Loe raamatut: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ATES ETME ISTANBUL»
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
BİN LOTLUK CESET
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
1. BÖLÜM
Uyandım. Çok zor uyandım. Öyle derin uyuduğumdan değil, gece boyu en az on kere uyandığımdan. Geceden ne kaldıysa daha doğrusu. Kaçta yatağa doğru uçtuğumu hatırlamıyorum. Ne kadar içtiğimi de.
İnsan eski dostlarını kaybedince, daha eski dostlarını çağırıyor.
Yatak sertti. Battaniyenin altından dönüveren nevresim belli belirsiz kokuyordu. Yastığıma alışamamıştım. Bunların hiçbirini umursamayacak kadar yorgundum. Hafif başım dönüyordu. Başım ikiye katladığım yastığa değer değmez bayılmışım. Uyumadan önce ne yaşadığım günü ne de yaşayacağım günü gözümün önünden geçirebildim. Oradan biliyorum.
Pencerenin önünden geçen araçların motor gürültüsünü bir süre sonra duymaz oluyordunuz da, peş peşe kornalar dayanılmazdı. Uyarı kornaları, çağırma kornaları, itiraz kornaları, küfür kornaları. Küfür kornalarında istisnasız uyanıyordum. Bir küfür de ben sallıyordum. Yüzümü yastığa gömüyordum. Bir sonrakine kadar dalıyordum.
Üst kattan gelen topuk sesleri başka bir işkenceydi.
Çoğunlukla o sivri uçlu ayakkabıların içine ayaklarını nasıl sığdırdıklarını tam olarak anlamadığım kadınların gülüşmeleri karışıyordu tıkır tıkır topuk seslerine. Erkekler bazen cevap veriyordu, bazen vermiyordu. Cevap verdiklerinde de vermediklerinde de bir süre kesiliyordu tıkırtılar. Sonra yeniden. Çocuk sesi gelmiyordu hiç.
Kapılar kapanıyordu elbette. Kapılar açılıyordu. Küfrediyordum.
Yine de uyudum.
Akşamın pasını üzerimden atmak için uyudum. Unutmak için uyudum. Belki güzel bir rüya görürüm diye uyudum. Rüya görmedim ama. Gördüysem de hatırlamıyorum. Bazıları hatırlanmazmış.
Bazılarının neden hatırlanmadığını bana öğreten kadına küfretmedim ama hiç.
Uyandım sonunda. Zor mor uyandım. Duvarlara baktım. Duvarlar bana baktı. Biraz dikildim yatağın içinde. Geriye doğru kaykılıp sırtımı yastığa, yastığı duvara yasladım. Sola doğru eğilerek sigara paketime uzandım. Son sigaramı aldım içinden. Yatmadan önceki akıllı davranışım için kendimi tebrik ettim. Sigaramı yaktım. Paketin ağzını biraz genişlettim kül tablası olsun diye. Gerçek olanı uzaktaydı. İlk nefesi içime çektikten sonra kendimi bir kere daha tebrik ettim.
Dünya daha dayanılır hale geldi on miligram zifir, sıfır virgül sekiz miligram nikotin ve on miligram karbon monoksitin bir nefes dumanın içine sığan miktarı akciğerlerimden vücuduma dağılınca.
Biraz kötülük iyi gelir dedim kendi kendime.
İyi geldi.
Dört nefes sonra dün sabahki Remzi Ünal kalktı geldi bir yerlerden, nereden geldiyse. Dün sabahki, önceki sabahki, daha önceki sabahki. Bugün ne yapacağını bilemeyen yani. Olsun. Bendim ya. Ben. Remzi Ünal.
Sonra kalktım.
Sigaramı söndürüp içinde yatmayı hak ettiği kefenine yerleştirdim. Avucumda sıktım paketi, çöp kutusuna attım. Daha da insanlaşmak için şimdi bir kahveye ihtiyacım vardı.
Dışarıdan bir küfür kornası daha geldi. Ardından bağrışmalar. Bu sefer küfretmedim. Üst kattan da topuk tıkırtısı gelmiyordu.
Banyoya gittim. Yüzümü uzun uzun yıkadım. Suyu bol kullanınca giderek daha soğuk akmaya başladı. Saçlarımı, ensemi, dirseklerimi iyice ıslattım. Yüzümden damlalar akıtarak geri döndüm. Pantolonumu yatağa girmeden önce saldığım köşeden alıp giydim. Üzerime ne giyeyim diye düşünmedim bile. Siyah tişörtümün eteklerini pantolonun üzerine çıkardım sadece.
Saatim kolumdaydı. Cüzdanım komodinin üstünde. Çorap aranmadım, iki gün önce sokağın alt tarafında, tasfiyeye girdiklerini kocaman bir pankartla ilan eden dükkândan aldığım espadrilleri geçirdim ayağıma.
Odamda kendi suretime bakıp neye benzediğimi bana açık yüreklikle söyleyecek bir boy aynası yoktu. Omzumu silktim. Remzi Ünal’sın işte dedim kendi kendime. Remzi Ünal’dan ne kaldıysa…
Sığınma odamın kapısından arkama bakmadan çıktım.
Koridorda yanımdan geçen iki adama selam vermedim. Kars’tan İstanbul’a kurbanlık koyun getirmişe benziyorlardı. Yorgundular. Omuzları birbirine değiyordu yürürken.
Merdivenlerdeki halı eprimiş ve tozluydu. Ayak seslerini boğmada yetersiz kaldıklarını gece tıkırtılarından biliyordum. Duvarlarda tablo falan yoktu.
Gece nöbetçisi, gündüz nöbetçisi, concierge, muhabbet tellalı, uyuşturucu dağıtımcısı, icabında polis muhbiri Emre Yeğenoğlu, resepsiyon tezgâhının arkasındaki küçük televizyonda Discovery Channel izliyordu. İşinin gereği ayak seslerimi fark etti. Döndü. Kıpkırmızı gözlerle bana baktı.
“Günaydın Remzi abi,” dedi. “Erkencisin.”
Saatime baktım. Düzgün bir işi olan insanların öğle yemeğine çıktıkları saati çoktan geçmişti. Cevap vermedim. Zoraki sırıttım. Kendi çapında şakacıydı. Ceylanı kovalayan jaguarıyla baş başa bıraktım onu. Hangisini tuttuğunu tahmin etmeye gerek yoktu.
Otelin kapısına doğru yürüdüm. İstiklal Caddesi’nin iki alt sokağındaki adını vermeye utandığım otelimin kapısına. Kapıyı enlemesine ikiye ayıran demirin alt tarafındaki cam, adımımı içeriye ilk attığım günden beri kırıktı. Gece geç saatlerde girerken bir tekme atıp tümden yerle bir etmeyi arzuladığım olmuştu ama daha yapmamıştım. Dışarı çıktım.
Ortalıkta, görebileceğiniz en iyi İstanbul sonbaharı geziniyordu. Apartmanların arasındaki boşluktan görebildiğim kadarıyla, gelgit bulutların arasından keyifli bir mavi gökyüzü fışkırıyordu.
Önce iki adım ötedeki Tekel bayiinin tezgâhına yanaşıp bir sigara aldım kendime. Neyse ki param vardı. Önünde arkasında ölüm uyarıları bulunan kırmızı beyaz paketlerden epey satın alabilirdim. Bitince tekrar. Gittiği yere kadar giderdi. Yalnızlıktan gebereceğime TAPDK izniyle geberirdim.
Ağır ağır İmam Adnan Sokağı’nın üst tarafındaki Kaktüs Kahvesi’ne doğru yürüdüm. Sokağın altlarında başlayan yadırgatıcı ruhsuzluk yukarıya kadar devam ediyordu. Daha bir ay önce milletin oturduğu, sigara tüttürdüğü sokak masaları yerlerini sıkıcı bir boşluğa bırakmıştı. Kaktüs’ten içeri girdim. Benden başka kimse yoktu. Uzun boylu garsona kahve söyledim. Gelmesini beklemeden bir sigara yaksam iyi olurdu aslında, yakamadım.
Dışarıdan geçenlere baktım sonra. Önüme gazete dergi almak hiç içimden gelmedi. Dünyada ne oluyorsa oluyordu. Benim haberim olsa da oluyordu, olmasa da. Haberim olduğunda bir ıslık çalıyordum yalnızca. Dünya benim ıslığım olmadan da dönüyordu.
Kahvem geldi. Çoktan beri beklediğim bir arkadaş gibi.
Kocaman bir yudum alarak başladım sohbete. Formundaydı. Sıcaktı, uyarıcıydı, samimiydi. Eksikliğini her hissettiğimde yanımda olduğunu ağzından tek kelime çıkmadan belli ediyordu. Bana gösterdiği ilgiye misliyle karşılık verdim. Sohbet koyulaştı. Zihnim açıldıkça açıldı. Önümden geçen kızlar daha güzel, oğlanlar daha akıllı göründü gözüme. Demek sigarasız da oluyordu.
Kahvemin daha yarısına gelmeden genç bir adam kapıda şöyle bir durdu, içeri baktı ve girdi. Sarı saçları, gözlüğü ve petrol mavisi gömleği vardı. Sevgilisi geç kaldı dedim içimden. Sonra önüme, hâlâ sıcaklığını koruyan arkadaşıma döndüm.
Sarışın delikanlı oturacak yer seçermiş gibi gözlerini gezdirdi kafenin içinde, sonra gözleri bana takıldı. Yüzünde gördüğüne inanamamış insanların hafif abartılı şaşkınlığı vardı.
Bakışlarına cevap vermedim. İşime baktım.
Bana bakmaya devam ettiğini yan gözle görüyordum. Sonra elini pantolonunun kenarına sildi. Bol bir blucin vardı gömleğin altında.
Beni birisine benzetti dedim kendi kendime. Dünyada masasında oturup büyük bir ciddiyetle kahve içen ve sigara özleyen bir sürü adam vardır diye düşündüm. Ve insanlar birbirine benzer. Benzemezler ama benzerler. Birazdan sandığı kimse olmadığımı anlar diye umdum. Oturur ve bir şeyler içerken sevgilisini bekler.
Öyle olmadı.
Delikanlı hiçbir masaya oturmadı. Saçlarını sıvazladı, elini bir kez daha pantolonuna sildi. Birilerinin kararına yardımcı olmasını bekler gibi açık kapıdan gelip geçenlere baktı. Kendi işini kendi halletmeye karar verdi sonra, bana doğru iki adım attı.
Attığı iki adım masamın tam karşısına getirdi onu. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Ateşimi istemeyeceğinin farkındaydım.
Masama doğru eğildi.
“Remzi Ünal mısınız?”
Epeydir kullanmayı istediğim o cümleyle cevap verdim.
“Kim soruyor?”
Esprimi anlamış da olabilir, anlamamış da.
“Yardımınıza ihtiyacı olan biri,” dedi.
Yüzüne baktım. Çizgi haline gelmiş dudakları beni etkilemedi.
“Kimseye yardım edebilecek durumda değilim,” dedim. Başımı kahveme indirmeyi denedim. İzin vermedi. Yandaki sandalyeyi çekip tam karşıma oturdu. Hafif eğreti.
Sarı saçlarının biraz uzamasına izin vermişti. Çok değil ama. Gözlüğü kemikti. Mavi gözleri camın arkasında olduğundan biraz küçük görünüyordu.
“Sizin İstanbul’un en yaman özel dedektifi olduğunuzu söylediler,” dedi.
Uzun saçlı garson duymamıştır inşallah dileğiyle bara doğru baktım.
“Yok canım,” dedim alçak sesle. “Bir iki işe baktım. Ama o eskidendi.”
Mesleki geçmişimi kimden dinlediğini hiç merak etmedim. Gözlerimi kahveme indirdim. Epey soğumuş olmalıydı. Beni rahat bıraksın diye baktım yüzüne bu kez. Gözlerini gözlerime dikmişti. Hafifçe gülümsedi. Sanki bir hamle daha yapacakmış gibi.
Yine de bir an tereddüt eder gibi oldu bir şey söylemeden önce. Sonra içindeki engeli aşmak için hızlı hızlı konuşmaya başladı.
“Beni dinlemenize karşılık ben de size yardım edebilirim,” dedi. “Hem de hemen. Şu anda.”
Şu anda ondan isteyebileceğim tek yardım çekip gitmesini istemek olmalıydı. Bunu söylemeye niyetim olmadığını fark ettim birden.
Kararsızlığımı anladı.
“Ne dersiniz?” dedi.
Kendimi işini bilen bir falcının karşısında gibi hissediyordum. Zaman zaman müşterilerimi hissettirdiğim gibi. Epey zaman önce.
“Yardım edin bakalım,” dedim. Dediğim anda epeydir yardıma ihtiyacım olduğunu bildiğimi kendi kendime itiraf etmiş gibi oldum. İhtiyacım olduğu konularda bana yardım edemeyeceğini biliyordum, o başka.
Gülümsedi. Sandalyeye yerleşti.
“Bir kolesterolünüzü ölçtürseniz iyi olur,” dedi. “Bayağı yüksek olma ihtimali var.”
Tuzağa iyice düşüyor olduğumun farkındaydım ama yine de sordum.
“Nereden anladınız?”
“İrisinizin çevresinde beyaz bir halka var. Bayağı belirgin. Yüksek kolesterole işaret eder.”
Kendisine son zamanlarda Adana ve Urfa kebap ağırlıklı bir beslenme düzeninde olduğumu açıklamaya gerek duymadım. Keyfim hiç yoksa hamburger ve patates kızartması. Aikido antrenmanlarını iyice salladığımı da.
“Ne yapmam gerekir?” diye sordum.
“Önce bir ölçtürün. Duruma göre doktor söyler.”
“Onu kastetmedim,” dedim. “Ben bir doktor için ne yapabilirim demek istemiştim.”
Yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. Sandalyesinde arkaya yaslandı. Bizi izleyen var mı der gibi çevreye baktı. Küçük bahçede bir biz vardık oysa.
“Beni dinleyeceksiniz?” dedi lafına eklediği soran bakışlarla.
Benim müşterilerime sıklıkla yaptığım numarayı bana yaptın diyerek sevindirmek istemedim keratayı. Hep çalışır o numara. Biliyordum. Bıraktım çalışsın. Sesimi çıkarmadan kafamı salladım.
“Sevgilimi bulmanızı istiyorum,” dedi.
Az daha, iyi fikir, aslında ben de kendi sevgilimi bulmak istiyorum diyecektim, kendimi tuttum. İstesem bulabilirdim ama o beni bulmak istiyor muydu, ondan emin değildim. Değişmekse değişmiştim ama onun istediği gibi değil.
Kafamı topladım.
Toplayamadım.
Toplamak için bir kahveye daha ihtiyacım vardı. Bara doğru baktım. Sanki benden haber bekliyormuş gibi bana döndü uzun boylu garson. Elimle kahvemi işaret ettim. Başını salladı. Sonra karşımdaki delikanlıya baktım ister mi diye.
“Ben bira söylemiştim,” dedi.
Bu kadar sosyallik yeter diye düşündüm. Delikanlının yüzüne baktım.
“Sevgilimi bulmanızı istiyorum,” diye tekrarladı.
“O kadarını anlamayı başardım,” dedim. “Seni şutlamadığını nereden biliyorsun?”
“Biliyorum,” dedi.
Ona inandım. Ya da inanmayı seçtim.
“Ne zamandan beri yok ortalarda?” dedim.
“Dört gün,” dedi. “İşe gelmedi. Telefonlarıma cevap vermiyor. Evine gittim, kapı açılmadı.”
“Arkadaşları?”
“Soramam,” dedi. “Sorarım ama soramam.”
“Neden?”
“Hastanede ilk günümde hemşirelerle yakınlaşan doktorlara iyi gözle bakmadıklarını belirtti patronum. Bu da bir prensip işte. Bir iki kere profesyonel çerçevede sordum. Bilen yok. Daha fazla ileri gidemem.”
“Prensipleri umursuyor musunuz, umursamıyor musunuz?” dedim. “Kafam karıştı.”
“Hayır ama…” dedi ne kadar mesleki sır açıklayabileceğini hesap ediyor gibi düşünerek. “Günümüzde özel hastaneler prensiplerinde çok sıkı değil.”
“Pekâlâ,” dedim.
Uzun boylu garson kahvemle misafirimin birasını getirdi. Boş fincanı aldı. Gülümsedi. Gülümsemesine cevap vermedim. Sıcakken kocaman bir yudum aldım.
“Başka soru sormayacak mısınız?” dedi sarışın doktor.
Bir yudum kahve daha gitti gırtlağımdan aşağı. Ya da Latince adı her neyse. İyi geldi. Akşama kadar yemek yemesem idare ederdim. Sonra bir Adana belki. Belki ciğer. Rakı.
“Anlaşmamızı yerine getirdim,” dedim. “İrisimin çevresinde olmaması gereken o müzevir halka karşılığında sizi dinledim. İşi almaya karar vermiş değilim. Lütfen bunu kişisel almayın. Herhangi bir işi alıp almamaya karar vermiş değilim, ondan.”
Sarışın doktor birasının yarısını bitirdi tek yudumda. Uzun boylu garsonun getirdiği kâğıt peçeteyle dudağının kenarını sildi. Kalanı da bitirecekmiş gibi bardağını ağzına doğru götürdü. Vazgeçti sonra. Omzumun arkasındaki duvara baktı. Dudaklarını büzüştürdü.
“Evli misiniz?” dedi sonra bana dönüp. Sesi deminki kadar berrak değildi. Ona bu kadarını borçlu olduğumu düşündüm.
“Hayır,” dedim.
“Birlikte olduğunuz bir kadın var mı?” dedi cevap vermiş olmamdan cesaret alarak.
“Vardı,” dedim.
“Ne oldu?” dedi.
Bu kadarı yetmişti.
“Size ne?” dedim. Hafif sinirlenmiştim. “Dördüncü bir ikna yöntemi olarak duygusal şantajı düşünüyorsanız, çalışmaz. Aynı numarayı son yediğimde sonuç hiç istediğim gibi olmadı.”
“Ama elimde başka bir şey kalmadı,” dedi sarışın doktor. Altdudağı titredi.
“Ağlayacaksanız ben gideyim,” dedim.
“Ağlamayacağım,” dedi. “Ben giderim. Özür dilerim, rahatsızlık verdim. Biranın parasını ödemiştim.”
Ayağa kalktı. Elini pantolonuna sildi bir kez daha. Sonra omzunu silkti. Eliyle son bir hoşça kalın işareti yaptı, döndü, kapıdan hızla çıktı. İstiklal Caddesi tarafına değil, aşağı yöne doğru yürüyerek görüş alanımdan çıktı. Arkasında bıraktığı boşluğa baktım. Omuzları çökmüştür diye düşündüm. Uzun boylu birinde daha acıklı dururdu çökük omuzlar.
Hay Allah dedim içimden. Çok da kısa olmayan meslek hayatımda, gözlerinde bir iki damla yaşla yanağımdan öpen genç kızları hatırladım. İçinde oldukları pislik çukurundan kurtulduklarında yüzlerinde beliren pırıltıyı. Söyleseler de söylemeseler de beni bir daha hiç unutmayacaklarını apaçık belli eden bakışlarını.
Yardım isteğini reddettikten birkaç saat sonra öldürülen “yeni başlayan kız”ın arabamdan inerken bana gönderdiği son bakışı hatırladım.
İstesem de istemesem de Yıldız Turanlı’yı hatırladım.
İhtiyarladın Remzi Ünal dedim kendi kendime. Ayağa kalktım. Dışarı çıktım. Aşağıya doğru yürümeye başladım. Uzun boylu garson hesabı taktığımı düşünmezdi, biliyordum. Bir zamanlar öldürülmüş bir kızın doğum gününü kutladığımız türkü barın hizasındaydı sarışın doktor. Yerinde yeller esiyordu şimdi barın. Galiba bir dövmeci olmuştu. Hızla yürüdüm. Seslenme mesafesinde bağırdım.
“Doktor, doktor, dur biraz.”
Doktor lafına sokakta oyalanan birkaç kişi kafasını çevirdi. Onlara bakmadım. Sarışın doktor beni duymamıştı. Yeniden seslendim.
“Doktor, dur biraz. Bekle, konuşalım.”
Duymaması mümkün değildi ama duymadı. Daha da hızlandım.
“Aradığını bulduysan ben döneyim,” diye bağırdım.
Bunu duydu galiba. Durdu. Geri döndü. Beni görünce yüzünde hakiki bir gülümseme belirdi. Ellerini iki yana açtı. Gülümsemesine bir soru işareti ekledi sonra.
İki adım daha atıp yanına yaklaştım. Soluğumu denetlemeye çalıştım. Evet, ihtiyarlıyorsun dedim kendi kendime bir kez daha.
“Bir dakika,” dedim. “Nereye gidiyorsun böyle basıp?”
Cevap vermeden yüzüme bakmaya devam etti.
“Gel, oturup konuşalım biraz,” diye devam ettim. “Belki bir şeyler yapabiliriz.”
Başını salladı. Yere bakarak yanımda yürümeye başladı. Kaktüs’ten içeri girene kadar konuşmadık.
Yarısı boş kahve fincanım ve bira bardağı masada duruyordu. Demin oturduğumuz yerlere oturduk. Uzun boylu garson kapıdan ikimize birden baktı.
“Ne istersin?” dedim.
“Onu bulmanızı,” dedi espri yapınca anlaşılmasını bekleyenlerin yüz ifadesiyle.
Uzun boylu garsona bir kahve daha işareti yaptım. Doktora döndüm sonra.
“Anlat,” dedim.
“Ne anlatayım?” dedi.
“Baştan anlat,” dedim.
“İşimi aldınız mı?” dedi.
“Bilmem,” dedim. “Sen anlat yine. Kimsin? Sevgilin kim? Şu bu… Polise gitseydin ne anlatacaksan öyle anlat.”
“İşi aldınız mı?” dedi sarışın doktor. “Önce bu konuda anlaşalım. Bir kez daha hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. Sonra ne istiyorsanız anlatırım.”
Başımı iki yana doğru salladım. İhtiyarlamanın iyi bir fikir olduğuna ilişkin kuşkularım hafifçe artmaya başlamıştı. Dönüşü yok ama dedim kendi kendime.
“Tamam,” dedim. “İşi alıyorum. Anlaşmadan kastın imzalanacak bir sözleşme falansa öyle şeyler yok bende. İşimi bildiğim gibi yaparım. İş bulaşırsa önce kendi kıçımı kurtarmaya bakarım. İstanbul’un en iyi özel dedektifi olduğumu sana kim söylediyse bunları da söylemiştir mutlaka.”
Başını salladı.
“Bana söylediklerini elimden geldiğince başkalarına söylemem. Başkalarının söylediklerini de sana. Fotoğraf makinesi, ses kaydı, telefon dinleme falan yapmam. Paranın karşılığında makbuz vermem, sonuç vermeye çalışırım.”
Yeniden başını salladı.
“İşimi iyi yapabilmem için karşılığını aldığıma inanmam gerekir,” dedim.
Başını bir kez daha salladı. Yüzüme baktı. Fiyatımı söylememi bekliyordu.
Söyledim.
“Ne kadar ödeyebilirsin?” dedim.
“Ne?” dedi.
Bu kez her hecenin arasına normalden fazla boşluk bırakarak konuştum.
“Ne kadar ödeyebilirsin dedim,” dedim.
Yüzü doktorun duvardaki diplomasının sahte olduğunu öğrenmiş bir hastanınki kadar şaşkınlık içindeydi.
“Yani?” dedi.
“Epeydir iş almadığımı söylemiştim,” dedim. “Benim yaptığım türden hizmetlerin mertebesini kaybettim. Sana soruyorum. Ne kadar ödeyebilirsin?”
Elini biçimli kesilmiş sarı saçlarının içinden geçirdi. Şampuan reklamlarındaki gibi neredeyse ağır çekim yerlerine oturdu saçları. Omzumun üstünden Kaktüs Kahvesi’nin penceresinden içeri baktı bir kez daha. Bekledim.
“Iıııı…” dedi. “Ne bileyim… Biraz düşünsem, sonra söylesem.”
“Hayır,” dedim. “Şimdi.”
Kafasını iki yana salladı. “Hayır” anlamında sağa sola değil, yana, önce sol omzuna doğru, sonra sağ. Yüzünü buruşturdu kendi söylediğini kendisi de beğenmemiş gibi.
“Son işinizde aldığınıza yüzde on enflasyon payı ekleyin, tamam.”
İçimden gülümsedim. Bizim doktor hiç de saf değildi. Küçük bir hesap yaptım. Çıkan rakamı söyledim. İkinci el otomobil satan bir galericinin donukluğuyla.
Hiç duraksamadı.
“Anlaştık,” dedi.
“Anlaştık,” dedim. İçimden bir kez daha gülümsedim.
Uzun boylu garson kahvemi getirmişti. Oradan ayrılmadan sordum.
“Bir şey istemediğinden emin misin?”
Başını salladı.
Kahvemden bir yudum aldım. Sonra bir yudum daha. Dinlemeye hazırdım. Beklentiyle yüzüne baktım.
Bekletmedi.
“Adım Kemal,” dedi sanki açıklaması çok zor bir şey söylüyormuş gibi. “Kemal Arsan. Anladığınız üzere doktorum. Dahiliye. Mecidiyeköy’de, Ortaklar Caddesi’ni kesen sokaklardan birine konuşlanmış bir özel hastanede çalışıyorum. Söz konusu hatun aynı yerde hemşire. Askerliğimi yaptım.”
Esprisine gülmedim.
“Adı?” dedim.
“Begüm.”
“Soyadı?”
Bir an durakladı. Alnı kırıştı. Sonra gevşedi yüzü.
“Kalyon,” dedi. “Begüm Kalyon.”
“Devam,” dedim, kahvemden bir yudum daha alarak. Şimdi bir sigara iyi gelirdi.
“Ne bileyim…” dedi. “Altı ay falan oldu biz takılmaya başlayalı. Gizli tuttuk. Söylediğim nedenden.”
“Sorması ayıp,” dedim fincanımı masaya bırakırken. “Neden açığa çıkıp başka bir yerde çalışmayı düşünmediniz? İkinizden biri?”
Yüzüme bir salakmışım gibi baktı. Belki de öyleydim, ne bileyim. Cebimden sigaramı çıkardım. İçinden bir dal çektim. Burnuma götürdüm.
“Bu zamanda doktor bile olsan, şıp diye iş bulmak kolay mı sanıyorsunuz?” dedi. “Hemşire olursanız daha zor. Ancak evlenince açıklayabilirdik. Aynı hastanede karıkoca olursanız sakıncalı değil.”
En akıllı görünen bakışlarımla baktım ben de ona. Anladı.
“O da biraz ileride düşünülebilecek bir şeydi. Belki epey ileride…”
Ses etmedim. Devam etsin diye bekledim.
“Ve dört gündür yok!” dedi iki avucunu masanın üstünde iki yana doğru açarak.
“Telefonlara cevap vermiyor… Evde de yok?” dedim.
“Yok,” dedi.
Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi, sigarayı tutan elimi indirdim, öbür elimle fincanımı ağzıma götürdüm. İçmedim ama.
“Ortadan kaybolması için bir neden gelmiyor aklına yani?”
“Gelmiyor,” dedi Kemal Arsan. “Her şey yolunda gibiydi. Beni telaşlandıran da bu esas.”
“Hastanedeki meslektaşlarından başka arkadaşını tanımıyor musun?” dedim. Fincanı yerine bıraktım. Sigarayı burnuma götürdüm. Yanmamış sigara da koku salıyordu genzinize doğru. Daha duru, saf, zararsız, kisveli bir koku.
“Yalnızca bir arkadaşını tanıyorum,” dedi. “O da hemşire. Özel çalışıyor. Evde hasta falan bakıyor. Bayağı meşhur bu işte, hiç boş kalmaz.”
“Ne kadar yakınlar?” dedim. “Begüm Kalyon’la bu arkadaşı… Adı neydi?”
“Firdevs,” dedi Kemal Arsan. “Soyadını bilmiyorum.”
“Telefonu vesaire…”
“Telefonunu bilmiyorum. Evini biliyorum bir tek. İki kere gitmiştik. Yakınlık derecelerini bilmiyorum. Öyle lafladık o gece…”
“Anladım,” dedim. Yanmamış sigaramı ağzıma iliştirdim. Ucunu ıslatmamaya özen gösteriyordum.
Bir an ikimiz de ne söyleyeceğimizi bulamadık. Sorsam mı sormasam mı diye düşünüyordum. Sormaya karar verdim sonra. Elimi paketimin yanındaki kibrit kutusuna götürdüm. İçinden bir kibrit aldım. Kimyasal sürülmüş kenarına sürtmeden sordum.
“Sevgilini bulduğumda ona ilk ne söyleyeceksin?” dedim.