Loe raamatut: «Nisan Bestesi»
Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi katılımcılarının yazılarından oluşan bu eseri sizlere takdim etmekten mutluluk duyuyoruz.
Edebiyatımızda pek çok nesle hocalık yapan şair ağabeyimiz Ali Akbaş’ın yürüttüğü şiir atölyesinde yazılan şiirleri, Türk hikayeciliğinin yaşayan önemli isimlerinden Osman Çeviksoy’un idaresinde sürdürülen hikaye atölyesi ve Akademisyenliği ile olduğu kadar yazarlığı ile de kültür ve edebiyatımıza önemli katkılar sunan Hüseyin Özbay idaresindeki deneme atölyesinde ortaya çıkan eserleri sizlere topluca sunmaya çalıştık. Adem Yeşil, Atalay Yağmur, Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Erhan Özel, Fatma Nur Özdemir, Hatice Üzgül, Kamuran Özaktürk, Kenan Dallı, Mehmet Fatih Mülayim, Melik Çağrı Küçükyıldız, Oğuz Atahan Başaran, Remzi Anıl Toprak ve Saffet Atak uzun bir atölye çalışmasını sabırla sürdürerek edebiyatımıza yeni imzalar olarak adım atıyorlar. Bu arkadaşlarımızın imzalarıyla “Kardeş Sesler 2012” adıyla bir ortak kitap yayınlıyoruz.
Ayrıca Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Oğuz Atahan Başaran ve Melik Çağrı Küçükyıldız’ın kendi eserlerinden oluşan müstakil kitaplar da Atölye çalışmaları sonunda okuyucuyla buluşmuş oluyor.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor edebiyatımız içindeki varlıklarının sürekli olmasını ve her birinin isim ve üslup sahibi yazarlar olarak kendi yerlerini almalarını diliyoruz.
Sevgili Dostlar,
Türk edebiyatı, her yıl 30 civarında yeni hikayecinin eserleri ile zenginleşiyor. Başka bir deyişle her yıl 30 yeni yazar, kitaplaşan hikayeleri ile edebiyatımıza giriyor. Bu yıl, AYB Edebiyat Akademisi Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi sonunda yayınlanan 4 hikaye kitabının önemi artıyor. Atölyemiz, bu yıl ülkemizde yayınlanacak olan hikaye kitaplarının %13’ünü üretmiş demektir. Buna Kardeş Sesler 2012 kitabımızı da eklersek katkımız daha da artacaktır.
Bu önemli başarıda pek çok teşekkür borcumuz var: Öncelikle uzun bir maratonu gece gündüz demeden sanat sevgisiyle sürdüren yeni yazarlarımıza, sabırla bu atölyeleri yürüten her yeni yazıda tekrar heyecanlanan hocalarımıza, projelerimizi destekleyen Dernekler Dairesi Başkanlığı çalışanlarına ve özellikle Daire Başkanı Sayın Mustafa Yardımcı’ya teşekkür ediyoruz. Ve elbette şükran borçlu olduğumuz bir diğer isim ise projenin ev sahipliğini yürüten Türk Norm Vakfı Başkanı Özcan Tokyürek. Vakıf salonlarında yapılan derslerde en az bizler kadar heyecanlanıyordu.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak yazar yetiştirme konusundaki bu tecrübelerini Ankara ile sınırlı kalmayıp ülkemiz geneline hatta tüm Avrasya coğrafyasına taşımak arzusundayız. Ümit ederiz, bu birikim tüm Anadolu’ya ve Türk Dünyasına yayılır.
Yazarlarımızın Türk edebiyatında önemli imzalar olarak yeni ufuklara doğru yelken açacakları ümit ve dilekleriyle, eseri dikkatlerinize sunuyorum.
Yakup DeliömeroğluAvrasya Yazarlar BirliğiGenel Başkanı
BERRİN MÜZEYYEN ALPAY
bmnalpay@yahoo.com
Aslen Konyalı olan Berrin Müzeyyen Alpay, ilk ve orta öğrenimini Konya 27 Mayıs İlköğretim Okulu ve Konya İmam Hatip Lisesi’nde tamamlamıştır. 1994 yılında Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden mezun olmuş ve 1998 yılında Tarım Bakanlığı’nda göreve başlamıştır. Halen Tarım Bakanlığına bağlı bir Araştırma Enstitüsü’nde Veteriner Hekim olarak görevini sürdürmektedir.
2011 ve 2012 yıllarında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye ve Deneme Atölye çalışmalarına katılmıştır. Hikâye ve denemeleri çeşitli dergi ve internet sitelerinde yayımlanmaktadır.
Evli ve üç çocuk annesidir. Ankara’da yaşamaktadır.
DEHLİZ
Geceleyin müthiş bir gürültüyle uyandım. Aynı anda uyanmış olan eşim de tıpkı benim gibi dehşet içindeydi. İkimiz birden koşarak çocukların odasına yöneldik. Bir sağa bir sola âdeta yaylanan bina, birbiri üzerine düşen eşyalar, çocukların çığlıkları… Her şey sadece bir kaç saniye sürdü.
Sonrasında derin bir sessizlik ve sonsuz karanlıktan ibaret bir dehliz içindeydim. Bedenim dayanılmaz acılarla sızlıyordu. Öldüğümü sandım.
“Peki ya çocuklarıma, eşime ne olmuştu?” Onları görmek istiyordum ama nafile… Ne kıpırdayabiliyor, ne de gözlerimi açabiliyordum. Hareket etmeye her yeltenişimde vücudumda duyduğum acılarla inliyordum. Uzun bir zaman sonra sesler işitmeye başladım.
“Üç gün sonra… İnanılır gibi değil… Yaşıyor, nabzı atıyor, dikkatli olun!” diyordu birisi. Başka birisi heyecanla
“Bilinci yarı açık” diyordu.
Üzerimdeki ağırlığın yavaş yavaş azaldığını ama ağrılarımın hâlâ devam ettiğini hissediyordum. Demek yaşıyordum. Bin bir güçlükle göz kapaklarımı aralayarak eşimi ve çocuklarımı sormak istedim. Kimseye sesimi duyuramadım.
************
Bir hafta sonra ağrılarım dinmiş olarak bir hastane odasında uyandığımda aile fertlerimin henüz kurtarılamadığını öğrendim. Depremden üç gün sonra bana ulaşıldığı için oldukça şanslı sayılırdım. Ancak sevdiklerimle birlikte olmadıkça yaşamanın ne önemi vardı. Günlerce enkaz altında kalan yakınlarından müjdeli haber bekleyen birçok insan gibi ben de aileme sağ salim kavuşmak için dualar ettim. Umutla başlayan her yeni gün akşam olurken yerini feryatlara bırakıyordu. Savaş sonrası vehâmetindeki bu tablodan geriye; yaşamla ölüm arasında gidip gelen marazi ruh hali ve bir de uzman psikologların desteğiyle ayakta durabilen parçalanmış aileler kaldı.
Eşim ve çocuklarımın cansız bedenleriyle karşılaştığım gün hayata dair bütün ümitlerim söndü. İnsanın kendinden bile çok sevdiği üç kişiyi birden toprağa vermesinin yaşanabilecek en büyük acı olduğunu anladım. Dünyada bundan daha ağır bir imtihan olamazdı. Kocaman bir kara delik içinde artık bir başıma kaldığımı hissediyordum. Ölmek istedim… Birçok kez intiharın eşiğinden döndüm. İnançlarım gereği yaptığımın yanlış olduğunu bilmeme rağmen hayata bağlanmak için de bir neden bulamadım.
Geçmişi unutmak imkânsızdı ama karşımızda bu yaralı geçmişin üzerine kurulması gereken bir gelecek gerçeği vardı. Bu nedenle gruplar halinde aldığımız tedavilerde yeniden yaşama sevinci kazanmak için yoğun çabalar harcadık. Uzmanlar her birimizi kişiliğimize uyumlu uğraşlara yönlendirdi. Benim için de mesleğime geri dönmem en iyisi olacaktı. Fakat ne yazık ki bu uygulamalar bile bazen başarısızlıkla sonuçlanabiliyordu. Hayata sarılmayı defalarca yeniden deneyenlerimiz, defalarca başa dönenlerimiz vardı. Ben de onlardan biriydim.
*********
Daha önce mesleğime dönmüş fakat bir süre sonra hayatımda doldurulması mümkün olmayan bir boşluğun varlığını hissetmiştim. Ne yaparsam yapayım bu boşluğun hiç bir zaman dolmayacağı paranoyasına kapılmış ve kendimi başladığım noktada bulmuştum.
Ancak son zamanlarda özgüvenimi tümüyle yitirmekten korkuyordum. Artık ayaklarımın üzerinde durmak, yaşamak zorundaydım. Hatta hem gündüzleri hem akşamları çalışırsam olumsuz düşünmeye zamanım kalmayacak ve böylece daha mutlu olacaktım. Emeğimin karşılığını aldıkça da hayata daha sıkı sarılacaktım. Bu defa tüm önerilerine harfiyen uyarak aylardan beri bana emek veren psikologumun emeğini boşa çıkarmayacaktım. Hayata dâhil olmayı kendim için ne kadar istiyorsam psikologum için de o kadar istiyordum. Büyükçe bir çadırdan ibaret olan sınıfımın beni yeniden hayata bağlayacağını ümit ediyordum.
Göreve başlayacağım sabah dalgın, düşünceli, çadırdan sınıfıma doğru ilerlerken psikologum, yedi sekiz yaşlarında bir çocukla yoluma çıktı. Yüzüme manalı manalı bakarak yanındaki çocuğu işaret etti.
“İşte sana Umut’u getirdim. Ailesinden geriye bir tek o kaldı.”.
Umut’un tıpkı oğlumunkine benzeyen iri elâ gözleri vardı. Aydınlık yüzünde büyük bir felâketin bile silmeyi başaramadığı tatlı, çocukça bir gülümseme vardı.
Minik ellerini şefkatle avucuma aldım. Gönlüm, ilkbaharda tomurcuk vermeye hazırlanan bir ağaç kadar coşkuluydu…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 22.01.2011)
BABASININ OĞLU
Otobüsün hareket etmesine çok zaman vardı. Şehrin sokaklarında avare avare gezindim durdum. Saatlerdir dışarıda olduğumu soğuktan parmaklarım uyuşmaya başlayınca fark ettim. Terminale doğru yürümeye başladım.
Ne zaman ellerim üşüse annemi hatırlarım. Annemin soğuk, narin parmakları gelir aklıma. Beni kimi zaman bir ipek gibi yumuşacık saran, okşayan, kimi zaman bir pençe kesilip kavrayan, düştüğüm kuyulardan çekip çıkaran annemin elleri…
Sobamızın yanmadığı soğuk kış gecelerinde kız kardeşimle birbirimize sokularak yattığımız kanepede bizi ısıtması için annemi beklerdik. Bazı geceler elektriğimiz de kesilmiş olurdu. Olsun, annem karanlık odayı da aydınlatır, üşüyen bedenlerimizi de ısıtırdı. Nereden aklına gelirdi bilmem komik hareketler, sözler bulur bizi güldürürdü. Ne kadar neşeli kadındı annem. Bir de kaderi güzel olsaymış daha neler yaparmış. Sadece gece yarısından sonra babam eve gelince biraz önceki neşeli, sevgi dolu kadın o değilmiş gibi beti benzi solar, elleri buz keserdi. Babamın sarhoş kafayla savurduğu küfürleri biz duymayalım diye yorganı başımıza kadar çeker, kapımızı sıkıca kapatırdı. Onca hakarete nasıl dayanırdı bilmem, bir kere bile cevap vermez hep susardı.
Babam ailesinin yüz karası, kazara girdiği işlerden kazandığı bütün parayla içki içip kumar oynayan rezil adamın biriydi. Bir köstebek gibi sürdürdüğü yaşantısında aydınlığa yer yoktu. İyi ve güzel olan her şeye karşı öfke duyardı. Ekonomik durumları bizden daha iyi olduğu için dayılarım ve teyzelerimle görüşmemizi yasaklamıştı. Hatta bayramlarda bize gönderdikleri yepyeni giysileri parçalar, henüz tadılmamış yiyecekleri çöpe atardı. Hoş, kendi kardeşleriyle de geçinemezdi ya… Amcam ne zaman bizi özleyip evimize gelse sebepsiz yere kavga çıkarır adamcağızı geldiğine pişman ederdi. Aile büyükleri onun evde olmadığı saatlerde gizlice, diken üstünde gelir, anneme bir miktar para bırakır, aceleyle çekip giderlerdi. Her iki ailenin boşanma ısrarlarını annem kabul etmez “Hele biraz daha sabredeyim, elbet bulacak cezasını. Boşansam çoluk çocuk kime sığınırız. Belki bir köşede geberir el ağzına düşmeden ayrılırız. Hem bizim örfümüzde gelinlikle girilen eşikten kefenle çıkılır.” diyerek tek kurtuluş ümidimizi de söndürürdü.
Her aybaşında parası tükeninceye kadar eve gelmeyen babamın ay sonuna doğru gündüz saatinde aniden eve gelmesi benim için ölümle eş değerdi. Zorla elimden tutar, karşı çıkışlarıma, çığlıklarıma, annemin yalvarmalarına aldırmaz öğrettiklerini ağlata ağlata yaptırmak için bilmediğim, dükkânlara, evlere götürürdü beni. Çaldığı paraları alıp köşe başında beklememi isterdi. Soymak istediği evlerin banyo pencerelerinden içeri sarkıtarak sokak kapılarını açmamı isterdi. Ağzından tükürükler saçarak küfürler eder, hıncını alamazsa bir de döverdi beni.
Eve geldiğimizde annem hiçbir şey sormaz ben de bir şey anlatmazdım. Bakışlarımızdan anlardık birbirimizi. İkimizin de boğazında düğüm düğüm acılar birikirdi… Yine de koyuvermezdik gözyaşlarımızı. Yaptığım her şeyi bildiğini sanırdım. Bazı zamanlarda babamın bana bakıp pişkin pişkin;
“Yine gidelim mi?” demesinden iğrenir, utancımdan annemin yüzüne bakamazdım. O gidince annem hiçbir şey bilmiyormuş gibi beni güldürmek için elinden geleni yapar, ruhumdaki yaraları sarmaya çalışırdı. Bu işkence yıllarca böyle sürüp gitti…
Delikanlılığa adım attığım yıllarda, bir gün aldığı fazla alkolden dolayı nasıl yaşadıysa öylece öldü. Onun ölümünden sonra, kötü anne babaların hak ettikleri cezayı evlatlarına çektirmeye alışık önyargılı toplum, benim için de “babasının oğlu’’ kılıfını uygun görmüştü. Böylece geleceğime dair babamdan geriye kalabilen kırık dökük hayallerimi de onlar yıkmıştı. Babasının ya da annesinin günahlarının bedelini ödeyen birçok genç gibi benim de iyi bir yol tercih etme şansım pek azdı. Ne okulumu bitirebilmiş ne de bir işte dikiş tutturabilmiştim. Kız kardeşimin ve annemin geçimini sağlayabilmek için var gücümle çalıştım. Babamın oluşturduğu kötü kanaatler yüzünden toplumun alnıma yapıştırdığı etiketi ne yaparsam yapayım söküp atmayı başaramadım.
Kız kardeşimin mutlu bir yuva kurmasından iki yıl sonra annemi kaybettik. Artık bir serseriye ne yakışırsa onu yapıyor, nerede akşam orada sabah günümü geçiriyordum. Annemin iyiliği içimde çoktan küllenmiş, ruhum babamın kötülüğüyle yıllarca boğuşup durmuştu.
Dalgın ve düşünceli bir halde terminalin bekleme salonuna doğru yürüyordum. Otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Orta yaşlı, esmer, tıknaz bir ayakkabı boyacısının;
“Karadeniz’de gemilerin mi battı beyim, boyayayım da için aydınlansın” diyen sesiyle irkildim. Daha cevabımı beklemeden ayakkabılarımı boyamaya başladı. Gayri ihtiyari;
“Ancak buradan kaçarsam içim aydınlanır” diye mırıldanmıştım. Boyacının;
“Beyim karanlık da aydınlık da insanın içinde. Yakanı koyuverir mi sanırsın? Sen nereye onlar oraya” sözleriyle derinden sarsıldım. Sürekli gülümseyen bu adamın yüzüne dikkatle baktım. Daha önce annemden başka gözlerinin içi bu denli gülen birine rastlamamıştım.
Oysa ben şimdi bütün çocukluk ve gençliğimi heba ettiğim bu şehirden, anılarımdan, daha küçük bir çocukken kaderimi tayin eden önyargılı insanlardan, babamdan, kirli mazimden kaçıyordum. Kaçmayı düşünebilmek, annemin içimi aydınlatan ışığını hâlâ yitirmediğimin belirtisiydi… Belki okuma yazma bile bilmeyen, üç beş kuruşa tanımadığı insanların ayakkabılarını boyayan fakat sürekli gülümseyen, aydınlığı içinde taşıyan bu adamın bilgece kurduğu cümleyi tekrarlayıp durdum.
Haklıydı Boyacı.
Emanete gidip bavullarımı geri aldım. Ceplerimi karıştırdım, bu gece kalabileceğim küçük bir oda için param vardı…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2011)
YABANCI
Ekim ayı boyunca burada kalmak zorundayım. Duvardaki takvimde beş rakamının üzerini hemen karalıyorum. Buraya geleli beş gün oldu ama bana beş ay kadar uzun geldi. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyor.
Henüz güneşli bir sabaha uyanamadım. İstisnasız her gün yağmur yağıyor. Kendimi bir labirentin içindeymiş gibi hissediyorum. İnsanlar, sokaklar, teneffüs ettiğim hava bile bana yabancı. Her sabah kaldığım apartın yakınındaki çalıştığım enstitüye gidiyor, her akşam da enstitüden aparta geri dönüyorum. Ama bugün öyle yapmayacağım.
Kasaba merkezine sadece hafta içi saat 16.00’a kadar otobüs gidiyor. Ara sıra geçen arabalar da olmasa kasabanın bu kısmında hiçbir hayat belirtisi yok. Civarda ne bir alışveriş merkezi ne de sokakta oynayan bir çocuk var. Cadde boyunca etrafları yüksek duvarlarla çevrili kampüsler, içlerinde işyerleri… Her şey son derece düzenli ve temiz. Titiz bir insan olmama rağmen bu aşırı düzen ve temizlik sinirime dokunuyor. Tuhaf bir şekilde yalnızlık hislerimi yoğunlaştırdıklarını düşünüyorum. Yine de kararımı değiştirmiyor, yürümeye devam ediyorum.
Geldiğim günden beri tek bir kelime Türkçe konuşmadım. Çalıştığım enstitüde İngilizce konuşarak anlaşıyoruz. İnsanlar iş dışında bir şey konuşmuyor. Çocukluğu bu şehirde geçmiş bir arkadaşım “Çok sıkılırsan dışarı çıkıp yürü, mutlaka bir Türk’le karşılaşırsın.” demişti. Yaklaşık bir saattir yürüyorum hiç kimseye rastlamadım. Caddeler ıssız ve hava da kararmaya başladığı için geri dönmek zorunda kalıyorum.
Gece boyunca yüreğim bir mengene ile sıkıştırılıyormuş gibi sızlıyor. Ertesi gün çalışmam biter bitmez, daha erken saatte ve daha hızlı yürümeye başlıyorum. Hedefim kalabalık bir alışveriş merkezine ulaşmak.
Uzun bir süre yürüdükten sonra üzerinde kırmızı ışıklarla almanca kelimeler yazılı beyaz bir tabela görüyorum. Burasının alışveriş merkezi olma ihtimalini hesaplıyorum. Heyecanla yaklaşıyorum. Bugün de hiç kimseyle karşılaşmazsam ne yapacağımı düşünmek bile istemiyorum. Bir taraftan da her tür olumsuzluğu en az hayal kırıklığıyla atlatabilmek için kendimi hazırlıyorum. Olsun, bugün olmazsa yarın diyorum, vazgeçmeyeceğim…
Fakat o da ne? Giysileri anneminkine benzeyen üç kadın binanın önünde beliriveriyor. Hayal gördüğümü sanıp dikkatimi toplayarak tekrar tekrar bakıyorum. Gözlerimi kapatıp açıp bir daha bakıyorum. Hayır, kesinlikle hayal görmüyorum. Koşarak peşlerine takılıyorum. Birden aklıma arkadaşımın, İranlı kadınların da Türkler gibi giyindiklerini söylediğini hatırlıyorum. Ümidim kırılıyor. Beni duyabilecekleri mesafeden;
“Bakar mısınız?” diye sesleniyorum. Biri dönüp bana bakıyor. Ancak yüksek sesle bağırdığım için bakmış olabileceğini düşünüyorum. Bir çırpıda ağlamaklı bir ses tonuyla ağzımdan;
“Ben Ankara’dan geldim, siz Türk müsünüz ?” cümlesinin çıkmasına engel olamıyorum. Bir an saçmaladığımı, Türkçe bilmeyen birinin bu soruları zaten anlayamayacağını düşünüyorum. Bu defa kadınların üçü birden bir şey anlamamış gibi bana bakıyor. Sonra içlerinden biri;
“Öyle mi biz de Malatyalıyız” diyor. Gülümsüyorlar. Onlar da ben de uzun zamandan beri görmediğimiz bir yakınımızı görmüş gibi seviniyoruz. Ses bayrağımızın tatlı yankılarıyla gözyaşları içinde birbirimize sarılıyoruz…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 06.03.2011)
Tasuta katkend on lõppenud.