Loe raamatut: «SINAV BITTI ELLER HAVAYA»

Font:
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

ROBOTUM ZEYTİN

BABAM KURBAĞA OLDU

Arkadaşlığı ve paylaşmayı keşfedenlere…


Sınav Bitti Eller Havaya kitabına ilham olan Azra’ya; kitabın okurla buluşma sürecine eşlik eden Ayşegül Uçan’a, Hülya Şat’a, Erden Heper’e, Batu Bozkurt’a ve Altın Kitaplar ailesine; eşim Gökhan Bayram’a teşekkürlerimle…

BU İŞTE BİR TUHAFLIK VAR


Acaba kaç soru doğru yaptım, diye aklımdan geçti. Elimde tuttuğum cevap kâğıdını gözlerimle iyice bir taradım. Çözdüğüm soruları hızlıca kontrol ettim. Her şey tamam; artık cevaplarım doğru mu, değil mi bakabilirdim. Gözlüklerimi düzelttim.

“Hadi kızım Bilge, göster kendini!” diyerek başladım. İlerledikçe kahve gözlerim fal taşı gibi açıldı. Atkuyruğu yaptığım, siyah saçlarımın lastiğini stresten sıkılayıp durdum. Testin ortalarına doğru geldiğimde kulaklarımın sıcaktan kıpkırmızı olduğunu hissettim. Bütün vücudumdan ter boşaldı. Uzun saçlarım atkuyruğu da olsa dokunduğu yerlerimi yaktı. Elimle bir omzumdan diğer omzuma attım. Olmadı, üzerimdeki hırkayı çıkarttım.

Elli sorunun kontrolü bittiğinde önümdeki cevap kâğıdına öfkeyle baktım. “On yanlış ne demek? Nasıl olur Bilge? Nasıl olur?” diye kendi kendime kızdım.

Hızla soruların cevaplarını inceledim. Neden yanlış yaptığımı anladım. Sakin olmaya çalıştım. Nefes alıp verişlerim yavaşladı. Yine her zaman yaptığım gibi cevap kâğıdının boş kalan yerinde kalemim gezinmeye başladı. Yüzüne bakıp konuştum.

“Yine benden yüksek puan almış. Sana demedim mi Akıllı; ne yaparsam yapayım bu çocuk yine benim önüme geçecek demedim mi? Şurada sınavlara kalmış iki ay. Mutlaka dereceye girmeliyim. Anlıyor musun?”

Bir süre Akıllı’yı dinleyip devam ettim. “Ne dedin? Sınav gününe kadar hiçbir şey belli olmaz mı? Nasıl olmaz Akıllı, nasıl olmaz? Bütün deneme sınavlarında aynı şey oluyor işte; bir türlü okuldaki o çocuğun önüne geçemiyorum. Acaba nasıl ders çalışıyor?”

Yine Akıllı’yı dinleyip devam ettim. “Ne dedin? Amuda mı kalkıyor? İşin gücün dalga geçmek zaten! Amuda kalkarak ders mi çalışılır?”

Odaya giren ışık, Akıllı’nın yüzüne vurdu. Çizgi çizgi kalın kirpikleri parladı. Yüzünde her zamanki, kulaklarına dek uzanan mutlu gülümseme… Gözleri kapalıydı. Akıllı! Uzun kirpikler ve uzun bir mutluluk çizgisiydi…

“Evet, Bilge amuda kalkıyordur.” dedi. “Sadece amuda mı kalkıyordur? Arada parende atıp göbeğini bir sağa bir sola kıvırıyor da olabilir. Hatta ders çalışmanın büyüsü tavan yapsın, tavandan tekrar bana sektirip gelsin diye hoppidi hoppidi salınıyor da olabilir. O hoppidi salınırken belki beynindeki nöronlar daha fazla çalışıyor ve bilgi akışı hızlanıyordur.” diye devam etti.

“Sen dalganı geç Akıllı! Mutlaka benim bilmediğim bir çalışma yöntemi olmalı ya da ne bileyim, belki dikkatini daha uzun süre topluyor olabilir. Belki kullandığı kaynak kitaplar falan farklıdır. Ders notlarını belki daha değişik tutuyordur. Sürekli akıl aldığı, danıştığı biri vardır. Bakış açısı farklıdır. Benim bilmediğim bir bakış açısı vardır. Belki birisi ona bir sır vermiştir.”

Güneşin odaya giren oynak ışıkları Akıllı’nın yüzünü de oynatıyordu sanki. Bana göz kırpar gibi, “Yaklaş!” dedi. “Sana bir sır vereceğim.” Bu Akıllı’nın aklında kesin yine bir hınzırlık vardır, diye düşünerek yaklaştım.

“Domates!” dedi. Şaşkın gözlerimle geri çekilip ne dediğini anlamaya çalıştım. Yüzümde hayal kırıklığı, biraz anlar gibi, “Off Akıllı yaa, ne domatesi?” diye sordum.

Akıllı, “Yahu beni dinlesene! Ciddiyim!” dedi. Kısılmış gözlerimle yine ne dediğini anlamaya çalışırken onu dinledim.

“Domateste bir sürü vitamin, mineral var; A ve C vitaminleri… Potasyum kaynağıdır. Zihni çalıştırır. İyi olur, iyi…” dedi.

“Yaa Akıllı, hiç duyulmuş şey mi domatesin zihin çalıştırdığı?” diye itiraz ettim. “Ceviz, badem, çikolata falan desen neyse… Domates diyorsun yahu, domates! İnanılır gibi değil. Bir de sır vereceğim diyorsun, ben de sana inanıyorum. Bir beni anlamadın Akıllı! Canım yanıyor, canım! Benim ne yapıp edip şu sınavda dereceye girmem lazım.”

Sustu Akıllı. Güneşin oynak ışıkları yüzünde oynaşıp durdu. Onlar oynaştıkça Akıllı da oynaşmaya başladı.

“Nereden biliyorsun anlamadığımı? Hadi onu da geçtik; nereden biliyorsun dereceye giremeyeceğini? O çocuk dedin, başka bir şey demedin. Bir onunla mı ilgili senin dereceye girmen? O çocuk varsa var canım, ne olmuş yani? Belki dereceye o giremeyecek? Belki ikiniz birden gireceksiniz. İkiniz de birbirinizden farklısınız. Farklı yollarınız var. Farklı yaşamlarınız var. Sen neden bu çocuğu kendine değerlendirme tahtası yaptın anlamadım ki!” dedi.

Akıllı’nın söylediklerini düşündüm bir süre. Ama öyle olmuyordu ki! İtiraz ettim. “Öff Akıllı, bunlar benim de bazen aklıma geliyor. Yapılan tüm deneme sınavlarında o çocuk birinci oluyor. Ben ise ikincilikte bile sabit değilim. Anlıyor musun? Bazen üçüncü, dördüncü bile oluyorum… Ama o çocuk hep birinci… Bu hiçbir zaman değişmiyor. Nasıl başarıyor? Nasıl her sınavda birinci oluyor?” dedim.

“Bana bak! O çocuğu kıskanıyor musun yoksa sen?” diye sordu Akıllı.

Hızlı ve sert bir hareketle, “Hayır!” diye kollarımı göğsümde birleştirdim. “Kim demiş kıskandığımı? Olur mu canım öyle şey? Neden kıskanayım ki? Hiç de bile kıskanmıyorum. Bir kere sadece çalışma yöntemi ya da işte, her neyse… Onu öğrenmek istiyorum.” dedim. Bir yandan da içimde bir kuşku…

“Dinle beni Akıllı!” dedim, gayet kendimden emin bir şekilde. “Benim ne yapıp edip bu çocuğun sırrını öğrenmem lazım!”

Ertesi gün sınıfta Cıvıltı Canan, Fiber Esat, Gurumi Oğuz ve Ateş Necdet ile bir aradaydık. Teneffüste aklımdan çıkmayan konuyu çıtlattım.

“Arkadaşlar, benim ne yapıp edip deneme sınavlarında birinci olmam gerek.” dedim. Cıvıltı Canan benim en yakın arkadaşımdır. Her zaman neşeli, şen şakrak konuşmalarıyla bizi keyiften uçurduğu için ona Cıvıltı Canan diyoruz.

Yanağımdan makas aldı. “Sen kesin kazanırsın şekerim!” dedi. Küt, pırasa saçları da onun gibiydi. Canan ne kadar neşeli ise saçlarının çubuk çubuk oynaşması, hareketleri de o kadar neşeliydi. Bir de pamuk gibi bembeyaz yüzündeki zeytin karası gözleri… Onlar da saçları gibi ışık saçardı sanki.

“Off, nasıl olacak Canan?” dedim. Canan’a göre her şeyin bir kolayı, bir yolu muhakkak vardı. Yaşadığı her şeye hep olumlu yönden bakardı. Neredeyse hiçbir zaman kötü düşünmezdi.

“Bir tereddüdün mü var? Sen de hep kötüsünü düşünürsün.” dedi. Şu Canan’ın içinde her daim alev gibi yükselen umuttan, ışıktan bende de olsa…

“Nasıl olmasın Canan? Bütün deneme sınavlarında o çocuk birinci oluyor, görmüyor musun? Onun yüzünden ya ikinci oluyorum ya da talihim hepten beni boşluyor, üçüncülüğe yuvarlanıyorum.”

Ateş Necdet eliyle kısa, kıvırcık, turuncu saçlarını karıştırırken, “Gören de kızımız sona yuvarlandı sanacak. Biraz da bizi düşünsene! Sen en azından ikinci falan oluyorsun. Ya biz? İçimizde doğru düzgün puan alamayanlar var. Bizi düşününce anlamıyorsan daha anlaşılır bir örnek vereyim: Formula pistlerindeki arabaları düşün! İkincilik, üçüncülük onlar için ne demek biliyor musun?” dedi. Necdet tam bir araba tutkunuydu… Araba yarışlarının hastasıydı… Arabalarla yatar, arabalarla kalkardı. Sesleri, modelleri, renkleri, aksesuarları ile yaşardı. Araba yarışlarına tutkusu onu ateş gibi yaptığı için adı da Ateş Necdet idi.

Dayanamadım, “Ama o yarışlara katılan bütün pilotlar birinci olmak istiyor.” dedim. Haklıydım tabii. “Hangisi ikinci ya da üçüncü olmak için piste çıkıyor ki? Hepsinin hedefinde birinci olmak var.” dedim.

Gurumi Oğuz bu sefer söze girdi. Elindeki hamburgere baktı. “Şöyle bir hamburgerin bol ketçaplı, mayonezli sosunun tadını çıkarmak varken, ne birinciliği Bilge yaa?” dedi. “Bak, sana hayatın sırrını vereyim.” diye devam etti. Gözlerini kapatıp hamburgerinden koca bir ısırık aldı. “Mmmm mmm…” diye sesler çıkarıyordu. Herkes gülmeye başladı.

Kafamı yana doğru çevirip babamın yaptığı gibi yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle ya sabır çektim. Gurumi’nin yaşına göre fazlalığı vardı. Neredeyse doksan, yüz kiloydu. Tostoparlak, yusyuvarlak bir görüntüsü vardı. Yanakları tombul tombuldu… Koşarken hep nefes nefese kalırdı. Durmadan gurme olduğunu söylediği için ona Gurumi adını taktık. Kendisinin de söylediği gibi hamburgerleri, cipsleri çok severdi. Yediği bütün yemekler ona yaşamın tek tadı gibi gelirdi. Yaşamın sırrı da onun için yemeklerden başka bir şey değildi.

“Sen hamburgerini ye Gurumi.” dedim. “Senin beni, benim de seni anlamam çok zor.”

“Ben seni anlıyorum.” dedi Fiber Esat. Kafasındaki spor şapkanın ucunu yukarı doğru kaldırıp, siyah kıvrık kirpikleriyle göz kırptı. Yeşil gözlerinden biri hızlıca açılıp kapandı. Ah Esat, sen hep böyle söylersin de…

“Söyle bakalım nasıl anladın Fiber?” diye sordum.

“Ne var canım anlamayacak?” diye başladı konuşmaya. Konuşurken öyle çok mimiklerini kullanıyor, öyle çok bedenini hareket ettiriyordu ki rap yapanlar gibiydi. Kafasındaki şapka da bu ambiyansa eşlik edince aklımdaki benzetme iyice şekilleniverdi gözümün önünde. Fiber Esat, “Bak şimdi Bilge!” dedi. “Dün gece yeni bir oyun sitesi buldum.” Fiber’in ismi internet ve bilgisayar dünyasındaki dâhiliklerinden gelirdi. Eve kapanıp saatlerce bilgisayar başında, ta uzak uçlardaki bilgisayarlara, sitelere, insanlara ulaşabilirdi. Henüz on üç yaşında olmasına rağmen bilgisayar ve siber dünyanın bilmediği yönü yok gibiydi. Hani şu filmlerdeki “ben burayı avucumun içi gibi bilirim” diyen tiplemeler vardır ya… İşte Fiber Esat için de bilgisayar, internet, kısaca bilişim dünyası, onun avucunun içi gibidir. Gece bulduğu oyun sitesini anlatmaya devam etti. “Ne yapıp edip bu siteye hâkim olmam gerek, dedim. Hâkim olmak, ele geçirmek ile benzer özellikler taşıyor. Anlarsınız ya… Bu pek de kolay değil. Hâlen uğraşıyorum. Ama başarmalıyım, anlıyor musun?” diye sordu. Bir süre yüzüme kararlı bir şekilde bakıp devam etti. “Yani senin birinciliği kafana takman gibi… Ben de bunu eninde sonunda başaracağım. Onun için seni anlıyorum.” dedi.

Ona gülümseyerek, “Sen de olmasan Fiber, kim anlayacak beni?” deyip ekledim. “Ama tam olarak seninki gibi de sayılmaz!”

Canan hemen cıvıltılarıyla sordu. “Acaba karamsar kızımız yine neden kendini yalnız hissediyor ki?”

Hemen cevapladım onu, “Çünkü ben başarılı olmak, daha başarılı olmak, en önde olmak istiyorum. Senin yaptığını herkes ya da bir başkası yapabilir ama benim öyle değil, tek olmak istiyorum. Herkes benim başarımdan söz etsin, beni göstersinler, bütün hocalar beni takdir etsin istiyorum. İstediğim okula da birinci olarak girmek istiyorum, anlıyor musunuz? Hatta bütün okullar beni kendi okullarına almak istesinler. Herkes beni böyle tanısa, bilse… Düşünsenize bütün sınavlarda birinci olduğumu!”

Sözümü bitirmemle Necdet nağmeli bir ıslık çaldı. “Bilge kızımız pistlere hızlı bir giriş yaptı.” dedi. “Ama bir tuhaflık var bu işte.” diye sözlerini bitirdi.

“Şimdi anlıyor musunuz beni?” diye sordum. Hepsi de kafasını salladı sallamasına ama…

Canan, “Sanki bir yerde bana da bir tuhaflık var gibi geldi.” dedi.

SIRRI NEYMİŞ ÖĞRENECEĞİM


“Yine de!” diye konuşmaya başladı Oğuz. “Kafayı yedin sanırım. Hadi ben yemek yemeye takıldım. Bir tek bundan zevk alıyorum. Dünyada hiç mi bir şey kalmadı keyif alacak da, sen kafayı buna taktın? Bu söylediğin şeyin hiçbir tadı tuzu yok. Neymiş, birincilik, pöf…” Sözlerini tamamladı. Hamburgerinden gözleri kapalı, keyifle bir ısırık daha aldı. Yine o lezzet cennetinde…

Canan ekledi. “Yani Bilgeciğim, sen istersen başaramayacağın şey yoktur. Ben bunu biliyorum. Ama…” dedi, sustu. Belli ki beni ikna etmekten vazgeçti. Konuşmaya devam etti. “Eee, ne olacak yani? Nasıl birinci olacaksın? O Oktay mıdır, Okay mıdır nasıl geçeceksin onu?”

Ah benim Canan’ım… İçimden onun sıcacık arkadaşlığı geçse de aklımda bir tek birincilik vardı. İçimden geçen her şeyi bir kenara itekleyerek ortamı sadece hedefimdeki düşünceye bıraktım.

“Adı Oktay olan o çocuğu tespit etmekle işe başlayacağım.” dedim. Hepsi de pürdikkat beni dinliyordu. “Hep ismini duyuyorduk. Şimdiye dek kim olduğunu öğrenememiş olabilirim. Ama en kısa zamanda öğrenip işe başlayacağım.” dedim.

Necdet yanıma kadar sokuldu, fısıltı hâlinde bir sesle, “Hişşşt, ne yapacaksın Oktay’ı? Kafasına bir şey geçirip ortadan mı kaldıracaksın? Sonra da böyle biri bizim okula ya da yeryüzüne hiç gelmemiş gibi mi davranacaksın?” diye sordu. Hepsi birden kahkahayı patlattı.

“Ne ilgisi var Necdet yaaa?” diye öfkeyle sordum. “Tabii ki onunla tanışıp bu işin sırrı neymiş onu öğreneceğim.” dedim.

Canan, “Ne yapacaksın peki?” diye sordu.

Ben bir bilsem ne yapacağımı… “Öff, ne bileyim Canan. Bir çözüm bulmam lazım!”

Canan, “Bence sınıfına gidip tanışalım.” dedi. “Ben senin gibi birinci falan olmayı düşünmüyorum ama merak ettiğin şeyi ben de merak ediyorum. Belki gerçekten bilmediğimiz bir şey vardır.” dedi.

Necdet, “Sen Bilge gibi birinci olmayı düşünmüyor musun? Aaa ama neden? Ayıp ediyorsun bak böyle. Sen de düşünmelisin. Ben de düşünmeliyim. Oğuz, oğlum bak bence de yemekler ders çalışmaktan, dereceye girmekten daha keyifli. Bu konuda sana katılıyorum ama sen de birinci olmayı düşünmelisin. Esat sana da bir çift lafım var. İnternetin, sanal âlemin kralı sen olabilirsin. Ama bir öğrencinin asli vazifesi dersleridir bir kere.” dedi.

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun Necdet?” diye sordum.

“Evet, dalga geçiyorum.” dedi. “Kusura bakma ama sabahtan beri yaptığımız konuşmalara bakılırsa birinin sana bunları söylemesi gerek. Bir kere herkesin birinci olması mümkün mü, bir düşün bakalım. Üstelik şöyle bir baktığında etrafında bulunanların birbirinden farklı olduğunu göreceksin. Herkes birbirinden farklı ise kafa yapıları da farklıdır. Yani aynı kafada değilse, o sınavlarda da her kafaya uygun soru olmadığına göre, bazı kafaların dereceye girmesi normal. Ama şu yönden sana hak veriyorum. Sen de şimdiye kadar ikincilik, üçüncülük falan aldığına göre kafanı az daha zorlarsan birinci olabilirsin.” dedi, bir süre gülerek düşündü.

“Bak, cümlenin geldiği yere bak. İşte ben senin aradığın sırrı buldum.” dedi, parmağını havada şaklattı. Yarı ilgisiz ve küçümseyen, yarı ilgili ve kuşkulu bakışlarımı üzerinde gezdirirken Necdet, “İşin sırrını Oktay’da falan arama. İşin sırrı senin kafanda.” dedi. Herkes güldü.

Bakışlarımdaki anlam değişmedi. Necdet haklı olabilirdi. Hatta haklı gibiydi de. Ama ben zaten kafamı tam olarak çalıştıracak o bilmediğim şeyi arıyordum.

“Sen de benim gibi aynı noktaya geldin Necdet. Ben de kafamı tam olarak çalıştıracak o bilmediğim şeyi Oktay’ın bildiğini düşünüyorum ve bu işin sırrını çözeceğim.” dedim.

Ertesi teneffüs Fiber Esat hızla yanıma geldi. “Buldum!” dedi. “Oktay’ın sınıfını ve kim olduğunu buldum. Gel peşimden…” Onu takip ettim ve bana Oktay’ı gösterdi.

Yaptığımız tüm araştırmalar sonucunda Oktay’ın sınıfını bulmuş ve onunla ilgili birçok bilgi edinmiştik. Artık Oktay’la tanışmak için harekete geçmeliydim. Uygun zaman, o gün, okul çıkışıydı. Ben, Ajan Bilge ve Akıllı, ikimiz de hazırdık.

Ders bitiş zili çaldığında yerimden ok gibi fırladım. Akıllı da… Dersin son dakikalarında hazırlanmış çantam, montum… Montumu bir iki hamlede üzerime geçirip çantamı sırtıma taktım. Merdivenlerden füze gibi indim. Okulun bahçesini bir çırpıda koşup okul girişindeki demir kapının az ilerisine, bahçe duvarının kenarına ilişiverdim.

“Geldik Akıllı.” dedim.

Kimsecikler yoktu. Herkesten önce okulun giriş kapısına gelmeyi başarmıştık. Hızla inip kalkan göğsümü ve nefes alıp verişlerimi normale döndürmeye çalışırken dikkat çekmemeye gayret ediyordum. Ne de olsa okul birincisi Oktaycığımız takip edildiğini ya da okulda sıkı bir rakibinin var olduğunu henüz bilmiyordu. Uygun bir zamanda karşısına çıktığımda ve zihnimdeki planı uyguladığımda da bunlardan haberi olmayacaktı.

Bir taraftan kimseye belli etmemeye çalışırken bir taraftan da okuldan çıkan kısa, uzun, neşeli, sessiz, kalabalık, irili ufaklı öğrencileri izledim. Oktay da her an onların arasında dışarı çıkabilirdi. Hem kendimi belli etmemeli, birisini izliyormuş gibi davranmamalı hem de avımı gözümden kaçırmamalıydım. Arada bir kalabalık olan tarafa arkamı dönerek Akıllı’ya laf attım. “Sonunda başarısının sırrını öğrenmeye çok az kaldı Akıllı!”

Akıllı, “Heyecan içindeyim, bu büyük sırra ortak olacağım için kendimi şu okuldaki en şanslı kişi gibi hissediyorum.” dedi.

Okuldan çıkanları gözlerimle tararken sürekli Oktay’ın görüntüsünü zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Turuncu, kıvırcık saçlı, çilli ve gözlüklüydü. Boyu kendi sınıfındakilerden kısa, üzerinde haki bir mont ve siyah bir sırt çantası olmalıydı.

Bekledim, bekledim… Birileri bana baktığında yere bakıyordum. Atkuyruğu yaptığım saçlarımı sıkıladım. Dikkat çekmemeliydim. En sonunda beş kişilik bir öğrenci grubunun arasında onu, avımı gördüm.

Hadi kızım Bilge, diyerek zihnimdeki planı uygulamaya koydum. Akıllı da yanımda… Onları yirmi otuz metre kadar geriden takip etmeye başladık. Yolda giderken iki tanesi gruptan ayrıldı. Biri siyah düz saçlı olan, kolunu Oktay’ın omzuna atmış; diğeri de eşofmanlı ve kısa, sarı saçlı, yerlerdeki taşlara ayağıyla vurarak güle oynaya ilerliyorlardı. Okulun sokağında epeyce ilerledikten sonra pazar kurulan sokağa saptılar. Ben de arkalarından…

İçimden, bunlar hiç ayrılmayacak herhâlde, diye geçirmeye başladım. Öyle ise yandın kızım Bilge, dedim.

Akıllı, “Bence oğlanın kafasına buradan bir kement fırlat. Kendine doğru çek.” dedi. “Uçarak sana gelecek, böylece takip etmemize de gerek kalmayacak.” dedi.

“Oldu Akıllı. Bilseydim okul çıkışına bir de at ve kovboy şapkası hazırlardım.” dedim. Akıllı kıs kıs gülmeye başladı.

Ben hep planımı Oktay’ın tek başına olacağını düşünerek yapmıştım. Şimdi bunlar aynı apartmanda falan oturuyorlarsa ben, Ajan Bilge ne yapacaktım? Apartmana da mı girecektim? “Merhaba ben Bilge, okul gazetesi için yaptığımız araştırma yazısının konusu sizsiniz.” mi diyecektim?

Akıllı, “Evine balkondan iniş yap.” dedi. “Balkonun kapısını çal, ağzına da bir tane gül al, gülümse ve selam ver.” dedi. Ah şu Akıllı… Beni gerçekten anlıyor muydu?

“Bakma öyle yüzüme! Doğru söylüyorum. Taktın kafana işin sırrı, başarı da başarı… Kendi başarın senin neyine yetmedi? Bak, elin oğlanının peşine takıldın, sokak sokak, ajan gibi takip ediyorsun. Kendine ajan ismini bile layık gördüğüne göre gökyüzünden balkona iniş yapmayı da layık görmelisin. Kendini Ajan Salt gibi düşün. Gökyüzünden, helikopterden sallanan bir merdiven eşliğinde balkona iniyorsun. Üzerinde siyah bir kıyafet var ve ağzında da kırmızı bir gül… Okul birincimiz de seni tüm mahalleyle birlikte balkondan izliyor zaten. Böylece balkon kapısını çalmana gerek de yok. Direkt onun balkonuna indiğinde merhaba dersin. Olur biter.” dedi.

“Başka bir şey de ister misin?” diye sordum. Akıllı kıs kıs gülmeye devam ederken Oktay’ın yanındaki arkadaşlarından eşofmanlı olan, sokağın başında ayrıldı. Kaldı geriye bir arkadaş… Bakalım o nerede ayrılacaktı?

“Neden kıs kıs güldün?” diye sordum yarı öfkeli. “Bütün mahalle hazır bizi izliyorken amuda da kalkayım mı, bu benim planıma uyuyor mu hiç Akıllı? Ben bu çocuğun peşine niye takıldım? Beni ne hâllere düşürdün?” diye sitem ettim.

Oktay ve arkadaşı yeni bir sokağa saparken yan taraftaki apartmanın önünde durduklarını gördüm. Hemen köşeden bir iki adım geri çekilerek saklandım. Başımı uzatıp uzatıp baktım. Yok, ayrılacak gibi değillerdi.

“Hay Allah, ne yapsam acaba?” diye düşünürken Akıllı’nın dürtüklemesiyle kendimi Oktay ve arkadaşının yanına yaklaşırken buldum. Kalbim küt küt… Ne olacaktı şimdi?

Yanlarına doğru sırıtarak yaklaştım. İki elim de arkamdaydı… Sanki içimdekileri arkamda saklamak ister gibi… Bedenim lastik gibi gergindi; oysaki rolüme ne çok hazırlanmıştım. Ne lastik gibi olmak ne de bir şeyleri saklıyormuş gibi olmak çalıştığım rolde yoktu. Aynanın karşısında gayet rahat gibiydim. Şimdiyse…

Yüzümün tamamı kırmızı, sırıtan beyaz dişlerimle, “Merhabaaa…” dedim. İkisi de bana baktı.

“Ben okul gazetesindenim, Oktay sizdiniz değil mi?” diye sordum. İkisi de şaşkın yüzüme bakarken Oktay, “Eveeet…” dedi.

“Okul gazetesinin son sayısı için sana birkaç sorum var da… Başarının sırrı nedir, diye sormak istiyorum.” dedim. İçimden, oh be, diye rahatlarken Akıllı kulağıma fısıldadı. “Aferin sana kızım Bilge!”

Oktay’ın ise şaşkın bakışları değişti. Biraz utangaç, mahcup bir şekilde gülümseyerek, “Aslında çok çalışmama borçluyum başarımı.” dedi.

Ama benim beklediğim cevap bu değildi ki, “Elbette çok çalışman senin için önemlidir. İstisnasız her seferinde elde ettiğin dereceler, bu işte başka sırların da varmış gibi hissettiriyor.” dedim.

Yüzünde birden ciddi ifadeler dolaştı. Acaba kızdı mı diye düşünürken, “Aslında haklısın.” dedi. Ben rahatladım; kızmamıştı. Sorduğum soruyu ciddiyetle düşünüyor olmalıydı ve konuşmaya devam etti.

“Günlerce yaptığım planlı çalışmalarımın ardında başka sırlarım var.” dedi.

İçimden, işte geliyor aradığın cevap, bekle kızım Bilge, dedim.

“Öncelikle her gün düzenli olarak süt içiyorum.” dedi. Süt mü, diye düşündüm. Sütün kemiklere, kaslara iyi geldiğini duymuştum ama böyle sınavlarda birincilik getirecek kadar etkisi olduğunu hiç düşünmemiş, duymamıştım.

Akıllı yine fısıltı hâlinde kulağıma, “Bak gördün mü? Ben sana domates demiştim.” derken kıs kıs güldü.

Oktay konuşmaya devam etti. “Beslenme çok önemli tabii. Bir de çalışmaya başlamadan önce yapmam gereken egzersizlerim var. Her seferinde parmaklarımı ve bileklerimi böyle böyle kıvırıyorum.” diyerek elini havaya kaldırdı. Şaşkınca bakarken elini, parmaklarını kendi etrafında dönen pervaneler gibi döndürüp durdu. Benim biraz kafam karışık, dinlemeye devam ettim.

Kulağıma fısıldamaya devam eden Akıllı, “Ben demedim mi amuda kalkıyordur diye. Bak birazdan onu da söylemezse ne olayım.” dedi.

Oktay gayet ciddi ve dikkatli konuşmaya devam etti. “Bir kere bu iş için kendine iyi bakmalısın.” dedi. Sanki televizyon ekranına çıkmış ünlüler gibi havaya girdi.

“Elbette koşarak ısınmak önemli.” dedi.

Ben şaşkınca, “Koşarak… ısınmak…” sözcüklerini gevelerken Akıllı kulağımın dibinde kıkır kıkır gülüyordu. Bir yandan da, “Ben dedim sana.” diye tekrar edip duruyordu.

Oktay kendini o kadar kaptırmıştı ki konuşurken birden zıplamaya başladı. Bu çocuk kafayı yedi galiba, diye ağzım bir karış açık ona bakıyordum. “Bu zıplayışlar çok önemli.” dedi. Akıllı kıs kıs gülmeyi bırakmış kahkahalara boğulurken Oktay, “Bak şimdi bir tane daha göstereyim.’’ dedi. Ardından bir sağ, bir sol dizinin üzerinde hızlı, ama olduğu yerde koşmaya çalışıyordu. Bir yandan da, “Bak gördün mü?” diyerek yüzünü gösterdi. Çilli yüzü artan kan basıncıyla kıpkırmızı olmuş, nefes nefese konuşuyordu.

“Böy le, böy le iş te an la dın mı?”

“Hı hı…” diye kafamı sallarken içimden, kaç kızım Bilge, bu çocuk birazdan senin üzerine de atlayabilir, dedim.

Akıllı hiç gecikmedi, onun böy-le böy-le diye hecelemelerine benzer bir sesle, “Ben dedim sana hoppidi hoppidi zıplıyordur, diye. Ama sen ne yaptın? Beni dinlemedin. Bak! İşte çocuk karşında! Hoppidi zıplıyor mu? Zıplıyor. Bir de o kadar Ajan Salt numaralarına yattın. Hiç gerek var mıydı bu türden aksiyonlara? Beni dinle, beni!” dedi. Oktay’ı şaşkın dinleyip izlerken Akıllı’yı susturamadım. Bir şey desem çocuğa ayıp olacaktı. Ne desem de kaçsam buradan, diye düşündüm.

Oktay, “Yani kısacası masa tenisi deyip geçmemek lazım.” dedi. Gözümün önünde yeni uyanmaya başlayan tilkilerin keskin bakışlarıyla, “Nasıl yani?” dedim.

Oktay, “Ne, nasıl yani?” diye sordu. “Masa tenisindeki başarımı sormadın mı?”

Gözümün önünde uyanmış tilki, kuyruğuyla yüzüme vurdu. Kendime geldim, “Haaa sen masa tenisindeki başarını anlatıyorsuuuun. Ben onu demek istememiştim ki!” deyip epil epil yüzüne baktım. O da aynı epil bakışlarla baktı. Ben, “Hani her sınavda okul birincisi oluyorsun ya. İşte o deneme sınavlarında bu başarıyı yakalamanın sırrını soruyorum.” dedim.

“Ben okul birincisi değilim ki!” dedi Oktay. Şaşkındı ve anlamaya çalışıyor gibiydi. Yanındaki arkadaşı birden, “Sen D şubesindeki Oktay’ı söylüyorsun.” dedi. “Biz C şubesindeyiz. Oktayları karıştırdın sanırım!” dedi.

İkisi birden gülmeye başladı. Bana ayıp olmasın diye de bir yandan gülmemeye çalışıyorlardı.

Ben ağzım açık onlara öylece bakarken Akıllı beni sarstı.

“Affedersin karıştırdım.” dedim yanlarından ayrılırken, Akıllı da kıs kıs gülüyordu.

Apartmanın köşesini dönmemle birlikte Oktay ve arkadaşının kahkahaları Akıllı’nın kahkahalarına karıştı.

“Aşk olsun Akıllı.” dedim. “Hadi onlar gülüyor da sana ne oluyor?” Bir yandan da içimden Fiber Esat’a kızıyordum. Nasıl karıştırdı bu Oktayları diyordum.

Tasuta katkend on lõppenud.