Loe raamatut: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SON CESET»

Font:
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

ATEŞ ETME İSTANBUL

BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF

BİN LOTLUK CESET

BİR ŞAPKA BİR TABANCA

ÇIPLAK CESET

KRAMPONLU CESET

YENİK VE YALNIZ

SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM

ROL ÇALAN CESET

GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU

Mete’ye, arkadaşıma…


1. BÖLÜM

Aniden sıçradı yatakta yüzükoyun yatan kız. Dirseğine dayanarak yarı doğruldu şaşkın gözlerle. Küçük, biçimli göğüsleri vardı. Sağ omzunda kocaman çiçek dövmesi. Önce bağıracak sandım, bağırmadı ama. Belki de tanıdı beni. Bağırmak yerine elini yastığın altına sokup kapkara bir tabanca çıkardı, tam karnıma doğru tuttu. 7.65 çapında bir tabancaydı.

Bir adım geri atarak ellerimi iki yana açtım.

“Sakin ol,” demek geldi aklıma sadece.

Sesimi duyunca daha iyi tanıdı beni. Ama elindeki tabanca yönünü değiştirmedi.

“Kötü bir niyetim yok,” dedim hâlâ ellerimi görebileceği şekilde tutarak. “Konuşmak istiyordum yalnızca.”

“Sen her kapalı yere paldır küldür girer misin?” dedi kız. Tabancayı iki eliyle tutuyordu, göğüslerini kapatacak üçüncü bir eli olmadığına üzülüyor gibi görünmüyordu.

“Kapıyı çaldım,” dedim.

“İyi ki çaldın,” dedi. “Açılmayınca çeker gider insan.”

“Her zaman gitmez,” dedim.

“O zaman ayakların önde gidersin belki,” dedi.

“Kötü bir niyetim yok,” dedim yeniden. “Olsaydı farklı davranırdım.”

Tabanca karnımı işaret etmekten vazgeçmiyordu. Bu durumdan sıkılmaya başladığımı düşündüm. Arada bir yumruk ve tekmelerin karıştığı tartışmalara karşı değildim ama, karnımda demir bir leblebiyle hiçbir soruma hiçbir cevap alamayacağımın bilincindeydim.

“Şu aleti kaldır,” dedim bana cevap vermesine zaman bırakmadan. “Patlar matlar.”

“Belki de iyi olur patlaması,” dedi kız. “Haneye tecavüzden yırtarım.”

“Belki,” dedim. Kollarımı hafifçe indirdim. “Ama balistik muayenede Moda cinayetinde kullanılan mermilerle bir akrabalık çıkarsa, zor izah edersin.”

Bu cümlede ne varsa, işi çözdü. Bir elini ağzına götürdü kız, diğer elindeki tabanca, kapkara namlusu yatağın köşesini gösterecek biçimde aşağıya doğru eğildi bunu yaparken. Fırsatı kaçırmadım. Sol elim önde, yatağa doğru uçtum. İyi bir uçuş oldu. Tabancayı tutan eline, elimin dışıyla bir tokat attım daha havadayken, tabanca makyaj masasına doğru uçtu. Allah’tan patlamadı. Gövdemin bütün ağırlığıyla kızın çıplak gövdesinin üstüne abandım. Sağ elimle de diğer elini tuttum. Boştaki eli yüzüme bir tokat niyetiyle hareketlendi. O bileğini de daha havadayken yakalayıp yastığa bastırdım.

Tuhaf bir durumdaydık şimdi. Tam üstündeydim, neredeyse misyoner pozisyonunda. İki kolunu iki yandan yastığa bastırmıştım, gövdemin ağırlığını iyice vererek kımıldamasını engelliyordum. Direnince çıplak göğüsleri titredi. İyi ki aramızda o pike var dedim kendi kendime.

Bir kez daha direndi, ama işe yaramadı debelenmesi. Vazgeçince bileklerindeki baskıyı biraz gevşettim.

Algıladı bunu. Gözlerindeki pırıltıyı görünce gülecek sandım. Gülmedi ama.

“Şimdi ne olacak?” dedi. “Tecavüz mü edeceksin bana?”

“Bir günde bir tecavüz yeter,” dedim. Bu durumda bile esprimi anlayacak mı diye bekledim. Yüzünde bir gevşeme belirdi. Belki de gülmemek için başını yana doğru çevirdi.

“Biraz sakinleştiysen ellerini bırakırım,” dedim. “Bir kahve içip konuşuruz.”

Başını yukarı aşağı salladı.

Önce sağ elini bıraktım. Tokat gelmeyince de sol elini.

Pikeyi üstüne çekmek için bir hamle yaptı serbest kalan elleriyle.1

Bu sefer, bu sefer, bu sefer, zihnimin karanlık köşelerinde bu aralar sık sık tekrarladığı gibi, pikeyi üstüne çekmek için hamle yapmadı serbest kalan elleriyle. Gözlerindeki pırıltı bir kez daha çaktı. Önce sol, sonra sağ eliyle başımı ensemden yakaladı, kendisine doğru çekti. Dudaklarına doğru. Gözlerini kapadı.

Bir an, kısa bir an durakladım. Ona uydum sonra.

Dudakları sıcaktı.

Beni öperken başımı biraz daha bastırdı kendisine doğru. Gözleri hâlâ kapalıydı. İki kolumla, iki yandan çıplak gövdesine sarıldım. Ağırlığım üstüne bindi. Ellerim sırtında gezinmeye başladı usul usul. Birini beline indirdim. Giyinikken algılanmayan o küçük kıvrımı okşadım. Sonra kalçasını. Elimi gezdirdiğim yerler, yeni alınmış bir tatami kadar sert ve gergindi.

Kalçasından aşağı indiğimde bana yardımcı olmak için kıvırdı bacağının tekini. Bacağını yukarıdan aşağıya okşadım. Yukarı çıkarken avucumun dışını kullandım.

Aşağıdan, uykunun sıcaklığıyla karışık, mahmurlaşmış bir parfüm kokusu geldi burnuma. Kokuyu izledim. Boynunu öpmeye başladım. Bastırılmış bir çığlık başlangıcı çıktı ağzından. Sesin kaynağına yoğunlaştım bir süre. Bir daha yinelenmedi küçük çığlık. Ben de daha aşağıya indim sonra. Küçük ama biçimli göğüslerinin arasındaki düzlüğü öptüm. Çok uzatmadım ama.

Daha aşağıda, daha çok istediğim şeyler vardı.

Dudaklarımı soldaki göğsüne gömdüğümde sağ elim sağ göğsünü çoktan avuçlamıştı. Elimin altındaki diri, küçük yuvarlak hemen tepki verdi. O göğse geçerek ödüllendirdim tepkisini. Çevresinde halka olmayan meme ucunu ısırmamak için kendimi denetledim. Ağzımın içine aldım iyice. Bir süre sonra ellerim ile dudaklarım göğüs değiştirdi.

Sonra yeniden yukarı, ıslak dudaklarına tırmandım. Gözleri açıktı bu kez. Kendisine, bana, olanlara inanmıyormuş gibi bakıyordu pırıltıların arasından. Ben nasıl bakıyordum, farkında değildim.

Elinin kemerime değdiğini algılayınca sağ elimle yatağa dayanarak üstünden kalktım. Sol elimle kasıklarımızın arasında toplanmış duran pikeyi çekiştirdim. İlk çekişimde gelmedi tümüyle. Biraz daha açıldım. Baskı iyice hafifleyince iki üç harekette hepsini çektim aramızdan. Son bir hamleyle öteye fırlattım. Pike, makyaj masasına yakın bir yerde duran siyah tabancanın üstünü örttü.

Kız, tümüyle çıplak yatma alışkanlığındaydı. Sağ omzundaki çiçek dövmesinin aynısından, sol kasığında, üçgenin henüz başladığı bölgede bir tane daha vardı.

İki dizimin üstünde doğrulup belden yukarımda ne varsa hızla çıkardım. Yatağın ayakucuna doğru bir yerlere fırlattım. Sonra kemerimle uğraşan kıza yardım ettim. Sıra pantolonun düğmelerine geldi.

Biraz sonra eşitlenmiştik.

Biraz sonra, biraz sonra, biraz sonra, bu aralar sık sık yaptığım gibi, geçmişimdeki hiçbir şeyden pişman olmadığım için kendime kızarak, kendi evimdeki televizyonun karşısında oturuyordum. Yayılmıştım iyice. Kolumun teki kıçımın altındaki İskandinav tipi koltuğun kolçağından aşağıya sarkıyordu. Öteki elimde uzaktan kumanda vardı. Beni bugüne bağlayan pek az şeyden biri olan uzaktan kumanda.

Dünyada hemen herkesin, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşündüğü günler yaşıyorduk. MS Flight Simulator’e elimi sürmek de, belki aynı nedenlerle, epeydir içimden gelmiyordu. Hoş, ben hep Chicago’da dolaşırdım ya, New York da çok uzak değildi.

İçimdeki yalancı uçmak duygusunu bastırdım. Tahminimden kolay oldu.

Daha çok uyumak, antrenmanlara gitmek, hiçbir haber kanalında dokuza sayana kadar durmamacasına zap yapmakla geçiyordu günlerim. Dünyanın haline üzülmem gerekiyorsa, Fox Sports’a takılıyordum. Gazetemi geç getirdi diye bakkalın çırağını azarlamaktan çoktan vazgeçmiştim.

Evden çıktığımda yürüyordum. Otomobille gidilecek kadar uzak yerlere gitmiyordum.

Eve döndüğümde telesekreterde not falan bırakmış birileri var mı yok mu diye bakmıyordum. Baksam da yoktu arayan zaten. Adını vermeden yardım isteyen kadın bile terk etmişti beni. Antrenman sonrası kahvaltıları da ben terk etmiştim. Reklamcı arkadaşımın yüzü asıktı. Bankacının ondan da asık. Tekstilcinin de.

Sanki sözleşmiş gibi sertleşmiştik teknikleri uygularken. Bileğimiz sık sık gereğinden şiddetli biçimde kıvrılıyordu arkaya doğru. Yüzümüz buruşuyor, ama uyarmıyorduk uke’mizi “Yavaş ol lan!” diye. Sıra bize geliyordu nasıl olsa. Sıra bize gelince dünyaya öfkemizi karşımızdakinden alıyorduk.

Bankaya her zamankinden daha sık uğramaya başlamıştım. Yatırmak için değil ama, çekmek için.

Başka derdimiz yok gibi kış erken bastırmıştı. Önce ufak ufak bir iki yağmurla ayakkabılarımızın tabanında delik olup olmadığını test etmiş, işi gücü olmayanlara evde oturmanın asaletini hatırlatmıştı. Doğrusu şikâyetim yoktu yağmurdan. Kanallar arasında dolaşmaktan sıkıldığımda elimde kahve fincanım, pencerenin yanına oturuyor, bacağımın teki kaloriferin peteklerine yapışmış yanarken dışarıyı seyrediyordum. Yağmurda dışarısı güzel görünüyordu. Kar altında daha güzel görünecekti, emindim.

Otomobilimi bakıma götürmek gerekiyordu, boş vermiştim. Gündüz uykularımı bölen apartman içi gürültülere bile kızmıyordum. İntikamımı apartman aidatını ödememekle alıyordum. Allah’tan yalnız değildim bu konuda. Apartmanın yarısı benim yaptığımı yapınca, yönetici asker emeklisi dostum akşamları uğrayıp çöpü alan kapıcıyı işten çıkarmıştı ilk tasarruf tedbiri olarak. Doğalgaz faturası geldiğinde ne yapacağını bilmiyordum. On beş günde bir gelen temizlikçi kadın yevmiyesini artırmış, ben de kendisine kapıyı göstermiştim.

Çok sıkıldığımda sinemaya gidiyordum. Akmerkez’e. İlk matinelerde yaşlı kadınlarla, öğleden sonraları okuldan kaçmış liselilerle film seyrediyordum.

Kapının zili, banyoda, tıraş olsam mı olmasam mı diye aynada yüzümü dördüncü kez incelerken çaldı.

Kapının zilini çalanların sayısı, televizyondaki aklı başında programların sayısından azdır.

Bahşişten epeydir umudunu kesen bakkalın çırağı sessizce kapının tokmağına asıp giderdi içinde ekmekle gazetenin olduğu naylon poşeti. Postacı, bir keresinde sabah kahvemi bitirmeden kapımı çalma hatasını işlemiş, yüzümü görünce tövbe etmişti. Apartman yöneticisi emekli asker dostum, apartman aidatını ısrarla geciktirmeme kızmış, uğramak bir yana, selam bile vermiyordu. Ben de ona yüz vermiyordum tabii.

Reklamcı arkadaşımla haftada üç kez dojo’da görüşüyordum, ne gerek vardı evime gelmesine? Dayı da akşam oturmasına gelecek değildi ya az konuşan ayılarıyla.

Hiçbir müşterimle evimde buluşmazdım.

O yüzden, aynada bana bakan Philip Marlowe bozuntusundan çok, kapımın zilinin çalınmasına şaşırdım.

Banyodan çıkıp apartmanın giriş kapısıyla bağlantıyı sağlayan diyafona doğru iki adım atmıştım ki, bir kez daha çaldı.

Üçüncüsüne izin vermeden diyafonun düğmesine bastım. Kapıyı açmaya yarayan düğmeye değil, sesimi aşağıya yollayana.

“Kim o?” dedim pazarlamacılarla, anketçilerle, denemem için kapıya şampuan bırakan promosyoncularla hiç ama hiç ilgilenmediğimi belli etmeye çalıştığım bir ses tonuyla.

“Remzi Ünal’ın evi mi?” dedi diyafon hoparlörünün tenekeleştirdiği bir kadın sesi.

Pazarlamacılar, anketçiler, promosyoncular adımı bilmezdi.

“Evet?” dedim. Cevabımın sonundaki soru işaretini iyice belirginleştirdim.

“Yukarı gelebilir miyim?” dedi kadın.

“Niye?” dedim.

Bir an sessizlik oldu.

“Bir iş için sizinle görüşmek istiyorum,” dedi kadın.

Yüzümde gezdirdiğim elime iki günlük sakallarım battı.

“Adresimi veren, telefonumu vermedi mi?” dedim.

Kadın hazırlıklıydı.

“Önemli işleri yüz yüze görüşmekte fayda var.”

Kafamı çevirip salonun kapı aralığından görülebilen manzarasına baktım. Dört katı çıkması için gerekli süreyi kafamdan geçirdim. Merdivenleri koşarak çıkmayacaksa mesele yoktu.

Cevap yerine aşağıdaki kapıyı açan düğmeye bastım.

İçimden ağır ağır sayarak işe koyuldum.

Televizyonun karşısındaki küçük sehpada duran peynirli pide kalıntılarını toparladım ilk olarak. Öteki elime kül tablasını alıp mutfağa koştum. Mutfak sorun değildi, kapısını kapayınca görünmezdi içerideki kepazelik. Salona geri döndüğümde sekize gelmiştim. Kaloriferin üstünde kurumaya bıraktığım donlarla çorapları topladım sonra. Biraz hızlanarak yatak odama gittim, yatağın üstüne fırlattım. Ziyaretçimle buraya gelmeyeceğimiz neredeyse kesindi. Çıkarken kapıyı kapadım. Kimselerin uğramadığı misafir yatak odasının kapısı zaten kapalıydı.

Yirmiye geldiğimde salonun ortasında dikilip façayı bozacak bir şey var mı diye baktım.

Yirmi beşte kendi kılığıma bakıyordum.

İdare ederdi.

Allah’tan evde pijama ya da eşofmanla dolaşma âdetim yoktu. Blucinim epeydir yıkanmıyorsa da idare ederdi. Düzineyle aldığım siyah tişörtlerden üstümdekini daha o sabah giymiştim, yakası hâlâ dik duruyordu. Eh, ayaklarımın çıplak olmasını da idare etsindi beklenmedik misafirim. Suç, kaloriferi bu kriz kışına yakışmayacak kadar çok yakanlardaydı.

Televizyonu haber kanallarından birine getirdim. Sesini iyice kısıp pencereye gittim. Otuz sekiz, otuz dokuz diye saymaya devam ettim dışarıya bakarken.

Aşağıda, oturduğum sitenin beş apartmanının çevrelediği otoparkta, otomobillere ayrılmış boşluklara efendi efendi yerleştirilmiş orta sınıf aile araçlarının önünde dikine duran bir Opel Corsa gördüm. Şoför tarafındaki açık camdan deri ceketli bir dirsek görülüyordu yalnızca. Bu soğuk havada cam sigara içmek için açılırdı herhalde. Hele patronunuz bir kadınsa.

Ben merdivenlerden yukarı çıkarken, tam elli ikiye geldiğimde anahtarlarımı cebimden çıkarırdım, apartmanın yabancısı bu kadına altmış beşe kadar süre verdim.

Altmış altıda kapının zili çaldı.

Salona son bir kez bakıp kapıya doğru ilerledim. Koltuğun altından bir parçası görünen Hürriyet gazetesini ayağımla iteledim geçerken.

Kapının gözetleme deliğine yüz vermeden açtım sonuna kadar.

Hayır, kadını tanımıyordum.

İlk bakışta, düşmanınız olması yerine, sizin tarafınızda olmasını tercih edeceğiniz bir kadına benziyordu.

Gençliğini epeyce önce geride bırakmanın üstüne tuz biber ektiği bir çirkinliği vardı. Hangi gelişmiş şampuanı kullanırsa kullansın hacimden yoksun saçları omuzlarına varmıyordu. Gereğinden büyük burnu yüzüne egemendi. Dudakları hayatta pek az beğenilecek şey olduğunu belirtmek ister gibi büzülmüştü. Gözlerinde kararlı, ama bir o kadar da hain pırıltılar gördüm. Üst katımda oturmasını tercih etmezdim doğrusu. Apartman yöneticisi olmasını hiç.

Ben onu incelerken, o da beni inceledi.

Uzun, gri mantosunun yakasından kaşmir olduğunu zannettiğim kırmızı bir atkı fırlamıştı. Bir eli cebindeydi. Omzundan pahalı bir çanta sarkıyordu. Elinde siyah, deri bir eldiven vardı.

“Remzi Bey?” dedi bana konuşma fırsatı vermeden. “Adım Muazzez. Muazzez Güler. Rahatsız etmiyorum ya?”

Yorum yapmadım.

“Girsenize,” dedim kapıdan çekilip.

Mantosunu çıkarıp eldivenlerini cebine koymasını bekledim. Altından tenis topundan biraz büyük iki yuvarlağı saklamakta başarılı, yine kırmızı, boğazlı bir kazak ile epeyce uzun bir gri etek çıktı. Uzun çizmeleri ile etek arasındaki çorap kendisini göstermek için boşluk bulamamıştı.

Mantosunu elinden aldım. Kırmızı atkıyı da. Kapının çaprazındaki ayaklı, eski usul kahvehane askısına astım ikisini üst üste. Elimle salonu gösterdim bir şey söylemeden. Çantası elinde başını salladı.

Hiç duraksamadan, kararlı adımlarla ilerledi. Televizyonun karşısındaki koltuğun yanında dikildi. Bana baktı. Sonra gözlerini çıplak ayaklarıma indirdi.

“Otursanıza,” dedim, demek zorunda olduğum için.

“Teşekkür ederim,” dedi. Koltuğuma oturdu. Çantasını koltuğun dibine bıraktı. Sonra çevresine baktı hızla. Görecek ne varsa? Görecek pek bir şey yoktu. Sonra bana döndü.

“Özel dedektiflerin bürosu olur sanırdım,” dedi.

“Benim yok,” dedim.

Canım çok kahve istedi birden.

“Kahve içer misiniz?” diye sordum.

“Lütfen,” dedi. “Bol süt koyun, varsa…”

“Olacaktı,” dedim.

Oysa yoktu. Mutfağa doğru giderken hatırladım bunu. Sonra kafayı çalıştırdım. Mutfağa girip kapıyı hafif aralık kalacak biçimde kapadım. Su ısıtıcısına iki kişilik kahve suyu doldurup düğmesine bastıktan sonra buzdolabını açtım. Hazır pizzalar ve aynı kategoriden ıvır zıvıra hiç yüz vermedim. İç kapaktaki McDonald’s ganimeti küçük ketçap ve mayonez stoklarımın arasından, iki gramlık kahve kreması poşetlerinden birini çıkardım. Birbirinin aynı iki kahve kupası bulmak için biraz uğraşmak zorunda kaldım. Bolca kahve döktüğüm kupalardan birine bir poşet de krema boşalttım. Sonra gözüme az göründü, dolabı yeniden açıp bir poşet daha koydum Muazzez Güler’in kahvesine. Su kaynadı bu arada. Suyu da döktüm kupalara. Misafirimin kahvesini iyice karıştırdım.

Kahveleri alıp içeri hamle ettim. Mutfağın kapısını ayağımla çekiştirdim. Tam değil ama, içeriyi göstermeyecek kadar kapandı.

Muazzez Güler pencereden dışarı bakıyordu salona girdiğimde.

Çıplak ayaklarım sessizdi, ama yine de hissetti geldiğimi. Geri döndü. Bana bakışlarında biraz pişmanlık sezdim. İnsanın içine doğar bazen böyle şeyler.

“Yer buldunuz mu arabanıza?” dedim laf olsun diye konuşan birinin tonlamasıyla. Bol kremalı kahveyi, seçtiği koltuğun yanındaki sehpaya bıraktım. Diğerini elimde tutuyordum. Yanına doğru yürüdüm.

“Taksiyle geldim,” dedi. “Eviniz Akmerkez manzaralı…” Eli burnuna falan gitmedi. Aferin dedim içimden.

“Şehirde yaşadığımı hissettiriyor,” dedim.

“Ben bıktım ama,” dedi.

Sesimi çıkarmadım. Kendi tercihiydi. Kahvemden bir yudum aldım. Muazzez Güler pencereden döndü. Gidip, seçtiği koltuğa yeniden oturdu. Poposunu ileri geri hareket ettirip iyice yerleşti. Kahvesini aldı sonra. İçinde duran kaşıkla karıştırdı biraz. Sonra bir yudum içti.

“Şekersiz içiyorsunuz,” dedi yüzünü buruşturup.

“Kusura bakmayın,” dedim kahvem elimde yerimden kımıldamadan. “Hemen getiririm. Alışkanlık işte.”

“Hayır hayır,” dedi Muazzez Güler. “Zahmet etmeyin.”

Etmedim.

“Peki,” dedim. Seçimine göre bana düşen koltuğa oturdum. Kesmeşekerim olup olmadığını hatırlamıyordum zaten.

“Bir sigara vereyim mi?” dedim. “Yoksa şu önemli işi konuşmaya başlayalım mı bir an önce?”

Yüzüme baktı Muazzez Güler.

“Henüz kararsızım,” dedi.

“Karar vermenizi beklerken ben içeyim bir tane bari,” dedim. Sehpanın üzerindeki paketimden bir sigara çıkarıp ağzıma götürdüm. Paketi tuttum sonra.

Başını iki yana salladı.

Sigaramı yaktım. Üstüne bir yudum kahve de ben içtim.

“Doğrusu başka türlü birisiyle karşılaşmayı bekliyordum,” dedi Muazzez Güler ben kahvemi sehpaya yerleştirince.

“Neyimi beğenmediniz?” dedim. “Tamam, itiraf ediyorum, süt yoktu evde, hazır kremayla idare ettim.”

Bir nefes daha çektim sigaramdan.

Güldü Muazzez Güler. Sonra dudakları yeniden büzüldü.

“Kahveniz berbat, ama önemli olan o değil,” dedi Muazzez Güler. “Aklımdaki özel dedektif size benziyor muydu bilemiyorum.”

“Aklınızdaki neye benziyor?” dedim kahvemden okkalı bir yudum aldıktan sonra. Bence berbat değildi. Daha iyisini içmek isteyen, kendi yapardı. Kendi evinde.

“Sorun da bu ya,” dedi Muazzez Güler. “Aklımdaki neye benziyor onu da bilemiyorum. Hiç özel dedektif görmedim.”

“Biz yeni bir cinsiz memlekette,” dedim. “Filmlerde gördüğünüzü zaten hiç kimse görmemiştir.”

Sonra biraz kışkırtmaya karar verdim onu.

“Siz de bütün müşterilerimden hiç farklı değilsiniz ama,” dedim.

Gözlerindeki kararlı ve hain pırıltılara bir de merak eklendi.

“Ne gibi?”

“Hemen hepsi yalan söylerler bana ilk geldiklerinde,” dedim.

“Ben bir şey söylemedim ki size daha,” dedi.

Aynı fikirde değildim.

“Taksiyle gelmediniz,” dedim. Sigaram elimdeydi, ama nefes çekmedim. Çok parlak bir numara değildi bunu bulup çıkarmak belki, ama taksiyle gelmemişti.

Gözlerime dik dik baktı ne dediğimi anlamak ister gibi. Tepki vermedim. Sonra soluna döndü Muazzez Güler, berbat bulduğu kahveden hatırı sayılır bir yudum aldı. Yüzünü buruşturmadı bu kez.

“Tamam,” dedi. Bir yudum daha aldı kahvesinden. Zaman kazanmak ister gibi ağır ağır yutkundu.

“Neden öyle söylediğimi sormayacak mısınız?” dedi kahvesini sehpaya bıraktıktan sonra.

“Yoo,” dedim. “Niye soracakmışım?”

Niye soracaktım?

Bir nefes daha çektim sigaramdan.

Muazzez Güler sırtını koltuğun arkalığına yasladı. İki elinin parmaklarını göğsünün biraz altında birleştirdi. Hani sınavda neden çaktığınızı anlatmaya başlayacak olan matematik öğretmeni pozunda. Ben öne eğilmedim koltuğumda. Konuşmasını bekledim.

“Paramı kurtarmanızı istiyorum sizden,” dedi nihayet, televizyondaki haber kanalının sessiz geçen jeneriğine bakarak.

“Paranız nerede?” dedim.

“Alçak herifin birinde,” dedi.

Dünya alçaklarla doluydu.

“Dünya alçaklarla dolu,” dedim. Sonra yine bıraktım konuşsun. Bu tavrımı sigaramı kül tablasına bastırarak destekledim.

“Mesele şu…” dedi Muazzez Güler. “Ben bilgisayar işindeyim. Toplama bilgisayar. Beşiktaş’ta orta boy bir firmam var. Kendi atölyemde parçaları birleştirip bilgisayar yapıyoruz. Hem biz satarız hem de on beş yirmi kadar bayim vardır. Mahalle aralarındaki küçük bilgisayarcılardan. Onlara veririm. Onlar satarlar.”

Eyvah dedim içimden.

Muazzez Güler devam etti.

“O bayilerden biri, karşıda dükkânı var, borcunun üstüne yatmaya niyetli.”

Eyvah dedim içimden yeniden. Söndürdüğüm sigarama yazık olduğunu düşünüyordum.

“Sizin bir dedektife değil, avukata ihtiyacınız var,” dedim. Bu söylediğime inanıyordum galiba.

“Bu devirde avukatın, hâkimin peşinden koşmak boş,” dedi Muazzez Güler. “İcra dairelerinde dosyalar tavana kadar yığılmış. Bir sonuç alana kadar haftalar, aylar geçer.”

Türkiye’nin adalet sistemi üzerine dertleşmeye hiç niyetim yoktu.

“Konuştunuz mu hiç bu bayinizle?” dedim.

“Kocam dün aradı, oralı olmamış pek.”

“Anladım,” dedim. Anlamıştım ama hiç hoşlanmamıştım. Kendi adıma yani.

Bir şey düşünüyormuşum gibi baktım yüzüne.

“Bu başınıza ilk kez gelmiyor herhalde,” dedim.

“İlk kez gelmiyor,” dedi. “Bir iki alacağım daha süründü bir miktar. Bu kriz… bu krizin sanki edebiyatı kendisinden çok daha fazla zarar veriyor iş yapmak isteyenlere. Sanki arkasına saklanılacak bu şeymiş gibi.”

“Ama ötekiler için özel dedektife başvurmayı düşünmediniz?” dedim.

“Evet,” dedi Muazzez Güler sanki soruma kızmış gibi yüzüme bakarak.

“Anladım,” dedim.

“Bir de siz konuşur musunuz o şerefsizle benim için?” dedi Muazzez Güler esas konuya dönmek istediğinin altını çizerek. Sesinin tonu meydan okur gibi değil, bu işi becerip beceremeyeceğini gerçekten öğrenmek ister gibiydi. “Şerefsiz” sözcüğünü günde üç kere kullanırmış gibi rahat kullanmıştı.

“Diyelim ki konuştum,” dedim. “Ne sonuç bekliyorsunuz?”

Muazzez Güler ne var bunda anlamayacak bakışlarıyla yüzüme baktı. Yüzündeki matematik öğretmeni ifadesi yerini şimdi Game Boy’u elinden alınmış çocuğun ifadesine bırakmıştı. Saçını hiç gereksiz düzeltti.

“Borcunu ödemeye ikna edecek bir biçimde konuşursunuz bizimkiyle diye düşünmüştüm,” dedi. “Bu işler nasıl olur bilirsiniz.”

Sonra Migros alışveriş arabasına annesinin haberi olmadan lolipop atan başka bir çocuk gibi gülümsedi.

“Bayağı kalın kafalı biri anlayacağınız…”

Karşılık vermedim. Eğilip oturduğu koltuğun altına uzandım. Niyetimi anlayamadığı için çizmeli bacaklarını hafifçe yukarı çekti irkilerek. Oralı olmadım. Koltuğun altına tekmelediğim Hürriyet gazetesini çektim saklandığı yerden.

Hışırtıyla sayfaları çevirdim. Seri ilanları buldum. Otomobil satanlar, ev satanlar, prim artı maaşla eleman arayanları hızla geçtim.

Muazzez Güler şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Daha adını söylemediği borçlusunun adresini gazeteden bulup çıkaracağımı mı sandı, bilmiyorum.

“İş arayanlar” sütununda buldum aradığımı. Gazeteyi ikiye katlayıp yüksek sesle okudum.

“Araştırmalarınızda, takiplerinizde…” dedim okuduklarımı ses tonumla anlamlandırmaya çalışmadan. Küçük bir ara verip ikinciye geçtim. “Adres tespiti, araştırmalarınızda, çözemediğiniz özel sorunlarınızda…” Gazeteyi bir kez daha katlayıp Muazzez Güler’e doğru uzattım.

“Telefon numaralarını okumadım,” dedim. “Özellikle sonuncuyu tavsiye ederim.”

“Bu da ne demek?” dedi Muazzez Güler eline tutuşturduğum gazeteye bakarak.

“Şu demek,” dedim. Bir sigara daha yakmamak için kendimi zor tutuyordum. “Benden istediklerinizi benden daha hevesli biçimde yapacak bir sürü meslektaşım var ortalıkta. Onları arayın daha iyi. Onlar kalın kafalı adamlarla daha iyi konuşurlar. Özellikle kalın kafalı adamlarla…”

“Yanlış anladınız galiba.”

“Sanmam,” dedim. “Bakın Muazzez Hanım, nüfus cüzdanımın sol üst köşesinde kocaman bir ay yıldız var kırmızı daire içinde, ama Türkiye Cumhuriyeti’yle resmi ilişkim neredeyse bu kadar. Kendimi hâkim ve de aynı zamanda infaz savcısı yerine koyacak kadar ilerletmek istemiyorum bu ilişkiyi hiç. Şu ‘ikna edici konuşmayı’ başkasına yaptırın.”

Muazzez Güler elindeki Hürriyet gazetesini sehpanın ikimize de en uzak köşesine bıraktı. Eliyle eteğini denetleyerek bacak bacak üstüne attı. Çizmeler çapraz duruşta, yan yana hallerinden daha çok çirkin göründü gözüme.

“Demek öyle,” dedi.

“Öyle,” dedim.”Sizinle kahve içmek zevkti.”

Ayağa kalktım. Belki Eurosport’ta heyecanlı bir curling karşılaşmasına denk gelirdim kadını hayırlısıyla yolcu ettikten sonra.

Üstüne alınmadı. Yerinden kımıldamadı. Televizyonumdaki sessiz yayınına devam eden haber kanalının Başbakanlık’ın önünde heyecanla konuşan muhabirine bakıyordu şimdi.

Şimdi ne olacak dedim içimden.

Televizyondaki plan değişti. Bir süre kalabalığa coplarıyla girişen Çevik Kuvvet ekiplerini izledik sessizce. O otururken, ben ayakta.

Muazzez Güler birdenbire bana doğru döndü sonra. Sırtını koltuğun arkalığına yaslamış, bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırmadım. Birden çıplak ayaklarıma indi bakışları. Sonra aşağıdan yukarıya doğru ağır ağır tarandım yeniden. Yüzüme uzun uzun bakmadı bu kez. Hiç bakmadı hatta. Eliyle İskandinav tipi koltuğumun artık iyice eprimiş kumaşını sıvazladı hafifçe.

“Aklımdaki özel dedektif size benziyor mu diye tereddüt ederken haklıymışım demek ki,” dedi sonra.

“Belki,” dedim.

Laf uzamasın diye oturmadım.

“Ama sizin en beceriklisi olduğunuzu söylemişlerdi bana.”

“Yalan söylemişler,” dedim. Kimin söylediğini merak etmemiştim. Herkes bir şey söylerdi bu konularda.

“Biraz huysuzdur da dediler tabii. Doğruymuş.”

Marifet iltifata tabidir dedim içimden.

Muazzez Güler güldü. Bu gülüşünden hiç hoşlanmadım. Sanki bir karar vermiş gibiydi. Koltuğun kumaşını yeniden sıvazladı.

“Üstelik ben de biraz araştırma yaptım,” dedi. Söyleyeceği daha önemli şeyler varmış gibi sustu.

Karşılık vermedim. Belki de vardı söyleyeceği daha önemli şeyler. Bıraktım konuşsun.

Oğlumun ya da kızımın okuldan kaydını neden almam gerektiğini anlatmaya çalışan müdür yardımcısına benzedi birden konuşurken.

“Anlayacağınız kocam Beşiktaş ilçe başkanıdır,” dedi. Kocasının partisinin adını söylediğinde soran gözlerle yüzüme baktı. Kılımın kıpırdamamasına dikkat ettim. İktidar gelip geçiciydi.

“Övünmek gerekirse üç dönem üst üste seçildi,” diye devam etti Muazzez Güler. “Büyük yerlerde bir politikacı değildir, ama doğru kişileri tanıyınca kimi bilgilere erişmek daha kolaylaşıyor.”

Ne tepki vereceğimi merak ederek yüzüme baktı. Herhangi bir tepki vermemeye çalıştım. Aklıma soracak bir şey gelmemişti ama, sormadım. Belediyenin bizim apartmanların aşağısından geçen derenin üzerini üç yıldır neden kapamadığı değildi soracağım şey. Bıraktım konuşsun.

Muazzez Güler bakışlarını dimdik gözlerime yöneltti.

“Vilayet’teki dosyanızda birtakım eksikler varmış, öyle söylemişler Kadir’e. Kimse üstünde durmuyormuş, tabii şimdilik…”

Vay anasını dedim içimden.

3963 sayılı ve 20 Ocak 1994 tarihli Özel Dedektiflik Yasası’nın benden istediği her koşula tam olarak uyduğumu hiç iddia etmemiştim zaten bugüne kadar. Kimse de üstünde durmamıştı. Vergi konusunu da açacak mı diye bekledim.

Açmadı. Anlaşılan konuşma sırası bana gelmişti.

Konuşmadan önce gözlerine baktım. Kararlı ve hain gözlerine.

“Buradaki kilit sözcük ‘şimdilik’ herhalde?” dedim.

Cevap vermedi.

Biraz zaman kazanmak istedim. Ağır ağır kımıldadım yerimde. İki koltuğun arasındaki sehpaya eğildim. Paketime uzanıp bir sigara çıkardım. Muazzez Güler’e tutmadım. Dünyanın en önemli işini gerçekleştiriyormuş gibi dikkatle yaktım. Dumanı burnumdan dışarı saldım sonra. Küçük zaferi için kendisini gizliden kutlayarak izledi beni Muazzez Güler.

Sormadığım soruyu sorabildim artık. Hem konudan da uzaklaşırdık biraz. Sesime sarkastik bir ton verdim.

“Remzi Bey,” dedi Muazzez Güler etkilenme sınırımın ne olduğunu merak ediyormuş gibi bir sesle. “Politikada güç kullanmak mümkün. Ama gücünü sık sık yanlış yerde kullananlar hemen ezilirler. Her şeyin bir sınırı var.”

“Vardır herhalde,” dedim. Sigaramdan bir nefes daha çektim.

Bir karar vermem gerekiyordu.

Verdim. Zaman zaman karar veririm. Derin bir nefes aldım çaktırmadan.

3963 sayılı yasada istenilen koşulların topuna birden küfrettim içimden.

1.Remzi Ünal’ın Rol Çalan Ceset isimli macerası.
Žanrid ja sildid
Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
27 mai 2024
ISBN:
9789752126404
Õiguste omanik:
Автор
Allalaadimise formaat:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip