Loe raamatut: «CELIL OKER-ÖZEL BASKI-YENIK VE YALNIZ»
Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
ATEŞ ETME İSTANBUL
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
BİN LOTLUK CESET
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Sevgili okuruma
Bölüm 7.1
Yerde tek başına duran telefon, koli kucağımda, kapıyı arkamdan kapatmadan önce salonun ucundaki pencereden Akmerkez’e bakarken çaldı.
Evden eve filankes taşımacılığın suratsız elemanları, patronları ve aracılık eden reklamcı arkadaşımla birlikte işi keşfe geldiğimizde sergiledikleri becerikli ve işbilir tavırlarını çoktan çöpe atmışlardı. Aniden ortaya çıkan küçümseyici bakışlarıyla, sanki silah zoruyla taşıdıkları orta yaşlı bekâr evinin ıvır zıvırlarını silindir kolilerine lütfen yüklemişler, çekip gitmişlerdi. Dün sitenin otoparkında dikilip kamyonun nasıl yanaşacağını konuşurken dağıttığım sigaraları çoktan haram etmiştim içimden.
Geride kalan manzara da hiç parlak değildi. Sökülüp anında dağıtılan kütüphanemin arkasına denk gelen duvarın açığa çıkan manzarası en tahammüllü ev kadınını bile isyan ettirecek nitelikteydi. Yerdeki duvardan duvara halının üstündeki derin koltuk ve sehpa izleri dünyanın en amatör dedektifine bile evin içinde saatlerimi nasıl geçirdiğimi anında söylerdi. Yıldız Turanlı halıyı yeni eve girmeyecek sayısız eşyamın başına yazmıştı zaten. Duvarlarda, kaldırılan tabloların yerlerini belli eden açık renkli dikdörtgenlerden yoktu hiç. Sağdaki pencereyi neredeyse bütünüyle kapatan mahallenin emlakçısının bez pankartı manzaranın üzücülüğüne tüy dikiyordu.
Öteki odalardan bahsetmeye gerek duymuyorum bile.
Salonun en bakılacak yerine, soldaki pencereden görülen Akmerkez manzarasına bakıyordum telefon çaldığında. İçeri doğru iki adım attım. Yıldız Turanlı kapının dışındaydı. Planlananın tersine hareket ettiğimi fark edince peşimden eve yeniden girdi.
Daha on altı saat gazetelerle dergilerin altında, kül tablasıyla sigaramın arasında, geçmişte büyük ve gizemli haberleşmelere aracı olmuş ve yenilerini beklemekte gibi gururla duran telefon, şimdi yalnız ve mahzundu. Yine de boş salonu enikonu çınlattı ikinci ziliyle.
Zilin üçüncü çalışında Yıldız Turanlı’ya baktım. Görmek istediğim şeyi görmedim gözlerinde.
Bir kere daha çaldı telefon. Beşincide telesekreter devreye girecekti. Yeniden baktım Yıldız Turanlı’ya.
Gitmemiz gerekiyor anlamına gelen bir hareket yaptı, gövdesiyle yarım dönerek kapıya doğru.
Telesekreterin karşılama cümlesini duyunca gülümsedim. Sanki hiç bilmediğim bir hikâye anlatacak gibiydi cihazın devrelerinin arasına sıkışmış elektronik kızın sesi.
Not bırakmaya başlanabileceğini bildiren bip sesinden sonra telaşlı bir ses yükseldi eski model cihazın düşük kaliteli hoparlöründen. Tanıdığım bir ses.
“Remzi Bey… Remzi Bey… Hay Allah, bulsaydım çok iyi olacaktı sizi. Yardıma ihtiyacım var. Çok!”
Ben de, “Hay Allah,” dedim içimden.
Tanıyordum bu sesi. Çok iyi tanıyordum. Ama hiç konuşmamıştım sahibiyle.
Telesekreterime defalarca not bırakan kadındı bu. Defalarca ve hiçbirinde kendisini aramam için telefon numarası bırakmayı akıl etmeyen. Ben evdeyken tesadüfen hiç aramayan. Defalarca telesekreterime not bırakıp yardım isteyen.
Kucağımdaki koliyi telefonun yanına bıraktım. Dizlerimin üzerine çökecek kadar eğilip cihazı ahizeyi gövdeden ayırmadan elime aldım. Yıldız Turanlı’nın yüzüne bir daha baktım.
Nasıl baktıysam izni kopardım.
Evimden ayrılırken gelen son telefona cevap vermeme, düğünden öne bekârlık partisi vermek isteyen damada anlayış gösteren gelin bakışlarıyla verdi izni ama. Dikkatle elbette. Masanın üstünde soyunan kıza masa sınırlarından daha fazla yaklaşma, diyordu gözleri.
Yavaşça pencereye yaklaşarak götürdüm ahizeyi sağ kulağıma. Telefonun gövdesi sol elimdeydi.
“Efendim?” dedim en efendi sesimle.
“Remzi Bey?” dedi telefonun öteki ucundaki kadın sesi. Hafiften şaşırmış gibiydi.
“Benim,” dedim. “Makine değil.”
“Çok sevindim sizi yakaladığıma,” dedi telefondaki kadın. Bıraktığı notlarda konuştuğundan farklı bir telaş vardı sesinde. “Yardımınıza çok ihtiyacım var ama… Taşınıyorsunuz galiba.”
Kendi kendime gülümsedim.
“Evet,” dedim.
“Yardımınıza ihtiyacım var,” dedi yalın bir ses titreşimiyle.
“İşi bıraktım,” dedim inandırıcı olmasına çalıştığım bir ses tonuyla.
Hafif arkama dönüp Yıldız Turanlı’nın yüzüne bakmam gerekirdi burada ama bakmadım.
“Bıraktınız mı?”
“Evet,” dedim.
“İnanamıyorum,” dedi telefondaki ses. “Neden?”
Ona nedeni söylemekte sakınca görmedim.
“Evleniyorum,” dedim.
Burada yine bakmam gerekiyordu belki ama bakmadım.
“Anladım galiba,” dedi. Derin bir soluk verdi telefonun öteki ucunda. Sonra hızla konuştu. “Belki, eee, nişanlınız izin verir bana yardım etmenize. Bir rica etseniz. Anlar belki. Belki değil, mutlaka anlar.”
“Neyi?” dedim.
“Bir evliliği kurtarmanızın…” dedi. Sesinde ağlamaya yönelen bir titreşim vardı. Cümlesini bitirmeden yenisine başladı. “Çok rica ederim. Sizden küçük bir yardım istiyorum. Küçücük.”
Dönüp baktım Yıldız Turanlı’ya. Yüzündeki gülümseme sabitleşmiş, bana bakıyordu. Evlilik kurtarmama falan izin verecek göz yok gibiydi onda. Elimde tuttuğum telefonun çok kritik bir anda çalışını bir kez daha hatırladım sonra.
“Nedir probleminiz?” dedim.
“Yüz yüze anlatmayı tercih ederim,” dedi telefondaki kadın, sesinde belirgin bir rahatlamayla.
Pencerenin dışındaki apartmanlara baktım. Ortak otoparka bakan pencerelerin hiçbirinde elinde telefonla konuşan bir kadın silueti görmedim.
“Komşuyuz sanıyorum,” dedim.
“C Blok,” dedi kadın. Nereden anladınız, diye sormadı.
“Kaç numara?”
Cevap vermedi.
“Evinize gelmemi istemiyor musunuz?” dedim.
Bir sessizlik daha oldu telefonun öteki tarafında.
“Ne bileyim…” dedi kadın. “Hani…”
“Benimle görüştüğünüzü kimse bilmesin istiyorsunuz,” dedim.
“Bir bakıma,” dedi kadın.
Hâlâ arkama dönüp Yıldız Turanlı’ya bakmamıştım.
“Benim size geldiğimi görebilecek olanlar sizin bana geldiğinizi de görebilir ama,” dedim. “Üstelik bir bardak su isteseniz bile musluktan içmek zorunda kalabilirsiniz. Ev tamtakır.”
Kadın güldü. Sesindeki ağlama titreşimi birden kaybolmuştu.
“Sizin apartmanda Fitnat Hanım var,” dedi. “Sık sık girip çıkarım apartmanınıza. Dert değil.”
“Daire numaramı da Fitnat Hanım söylemiştir belki,” dedim.
“Yani… Geleyim mi şimdi?” dedi kadın.
“Bir on beş dakika sonra lütfen,” dedim.
Telefonu cevabı beklemeden kapadım. Elimde cihaz, fırtınayı göğüslemek için geriye döndüm.
Fırtına, yeni sahibinin eşyalarını taşıyabilmesi için becerikli iki gündelikçi kadının tam gün mesaisine ihtiyaç duyan salonumun ortasında esmeye hazırdı. Yıldız Turanlı danışmanlık yaptığı kişilere asla çatmadığından emin olduğum inceltilmiş kaşlarını neredeyse birleştirmiş, gözlerinde aylarca önce bir-iki kere gördüğüm şimşeklerle bana bakıyordu.
“On beş dakika yetiyor mu bu sefer?” diye patladı.
“Ne için?” dedim cevabını az çok tahmin ederek.
“Yeni bir iş alıp başını belalara sokmak için beni ikna etmeye,” dedi bir gram bile yumuşamadan.
Telefonu kolinin yanına, bir tek kutucuklu sayfasını bile doldurmadığım, kapağı iki yerinden katlanmış Sudoku dergisinin üstüne bıraktım. Şimdi çözmem gereken başka bir problem vardı.
“İş sayılmaz bu,” dedim.
“Bilirim ben iş sayılmayan işlerini,” dedi Yıldız Turanlı. “Başını belaya sokman için yirmi dört saat yeter.”
Bir an durdu. Sonra ekledi: “Çok bile.”
Son kartımı daha baştan oynamaya karar verdim.
“Kadın hayatımı kurtarmıştı,” dedim. “Bilmeden de olsa kurtarmıştı.”1
Küçük, küçücük bir gülümseme gördüm dudaklarında.
“Şu, ‘seni arıyorlar’ numarası mı?”
“Evet,” dedim.
Salonun içinde pencerelere doğru iki adım attı.
“Gizli hayranın mı istiyor yardımını?” dedi sonra. “Telefon tacizcisi kadın?”
İşler iyiye gidiyor, dedim içimden.
“Evet.”
“Neymiş derdi?”
“Söylemedi duyduğun gibi. Bir evliliği kurtarmaktan bahsetti yalnızca.”
“Tam da buralardan ayrıldığın gün…”
Ne demek istediğini anlamadım. Açıklasın diye yüzüne baktım.
“Yani,” dedi, “defalarca seni telefonda taciz edip daha ileriye gitmeyen gizli hayranın komşu, tam da mahalleden taşınacağın gün bütün cesaretini toplayıp seninle konuşuyor. Bu senin gibi emekli adayı bir dedektife bile garip gelmiyor mu?”
“Gelmeli mi?” dedim.
“Pes!” dedi anlayışsızığıma küfür etmek isteyip kendisine yakıştıramadığı zamanlarda yaptığı gibi. “Tamam. Bir göreyim şu kurtarıcı kadını. Merak ettim.”
Bu ilk kez oluyordu. Bir müşteri adayımı merak etmesi yani. Derin manasını kurcalamadım.
“On beş dakika,” dedim, sonra düzelttim, “on bir dakika ne yapacağız?”
Eliyle saçını düzeltti.
“Heveslenme,” dedi. “Bana kalırsa o kadar beklemeyeceğiz.”
Dudağımdaki gülümseme başlangıcını öldürmeye çalıştım. Odanın içinde bakacak ikinci güzel bir şey yoktu, pencereden dışarı baktım.
Kapının zili çaldı. Beklediğimden önce. Çok önce.
“Efendim?” dedi Yıldız Turanlı salonun ortasında kendi etrafında yarım tur atarak. “Efendim? Biz de bilirmişiz bazı şeyleri değil mi?”
Cevap vermedim. Yıldız Turanlı’nın bastırmaya çalıştığı ama beceremediği kıkırdaması sona erdikten sonra açtım evimin kapısını. Herhalde son kez bir misafir ya da müşteri için.
Kapıdaki kadını daha önce görmemiştim. Görmüş olsam da tanıyamazdım. Sık sık görmedikçe. Ya da evinin içinde. Kafası ortalarda gördüğüm en süslü eşarpla sıkı sıkıya kapatılmıştı. Eşarbın altında asi saç tellerini bastırmak için simsiyah bir örtü daha vardı. Yüzünün görünen yerlerine bakınca tombulca bir ev kadınından başka bir şey göremedim. Bir de hoşuna gitmeyen şeyler karşısında ince bir çizgiye dönüşecek dudaklar. Belki gözünde hafif bir makyaj vardı, çok hafif, belli belirsiz.
Yüzüne dikkatle bakmanın hoş olmayacağı fikrine kapıldım birden. Türbanlı bir kadınla ilk kez bu kadar yakın duruyordum. Marketin kasiyeri değildi. Müşteri adayımdı. Yıldız Turanlı’nın merak ettiği müşteri adayım.
O yüzden bakışlarımı daha genel bir açıya çekmeye çalıştım. Gözüme ilk çarpan eşofmanı oldu. Yıldız Turanlı’nın üstünde görsem ilişkimiz üzerine derin derin düşünmeme yol açacak lacivert bir eşofmanı vardı. Takım. Kollarında, bacaklarında pırıltılı işlemeler, insanı istemeden de olsa dokunmaya teşvik eden kadifemsi bir kumaştan. İki yanında iki kocaman şişkin cep. Ayaklarında hiçbir topa vurmaya kıyamayacağı kadar pahalı olduğunu tahmin ettiğim spor ayakkabılar.
Yapacak çok şeyim yoktu. Girmesi için içeri çekildim.
“Buyurun,” dedim.
Salondan bize bakan Yıldız Turanlı’yı gördü girer girmez.
“Erken mi geldim?” dedi.
“Önemli değil,” dedi Yıldız Turanlı bize doğru ilerlerken. “Ben de gidiyordum.”
“Yıldız Turanlı…” dedim elimle birbirlerini göstererek. “Komşum hanımefendi…”
Açıkça yalan söylediler karşılıklı.
“Memnun oldum.”
“Memnun oldum. Hülya ben. Sizi ara sıra görürdüm pencereden. Gelip giderken.”
İşin sonunda yasal zeminine kavuştuğuna pek bir memnun olduğunu göstermek ister gibi sırıttı. Bir kadın, hemcinsine nasıl sırıtırsa…
Yıldız Turanlı oralı olmadı. Merakının birdenbire ortalıktan kalktığını özellikle bana belli eden bir hızla aramızdan kapıya doğru sıyrıldı.
“Ben eve gidiyorum,” dedi, kadın ortalıkta yokmuş gibi yalnızca bana yönelerek. “Bakalım neleri kırmışlar adamların…”
“Tamam,” dedim. “Gelirim.”
Kapıyı araladı. Dönüp bana baktı, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi. Söylemedi. Ben de ona söylemedim. Anlaştık sanki.
Kapıyı Yıldız Turanlı’nın arkasından kapayıp misafirime döndüm.
“Oturacak bir şey yok,” dedim. “Artık kusuruma bakmayın.”
Boş salonu sanki kendisininkiyle kıyaslıyormuş gibi gözden geçirdi.
“Nereye taşınıyorsunuz?” dedi.
“Yeni Levent,” dedim.
Makyajlı olup olmadığını kestiremediğim küçük gözlerinin yanındaki çizgiler çoğaldı.
“Yıldız Hanım Yeni Levent’te mi oturuyor?” dedi, sanki vereceğim cevabın çok önemli olduğunu hissettirir gibi.
“Yıldız Hanım Ulus’ta oturuyordu,” dedim yengem olmadığını hatırlatan bir sesle.
Hayal kırıklığına uğramasına ramak kalmış gibi kaşları yukarı kalktı hafifçe. Başını yana doğru eğdi sonra. Dikleştirdi yeniden, konuşmadan önce.
“Uzağa gitmiyorsunuz ama ev taşımak ne olursa olsun…” dedi yengem olmadığını hatırlamaya fazla niyeti yokmuş gibi bir sesle. Penceredeki emlakçı pankartına baktı. “Dün nakliyecilerin kamyonetini görünce, komşumun işi zor dedim.”
Mahalle baskısı dedikleri esas bu herhalde, dedim içimden. Gelip yeni evi düzenleme konusunda yardım et desem ne der acaba, diye düşündüm. Vazgeçtim sonra.
“Size nasıl yardımcı olacağımı düşünüyorsunuz?” dedim.
Bomboş bir salonun ortasında, türbanlı ve meraklı müşteri adayımı nasıl etkileyeceğimi bilemiyordum doğrusu. En iyisi, deyip cebimden sigaramla kibritimi çıkardım. Paketi Hülya Çakır’a doğru uzattım.
“Yakayım bir tane,” dedi. Bunun ne anlama gediği üzerine fikir yürütmedim.
Önce onunkini, sonra kendiminkini yaktım. Dumanlar alışık oldukları üzere tavana doğru yükseldiler.
Konuşmasına yardım edeyim, dedim içimden.
“Bir evliliğin kurtarılmasından söz ettiniz…” dedim. “Yanlış duymadıysam.”
“Evet,” dedi kafasını sallayarak. Sanki birden, bomboş evimde benimle konuşmaya geldiğine pişman olmuş gibiydi. Son işimin böyle kolayca elimden kayıp gitmesini istediğim gibi bir hisse kapıldım. Yine de bekledim konuşması için.
Sigarasından bir nefes daha çekti.
“İnsan bazen pişman oluyor…” dedi dumanları salarkan.
Yok, bu daha derin bir pişmanlıktı. Susmaya devam ettim.
Son işim konuştu.
“İnsan…” diye başladı. “İnsan karşısındakine güvenmeli. En azından evliliğin temeliyle ilgili. Bu güvenim sarsıldı bir ara. Yapmamam gereken bir şey yaptım.”
Gözlerinin içine baktım devam etmesi için. Sigaramdan bir nefes de ben çektim.
“Kocamın çekmecesinden bir şey aldım,” dedi. “Bir zarf. Almamalıydım.”
Bir şey söylemem gerekiyordu artık.
“Hepimiz hata yaparız,” dedim söylediğimi kendimin bile önemsemediğini gösteren bir sesle.
“Zarfı yerine koyar mısınız?” dedi aniden. Sanki işi bir an önce halledip gitmek istiyor gibiydi sesi. Gözleri yüzümdeydi. Cevabı çok merak ediyormuş gibi.
“Siz neden koyamıyorsunuz?” dedim.
Sigarayı nereye söndüreceğini bilemez gibi etrafına baktı. Sonra yeniden bana.
“Atın yere,” dedim. “Siz neden koyamıyorsunuz?”
Yüzüme bakmaya devam etti. Bu kadarcık şeyi akıl edemediğime şaşırmış gibi. Sigarasını gözümün içine bakarak yere attı. Ses etmedim elbette. Nereye bakarsa baksın. Niye edecektim ki? Halı burada kalıyordu. Sonra sigarasını sanki beni ezer gibi ezdi spor ayakkabısının topuğuyla.
“Kocamın galerisine iki gün üst üste hayatta gitmedim,” dedi. “Bir tuhaflık olduğunu hemen anlarlar.”
“Resim galerisi mi?” dedim. Dediğim anda çok saçma bir şey söylediğimi anladım. Pencereye doğru ilerledim külümü silkmek ve küçük utancımı gizlemek için.
“Araba galerisi,” dedi, kocasını sahte Picasso’ların yanında dururken görmüş gibi gülümseyerek. Gözleri kısıktı hâlâ ama. “Cip mip satar.”
Sırtımı pencereye verip döndüm.
“-lar, diye bitirdiniz deminki cümlenizi,” dedim. “Anlayacak biri daha var. O kim?”
Attığı tahta parçasını hemen getiren köpeğine bakan biri gibi baktı bana Hülya Çakır.
“Sekreteri,” dedi. “Telefona bakmadığı zaman SMS çeken bir kız. İşi gücü yok. Hemen diker kulaklarını.”
Sormam gerekirdi artık. Sorayım dedim.
“Şu evliliğin temelindeki güven meselesinde bu kızın da payı var diye mi düşünüyorsunuz?”
Başını iki yana salladı.
“Yok yok,” dedi. “Kemal’in uzaktan tanıdığı birinin kızıdır Selma. Popstar yarışmasının elemesini bile geçemeyince, bari yeri belli olsun diye hatırını kıramadığı için aldı yanına. Beni hiç sevmez. Biraz da müzevirdir. O bakımdan.”
“Anladım,” dedim sigaramdan bir nefes daha çekerek. “Eşiniz de, Selma da farkında olmadan yerine konacak o zarf. Çaktırmadan. Hem de bugün. Öyle mi?” Olmadan sözcüğünü numarasını açıklayan bir sihirbaz gibi vurgulamıştım.
“Evet,” dedi Hülya Çakır. “Yapabilir misiniz?”
“Yaparım herhalde,” dedim duyduğum hayal kırıklığını kendimden bile saklamak için. Doğrusu son işimde biraz daha zorlayıcı bir görev hoşuma giderdi, diye düşündüm. Yıldız Turanlı’yı kızdırdığıma değecek bir iş. Sigaramı pencerenin pervazına bastırarak söndürdüm. Bahçeye atmadım ama izmariti.
“Ama bugün…” dedi Hülya Çakır.
“Bugün,” dedim onaylarcasına kafamı sallayarak. “Galeri nerde?”
“Esentepe’de,” dedi. “Yan yana birkaç galeri vardır. Ortadaki. Çakır Otomotiv.”
“Kemal Bey hep orada olur mu?” dedim.
“Bazen çıkar,” dedi. “Kemal kocaman bir adamdır. Epeyce kilolu. Hemen tanırsınız. Gittiğinizde ikisinden biri mutlaka galeride olur. Ya Selma ya o. Kapatmadılarsa yani…”
“Zarfı nereye koyacağım?” dedim.
Elini lacivert eşofmanının sağ cebine götürdü Hülya Çakır. Çıkardığında elinde bir zarf vardı. Bana uzattı. İki adım yaklaşıp aldım. Elimin eline değmemesine özen gösterdim.
Önünüze çıkan ilk kırtasiyeciye, “Bir zarf ver,” dediğinizde size uzatacağı, sıradan beyaz bir zarftı. İnce uzun. Üzeri yapıştırılmıştı. Önünde arkasında herhangi bir yazı yoktu.
Zarfı elime tutuşturur tutuşturmaz ateşe değmiş gibi hızla çekti elini Hülya Çakır. Eşofmanının kumaşına sürdü parmaklarını.
“Galeriden içeri girince dipte iki masa vardır,” dedi. “Çapraz dururlar. Küçüğünde Selma oturur. Büyüğü. Oturma yerinin iki tarafında çekmeceler var. Soldaki en alt çekmeceye konacak.”
“Aldığınızda başka ne vardı çekmecede,” dedim. “Hani zarfın alındığı belli olmasın diye…”
Zarfı elimde çevirip duruyordum.
Hülya Çakır düşünür gibi yaptı. Başındaki örtünün gizlemeyi başaramadığı kalın kaşlarını birleştirdi.
“Hatırlamıyorum,” dedi. “Boş gibiydi sanki. Ya da bir şeyler varsa da dikkatimi çekmedi. Belki biraz ıvır zıvır.”
“Kilitli değil çekmece inşallah,” dedim.
“Üstünde durur kilidi,” dedi. “Kilitlediğini sanmıyorum hiç.”
Zarfı çevirmeyi bıraktım. Salonun duvarlarına, köşelerine baktım. Tam televizyonumun durduğu yerde duruyordum. Hülya Çakır sorumu bekleyerek yüzüme baktı.
“İçinde ne olduğunu söyleyecek misiniz bana?” dedim.
Ellerini yeniden eşofmanının kenarlarına sürttü Hülya Çakır. Cevap vermek için fazla düşünmedi. Sanki hazırdı bu soruya.
“Kusura bakmayın ama,” dedi, “söylemesem daha iyi.”
Zarfı avucumun kenarına vurdum öteki elimle.
“Açıp bakmayacağımı nereden biliyorsunuz?” dedim gözlerinin içine bakarak. “Bu zarfların yapışkanı zayıftır.”
Hülya Çakır benimkilerden daha sert bakışlar iade etti gözlerime. Ne diyeceğini çok önceden prova etmiş gibi bir sesle konuştu.
“Açmayın bence,” dedi. “Açarsanız hayatınızı karartmak için elimden geleni yaparım. Ciddiyim.”
Zarfı avucuma vurmayı kestim. İçindekilerin ne olduğunu gözlerimdeki X ışınlarıyla görebilecekmiş gibi baktım. Aklım başka yerdeydi ama. Sonra pantolonumun arka cebine yerleştirdim. Kırıştırmamaya dikkat ederek.
“O kadar önemli,” dedim.
“O kadar önemli,” dedi.
“Anlaştık,” dedim yeniden pencereye doğru ilerlerken. Geri döndüm. “Hiç olmazsa, yerinden kimseye hissettirmeden nasıl aldığınızı söyleyecek misiniz bana?”
Hayatımın kararma ihtimalinin ortadan kalktığına sevinmiş gibi gülümsedi Hülya Çakır.
“Selma SMS çekmediği zamanlarda banyoya gidip ağzıyla burnuyla uğraşır. Ben galerideyken daha çok.”
Aklıma soracak başka bir şey gelmiyordu. Pencereyi kapattım. Kolinin yanında duran telefona doğru bir adım attım.
“Bugün gidecek misiniz?” dedi Hülya Çakır bir anlaşmayı pekiştirmek isteyen bir ses tonuyla.
“Evet,” dedim. “Ama birini aramam gerek.”
“Ben sizi sonra burada bulamayacağım,” dedi Hülya Çakır gözleriyle salonun boşluğunu göstererek.
“Ben sizi ararım,” dedim. “İş bittiğinde.”
“Aramayın.”
Yüzüne baktım.
“Ne olur ne olmaz,” dedi. “Aramayın. Bu eve gelecek misiniz bir daha?”
“Gerekiyorsa gelebilirim,” dedim.
“Tamam o zaman,” dedi. “Zarfı yerine koyunca gelip salonun iki penceresini birden açık bırakın. Ben aşağıdan bakıp anlarım. Ne zaman bakayım?”
Saatime baktım. Gereksizdi ama baktım.
“Bilmem,” dedim. “Birkaç saat verin bana.”
“Tamam,” dedi Hülya Çakır. Gitmek için bir hareket yapmadı ama. Yüzüne baktım.
“Bu gibi şeylerin karşılıksız olmadığını biliyorum,” dedi. Elini eşofmanının öteki cebine götürdü. Çıkardığı bir başka zarfı bana uzattı. Bana verdiği ilk zarfın aynısındandı. Yalnızca üstüne kocaman bir çarpı işareti çizilmişti. Kapağı yapıştırılmamıştı.
Zarfın içindekilerin on Türk liralarından oluşmadığını sezdim.
“Biraz fazla değil mi?” dedim.
“Değil,” dedi Hülya Çakır kapıya doğru ilerleyerek. “Yapacağınız şey önemli benim için.”
Cevap vermeden peşinden yürüdüm.
Kapıyı kendisi açtı. Bana döndü.
“Hoşça kalın,” dedi. “Kolay gelsin.”
“Pencereleri açacağım,” dedim.
Kimse kimseye elini uzatmadan çıktı gitti. Yıldız Hanım’a selam melam söylemedi. O da beklemiyordu, eminim.
Kapının arkasında dikildim. Mutfak mutfaklıktan çıkmış olmasaydı şimdi kendime bir kahve yapmanın tam sırasıydı. Koyu bir kahve. Üstüne bir sigara. Sigarayı erteledim.
Elimdeki çarpılı beyaz zarfın kapağını kenarından kaldırdım. Yanılmamıştım. İçindeki bir dizi Atatürk portresi, sarı zeminin üzerinde bana bakıyordu.
Söylediği hiçbir şeye inanmasam da bu çarpılı zarfa inanmak gerekir, dedim içimden. Zarfın söylediği her şeye.
Kolinin yanında hayal kırıklığı içinde duran telefona doğru eğildim. Kendime bir uke bulmalıydım, cip mip satılan galeriye gitmeden önce.