Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece»

Font:

Bülent Tokgöz

1974’te Erzurum’un Oltu ilçesinde doğdu. Oltu Lisesi’nden mezun oldu, 1990’da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi. 1994’te DTCF Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Bu iki fakülteyi yarım bırakarak 2004’te İstanbul

Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu.

Yazı dünyasına 90’ların başında şiirle girdi. İlk şiirleri Kayıtlar dergisinde yayımlandı. 2007’de ilk romanı Cihadın Mahrem Hikâyesi çıktı. 2016’da ise bunu 5 romanı takip etti:

Veziristan Sevgilim Elveda

Yorgun Yabancı Savaşçı

Rüyalar Mevsimler Gölgeler

Ahir Zaman Mücahitleri

Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum

2016’da Büyük Oyun’dan Dersler adıyla 5 ciltlik bir araştırma serisi yayımladı.

2018’den beri TVNET ve TRT için muhtelif belgesel metinleri kaleme aldı. Şiir, masal, roman ve makale ile yazı macerasını sürdürmektedir.

Sevilay Ablaya


Sebebim

Zülâl… İlk kelimem sen ol istedim. Senin için yazıyorum çünkü, seni yazıyorum. Kendimi anlatırken dahi muradım sensin. Seni anmak maksudum. Sen ol ilk sayfamın, satırımın başında; başucunda zihnimin, hafızamın, havsalamın. Onların azizliğinden değil mi zaten can havliyle kelimelerin üzerine abanışım? Bu canhıraş telaş onların gadrinden değil mi?

Buhranımdan haberdardın, görmekteydin hem, hem de uzun uzadıya dile getirmişliğim vardı. O varlık krizi, gitgide gerçeklik krizine yol açtı, hassaten malûm yaşanmışlıklardan sonra. Kendi varlığım başta olmak üzere tüm mevcudatın mevcudiyetinden duyduğum şüphe zihnimi rehin almaya başladı. Gerçeklik ile yanılsama, rüya ile realite arasındaki hudutlar flulaştı, hayal ile hayat arasındaki ayrım hatları bulanıklaştı. Bunun giderek bir hafıza hasarına dönüşmesinden endişe duydum. Yegâne hazinem olan anıları tarumar edecek bir bulanıklığın seninle ilgili hatıraları sakladığım sandukalara yaklaşması durumunda neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğunu ayırt edememekten korktum. Zihnimdeki seğirmeler çoğalmadan, henüz senin kutsal topraklarına ulaşmadan elimi çabuk tutup tüm konuşmalarımızı zapturapt altına almaya karar kıldım.

Konuşmalarımızı çünkü beynimdeki heyelandan en çok zarar gören onlardı. Hâl, hareket, olaylar, oluşlar, duyuşlar değil, kelimeler, cümleler, ifadelerdi en çok unutuşun molozları altında kalan. Onları afet bölgesinden uzaklaştırmalıydım bir an evvel. Bir de Zülâl, kula gölge ise Allah’a ayan, bizim en çok yaptığımız şey konuşmak değil miydi? Tek yüklemimizdi hatta konuşmak. Aşkımız kelamın hudutlarını ancak yürüyüşler, suskun bakışmalar, aynı yöne derin dalışlar, hafif dokunuşlar, uzun ağlayışlar, sevecen gülüşler, heyecanlı kavuşmalar, buruk vedalar yoluyla aşabildi ne yazık ki. Bu yüzden en çok onları muhafazaya yönelme lüzumu duydum, anlıyor musun?

Konuşmalarımızı dercettim çünkü tüm diğer anlar, anılar o kadar diri ve duru idi ki. Sarıyer’deki mendilci çocuğu saçlarından öpmen, Aziz Mahmut Hüdai’den dönerken sol ayak bileğini hafifçe burkman, Karaköy vapurunda martılara atmak için simit bulamayınca iki poğaça alman veya Kariye Camii’nin orada bana İstanbul’a ilk geldiğin günlerde alıp hiç kullanmadığın defterini hediye etmeni unutacak değilim. Ki hatıralarımızı yazmak için ondan daha güzel bir bergüzar olamazdı… Ve hiçbir hasar yahut hüsran benliğime seni, senliği unutturamaz. Yine de emin olamadım, dimağımdaki erozyon oraya kadar gelmeden bir set çekmek istedim. Dedim ya konuşmaları teminat altına almalıydım ilkin. Taraçaları oraya yapmalıydım.

Hiçbir şek ve şüphe kurdunca kemirilmemiş olan kısımları seçtim. Teşbihte hata olmaz, bir sahih hadis mecmuası teşkil eder gibi, sadece sıhhatinden emin olduğum ifadeleri bir araya getirdim. Sadece söylenenleri ve gerçekten tam da o şekilde söylenmiş olanları derledim. Bir buket gibi olsun diye süslemedim de. Şu mütevazı bir hakikat ki bizim konuşmalarımızın süslemeye ihtiyacı yoktu. Olanca tevazuu içinde senin beyanlarını çok görkemli buluyordum. Benim lakırdılarımsa, bunca yılın mütercimi ve kalemkârıyım, şuncacık tumturaklı olsundu. Yalanla olan husumetimi bilirsin. Ona en ulvî gayeler için dahi tenezzülü zül sayacağımı söylememe hacet yok. Benim meselem yalanla değil yanılsamayla ve onu da bu diyalogları kayda geçirmekle neyse ki bertaraf etmiş bulunuyorum.

Diyalog diyorum ama karşılıklı konuşmalar şeklinde aktarmadım. Bunun sebebine ben de tam vakıf olamadığımdan sana izaha yeltenmeyeceğim. Şu var ki konuşmalarımızın beynimin kataloğundaki dizilişinin kronolojik sıraya göre olmaktan ziyade konu tasnifine dayalı olduğunu fark ettim. Zaman akışına riayet ederek ilk diyalogdan başlayıp ilerlemek istedim ama ıstırap verici tıkanmalar, felçleştirici kalp spazmları yaşadım. Belki de benim asıl meselem zaman denen o dehşetengiz çarkla olduğundan. En mutlu enstantanelerimizi yazarken dahi zaman benim için zalim bir girdaptı; ihtimal ki zihnimi takatsiz bırakan da gene o girdaptan kaçış psikolojimdi. Konu tertibi daha nesnel ve bilimsel gözüktü bana. Şu benim bazen hayranlık, bazen tedirginlikle karşıladığın analitik düşünme alışkanlıklarım da bir roman gibi tertiplemeye elverişli değildi. Zamanın burgacından farklı bir sistematikle bir nebze sakınabilirdim.

Bunları yazmış olmam kabul ediyorum ki pek de olağan değil ama ondan daha tuhafı henüz bunları bir kez olsun okumamış olmam. Çünkü kadim felsefî krizim zihinsel gelgitlere dönüştüyse de yazmaya başladıktan sonra tedricen duruldum. Yazdım ve okumadım hiç. Bir kez olsun okumaya ihtiyaç duymam umarım. Belki çok yaşlanınca, ahir ömrümde, kim bilir. Herkesinki kadar bitap düşünce hafızam. Seninle ilk günkü gibi söyleşmenin heyecan ve hazzıyla bu sözcükleri bir bir terennüm ederim.

Her halükârda elimde bir mihenk taşı olarak dursun şuracıkta, yanılsama belasını onunla def edeyim. Sınır taşı olarak rüyayla hakikat arasında. Kimselerin ne okumasına ne bilmesine gerek duyan. Zarif bir aşk hikâyesi Zülâl ile Zahit arasında.

Rivayet olunur ki “Sevgililerin birbirlerine söyledikleri her yalan er ya da geç gerçekleşir” imiş. Yalansızdık biz. Umulur ki er ya da geç gerçekleşir doğrularımız… Seninle başlıyorum şimdi. Sadece başlangıç ve umutla anılacaksın Zülâl’im.

Apium

Afyon’u bilir misin? Geçmişsindir. Zaten Afyon’dan geçilir, kalınmaz. Öyle ki her memleketin bir otobüs firması vardır, Afyon’un yoktur. Gerek yoktur çünkü, yolların kavşağındadır, giden oradan geçecektir, başka yolu yoktur.

Kalan kimler acaba? Denir ki Karahisar Kalesi’ne bir kere çıkan Afyon’da yedi yıl kalırmış. Bizimkilerin de kaleye çıkası gelmiş zahir, sonra kalakalmışlar. Korkunç bir tabirdir hani: Gidemeyenlerin ülkesi! Ülke için çok ağır bir tabir; vatan için kullanılmasında haince bir taraf var sanki, ama bir şehir için kullanılması caiz gibime geliyor. Gidemeyenlerin şehri! Gidemeyenlerin nice şehirlerinden biri. Şimdi acıdım ona. Tüm ülkeye, gezegene acıdım. Gidemeyenlerin gezegeni! Gidemeyenlerin uzayı, kâinatı, evreni!.. Sorun belki de mekânda değil, bizim gidememekliğimizde. Biz gidimli değiliz belki. Yollar gidimli ama bizim gidiciliğimizde bir zayıflık var. Gidemeyenlerin ilenci. İthamı.

Kalmak ve kale. Kalıcı olmakla alâkadar ikisi de. Kalıcı olabilmek, kalmaya devam edebilmek için kale inşa etmiş insangil. Birileri gelip de kovup atmasın, kaçırıp götürmesin, vurup öldürmesin diye. Şu insangillerin kaç bin yıllık itiş kakışı işte. Bitmeyen kan davaları. Kan dökücülüğünden hep. Kan dökücülükten yapılmış o kale, o yüzden kalmışız Afyon’da biz de. Kale olmasa kalmazmışız bu hesaba göre.

Ben kalmazmışım. Nerede kale görsem kılıç şakırtılarıyla doluyor kulaklarım çünkü. Atlar toz duman içinde yere yığılıyor, sırtlarında gencecik adamlar. Cesetler kokuşuyor nerede bir kale görsem. Kahramanca cenk ediyor birileri, surların ötesinde veya berisinde. Seyirci yok, taraf olmaya da mecbursun. Ya muhasaracılardan yanasındır ya mukavemetçilerden; o evrensel dayatma burada fazlasıyla geçerli: Bitaraf olan bertaraf olur. Bitaraflar bertaraf olduğundan böyle kan revan zaten her taraf. Üzgünüm Zahit ya. Her bir kale için. Her bir kale etrafında dökülen kanlar, kaybedilen canlar, yaşanan acılar için. Her bir kalebendi, her bir burç, her bir taş adedince.

Saygın mekânlar kaleler, saygı uyandırıcı, evet. Saygıyı esas alanlar için matah yerler olabilir ama sevgiye odaklı olanlar için o kadar da değil. Ben başka bir yer bakardım çadırımın kazığını çakmak, ocağımı tüttürmek için. Kale yapılmayacak kadar önemsenmeyen bir yeri tercih ederdim. Uğruna dövüşülecek bir zenginliği, kavşaklığı, stratejikliği olmayan bir yer. Kıyıda köşede. Bir dağın kıyısında, bir ırmağın köşesinde. İlk bakışta görülmeyen, sadece kalanların bilebileceği saklı güzellikleri olan.

Afyon’da kalmazdım. Durmaksızın boğazlaşmayı hatırlatan bir kalenin bana tepeden bakmasına katlanmazdım. Kalmış ama bizimkiler n’apabilirim ki? Suçlamıyorum. Başka bir açıdan bakmışlardır muhakkak. Gördükleri şey baktıkları açıdan doğrudur. Hayat dediğimiz şey de açıların toplamı değil mi zaten? Hepsi birbirini nakzettiği için sıfır toplamı verecek olsa da. Neyse. Bizimkiler bakmış ve çadır direklerini buraya dikmişler, ocakları burada tütsün dilemişler. Böyle yazılmış. Yazanlar bizi Afyon’un kütüğüne yazmışlar.

Karahisar Kalesi’nin beni ürkütüşünün örtük başka sebepleri de vardı. Battal Gazi’nin orada öldürülmüş olması mesela. Düşün bir efsane orada sona ermiş, ölümüyle bile efsaneleşecek olsa da. Senin şen şakrak gezip dolaştığın bir mevkide yere yığılmış olabilir Battal Gazi. Nice Battal Gazi. Bana kalsa bir Battal Gazi’ye bin kaleyi değişmem. Ama bir kale için kaç bin gazi gitmiş kim bilir?

Tam da bunun için galiba, efsane başka bir şey anlatıyor. Düşmanlarınca, bir kılıç darbesi veya saplanan bir okla vurulmuyor Battal; kıymıyor efsane imalatçıları buna. Ya ne anlatıyorlar? Kuşatma esnasında kale komutanının kızı bizim Battal’ı görünce aşka düşüyor. Kalenin düşmesi için onunla işbirliği yapmanın peşine düşüyor. Kale komutanı Bizans imparatorundan medet istemiş, 100 bin kişilik ordu yola çıkmış geliyor; kızcağız bunu iletmek istiyor bizimkine. Bir rivayete göre de kaleden yapılacak bir huruç hareketini haber verip Battal’ı kurtarmak istiyor. Ama nasıl?

Yazıyor namesini ve bir taşa sarıp atacak. Çayırda yatmakta olan Battal’a bağırıyor ama sesini duyuramıyor. Sonunda kızcağız, yapacak başka bir şey kalmadığına inanıp taşı fırlatıyor. Biraz kıpırdar gibi olan Battal tekrardan yere uzanıyor. Meğersem sevdiceğinin attığı taş kulağının dibine denk gelmiş. Oracıkta ruhunu teslim etmiş Battal Gazi. Durumdan şüphelenen kızcağız, babasına diyor ki, “Türklerin komutanı çayırda uyuyor, bana zehirli bir hançer verin, gidip onu öldüreyim!” Gazi’nin yanına geliyor, bir de ne görsün? Çekiyor hançeri kalbine saplıyor, kendi kalbine.

Amansız cenk olmuş sonra. Bizimkiler mağlup olmuş, alamamışlar müstahkem kaleyi. Ne var ki apansız kavi bir rüzgâr çıkıvermiş, alıp aparmış Battal’ın naaşını. Kaledekiler onun öldüğünü öğrenememişler, tehlikenin geçmediğini düşünüp korku içinde yaşamaya devam etmişler.

Karahisar’ın beni niye kederlendirdiğini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsundur. Bir bakışta âşık olan bir kız, aşkı uğruna her şeye ihanet ediyor, maşukunu korumak için bir hamle yapacak oluyor, gel gör ki kendi eliyle canından ediyor sevdiceğini. Bir yiğit, sevdiğinin taşıyla canından oluyor. Nasıl ince kurgulanmış hikâye görüyor musun, kan yok, vahşet yok mümkün olduğunca. Nazikçe her şey. Aşk da ihanet de ölüm de yenilgi de. Tam da bu yüzden bana daha çok dokunuyor, canımı daha çok acıtıyor. Gerçeğin acımasızlığını örtme çabasındaki çaresizlik yüzünden.

Ümit ümitsizlikle cenk eder aslında kale önünde. Asıl cenk odur. “Karahisar Kalesi yıkılır gelir” türküsünü bilirsin. Der ki orada ozan, “Kesme ümidini gadir Mevla’dan, gadir Mevla’dan”. Yani esasında nesnel şartlar itibarıyla vaziyet haraptır, vuslat hayaldir, firak muhakkaktır, ümit ışığı yoktur ama sen gene de kesme ümidini gadir Mevla’dan. Olacak gibi değil ama O dilerse olur. Sadece O dilediği için. Yoksa bizim işimiz bitmiş, çoktan Allah’a kalmıştır.

O türküde tam da benim hissiyatıma denk düşen bir bitaraflık var. Bir yalınlık, basitlik. Kalenin yıkılışından söz ederek başlıyor, bunu bir ah olarak alıyorum ben, bir garez, bir oh hatta. Kale yıkılmakta, çünkü yıkılasıdır da. Hangi kale ebediyen insanlara tepeden bakmaya devam edebilir ki? Kaleye bakmaz âşık, kalenin ihtişamına aldırmaz, iktidar, sulta peşinde değildir. “Kakülü boynuna dökülür gelir”. Bunun haber değeri daha yüksektir bir taş yapının yıkılışından. Sevgilinin kakülünün boyna dökülüşü bir kalenin yıkılışından daha müthiş değil midir gerçekten de?

“Ben bir koyun oleyim sen de bir guzu, meleyi meleyi getirek yazı, getirek yazı”. İşte bu. Koç değil, aslan değil, ejder değil, koyun ile kuzu. Uluya uluya da değil meleye meleye. Haykırışlar, naralarla da değil, usulcana.

“Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım”. Ancak gidilerek mutlu olunabilir bu diyarda. Mutlu aşk, ancak gidilerek yaşanabilecek bir şeydir. Kalınarak olunmaz. Kalınarak onlar gibi olunur anca. Kocanılır. Yitirilir gençlik. Ver elini karlı dağlar aşalım. Karlıdır dağlar, zorludur, ama aşılmaz da değildir. Aşarız ve o bizim bayramımız olur. Her el ele tutuşmamız bir bayramlaşmadır. Ver elini bayramlaşalım… Ah, ölüyorum ben bu türkülere. Türkülerden ötürü Türk olmanın meşakkatine katlanıyorum. Ayrıcalıklı bir şey sayıyorum hatta.

Kale ve ümit. Evde kalmış kızların ümit kapısı. Taliplisi çıkmayan kızlar diyelim, incitmeyelim yufka yürekleri. Yanlarında yaşlı bir kadın akrabaları, tutarlar kalenin yolunu. 550 basamaklı merdivenden nefes nefese 226 metre yükseğe tırmanırlar. Yaşlı kadının elinde bir kilit vardır, kilitli bir kilit. Onu kızın başının etrafında döndürür ve açar. Sonra kız da üç-beş kuruş bozuk parayı aşağıya fırlatarak, kaleden boşluğa bağırır: “Bahtım bahtım, altın tahtım, evlenecek vahtım!..”

Bu ritüelin en çok hıdrellezde yapılması ayrıca anılmaya değer. Hızır ile İlyas Nebi’nin buluştukları gün olduğu da söylenen ama aslında Türklerin kadimden beri yazın başlangıç bayramı olarak kutladığı hıdrellezin böyle bir bağlamda geçmesi cidden calib-i dikkattir yani. 6 Mayıs günü sabahın erinde eski bir şaman töresine hürmetle kaleye tırmanmak, Türklerin adaptasyon kabiliyetine dair de çok şey anlatır laf aramızda.

Kale tılsımlı, bir haftaya kalmadan elçileri akın edecektir kızın evine. Ayak basan nasıl ki yedi sene kalıyorsa, o hesap işte. Burada hassaten görmeni istediğim husus, bu iktidar abidesinin en gizli saklı dileklerimizi dile getirmek için bir mercie dönüşmüş olması. Askerî bir mekânı mabede dönüştüren güdüleri nasıl ele almalı acaba? Ümidi diri tutmak adına yol boyunca her bir ağacı dilek ağacı ilan etme tutumuna ne demeli? Keza kapının kemerindeki oyuğa dilek tutup taş atmak ritüeline de.

Tüm bunlarda şüphesiz ki şirkle akraba pek çok şey var ama öyle bir imbikten geçmiş ki şirkten arınmış, pirüpak olmuş. Pür tevhidî bir şeye dönüştüğünden değil, şirk kavramı artık kalmadığından. Şirk bir ihtimal olarak bile yok. Yapılan her işlem tevhide uygun, sorun yok havasında icra ediliyor her şey. Halk İslam’ının tabiatında var biraz, böyle bir mezhebi genişlik, rahatlık, liberallik. Kötü bir şey yapmıyorlar ki, sebeplere tutunuyorlar, yoksa veren de O, vermeyecek olan da. En müşrik âdetler bile tevhit boyasına boyanıyor ve kısmî şekil değişiklikleriyle Müslüman halkın âdetleri arasına katılıveriyor.

Ta 3350 sene evvel Hititler devrinde yapılmış kaleyi 1400 sene evvel dünyaya gelmiş Hazreti Ali’yle ilişkilendirmek de bu türden bir girişim. Ali, masal kahramanları için bile fazla mübalağalı olan bir tarzda atını dağdan dağa uçurarak bizim Afyon’a gelir. Kalenin bulunduğu o sarp kayalıkta konaklamak için dizginleyince atı Düldül ayağını sertçe basar ve o iz kayalıklarda olduğu gibi kalır. Atını bağlamak için dört parmağıyla vurarak kayada açtığı delik de hâlâ durmaktadır. Battal Gazi’ler nice çilelerle nihayet zapt etmeden önce halkın kalbinde kale böyle fethedilmişti muhtemelen. Müslüman Türk de Hazreti Ali’ye ait olan bir tepeyi gasıplardan alarak ehline teslim etmişti.

Benzer bir taşa vurup iz bırakma durumu başka bir Afyon efsanesinde daha geçer. Uzun bir zamana yayıldığı anlaşılan kalenin fethi sürecinde Türk askeri susuzluk çekmektedir. Etrafta temiz, sağlıklı su ararlar ama bulamazlar. İçlerinden Çavuş Dede, buradaki kayalıklardan birinin başına gelir ve birtakım dualar okuduktan sonra “Burada bir su olucak!” deyip kılıcını kayaya vurur. Darbeyi müteakip kayadan su fışkırır. Gayet içimli ve şifalı olan su ile askerler yorgunluklarını giderir. Olucak Çeşmesi bugün bile hoş suları akan bir membadır. Hemen karşısındaki Çavuş Dede kabri de dertlilerin deva aradığı, adakların adandığı mütevazı bir türbedir. Bu böyledir.

Türkü demişken… Molla Ahmet türküsünü dinlemiş misin hiç? Yaşanmış bir hadise üstüne yakılmış bir ağıttır. Çok eski zamanlarda yaşanmış ve bir şekilde abartılmış olmasını çok isterdim ama sadece yüz yıl evvel vukua gelmiş, bu yüzden bir gazete haberi kadar gerçek… Molla Ahmet, kuraklıktan ötürü baba ocağını terk edip gurbete çıkmış bir delikanlıdır. Afyon’a gelir, Şuhut kasabasına; bakar ki yeşil, verimli bir yer, oraya yerleşir. Civanmertliğiyle namını tez zamanda duyurur, delikanlılar arasında kendisini sevdirir, efeler alayının başı olur. Kahvehane işletmekte, güzel sesiyle arada sıra camilerde müezzinlik yapmaktadır. Molla adı da oradan gelmektedir.

Derken kasabanın en zengin ailelerinden birinin kızı olan Neslihan, güzelliğinden mi dersin sesinden mi, bu gence gönlünü kaptırıverir. Bizim Ahmet de ona kayıtsız kalmayınca, ufak muhit ne de olsa, aralarındaki aşk kasabada kulaktan kulağa yayılır. Ne ki kızın başka bir âşığı daha vardır. Efeler alayının eski başı, Macar lakaplı Selim bunlardan biridir. Bir gün Ahmet’i bir mesirelikte ziyafete davet ederler. Sazlı sözlü eğlenti sürerken pirzolası yapılan koyunun kuyruğundan bir de helva yaparlar. Sazcılardan biri Ahmet’e yanaşmanın bir yolunu bulup kurulan tezgâhı haber verir: “Ahmet, bu senin can helvandır, bunlar seni öldürecek, bir yolunu bul buradan sıvış!” Ahmet, kendinden emin, “Ben arkadaşlarımdan kemlik beklemem. Bir harekete kalksalar da haklarından gelirim, sen tasalanma!” der. Adamcağız eğlenti boyunca kaşıyla gözüyle işmar da eder ama bizimki oralıklı olmaz.

Eyvahlar olsun ki bir punduna getirip hileyle kollarını bağlarlar. Sonra ayaklarını, kollarını, başını keserek paramparça eder, sazlığa atarlar. Birkaç gün sonra Seydiköy’ün köpekleri ağızlarında kol ve ayak parçalarıyla köye gelince köylüler Molla Ahmet’i çoraplarından tanır. Kırkpınar çayırlığına gelip vaziyeti devlete bildirirler, caniler yakalanıp hapse atılır ama Molla Ahmet’i geri getirmez bu.

Türküyü kim yakar biliyor musun? 120 yaşında vefat eden İbiş Nine. Asıl adı Dudu olan bu kadın ozan, birçok türküyü de yaşatarak günümüze aktarmış. Kendisinin bizatihi türkü yakmasına da halk şöyle dermiş: “İbiş Nine yakım yakardı.” Bak ne yakmış maktul Molla Ahmet için İbiş Nine’miz:

 
“Yakuboğlu hayadında dudu var
Neslihan’ın kardan beyaz budu var
Moll’Ahmet’in kasabada adı var
 
 
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
 
 
Moll’Ahmet’i Kırkpınar’da kestiler
Cepkenini saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
 
 
Kuş gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
 
 
Yakuboğlu kamaları yağlıyor
Neslihan kız siyim siyim ağlıyor
Katil Macar kollarımı bağlıyor
 
 
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
 
 
Bir incecik yol gidiyor Bazlar’a
Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara
Selam söylen anamınan kızlara
 
 
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
 
 
Bir incecik yol gidiyor Elmin’e
Kanım aktı ılgıt ılgıt çimene
İmana gel katil Macar imana
 
 
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
 
 
Eridi mi maşrabamın kalayı
Dağıldı mı Moll’Ahmet’in alayı
Bir kama da öldürmenin kolayı
 
 
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
 
 
Kuruldu mu kasabanın pazarı
Kazıldı mı Moll’Ahmet’in mezarı
Ahbaplarım benden alsın hezeri
 
 
Kuş gibi meydanda dönenlerdeniz
Bir güzel yoluna ölenlerdeniz
 
 
Tel tel olmuş telgırafın telleri
Esmez oldu badı saba yelleri
Açmaz oldu Seydiköy’ün gülleri
 
 
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
 
 
Biçildi mi Seydiköy’ün çayırı
Kadir mevlam canı candan ayırı
Hiç kalmamış Neslihan’ın hayırı
 
 
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Dostlar düşman imiş ben bilemedim”
 

Türkünün ölümsüzleştirdiği bu korkunç ölümü benim için kat be kat korkunç kılan şey, çocukluğumdan beri hikâyenin bana şu şekilde nakledilmesiydi: Cinayeti, Molla Ahmet’in kızla tarlada buluştuğunu gören kızın kardeşleri ve babası işliyor. Sırf kızla konuştuğu için. Adamı paramparça ediyorlar, kasaplık koyun gibi. Bu, özellikle ergenliğimde beni daha derinden sarsar oldu. Herhangi bir konuda bile bir oğlanla konuşacak olsam zavallı oğlanın kolunun, bacağının, kafasının birbirinden ayrılıp sazlıklara atıldığını hayal edip ürperdim. Hep çoraplarına takılı kaldı gözlerim. Hâlâ ürperirim, bir erkekle baş başa konuşacak olsam; konuşmanın muhtevası ne olursa olsun. Şimdi seninleyken de yer yer o ürperti aramızda bir yel gibi esip geçiyor. İrade, bilinç, tercihler bir yere kadar; insanı çocukken dinlediği hikâyeler, masallar, efsaneler belirliyor. Ben bu topraklarda çocukların bilinçaltına perçinlenen kodların temelde çok yanlış ve sapkın olduğunu düşünmemekle beraber bu tür sakatlayıcı unsurların da o birikimin arasına karıştığını düşünüyorum. Senin kadar radikal değilim ama o birikimin süzgeçten, elekten, elden geçirilmesi gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bu o kadar da kolay değil elbette. Süzgeçten geçirecek zihin de neticede kendisi süzgeçlerden geçerek bugünlere gelmiş.

Korkumu diri tutan benzer kanlı olaylar da hiç eksilmedi ne yazık ki, bunları da anmadan geçemeyeceğim. Afyon’da bir linç kültürü var, bu kesin. Nereden gelir nereye gider bilemem ama bir “Vurun abalıya!” geni kesin var. “Vay bre zındık!..” Aniden galeyana gelip karşı konmaz bir güce dönüşen öfkeli kalabalıklar. Türkiye’de bu tür hadiselere en çok Afyon’da rastlanırdı herhâlde.

Farklı sebepleri olabilirdi galeyanın. İnfial uyandırıcı bir tecavüz veya livata meselesi de olabilir, mahalleye sonradan gelen şahsın ahaliden birinin karısına huzursuzluk vermesi meselesi de. Yani genelde namus davası. Bir bakmışsın, sopalar, değnekler, satırlar, nacaklar… Hatırladığım en büyük hadise, seksenlerin sanıyorum ortalarında, Çingene konargöçerlere yönelik gerçekleşmişti. Çiftçilerin başına ekşiyen 100-150 kişilik topluluğa bir gece baskını tertipleyip çadırlarını yakmış, atlarına el koymuş, kovmuşlardı. Yüzleri façalı, kavgacı Çingene gençlerin ay şeklindeki hançerleri fayda etmemişti.

Afyon böyledir. Böyle bir linç psikolojisi, galeyan potansiyeli hep vardır. Vardı. Kuva-yi Milliye ruhu da böyle ortaya çıkmış zaten, kimse başlarına birinin geçmesi için beklememiş, pata küte dalmışlar düşmana da. Bu yönüyle o kalkışma eğilimini büsbütün kötü veya hastalıklı bulmak hakkaniyetli olmaz.

Kahramanlık da uzak değil Afyonlu ruhuna. Şöyle bir şey anlatılır: Kocatepe savaşında Yunanlılar mayın döşemiş. Afyon’un yaşlıları orduyu durduruyor, “Durun önden biz gidelim, size bir şey olmasın, bizim üstümüzde patlasın!” diyerek. O yüzden Kurtuluş Savaşı’mızdaki şehitlerin en yaşlıları orada verilmiştir. Şehitlerimizin yaş ortalamasını yükseltenler Afyonlulardır. Anadolu’daki ilk şehitlik de orada yapılmıştır zaten, fedai amcalardan bazılarını orada bulmak mümkündür.

O günlere gidince birden üşüdü içim. Soğuğu anımsadım, aman Allah’ım! “Aslen Erzurumlu olsa da Sivas’ta oturur” diyorsun ama şunu da bil ki kışın önemli bir kısmını Afyon’da geçiriyor. Öyle böyle değil, bıçak gibi keser insanı, af edersin it gibi titretir. Ah, o kuru ayaz, Afyon’da okumuş, memuriyet ve askerlik yapmış herkes zıngırdayarak anar onu. Kar, Afyon kırsalının olmazsa olmaz bir parçasıdır.

Afyon deyince aklına ilk gelen şeyin aslında afyon olması gerekirdi be Zahit. Şehre adını veren nesne artık unutuldu bu ülkede. Hâlbuki afyonu, şu an dünya üretiminin merkezi olan Afganistan’a ve uzak doğuya götürenler de bizimkilerdi. Afyon’dan gitti ilk numuneler; oralara yolu düşen Osmanlı hekimleri, ihtiyaca binaen, tıpta kullanabilsin diye afyonu buradan götürmüşler. Latince Apium, buranın bitkisi aslen.

Afyonlular niye afyon değil de haşhaş derler onu bir türlü anlayamam ama. Görmüş müsün hiç, topaç şeklinde bir bitkidir. Haşhaş topu derler, o oval kısım yaşken bıçakla çizilir, oradan bir süt akar; eroin de o sütle yapılır… Afyon, hayatın göbeğindedir. Afyonsuz bir yiyecek bulamazsın Afyon’da. Bütün börekler haşhaşlıdır mesela. İki taş arasında haşhaşı ezip yağını çıkartırlar ve her şeyde kullanırlar. Haşhaş küspesi de en faydalı hayvan yemlerindendir ayrıca.

Sana ilginç bir şey söyleyeyim, eskiden çocuklar ağlayınca ağızlarına afyon sürerlermiş, sakinleşsinler diye; çok çocuklu aileler özellikle… Afyon, Afyonluların kanında var. Eskiler doktora gittiğinde morfin kesmiyor, uyuşturamıyormuş, o derece yani.

Bunlar mazide kaldı tabi. 1974’e kadar geldi ama ondan sonra afyona ket vurdular. Devlet gözetiminde gıdım gıdım üretiliyor artık. Kıbrıs’ta Ayşe tatile çıkınca ceremesini Afyonlular çekti. ABD, Temel Reis çizgi filmleriyle, içinde demir olmayan ıspanağı demir deposu diye dayattı: Bırak afyonu, al ıspanağı. Zırvalık. Zayıflık. Sam Amca kızmasın diye afyondan edildi Afyonlular ve tüm ülke… Ne zaman ki kendi iradesiyle afyon üretimine izin verir, Türkiye işte o zaman gerçekten özgür bir ülke olduğunu iddia edebilir.

“Şuhutlunun keşkeği, Afyon’un eşşeği”. Her yerde eşek görüldüğünden böyle demişler. Keşkek de bir o kadar fazla. Çok eski bir yemek, ta beylikler devrinde Anadolu’da en çok yenen yemeklerden biri. Dombay yağından yapılır. Dombay nedir bilmezsin tabi. Çok komik, dombiliden mi acaba, Afyonlular mandaya, camıza dombay derler. Onun yoğurdu da çok kıymetli, katı ve lezzetlidir. Afyon kaymağı da onun sütünden, çok zahmetli aşamalardan geçerek yapılır.

Farklı şehirlerde farklı uyarlamaları vardır, Afyon’da şöyle anlatılır: Anneyle baba, evlilik çağına gelmiş oğullarıyla ilgili geceleri kendi aralarında konuşur, oğlan da işitirmiş; anne dermiş ki “Bey, çocuğun evlilik yaşı geldi, şu bombeylerden birini satalım da oğlanı everelim!” Baba da velev ki olumsuz olsun, içinde dombeyler geçen cümlelerle cevap verirmiş. Bir müddet sonra bu evlilik bahsi açılmaz olmuş, çocuk ne kadar kulak kabartsa da anne babanın gündeminden çıktığını fark edince bir gün annesine demiş ki “Yav anne, şu babamla dombeyi dombeyi konuşsana gene!” Dombeyi dombeyi… Komik değil mi?

Kimine iştah kimine keşkâh… Kimi yerde keşkâh derler, kimi yerde keşkek. Ah keşkek, sana asıl onu anlatmak muradım. Yarma derler, aşure buğdayından yapılır. Bir avuç da nohut eklenir, kuzu veya dananın gerdanı atılır. Afyon’un simgesi sayılan, müzesi ağzına kadar onun örnekleriyle dolu olan o meşhur toprak çömlekler içine konur. Evin büyüğü, yatsı namazında camiye giderken mahalle fırınına götürür. Çömleğin ağzı hamurla sıvanır, üstüne mermer konur. Sabaha dek demlene demlene pişer. Yanmaz çünkü suyunu filan ona göre ayarlarlar.

Sabah namazından çıkınca cemaat fırına geçer, uzun kürekler vardır, onlarla alır ve duayla çömlekleri açarlar. Fırın, keşkek muhabbetinin ilk faslıdır. Daha eve gidilecektir, evin güçlü kuvvetli erkekleri iri tahta kaşıklarla bir güzel döveceklerdir. Biri yorulunca diğeri devralacaktır küreği. Artık kek hamuru kıvamına gelmiştir, sahanlara dökülecektir; üstüne tereyağlı, salçalı sos gezdirilecektir. Kahve seremonisinden daha tafsilatlı bir seremonisi vardır anlayacağın, neredeyse ayin sanırsın onun yenme faslını da.

Tahta kaşıkla yenirdi son 15 yıla kadar, ben hâlâ tahta kaşıkla yerim gerçi. Düğün dernekte, bayramda hep iri sinilere konur, topluca yenirdi. Çok leziz olduğundan iştahla midelere yollanırdı ama hazmı sahiden de çok kolaydı. Misafirlere dendiği kadar: “Şu köşeyi dönünceye kadar eritirsin!..”

Belediye keşkek evi yaptırmış şimdi, turistler filan her zaman bulabilsin diye. Olmaz ki ama. Yatsı namazında verilip sabah namazında alınan, dualarla açılan çömleklerde olmaksızın keşkek, keşkek olur mu hiç? Yedikleri ancak keşkeğin bedeni olabilir, onun ruhundan mahrum kalacaklardır. Canım keşkeğin metalaşması ağzımın tadını çok kaçırdı, kaçırıyor.

Ah o fırınlar. Onlar da mı kalkacak zamanla? Afyon’da hayat o fırınların etrafında döner oysa. Mahalle fırını cami kadar merkezîdir. Çünkü evin haftalık ekmek ihtiyacı oradan karşılanırdı. Ancak bundan daha önemli olan şu ki anne-kız birlikte gidilirdi fırına. Oğluna kız bakmak isteyen anneler için fırınlar en uygun ve uğrak mekânlardı. Düğünlerde kız-erkek farklı mahallerde olduğundan fırınlar daha bir önem kazanıyordu.

Bir de tabi kızı oynarken değil de iş yaparken görmek istiyor müstakbel kayınvalideler. Temizliğini, hamaratlığını, huyunu suyunu. Fırınlar kalkınca anneler nereden, nasıl kız beğenecek, buyur işte! Altyapı-üstyapı meselesi. Altyapı değişince kültürel üst yapı da mecburen değişecek. Nereye kadar direnebilirler ki?

Kız, evinde bir kumandana tabidir: Annesi. Askerî bir düzen vardır evde ve emir-komuta annededir. Evlenip gidince yeni bir kumandana tabi olacaktır: Kayınvalidesi. Kocası değil. Türklerin ataerkil olduklarından hep şüphe etmişimdir. Anaerkildir ama erkeğe de münasip roller bırakılmıştır, sembolik olarak, gururunu okşayacak kadar.

Gelgelelim yepyeni erkillikler dönemi geldi çattı; artık kayınvalidelerin yıldızları söndü, apoletleri söküldü. Sabah daha gün ışımadan kaldırıp ahıra, araziye yolladığı gelin yok ki kime kumandanlık etsin? Gelin öğretmen, gelin doktor şimdiki zamanda; hangi kayınvalide onlara diş geçirebilir, ne hakla? Bozuldu devran!

Ta bizim zamanımızda geleneksel sistem aksamaya başlamıştı. Bir önceki kuşağın kızları, bin yıllardır olduğu gibi kayınvalide kumandasını gayet doğal ve sorgulanamaz bir hiyerarşi sayıyorlardı ama mızmızlanma bizimle başlamıştı. Bizden sonrakilerde homurtuya dönüştü bu. Şimdi artık kayınvalideler gelinlerini düğün gecesinden sonra görürlerse hâllerine şükrediyorlar.

Evlerin ya altı ya arkası ahırdı Afyon’da. Bu sadece güvenlikle değil, ısınmayla da ilgiliydi. Hayvanlarla bu iç içeliğin insanın dünyaya bakışına nasıl yansıdığını hep bilmek istemişimdir. İnsanlığın binlerce yıldır sürdürdüğü düzene aidiyet hissi; bence en büyük yansıması buydu. Kalkmışlar atalarını o hayat üzere bulmuşlar ve kendileri de o düzene tabi olmuş… Bu devamiyet ve aidiyet, insanlara kendilerini iyi hissettiriyor. Bizim yaşadığımız köksüzlük ve fırlatılmışlık hissini yaşamıyorlar; doğru yerdeler ve yapmaları gerekeni yapıyorlar. Doğa düzeniyle yakınlık ve daha büyük bir sisteme aidiyet de çok bütünleyici ve itminan verici. Eskiler bir yığın ontolojik problemi bir tek ahırla çözebiliyordu, n’aber modern ve postmodern ahbap?!.. Öyle değil mi Zahit?

€1,31