Loe raamatut: «VATAN IÇIN»

Литагент Altın Kitaplar, AYDOGAN YAVASLI
Font:

Dedem Etem,

babam Muammer,

amcam Hakkı Yavaşlı’ya…


Sunu

Bu kitap gerçek, samimi ve doğruluğuna inandığımız bir ihtiyaçtan doğdu.

Yazar Aydoğan Yavaşlı, Çocuk ve Gençlik Edebiyatı’nda gerçekten haklı bir üne sahip olmanın yanı sıra, uzun yıllar süren öğretmenlik yaşamında da Atatürk’ün aydınlık yolundan hiçbir zaman ayrılmamasıyla bilinir.

Bu alanda verdiği eserlerle kendini kanıtlamış yazarımızın Büyük Devlet Adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü çocuk ve genç arkadaşlarımıza en güzel, en öğretici ve yol gösterici anılarıyla anlatan bu kitabı yazmasını önemsiyoruz. Amacımız, zaman geçtikçe daha çok özlediğimiz, daha çok haklı bulduğumuz, birçok kez ekmek kadar, su kadar ihtiyaç duyduğumuz Atatürk’ümüzü bir daha, bir daha anlamaya çalışmaktır.

Atatürk’e göre yaşamı anlamanın ve olumlu yönde değiştirmenin biricik yolu, akıl, bilim ve fendir. Kim ki aklın, bilimin ve fennin yolundan sapmıştır, işte onlar uygar ulusların ayakları altında kalmışlardır.

Mustafa Kemal Atatürk, bize tarihi doğru okumayı öğretti. Çünkü aydınlık yarınları kurmanın yolu, tarihi, bilimin ışığında anlamak, yorumlamak ve ondan dersler çıkarmaktır.

Vatan İçin işgalci düşmanlar tarafından tutsak edilmek amacıyla yıllarca acı çektirilmiş bir ulusun, tarihte ilk kez ayağa kalkarak yurdunu kurtarmasından ve gelişen dünyaya ayak uydurmak için yaptığı dev atılımların yarattığı hayranlıktan esinlenilerek yazılmıştır.

Altın Kitaplar Yayınevi her anı ayrı bir ders niteliğinde olan Atatürk’ün yaşamını edebiyatımızın tanınmış bir kaleminden size ulaştırıyor.

Yayınevi olarak biz de bu onuru paylaşmak istiyoruz.

Ön Söz

Çocukluğum Karşıyaka’da, Ferik Osman Paşa Camisi’nin avlusunda ve bitişiğindeki parkta, göğe yükselen çam, sedir ve servi ağaçlarının altında mahalle arkadaşlarımla birlikte binbir çeşit oyunlar oynayarak geçmişti.

Aynı caminin hemen yanında ve avluya bitişik Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kabri vardı. Yamanlar Dağı’ndan koparılıp tramvay rayları üzerinde yüzlerce işçinin halatlara asılarak Soğukkuyu’dan getirdikleri dev bir kaya altında uyurdu Zübeyde Ana’mız.

Özellikle akşamüstleri hava kararmaya yüz tutunca son oyunumuz olan saklambacı terler içinde oynardık. Ben saklambaçta özellikle gider, bu dev kayanın arkasına saklanıp nefesimi tutardım. Zübeyde Ana’yı koruyan bu kayaya yaslanmak, ona dokunmak, zaman zaman gidip çevresindeki çer çöpü temizlemek, az ilerideki çeşmeden testi ile su taşıyıp kayayı çevreleyen çiçekleri ve papatyaları sulamak, bana ve arkadaşlarıma çok özel heyecanlar yaşatırdı.

Atatürk’ü, çevresinde gelişen tarihi ve sosyal olayları, yalnızca kitaplardan öğrenmek yerine, bire bir hatıralara dokunmanın, hissetmenin çok daha eğitici ve öğretici olduğunu, o yıllarda kavradım.

Bu yüzden birçok okulda verdiğim Atatürk Konferansları’nda kitabı tarih kronolojisi yerine, Mustafa Kemal Paşa’nın kendi anılarına, mücadele ettiği coğrafya ile ayak bastığı şehirlerdeki izlerine, onun çevresinde bulunmuş insanların belleğine kazınmış insani izlenimlere ve yaşanmış olaylara daha çok önem verdim. Böylece, özellikle genç kuşakların anlattıklarıma daha çok ilgi duyduğunu gördüm.

Tarih donmuş bir bilim değil; yaşayan, devinen, geçmiş ile gelecek arasında canlı bir organizma gibi gidip gelen bir hayat dersiydi. Bu yüzden anılar, sözlü tarih çalışmaları, yaşanmışlıklara dayalı ders verici olaylar, Atatürkoloji Bilimi’nin vazgeçilmemesi gereken kaynaklarından biridir.

Aydoğan Yavaşlı, Atatürk’ün anılarından hareketle yarattığı bu özgün çalışmasında, hem eğitici ve öğretici, hem de donuk değil yaşayan bir metin kaleme almış. Önemli bir boşluğumuzu doldurmuş. Kutluyorum. Dönüp dönüp okunması gerektiğini düşünüyorum.

Yaşar Aksoy / Gazeteci-Yazar
Uluslararası İzmir Araştırmaları Merkezi Genel Yönetmeni
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Kürsüsü
Eski Öğretim Görevlisi

1. Bölüm

Ben Atatürk’üm…

Yani Mustafa Kemal…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu…

Kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı…

Ama en önemlisi, bu ulusun bir çocuğuyum ben. Bununla her zaman gurur duydum.

Gurur duymakta haklıyım, çünkü Türk ulusu, bütün dünya bilir ki, yeryüzünde ulusal kurtuluş savaşı vermiş ilk ulustur.

Bu gerçekten gurur verici, onurlandırıcı bir şey.

Sevgili arkadaşlar, okul kitaplarınızda hayatımla ilgili birçok bilgi var; bunları biliyor, duyuyorum.

Öğretmenleriniz de bu konuda size bazı bilgiler veriyor eminim.

Fakat itiraf etmeliyim ki, yaşamımla ilgili bazı bilgiler verilirken beni de rahatsız eden kimi bilgi eksiklikleri var.

Söz gelimi, babamın ölümünden sonra annemle birlikte Langaza’ya, yanına gittiğimiz dayımın tarlasında kız kardeşimle birlikte yaptığımız karga kovalamaca oyunu…

Bu doğru bir bilgidir.

Ancak bu doğru bilgiyle ilgili olarak yapılan kimi değerlendirmeler, bana abartılı geliyor. Efendim, deniliyor ki ben, yurdu düşmanlardan kurtarmayı ta o zamanlar kafama koymuşum.

Hayır!

Bu değerlendirmenin, yani bu çıkarsamanın akılla, bilgiyle ilgisi yoktur.

Çünkü ben o zamanlar küçücük bir çocuktum ve yurdumuzun düşman çizmeleri altında olup olmadığı konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Doğduğum kent, diğer Osmanlı kentlerine göre biraz daha modern yaşama tarzına bağlı Selanik’ti.

Babam gümrük muhafaza memuruydu. Sonradan kereste işine girdi. Tüccar oldu. Ticaretle uğraştı.

Babam ticaretle uğraşan sıradan biri olmasına karşın aydınlık bir kafa yapısına sahipti. Ülkemizde bazı şeylerin iyi gitmediğini görüyordu.

“Bir çocuk olarak bunları nerden biliyorsun?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Babam ülke sorunlarına karşı duyarlı biriydi, bazen arkadaşlarıyla bir yerlerde toplanır, gece yarılarına değin sohbet eder, eve çok geç gelirdi.

Annem, babamı birkaç kez uyardı uyarmasına, ama babam bildiğini okumaya devam etti. “Sen hele bir dur bakalım, hanım!” dedi anneme.

Annem…

Annem beni mahalle mektebine göndermek istiyordu. Bu konuda babamla sık sık tartışıyorlardı.

O anlar, çocukluğumun en zor anlarıydı.

Onların yan odada sık sık ve inatla tartışmaları, çocuk yüreğimi incitirdi şüphesiz, ama sonuçta her ailede olan, bizde de oluyordu işte!

Sevgili arkadaşlar, Osmanlı’nın o karışık zamanlarında yaşamadığınız için kendinizi şanslı sayabilirsiniz. Benim yerime kendinizi koyarak düşünün: Mahalle mektebine başlayacağım ve annemin dayatmasıyla okulun yolunu tutacağım. Önde Hoca Efendi, arkada biz çocuklar, sokak aralarından, caddelerden geçip medresenin yolunu arşınlayacağız.

Sizlere neyi nasıl düşünüyorsam öyle anlatacağım. Doğrusu ben, matematik, geometri, fen bilimleri ve edebiyat öğrenmek, öğrendiklerimi hayatımıza uygulamak ve aydınlanmak istiyordum.

Söylenen her şeyi kabul etmek değil!

Size bunları anlatmaktaki amacım, herkesin bilmediği bir Mustafa Kemal’i tanımanız ve gelecek kuşaklara da doğru tanıtmanız.

Tabii ki ben de bir insanım. Yıllar sonra bir yurttaşımızın dediği gibi ben, sizlerden biriyim. Annemin adı Zübeyde, babamın adı Ali Rıza’ydı. Benden küçük Makbule adında bir de kız kardeşim vardı.

Ben de sizler gibi bazen küçük yaramazlıklar yaptım. Ne yapayım, çocuktum, çocuk olduğum için kimi şakaları, yaramazlıkları da yapacaktım.

İnsan yaşına göre davranmalı. Çocukken çocuk gibi olmalı, gençken genç gibi büyüyünce de büyük adamlar gibi…

Zaten dikkat ederseniz, çocukluğunda çocukluğunu sağlıklı bir biçimde yaşayamamış insanlar, büyüyünce bazen öyle çocukluklar yapıyorlar ki, hiç yakışmıyor!

Yeri geldi söyleyeyim: Örneğin Padişah Abdülhamit, bana kalırsa sarayda büyümesine karşın iyi bir çocukluk dönemi geçirmemiş biriydi. Herkesten şüphelenen, bana çok tuhaf gelen huyları ve davranışları vardı. Boşta bulunursa birilerinin gelip iktidarı ele geçireceğinden korkardı. Bu yüzden de ülkenin neresinde ne varsa bilmek, her şeyi denetiminde tutmak istiyordu.

Belki bu yüzden Selanik’te padişah casusları kol geziyordu. Padişahın adamları birilerini ihbar ettiler mi, adam paçasını kurtarıncaya değin akla karayı seçiyordu.

Çocukluk dönemim bitip de gençlik yıllarım başladığında bu gerçeği daha iyi görmeye başladım. Başımızda bizi yönetmek isteyen birileri oluyordu her zaman. Fakat yönetici sandığımız bu kişilerin birçoğu, kendi kişisel çıkarları için çalışıyor, sıkıştıklarında kendi başlarının çaresine bakıyorlardı.

Evet, yazık ki bu, dünyanın hemen her yerinde böyleydi.

Osmanlı Devleti’nin başındakiler de bu söylediklerimden farklı değillerdi. Nitekim birçok padişah, iktidar hırsları yüzünden Anadolu’nun saf ve temiz insanlarını Viyana önlerine, Yemen çöllerine, Fizan’a, Kırım’a sürmüşlerdir.

Sevgili arkadaşlar, bunda insanımızın tabii ki zerre kadar kusuru yoktu. Zavallı köylüler, kasabalılar ne yapabilirlerdi ki! Eğitimsizdiler. Kafalarının içi birtakım hurafelerle doldurulmuştu. Çaresizdiler. Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesi, başlarının üstünde keskin bir kılıç gibi salınıp duruyordu.

Dedim ya, bu, dünyanın hemen her yerinde aynıdır: Zalimler, iktidarları sürüp gitsin diye daima zulüm ederler. İsterler ki herkes onlara uysun, sesini çıkarmasın, söyleneni yapsın.

Bense, henüz çocuk yaştayken bile insan olmanın birinci koşulu olarak dayatılmak istenen her şeye, “Hayır!” demenin aynı zamanda insan olmak için atılan ilk adım olduğuna inanıyordum.

Sevgili arkadaşlar, kendini anlatmak birçok insana zor gelir. Bu, benim kolaylıkla anlayabileceğim bir durumdur. Oysa insan önce kendini bilmelidir.

Kaldı ki benim buradaki amacım, kendimi doğrudan anlatmaktan çok, içinde yaşadığım tarihsel koşulları size aktararak yaşadıklarımızdan ders çıkarmanıza yardımcı olmaktır.

Bilirsiniz, yaşadıklarından ders almayanlara, aynı hatayı defalarca yapanlara “aptal” denir.

Gerçekten de hayat, bizler için derslerle doludur.

Yaşarken bir şeyler öğrendiğimiz gibi bizden önce yaşayanların bize aktardığı deneyimlerden de yararlanırız.

Tarih bize bu olanağı verir.

Nitekim Türklerin tarihleri araştırıldığında bölünmenin, parçalanmanın ne kadar yıkıcı etkileri olduğu hemen görülebilir.

Türklerin kurduğu kimi devletleri dış düşmanlar değil, ama dış düşmanlarla işbirliği yapan içimizdeki düşmanlar yıkmışlardır.

Fakat tarihsel gelişmelere bilimsel bir gözle baktığımızda şunu görürüz: Gerçekler, dünyanın genel gelişim sürecine ayak uyduramamış bütün toplulukları acımasız bir silindir gibi ezip geçmiştir. Bu konuda kesinlikle hoşgörü göstermemiştir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecini buna göre gözden geçirirsek, gerçeği daha iyi kavramış olacağız, diye düşünüyorum.

Sevgili arkadaşlar, size kendimi ve arka planda yaşadıklarımızı anlatırken zaman zaman bir ileriye, bir geriye gidiyorum. Bunun, birçok gerçeği daha iyi anlamamızı sağlayacağını düşünüyorum.

2. Bölüm

Uzun geceler boyu süren tartışmalardan sonra annemin dediği oldu ve ben mahalle mektebine başladım. Okulumun adı, Fatma Molla’ydı.

Babamın dediği olsaydı, Selanik’in en iyi okuluna, Şemsi Efendi Okuluna gidecektim.

Olmadı!

Babam en son, “Sonunda yanıldığını, Mustafa’yı mahalle mektebine vermekte hiç de iyi etmediğini anlayacaksın Zübeyde.” dedi. “Mustafa orada kesinlikle mutlu olamayacak. Boşuna zaman kaybetmiş olacak.”

Odasına çekilip kitaplarına daldı.

Babam bir kereste tüccarıydı, ama ileriyi gören, aydın bir insandı.

Dedikleri çıktı.

Mutlu değildim. Yüzüm gülmez olmuştu.

Nasıl gülebilir ki arkadaşlar? Okulda arkadaşlarımla ne zaman oyun oynamak istesem, önüme türlü engeller çıkıyordu. Oysa okul arkadaşları olarak biz, oyun oynamak, bazen küçük de olsa türlü yaramazlıklar yapmak istiyorduk.

Bir akşam eve gelir gelmez olanları annemle babama teker teker anlattım.

Her şey babamı haklı çıkarmaya başlamıştı. Bunu artık annem de anlamıştı.

“Durumu gördün Zübeyde.” dedi babam. “Yarından tezi yok, Mustafa Şemsi Efendi Okuluna gidecek. Ben, orada çocuğumun daha iyi yetişmesini istiyorum.”

Gerçekten de, birkaç gün sonra Şemsi Efendi Okuluna başladım. Başlar başlamaz da derslerimdeki başarım gözle görülür bir biçimde yükselmeye başladı.

Okuldaki başarım, yakın çevremizde de yankısını bulmaya başlamıştı. Bir gün babamın kereste dükkânına gelen müşterilerden biri bana büyüyünce ne olmak istediğimi sordu.

Tam yanıtlayacakken araya babam girdi. “Mustafa büyüyünce çok büyük bir adam olacak.” dedi.

Babam bir süre sonra öldü. Benim hangi okullarda okuduğumu, siyasi ve askerî mevkilerin en yüksek yerlerine çıktığımı göremedi. Görmesini ve benimle gurur duymasını isterdim.

Babamın ölümü, aile hayatımızı derinden etkiledi. Langaza’da oturan dayım hemen koşup Selanik’e geldi. İstediği beni, annemi ve Makbule’yi alıp Langaza’ya götürmekti. Annemle gece boyunca tartışıp durdular.

Dayımın Langaza’da büyücek sayılabilecek bir çiftliği vardı. Orada yaşayabilir, tarımla uğraşabilirdik. Zaten onun da bize ihtiyacı vardı, falan filan…

Annemse, beni okuldan almanın hiç doğru olmayacağını söylüyordu.

Ertesi sabah, sırf annemi üzmemek için Hüseyin dayımın yanına gidebileceğimizi söyledim. Onları dinlediğimi anlamıştı.

“Başka yapabileceğimiz bir şey varsa söyle evladım.” dedi.

Sustum ve hiçbir şey söylemedim.

Sevgili arkadaşlar, yurt dediğimiz şey, sıradan bir toprak parçası değildir. Yalnızca bir coğrafya parçası hiç değildir!

Yurt, üzerinde tarihimizi, kültürümüzü yarattığımız, dilimizi konuştuğumuz, atalarımızın huzur içinde yattığı, çocuklarımızın neşeyle büyüdüğü kutsal bir varlıktır.

Hüseyin dayımın çiftliğinde kardeşim Makbule ile darı tarlasına dadanan kargaları kovalarken bilerek ya da bilmeyerek belki de bu bilinci ediniyorduk.

“Biz, iki kişilik orduyuz!” diyorduk.

Kargalarsa “düşman kuvvetler”…

Bu tutumumuz dayımın çok hoşuna gidiyordu. “Aferin Mustafa.” dedi bir keresinde. “İleride büyüdüğün zaman…”

“Büyüdüğümde büyük adam olacağım dayı!” dedim.

Yüzüme, gözlerimin ta içine dikkatle baktı. Kararlılığımı ölçmek ister gibiydi.

“Evet, ama nasıl?” diye sordu.

Bilmiyordum, bilemezdim. Ama bunu istiyordum. Bunun için göze alamayacağım hiçbir şey yoktu. Ben, babama verdiğim sözü tutmak istiyordum.

Aradan birkaç gün geçmiş ya da geçmemişti. Anneme Selanik’in şu anda yaşadığımız yere olan uzaklığını sordum.

İki saatmiş!

Gece boyunca iki saatlik yolu düşündüm.

Bunu göze almalıydım. Bütün hayatımı bu şekilde ve çiftlikte geçiremezdim. Şimdilik her şey hoş, eğlenceli görünüyordu, ama bunun nereye kadar süreceği hiç belli değildi.

Sabah olur olmaz Selanik’in yolunu tuttum.

Büyük Kilise’nin hemen yanı başında, herkesin Papazın Okulu dedikleri bir yer vardı. Rumca eğitim yapıyordu ama ne yapalım, kabul etmek zorundaydım.

Beni çiftlikte arayıp durmuşlar. Sonunda annem, “O, mutlaka Selanik’e gitmiştir. Okumaya…” diye tahminde bulunmuş.

Selanik’e okumaya, büyük adam olmaya gelmiştim ama Papazın Okulunda da istediğimi bulamadım. Okul başladığımın ikinci haftasında neşem kaçmaya başladı.

Bir sonbahar günü çiftlik evinin terasında oturmuş kendi kendimle konuşurken az ötede dayımla dolaşan annem, bana doğru koşarak geldi. “Müjde!” dedi. “Selanik’e dönüyoruz.”

Şaşırmıştım tabii. O an dayımın çiftliği sattığını ve bizimle birlikte Selanik’e geleceğini düşündüm, ama gerçek çabuk anlaşıldı. “Seni teyzene bırakacağım.” dedi annem. “Okula oradan gidip gelebilirsin.”

“Peki, ama bunu teyzem istiyor mu bakalım?”

“İsteyen o zaten. Büyükannen de orada. Haber göndermişler. Hadi çabuk hazırlan.”

Sevincimden nasıl ağladım anlatamam!

Seviniyordum, çünkü tam da okulların açılma zamanıydı. Ne güzel, Selanik’e gidecek okula kaydımı yaptıracak ve tıpkı babamın istediği gibi okuyup büyük adam olabilecektim.

Sevgili arkadaşlar, çok sürmedi, okula başladım. Derslerimde öğretmenlerimin dikkatini çekecek kadar başarılıydım.

Fakat nedendir bilmem, terslikler peşimi bir türlü bırakmak bilmiyordu.

Bir gün, gerçekten çok gereksiz bir nedenle bizim sınıftan bir arkadaşla kavga ettim. Yetiştirmem gereken bir çalışmaya engel olan arkadaşımla itiş-kakış yaparken mürekkep hokkası devrildi, her yer berbat oldu.

Öğretmen, bizi doğru düzgün dinlemeden özellikle bana vurmaya kalkıştı. Uğradığım bu haksızlık, yüreğimi yaralamıştı.

Eve gelince bunu büyükanneme anlattım ve bir daha o okula kesinlikle gitmeyeceğimi söyledim.

Ertesi gün her şeyi göze alarak bu kararımı anneme de söyledim.

Annem, iki gözü iki çeşme, “Nasıl gitmezsin Mustafa’m, nasıl gitmezsin!” diye inlemeye başladı. “Baban senin okumanı nasıl da isterdi oysa… Yani cahil mi kalacaksın? Bunca emek ne olacak, ne olacak bu kayıp yıllar?”

“Başka bir okula giderim.” dedim aniden.

“Hangi okula?”

“Hangi okula mı? Askerî okula tabii…”

Bunları söylerken aklıma mahalle arkadaşım Ahmet’in babası komşumuz Binbaşı Kadri Bey geldi.

Çünkü bir keresinde Ahmetlerde otururken Ahmet’e gittiği okuldan bahsetmesini istemiştim. Anlattıkları çok hoşuma gitmişti. İçimden, “Hah, işte tam da istediğim okul!” demiştim.

“Askerî okula gitmek mi? O da nerden çıktı?” diye sordu annem. Hiç ihtimal vermiyor gibiydi.

“Askerî okulda herkes eşitmiş anne. Çocuklar arasında ayrılık gayrılık yapılmıyormuş. Ben de oraya gidip zabit olmak istiyorum.”

Annem söylediklerimi bir süre dinledikten, kafasının içinde döndürüp tarttıktan sonra, “Senin gibi özgürlüğüne düşkün yaradılışlı biri o okullarda yapamaz oğlum.” dedi. “Padişah Abdülhamit’in yaptıklarını hiç duymadın mı sen? Senin karakterin emir altına girmeyi kolay kolay kaldıramaz. Öyle bir okulda başına gelmedik bela kalmaz senin.”

“Nasıl yani? Ne demek bunlar?”

Gözleri küçüldü, uzaklara bakarak ve mırıltılarla sürdürdü. “Sana olmadık eziyeti yapar bu zalimler. Fizan’lara sürerler, denizlere gönderirler, boğarlar, arkana adam takarlar, mahkemelerde süründürürler. O zaman ne yaparım ben ha, ne yaparım?”

Annemle bunları konuştuğumuzda yaşım henüz on ikiydi. On ikiydi, ama ülkemizde birçok şeyin yolunda gitmediğinin farkındaydım.

“Hiçbir şey sonsuza kadar böyle gitmez anne. Gün olur, bunlar da biter. İşte bunun için benim okumam gerek.”

Yanıtlamadı.

Yorgun bakışlarını yüzümün hemen bütün çizgilerinde gezdirip sustu.

“Tamam.” dedi nice sonra. “Dediğin gibi olsun.”

Tasuta katkend on lõppenud.

VATAN IÇIN
Литагент Altın Kitaplar
jt
Tekst
0,80 €