Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Düz Yokuşun Sakİnlerİ»

Font:

Berin Aral

Unutmadığım ilk film ‘Dönüş’tü.

İlk defa Adana’da şimşeklerle yağan yağmurlara ve gök gürültüsüne bağlandım.

İlk okuduğum büyüleyici kitap ‘Pal Sokağı Çocukları’ydı.

Hemen sonra okuduğum en şahane roman ‘Don Quijote’ idi.

Kendi başıma planladığım ilk yolculuk Viyana’ydı.

Satın aldığım ilk plak Nina Simon’undu.

Yazdığım ilk şey kendi kendime kederlenmelerimdi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nü 1988’de bitirdim. Sonrasında hep sevdiğim işler yaptım, annelik de buna dâhil. Çocuklarım Can ve Billur doğduğundan beridir hayat daha anlamlı ve sevecen.

Son yıllarda öykü ve roman çalışıyorum, en sevdiğim iş bu oldu.

Sâye, Farsça gölge demek.

‘Sâyende’, senin gölgen yardımıyla anlamına gelen çok ince bir teşekkür.

Hayat, gölgesinde huzur bulduğumuz insanlarla güzel.


Canlı Gölgeler

Ön-Söz

Derin bir iç geçirdim, kafamda dönüp duran fikri bir türlü yazamıyorum. Teslim zamanı gelmiş geçmiş, kafamda beliren fikir bir türlü yeşermemiş. Canım sıkkın, kalkıp kendime kahve yaptım. Henüz sabahın altısı. Güneş yeni doğmuş, şehrin bir kısmını ışıklandırmışken, balkondaki masaya oturdum. Bizim ev ışıklı taraftaydı. Yok bunu metafor olsun diye düşünmedim. Hakikaten öyle. Öğlene kadar aldığımız güneşin haddi hesabı yok. Martılar uykusuzluk çekiyor, uyuyanlara da sinir oluyorlar.

Kahvemden koca bir yudum alıp kafamı toplamalıyım. En kolay gelen en zormuş kardeşim. Sanki zihnimde bir bulut var, sözcükler orada salınıp duruyor. Bir türlü istediğim gibi sıralayamıyorum. Kafamın içinde bir ses, yapamazsın, diyor, sen kimsin ki…

Tanıdık bir ses ama bir türlü tanıyamıyorum, kimin bu ses, kimin… Yapamazsın, şimdiye kadar yazdıklarına hayret ediyorum, diyor. Bak iki hafta geçti bile, iki satır şeyi yazamadın. Olmuyor. Sen anca kahve iç, yemek yap, ev topla, diyor. Uslu uslu dinliyorum. Kim bu içimdeki sabotajcı, kulağıma umutsuzluk fısıldayan?

Yazdığım hikâyelerdeki kadınlar mı? Ben kadınları yazmadım ki…

Ben gölgede yaşayanları yazdım. Gölgede gönüllü yaşayanları, gölgede bırakılanları, gölgede olduğu fark edilmeyenleri yazmadım mı ben?

Türlü hayatlar yaşayan insanları, yaşarken biriktirdikleri travmaları, bir türlü gerçekleşemeyen hayalleri, kuşkuları, hevesleri, planları yazmadım mı…

Belleri bükülürken gölgelerinin biriktirdiği karanlık yanlarını taptaze taşıyanları…

Çoğu kadın, belki de bu yüzden… En çok biriktiren, en çok gölgelerine, gölgelere sığınan…

Kulaklarına fısıldayan sesleri en çok duyan, içlerinde biriken zehri farkına varmadan ekip biçenler…

Benim içimdeki ses de yapamazsın, diyor. Yaptırmayacağım, diyor.

Sesler çoğalıyor mu yoksa biz yaşlanırken? Daha çok duyup daha çok dinlediğimiz o sesler korosuna sıkı sıkı tutunuyor muyuz, öyle olmak kolayımıza mı geliyor? Kolay mı hakikaten? O seslerle biriken tortular peki, bizi biz yapan her şeyin asıl parçası değil mi o tortular. Birikir katman katman. Hayatımız gelip geçerken, kalabalıklar içindeki yalnızlığımız deniz derya olur.

Sabahın bu erken saatinde, güneş henüz doğarken kahvemden bir yudum daha aldım. Kulağımdaki sese döndüm. Susmadı, susmayacak biliyorum, anlat, dedim, daha çok anlat, dinliyorum… İnsan dediğin kocaman bir yelkenli…

Kaporta

Kaportası parçalanmış arabadan çıktım. Bacaklarım titriyor. Savrulan arabayı önce sağ arkadan vurdum. Vurunca frene yüklendim, direksiyonu kırdım. Kırınca bir daha savruldum. Yol kenarındaki korunaklara dümdüz girdim. Küfür gibi. Hava yastığının açılmamasına şaşırdım. Açılmadı. Gümleme sesi sırasında arkamdan araba gelirse bir de o çarparsa sıçtık diye düşünüyordum, hatırlıyorum. Gelmedi. Hatta ben bacaklarım titreyerek indikten sonra da gelmedi. Yola düşen plakayı aldım arabanın içine attım. Mühim bir parça, sonra hangi arabayı vurdunuz deseler plakasız olanı mı diyecektim. Olmaz öyle şey. Birileri, nereden çıkıp geldiğini anlamadığım birileri motorundan duman tüten aracıma yakın bir yere kuka koydular. Minnet duydum. Virajdan aşağı hızla inenleri de beni de korumak lazım. Allah razı olsun. Kendimi yokladım, boynumu, başımı, yok bir şey. Bir tek bacaklarımın titremesi geçmiyor. Dörtlüleri yanıp sönen arabaya girdim oturdum. Motoru çalıştırdım, çalıştı. Sevindim. Ama vites geçmedi. Niyetim, az ilerdeki köprünün altına doğru çekmekti aracı, olmadı. Motor hırıltılarla çalıştı ama vitese bir şey olmuş, anlamadım. Oturduğum yerden içeriye doğru baktım. Çantamdan fırlamış su şişesi ve ağrı kesici kutusunu gördüm. Uzanıp aldım. İçinden bir tane alıp içtim. Bagajdaki yumurtalar geldi aklıma. Kırılmışlar mıdır acaba, iyi ki süt şişesi yoktu. Patlayıp akarsa kokusu imkânsız çıkmaz. Başıma gelmişti. İki yıl önce Bodrum’da marketten alıp arka koltuğa koyduğum şişe kendiliğinden patlamıştı. Torbanın içindeydi Allahtan, çoğu torbaya dökülmüş, kenara çekip çöpe atmıştım. Eve dönünce dökülenleri silip temizleyip olayı unutmuştum. Ertesi gün arabaya bindiğimde bir koku, bir koku anlatamam. Hayvan ölüsü gibi. Anladım sütten, arabayı tekrar park yerine çekip diplere kadar sirkeli sularla silip temizledimdi, olmadığı gibi daha da beter oldu. Sorup soruşturdum, araba sattırır, dediler. Çıkmaz o koku, her yeri de kurtlandırır üstüne, dediler. Bende şafak attı. Tam bayram üstü. Bodrum’un en iyi araba yıkamacısını bulup gittiydim o zaman, arabayı bırak git abla, her tarafını sökeriz, dedi saçı sakalından az olan tamirci. Kolları bütün dövmeli. Başka türlü olmaz mı dediğimde şoför koltuğunu söktüler altı vıngır vıngır kurtlanmış… İçimden yükselen öğürtüyü bastırmak için geriye attıydım kendimi. Bir yandan da nasıl utanıyorum adamlardan. Kadın şoför diyecekler, hem salak gibi süt döküyor hem de içi bulanıyor. Derin bir nefes alıp, sökün, dedim. Ne olacaksa en iyisi olsun. Bayramda veremeyiz, bugün sökeriz, yıkar ilaçlarız. Sonra dükkânı kapatacağız zaten. İlaçla bekler üç beş gün. Sonra bir daha ilaçlar, yıkarız. Halılar da değişecek tabii, demişti tarz tamirci. Boynumu eğip razı olmuştum. Gene de olmazsa yapacak bir şey yok, demişti adam. Bir taksi çevirip dönmüştüm eve, annemler, ablamlar, ev dolu. Hepsi tatile gelmiş. Ama araba yok, iyi mi? Gözüm süt görsün istemiyorum, ne süt ne yoğurt. Burnumda o kokuyla geçtiydi o hafta. Bir hafta sonra gelmişti tertemiz, canı sağ olsundu tamircinin, epey de para ödediydim. Şimdi burada olsaydı bu halini de adam eder miydi acaba?

Tekrar çıktım arabadan. Soğuk dışarısı, kar yağıyor hafiften. Kabanımın kapüşonunu taktım ama bir işe yaramadı. İçim üşüyor. Geçen her araba yavaşlayıp bize bakıyor. Bana ve arabaya. Gözlerinde görüyorum o ifadeyi, ha kadın şoförmüş, diyorlar. Ben, demek istiyorum on beş yıldır araba kullanıyorum, bir kere süt kırdım sadece, vallahi başka kazam yok, demek istiyorum. O bakışlardan anlıyorum, inanmayacaklar bana. Sinirleniyorum. Geçenlerin kimi, iyi ki benim başıma gelmedi, çok şükür, diyor kimi de benim başıma gelmez kardeşim, içkili midir nedir, diyor. Biliyorum. Ben de böyle bakmış, ben de böyle düşünmüştüm kaza gördüğüm zamanlarda. Al işte, oluyormuş, yaşanıyormuş. Her şey insan içinmiş. Burnuma o bozuk süt kokusu gelir gibi oluyor bir an, içim bulanıyor. Yok, değil ama. Kırık yumurta varsa var. Telefonumu arıyorum, bulamıyorum. Nerede bu, bakıyorum da görmüyor muyum nedir. Buz gibi olmuş parmaklarımla şakaklarımı ovuyorum. Şifalı eller. Kendine faydası olmayan eller. Biraz daha su içiyorum. Sağ taraftaki yaya yoluna çıkıyorum. Gelenler hızlı geliyor, önce kukayı sonra da arabayı görene kadar kesmiyorlar hızlarını. Ne olur ne olmaz deyip elime plakayı da alıp kaldırıma çıkıyorum. Çevre yolunda kaldırım olması şaşırtıyor beni. Belki de benim gibiler için yapıyorlar buraları. Süt döken kadın şoförler için. Elimde plaka, çantamı karıştırıyorum telefonu bulma umuduyla. Öykü kitabının arasına sıkışmış, buluyorum. Çalışıyor sorun yok. Annemi aramıyorum; şimdi tansiyondu şekerdi. Kafam durmuş. Telefon elimde bakınıyorum. 155’i arasam. Ay ne diyeceğim, ben kaza yaptım, gelin beni alın mı diyeceğim. Evet aslında gayet mantıklı. Arıyorum, meşgul. Aklıma Murat eniştem geliyor, arıyorum meşgul. Boş geçen bir taksiye el etmek geçiyor içimden, arabayı bırak git, zaten pert olmuş, kırık yumurtalar var ama bagajda. Kırıldılar mı, yağ var, mandalina, kereviz, bir de makarna. Onları da alsam mı? El ettiğim taksi de durmuyor.

Vızır vızır geçen arabalardan korkuyorum. Arabamın yanına gidemiyorum. O öylece kırık dökük yatıyor orada. Aha vay be, arabayla bağ kurmuşum haberim yok, bunun erkeklere özgü bir şey olduğunu düşünürdüm. Çok taşıdı bu zavallım beni, getirdi götürdü. Ne yollar gittik beraber. Yol boyu alışverişle doldurup arabayı, eşşek gibi yükleyip ne çok seyahat ettik. Ablamların torunlarını az uyutmadık arkada, arka koltuk boşluklarına yastık yığıp bebeleri uyuturduk. Uludağ’ a gitmiştik bir sefer kızlarla, lastiklere zincir takmıştık da yolda kayanlara geri zekâlılar demiş, gülmüştük. İncecik yağan kar tanelerinin altında, yola dökülen far lambalarının parçaları kırmızı kırmızı parlıyor. Alsam, bir kenara koysam mı acaba, aman yok ya, bırak kalsın. Zaten takılacak yeri yok. Köprünün altına doğru yürüyorum yavaş yavaş. Bir yandan Murat enişteyi yeniden arıyorum. Çalıyor bu sefer, uzun uzun çaldırıyorum. Kesin toplantıda, telefonu sessize almış. Arar az sonra. Elli kişiyi de arayıp ortalığı ayağa kaldırmayalım. Panikli kadınlar gibi. Bir sigara yakarım şimdi, kafam yerine gelir. Köprünün altında sırtımı duvara dayayıp duruyorum, yukardan geçen araçların gürültüsü uğulduyor kulaklarımda. Yürüdükçe titremem geçti. Sağ taraftaki duvarlara poşetlerle çiçekler ekmişler, ekmemişler de katman katman yerleştirmişler. Yerler su içinde, Fikirtepe inşaatlarından çamur akmış yola, bastıkça daha çamur. Çiçeklere bakıyorum. Solmuşlar. Dönüp arabaya baktığımda polis arabasını görüyorum. A benim yürümemi mi beklemiş bunlar, kim aradı acaba, yoldan geçen biri mi, yoksa böyle bir tespit sistemi mi var? O tarafa doğru seğirtiyorum. Bayağı da yürümüşüm fark etmeden. Salak salak yürümüşüm, sanki sahil yoluna yürüyüşe çıkmışım. Hiç akıl yok bende. Kafam nasıl dağıldıysa, ya da nasıl dağınıksa. Polise doğru yürürken kazayı nasıl yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum. Bir daha baştan gözden geçiriyorum. Lastik patlamamıştı, yok. Direksiyonu kaybettiğimi hatırlıyorum, bir an. Sonra frene yüklendim. Bir değil iki kere gümledim. Sağ bacağım ağrıyor biraz. Yanlamasına bir sancı, boydan boya. Sanki sopayla vurmuşlar gibi. Adrenalin birikince böyle katılaştırır, ağrı yaparmış bir yerde okumuştum. Ondan sanırım. Ayağımdaki topuklu botlar olmasaydı iyiydi, topuk mu takıldı acaba pedala. Bilemedim şimdi. Polisi gördüğüme sevindim ama, çekiciyi de hallederler şimdi. Burnum sızladı. Ağlayasım geldi. Gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez, kaza yapan ağlak kadın olmak da istemem. Kaza yapan kadın olmak zaten damgalıyor insanı. Ağrı artıyor yürüdükçe, bacağımı çekerek yürüyorum. Benden yana bakıyorlar, el sallıyorum. Bir dakika geliyorum, diyorum elimle. Eli kolu oynuyor, bir şeyler söylüyor bana doğru, duyamıyorum. Yürüyorum. Koca bir beton mikseri geçiyor yanımdan, ürküp geriye doğru sıçrıyorum. Yerleri titreterek geçip gidiyor yanımdan. Telefonum çalmış, duymamışım, hay Allah. Arayan annem. Aman iyi ki duymamışım. Mesaj atmak geldi aklıma, niye daha önce düşünmedim ki ben bunu. Ablama yazarım. Merak etmeyin, ben iyiyim, araba sizlere ömür. Yok böyle yazılmaz, sil yeniden yaz. Merak etmeyin iyiyim, bir kaza geçirdim. Murat eniştemi aradım, bulamadım. Trafik geldi, çekici de gelince eve dönerim. Yok eve gitmem de size gelirim. Annem korkar şimdi, evham yapar. Yazdım, gönderdim. Vııjt gitti. Başımı kaldırıp kaza yerine baktığımda memurların arabaya binip gittiğini gördüm, a nasıl olur ya, insan bir nasılsın kardeşim diye sormaz mı? Benim vergilerimle yaşıyorsunuz siz, ne hemen öyle ateş almış gibi kaçıp gittiniz? Geliyorum dedim ya işte. Vatandaş zor durumdayken, hayret bir şey… Azıcık sesimizi çıkarsak yığarsınız ekipleri, kaza yapınca kimse yok, oh ne güzel. Durun bile diyemedim. Benim kaza yaptığımı mı anlamadılar acaba, arabanın benim olduğunu mu anlamadılar, olabilir. Tabii, kesin öyle. Kim arabasını oracıkta bırakır da yürüyüşe çıkar. Ben tabii. Yürüdükçe arttı karın yağışı, yerler bir karış kar. Rüzgârda savrularak yürüyorum, alçak sürünme gibi bir şey yaptığım, beş dakikada geldiğim yol uzadıkça uzadı. Kürklü kapüşonumun arasından arabaya doğru bakıyorum, göremiyorum, biri mi çekti, götürdü. Ama az önce buradaydı, şimdi yok… Tekrar belirdi, işte orada. Birileri eğilmiş içeriye, ambulansın mavi lambası cayır cayır dönüyor tepesinde, birini çıkarıyorlar arabadan, kim o, kim…

Gülmese

Ne güzel gülüyor annem, güzel mi gülüyor, gülüyor bir de… İri kahverengi gözleri gülerken kısılıyor. Gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar gülmekten mi…

Ellerini saçlarına götürüyor, iri dalgaları kulağının arkasına sığdırmaya çalışıyor. Dalgalar o daha iterken eski yerine düşüyor. Aldırmıyor.

Üzerinde tek tük çillerin olduğu elleri ince, ince ama boğumları kalın. Tuhaf. Tırnakları kırmızı boyalı. Kırmızı olmazsa lacivert. Bir keresinde sarı sürdürmüştü, nedense. Kahverengi ellere sarı oje. Solaryumseven.

Kemerli burnu küçük. Hafif kemerli. Alnı geniş ve aydınlık. Dudakları dolgun, tıpkı göğüsleri gibi.

Zayıf ama sıska değil. Hatta kalçası biraz geniş. Orta boylu, bacakları uzun.

Bakışları, kime baktığına bağlı. Bana değil. Hiç değil.

Aramızda on sekiz yaş var.

Liseyi bitirmeden doğurmuş beni. Salak. Akıllı aslında.

Yeniden gülüyor. Gözlerinin kenarında kırışıklıklar.

Yeter artık, gülüp durma.

Bana bakmıyor, duymamış gibi. Kulakları bütün küpe. Delik deşik. Burnunda hızma. Kaşına da piercing yaptıracaktı bir ara. Kendisi gibi bir arkadaşı var, Seda, o yaptırmış. O yaptırınca bu da heveslendi. İskele sokaktaki dövmeci bunların arkadaşı, gide gele. Boynu bütün dövmeli tuhaf, sakallı adam. Jef diyor bunlar, vazgeçirmiş. Onun yerine üç yüz dolara salıncakta sallanan kızın dövmesini yapmış koluna. Sallanan kızın elinde rengârenk balonlar. Hiç uzun kollu giymedi annem o sıra. Soğuktu. Herkes görsün, sorsun, beğensin istedi. Öyle oldu tabii. Hikâye kurdu üstüne. Kendi çocukluğuymuş, elinde balonlarla salıncağa binermiş, babası ona taparmış. Yalan. Piercing yerine salıncaklı kız modası oysa. Ama hikâye anlatmakta başarılı bizimki. Ballandıra ballandıra. Dedemi bilmesem ben bile… İnek gibi yatan bir adam. Fosur fosur sigara içen. O divandan kalkmaya üşenen. Tepsiyle önüne gelen yemekleri yalamadan yutan. O benim dedem. Dede. Anlamlı bir sözcük bile değil. Aynı hecenin üst üste tekrarı. O kadar.

Bembeyaz dişleri parlıyor gülerken. En çok dışarda. Ben evde görünmezim. Sokakta uydusu.

Nereden bulduysa burayı, işletmesini alacakmış. Reks sinemasının yan sokağında dört katlı bir yer.

Heyecanla konuşuyorlar. Ben çıt çıkarmıyorum. Üstüme bol gelen siyah kazağımın eteklerine ellerimi sarıp oturuyorum.

Tombul ellerim siyah kazağın içinde kayboluyor. Annem yan gözle ellerime bakıyor. Beğenmediği şeyleri hemen görür. O kocaman kahverengi gözlerden sinyal gönderir.

Yapma şunu, düzgün otur.

Sinyali çakınca benim anlayacağımdan emin. Kemirilmiş tırnaklarıma bakmaya başlıyorum bu sefer. Ben daha bakarken ayağının ucuyla itiyor ayağımı. Spor ayakkabımın ucuna basıyor. Ayakkabıları sivri topuk. Yavaşça çekiyorum kendimi. İçime doğru. Siyah kazağımın içine doğru bükülüyorum. Onun rahatladığını görüyorum.

Yeniden gülüyor. Rahat. Birinci kat kafe, ikinci kat oyun salonu, üçüncü kat oyun salonu, son kat yine kafe. Teras çünkü. Sigara meselesi çözülmüş olur. Sonra düşünüp değiştiriyorlar. Birinci kat pilavcı olsun. Oyuna gelen gençler acıkınca başka yere gitmesin. Yanında körili tavuk, kavurma, nohut, bir de bol salata. Vejetaryen genç çok. Planlar hep gençler üzerinden ama ben dahil değilim.

Devredecek adamın gözü annemin göğüs çatalında, annem eğildikçe adam neşeleniyor. Kül tablasını biraz daha uzağa çekiyor. Ona doğru uzansın istiyor. Başta bana baktı şöyle bir. Baktı annem bana bakmıyor, o da ilgilenmedi bir daha. Yalandan, küçük hanıma da bir latte getir, dedi kılkuyruk garsona. Annem çay içer, demli, büyük bardakta. Rakı da sever. Türkü barlara da gider rock barlara da. Ben evde otururum. Annem benim yerime de gezer.

Teknesi varmış adamın, annem nasıl mutlu, ışıldıyor. Hem işi olacak, hem sevgilisi, hem teknesi.

Adama şakıyor adeta. Adamın, kızı olduğumu öğrendiğindeki şaşkınlığı annemi güldürüyor. Sigara sarıyor o ara. Sarma sigara havalı ama aslında ucuz. O kadar çok içiyor ki sigarayı, çay hep eşlikçi. O dişler nasıl öyle beyaz ben bile şaşırıyorum. Adam, üstünde can çekişen çocuğun olduğu sigara paketini koyuyor masaya. Çocuğun ağzında solunum cihazı. Bebek daha. Annem paketi görmezden geliyor. Onun tabakasının üstünde Che Guevera var. Beresi yıldızlı.

Masaya biralar geliyor. Ne ara çaydan biraya geçtiler ben bile kaçırdım. Köpüklü biralar konuyor buzlu bardağa. Annemin kolları çıplak. Balonlar uçuşuyor kırmızı mavi.

Garsonları değiştirelim diyor annem, yakışıklıları alalım ne de olsa kızlar daha çok geliyor kafeye, oğlanlar Playstationcu. Onlar aldırmaz. Bir de iri bir adam. Ne olur ne olmaz, arıza çıkaran olursa müdahalesi kolay olur, diyor. Her şeyi biliyor.

Adam şaşalıyor. Yakışıklı değil çünkü. Bozuluyor biraz. Annem hemen fark ediyor. Bütün salaklar, işsizler yakışıklı, diyor. Üç kuruş paraya çalışırlar senin emrinde, diyor. Adam arkasına yaslanıp anneme bakıyor. Devretmekten vazgeçti, ortaklık konuşuluyor.

Adam evli, iki kızı varmış. Ayrı yaşamaya başlayalı bir yıl olmuş, ne güzel. Annem bayılır. Mutsuz adamları sever. Fenerbahçe’deki evine hafta sonları kızları gelirmiş. Tanısa annem de severmiş. Kızlar annelerine benzemezmiş.

Bana ilişiyor gözleri, senden birkaç yaş küçükler diyor, ablalık yaparsın. Rolüm belli oldu işte.

Annem hafta sonunu teknede geçirmeyi planlamıştır çoktan. Bensiz, kızlarsız.

Kulaklığımı takıyorum, bundan sonrasını duymak istemiyorum. Pink Floyd dinliyorum. Camdan dışarıya bakıyorum. Bir çift kumru gelip konuyor pencerenin kenarına. Yalnızca ben görüyorum. Canavar gibi bir martı pike yapıyor üstlerine. Martının gözleri kıpkırmızı. Pencere kenarında oturan birkaç şortlu kız heyecanla bağrışıyor. Telefonlar çıkıyor, videolar çekiliyor. Alt tarafı martı, mucize değil. Annem yanlarına gidip martının adı Jonathın diyor. Kızlara Martı’nın hikâyesini anlatıyor. Kızlar hayran dinliyor. Adam hayran, anneme bakıyor. Foto çekiliyor, annemle kızlar yanak yanağa. Martı fonda. Annem masaya döndüğünde adam annemi alkışlıyor. İşletmeci dediğin böyle olur, diyor. Gençleri iyi anlıyorsunuz, diyor. Annem duralıyor. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, gözü bana ilişince vazgeçiyor.

Ben de gencim şekerim, diyecekti ben biliyorum. Demiyor.

Adam bir ara masadan kalktığında annem kolumu tutup sıkıyor. Kulaklığımı işaret ediyor. Çıkarıyorum. Ben biraz daha buradayım, sen istiyorsan eve git, diyor. İstemiyor artık uydusunu. Siyah kazağımı, siyah kotumu, siyah boyadığım gözlerimi, belimden taşan kilolarımı istemiyor.

Gecikirim, sen beni bekleme, takıl, diyor. Takıl.

Ben bu adamla sabahlayacağım diyor gözleri. O benimkileri okumayı bilmiyor ama ben onun içini okumayı biliyorum. İçimden bir ateş yükseliyor. Dudaklarımı sıkı sıkı kapatıyorum. Tek kelime etmeden kalkıyorum. Merdivenlere doğru giderken adamla karşılaşıyorum.

Oo kalktınız mı, akşam yemeğe gidecektik ama, diyor. Gözlerindeki belirgin açlığa bakıyorum. O da bir bana bir anneme bakıyor. Bir şey söyleyeceğimi zannediyor. Söylemiyorum. Adamı arkamda bırakıp hızlı hızlı iniyorum merdivenlerden. Adamın rahatladığına eminim. Sorunlu kız da gitti, manita ona kaldı.

Kafenin pilavcı olacak ilk katından kendimi sokağa atıyorum. Arkamdan gülen sesi geliyor sanki kulağıma, annemin.

Kalabalığa karışıyorum.

Buraya her geldiğimde yaptığım şeyi yapıp önce plakçıya gidiyorum. Para biriktiriyorum. Pikap aldığımda alacağım ilk plak da belli. Seçtim çoktan. Patti Smith’ten Set Me Free…

Yüzümde akşam güneşinin izleri, ağlayacak ne var ki…

Kalabalığın ortasında kaybolmaktan memnun, yürüyorum. Oysa bir yandan kalbimde bir sıkıntı. Gün bitiyor, ondandır diyorum kendime, gün bitiyor. Önümüzdeki ay sınav var. Sınava bir ay var. Ankara, olmadı İzmir, olmadı Eskişehir. Buradan uzakta. Bana alınmış gibi yapılan, bana iki beden küçük mini eteklerden uzakta…

Yıkanmaktan siyahlığı bozulmuş kazaklara eğer bakarsa, gözlerini devirenden uzakta.

Sabah gelip boynundaki morluklarla kendini yatağa atandan uzakta…

Hep kendi sevdiği yemekleri yapandan uzakta…

Ben hep sevilen oldum, hep sevildim, bu hayattaki en muazzam şey, diyenden uzakta…

Minibüste cam kenarına oturdum. Başımı cama dayadım. Canım müzik dinlemek de istemiyor. Hava sıcak. İçerisi kalabalık. Biraz ayak, biraz ter, biraz da mutsuzluk kokuyor içerisi. Minibüse inip binen insanlara bakamıyorum. Karanlık, kavruk yüzleri gülmüyor. Gülseler bir dert gülmeseler bir dert. Başımı çevirip cama doğru hohluyorum. Nefesim cama yapışıyor. Camdaki buğuyu elimle karalıyorum. Buğudan yaşlar akıyor. Sonra bir kere daha hohluyorum. Kocaman bir nefes kirli camda solarken ben minibüsten iniyorum. Yaşadığıma dair kalan o iz çoktan kaybolmuştur bile. İçimdeki sıkıntı ağırlaşıyor. Tam önünde durduğum apartmanın dördüncü katına bakıyorum. Bir zamanlar babamın baktığı yerden, bana el salladığı yerden. Annemle o henüz benim yaşımdayken taşındıkları ev. O da pencereye buğu bırakmış mıydı acaba, bana ondan bir anı gibi kalan, ânında uçup giden. Ev boş. Ben eve girdiğimde doğru odama gideceğim. Başucu lambamı yakıp kitabımı okurken sokaktan bizim eve bakanlar karanlık pencereleri görecek. Birkaç ay sonra ben yokken bu karanlık sıradan bir karanlık olacak.

Kulaklığımı taktım. The Hoosiers’t-ın The Trickt to Life çalıyordu.

Tasuta katkend on lõppenud.