişti ve ikisine de ters ters bakarak sabırsızca içini çekti. Tüm sınıfa, “İnsanlar kaç yüz yıldır zamanı doğru değerlendirmeye uğraşıyorlar, haberiniz var mı?” diye sordu. “Geç kalmaya, zamansızlık değil, zamanı nasıl kullanacağınızı bilmemek neden olur.”

Çağla, Bay Zamzen’in hışmına uğrayıp hafta sonunu araştırma ödevi yaparak geçirmemek için neredeyse oturduğu sıraya gömüldü. Eris ufak tefek oluşundan da faydalanarak, sınıfın arka tarafındaki bir köşeye sindi ve öğretmenin görüş alanından çıktı.

Zamanı Doğru Değerlendirme öğretmeni masasının üstündeki çantasını boşaltmaya başladı. Çağla, tehlike geçti, diye düşünerek rahat bir nefes aldı.

Bay Zamzen’in masanın üstüne yığdığı gereçler hepsine yabancıydı. “İnsanlar zamanı, güneşle, suyla ve kumla da ölçmüşler. Ancak asla nasıl doğru değerlendireceklerini bilememişler…” Öğretmen, çocukların dikkatini çekmek için sesini bir alçaltıp bir yükselterek anlatıyordu. “Bu gördüğünüz zaman ölçerler, başka bir deyişle saatler…” diye açıklarken, Rauf çoktan dersten kopup başka şeyler düşünmeye başlamıştı. Öğretmenin hologramı olsa buna cesaret edemezdi, ama Bay Zamzen çok dikkatli biri sayılmazdı. Özellikle zaman söz konusu olduğunda, sınıftakilerin ne yaptıklarına bakarak dikkatini dağıtmak istemezdi.

Rauf’un aklı Hurdacı’daydı. Aslında Kayla pek haksız sayılmazdı. Kuzinine ters davranmasının asıl nedeni Hurdacı’yı özlemesiydi. Onları bir süredir yine habersiz bırakmıştı. Rauf, ya bir daha hiç ortaya çıkmazsa, diye düşünerek endişeleniyor, diğer yandan endişesini diğerleriyle paylaşmaya çekiniyordu. Hepsinden önce İrene’nin onunla dalga geçmek için fırsat kolladığını biliyordu… Bir de o bakışlar hiç aklından çıkmıyordu. Onu hem çeken hem de rahatsız eden o gözlerle nerede karşılaştığını hatırlayamamak Rauf’u çıldırtıyordu. Belki de bu konuyu en azından Kayla’yla konuşmalıydı.

Bay Zamzen’in sesi sınıfı kapladı. Elinde bir kum saati vardı. “Bana kalırsa uç kısımlarından birleşen, camdan iki su damlasını andırıyor. Ne dersiniz?.. Kısa zaman aralıklarını ölçmeye yarıyor. İçindeki kumun yukarıdaki fanustan aşağıdakine akışıyla ölçülüyor zaman! Üstteki fanustaki kumlar alttakine geçtiğinde, ters çevrilip yeniden ölçüme başlanıyor. Bakın, bu şekilde… Her defasında aynı sürede akıyor kumlar… Aslında zamanın yalnızca ihtiyacımız olan kısmını ölçmeye yarıyor. Tüm süreyi parçalara ayırıp ölçmek yerine, yalnızca belirli bir kısmını ölçmeye…”

Bay Zamzen sözlerini kanıtlamak istercesine, bu defa çantasından bir masa saati çıkardı. İkisini yan yana koydu. “Örneğin; ders süresini ölçelim bakalım…”

Rauf, öğretmenin elindeki gereci görünce bir anda düşüncelerinden sıyrılmıştı. Çünkü Bay Zamzen’in tanıttığı, çocukların 1904 yılını ziyaretleri sırasında, büyük baba Rauf’un ona Hurdacı’nın aracılığıyla verdiği kum saatinin bir benzeriydi. Rauf bu hediyenin veriliş nedenini hiç anlayamamıştı. Rauf’un nesiller önceki büyük babası laf olsun diye hareket edecek biri değildi. En azından Rauf’ta öyle bir izlenim bırakmıştı.

Kumlar süzülürken, Bay Zamzen hevesle anlatmayı sürdürüyordu. “… Kuma ezilmiş yumurta kabuğu ve mermer tozu da karıştırıldığı olurmuş. İlginç bir gereç!..”

Öğretmen henüz anlatacaklarını bitirmeden sınıftan uğultular yükselmeye başladı. Zamanı kumla, hatta ezilmiş yumurta kabuğu karışımıyla ölçmeyi anlamsız bulan çocuklar, soruları art arda sıralayarak Bay Zamzen’in sözünü kesiyorlardı.

Bir tek Rauf sessiz kaldı. Camdan imal edilmiş o sıradan nesneyi büyük babası ona zamanın belirli bir kısmını ölçmesi için mi vermişti? Öyleyse hangi belirli kısmını?.. Bu düşünce Rauf’a saçma geldi. Yok, başka bir nedeni olmalıydı, ama ne? Gözünü, üstteki fanustan alttakine birbirleriyle yarışırcasına inen kum taneciklerine dikti. Neden sonra Bay Zamzen’in çantasını toplamaya başladığını fark etti. Dersin süresi dolmuştu!