Loe raamatut: «Okuma sanatı»
Her şeyi, bana önce okuyarak sonra da okumayı keserek başlatan aileme…
Bir kitap her şeyden öte, kayıtsız evreni dolduran, başka ciltler arasında okuruyla, yani kaderinde o semboller olan kişiyle tanışana kadar kayıp olan bir ciltten ibarettir.
—Jorge Luis Borges, A Personal Library’ye giriş yazısından.
İnsan, köleler için yazmaz.
—Jean-Paul Sartre, “Why Write?”
Özgürleştiren Sayfalar
Sağ tarafımda çam ağacından yapılmış küçük, lekeli bir kitaplık var. Raflarında ise birçok diğer şeyle birlikte çocukluğum duruyor.
Haki ve şarap rengi keten bezlerle kaplanmış klasikler yan yana dizilmiş. Ezop Masalları, dört yaşındakiler için fazla dobra aforizmalarla dolu: “Savaşa hazırlıklı olmak, barışın en iyi garantisidir.” Biraz ötede Richard Burton’ın Binbir Gece Masalları çevirisi duruyor; kitaptaki müstehcen ifadeler çocuklara uygun hale getirilmiş: “Adam elini kadının sol koltuk altının üzerine yerleştirdi. Bu esnada kadının hayati organı da adamın hayati organı da birleşmek için yanıp tutuşuyordu.” Annemin yetmiş sene sonra bile hâlâ okunan gizem, macera ve ara sıra da fiziki işkence içeren masal kitabı Sihirli Ülkeler Ağacı. Annemin doğduğu yıl basılan Winnie the Pooh da bende. Yetmiş yıl sonra, şimdi de torunu Eeyore günlerinin tadını çıkarıyor: “İyi sabahlar Ayı Winnie! Tabii bu sabaha ‘iyi’ denebilirse… Doğrusu bundan emin değilim.” Ama benim için aralarında en önemlisi, suni deri ve sahte altın kaplamasıyla Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları.
Holmes, içine girdiğim ilk edebi dünyaydı. Conan Doyle’un, ilkokul arkadaşlarımın hepsinin okuduklarından çok daha kalın olan 800 sayfalık kitabını okumak bana gurur vermiş, üstünlük yarışıma da katkı sağlamıştı. Bu eski yazı yığını kendimi özel hissetmeme yardımcı olmuştu. Kitabın “Serif” denen ciddi yazı tipi, 11 yaşındaki diğer çocuklardan daha zeki olduğumu gösteriyordu. Süslemeli cildi ise, entelektüel anlamda öğretmenlerimden daha cesur olduğumun göstergesiydi.
Sherlock Holmes adeta varoluşsal bir kıyafet provası gibiydi; olmayacağını görmek için denediğim bir yetişkin bedeniydi. Ortak özelliklerimizden bir üniforma yaptım: sosyal tutarsızlık, duygusal kaçışlar ve iflah olmaz merak. Conan Doyle’un düzyazısında bu nitelikler, benim yeniyetmeliğime kıyasla çok daha zarif görünüyordu. Dörtlerin Yemini’ndeki ilk cümleleri ele alalım: “Sherlock Holmes, şömine rafının köşesinden şişesini ve düz maroken kılıfından da enjektörünü aldı.” Benim dedektifim bir bağımlıydı; ama afili bir bağımlı. (“Maroken” ve “afili” gibi sözcükler için yakınımda hep bir sözlük bulundururdum.)
Yine de Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nda benim rollerimden daha öte bir şeyler vardı. Sonunda Conan Doyle’un gizem dolu hikâyelerinden öğrendiğim şey maharet değil, özgürlüktü: Bağımsız bir zekânın çekiciliği! Bu Victoria dönemi İngiltere’si, karanlığı ve kan gölüyle tamamen bana aitti. Holmes “Keskin ucu hedefe ulaştır, minik pistonu aşağı it,” dediğinde ürperirdim; iğneyi ve vücuda girişini hayal etmek benim işimdi. Watson’ın centilmen bir hava taşıyan kahramanlığı ve Lestrade’ın sıradanlığı… Hepsi, el dokuması yün halıda sessizce uzanan küçük çocuğun hayal gücüne aitti. Bu nedenle benim Holmes eğitimimin yalnızca bir kısmı genel kültürle ilgiliydi: Ku Klux Klan örgütünün rütbe sembolleri, fundalık arazilerin havası ve tümdengelim prensibi. Aynı zamanda ve daha da önemlisi: Zihnimin kendi gayretiyle eğitilmesi.
Conan Doyle sayesinde bu tuhaf dünyanın var olmasına ön ayak oldum. Yazar, eğlenceli bir amcadan çok bir işbirlikçiydi. Benim, okulun can sıkıcılığı ve evdeki şiddet havasından kurtuluşumu sağlamlaştırmak amacıyla bir araya geliyorduk.
Holmes ilk kitabım değildi. Vladimir Nabokov’un Konuş, Hafıza kitabında sözünü ettiği “vaat edilen bölge”ye çoktan ulaşmıştım. Yani “sözcüklerin sahip olmaları gereken anlamlara sahip oldukları yer”e. Ailem konuşma balonlarında yazanları dillendirmeyi reddedince “Asteriks” maceralarını okumayı öğrendim. Sözcük oyunlarını ve yumruk yumruğa kavgaları istiyorsam, metni kendi kendime çözebilmem gerekiyordu. Başucumda, tavşan yemek yerine çorba içen bir aslan, endüstriyel hava kirliliğine karşı olan dinozorlar ve pasifist boğa Ferdinand bulunurdu. Bunlar önce alıştırmaya sonra da zaman geçirmeye yaradı. Tıpkı, açgözlülükle okuyan Germaine Greer gibi ben de kâğıttaki sözcüklerle meşgul oldum. Bu, meraktan çok hırsa benzer bir dürtüydü. Bu arzular, karikatürleri ve lazanyayı aynı iştahla tükettiğim sırada Garfield sayesinde bir araya geldi.
Ama Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları ile yeni bir üstünlük hissi ve bu keşfe dair bir hazza sahip olmuştum. Bir yanım Holmes’u efsanevi ve tarihsel bir kahraman olarak görüyordu ve Michael Chabon’un “gerçek ve kurgunun mutlu karmaşası” olarak tabir ettiği şeyin tadını çıkarıyordum. Gelişmekte olan ve biraz şaşkın bir diğer yanım ise yalnızca itaat etmekle yetiniyordu. Kâğıt üzerindeki bu koyu renk işaretlerin keyfini sürmenin ya da görmezden gelmenin, onlara değer vermenin ya da onlardan kaçınmanın tamamen bana bağlı olduğunun farkına varmıştım. Güçlü yanımı ilk kez, keş bir dedektif sayesinde keşfetmiştim: Ben bir okurdum.
Büyü
Bu günlerden otuz sene sonra, kitaplığım bu hayali özgürlüğün sonucunda keşfettiklerimle dolu. Bu yazarlar için, yazılı sözcükler yeni bir özgürlüğün başlangıcı olmuştu: Daha büyük bir farkındalıkla düşünmek, algılamak ve hissetmek.
Gençken okuduğum roman yazarı William Gibson’ın raftaki güncel yeri, Ian Fleming’in ergen gerilimleri ve Harry Harrison’ın galaktik hicivleri arasındaydı. Küçükken aynı benim gibi Sherlock Holmes’tan etkilenmiş olan Gibson, monoton banliyö mahallesini, adım adım Victoria dönemi İngiltere’sine çevirmişti. “Her yönde, sınırsız sayıda benzer bina olduğunu hayal edebiliyordum,” diye The Paris Review’a anlatmıştı Gibson, “ve ben Sherlock Holmes’un Londra’sındaydım.” Gibson için, Conan Doyle’un hikâyeleri kaçış ya da eğlenceden fazlasıydı. Onu uydurmaya teşvik ediyorlardı.
Gibson’ın iki raf altında bulunan Türk romancı Orhan Pamuk ise sıkıntı gözyaşlarından kurtulmak ve gerçekle yüzleşmekten kaçmak için okuduğunu anlatıyordu. Romancı, Öteki Renkler’de kendini (tıpkı benim de yaptığım gibi) “okumayanlara göre daha büyük bir derinliğe sahip olma” konusunda tebrik etmişti. Bu, bir yandan çocuksu bir kendini beğenmişlik olsa da bir yandan da işin içine giren emeğe, siyah mürekkebi aydınlatılmış bir gösteri salonuna çevirebilmeye şapka çıkarmaktı. Pamuk, küçük bir okurken, sözcüklerle işbirliği yaptığı zamanlarda tadını çıkardığı “yaratıcının saadeti”nden de bahsetmişti.
Pamuk’un iki bölüm ve bir yüzyıl kadar gerisinde ise Amerikalı roman yazarı Edith Wharton bulunuyor. Çocukken babasının kütüphanesine ilk kez çağırıldığında karşısına gizli bir sığınak, kendi deyimiyle bir “krallık” çıkmıştı. “Kendi içimde, kimsenin dahil olmasını istemediğim gizli bir inziva gibiydi,” diye yazmıştı A Backward Glance kitabında. Bu içe kapanıklıktan ötesiydi. Alfred Tennyson, Alexander Pope ve Algernon Charles Swinburne şiirleri, John Ruskin eleştirileri ve Walter Scott romanlarıyla Wharton, heyecanlı yeni temalar ve ritimlerle oynama fırsatı bulmuştu. Okumanın, büyüdükçe edindiği yeni kişiliğini şekillendirdiğini yazdı ve buna da “tuhaf iç dünyamın müziği” diyordu. Romancı, sararan sayfalarda kendini daha çok bulduğuna inanıyordu.
Kitapları, Wharton’ın yarım metre solunda istiflenmiş on sekizinci yüzyıl filozofu Jean-Jacques Rousseau, dul kalmış babasıyla gecenin geç saatlerine kadar romantik romanlar okumuştu. Hikâyeler sayesinde ilk kez kendi zihninin ayırdına varmıştı. “Ancak ilk okuduğum şeyleri ve onların üzerimdeki tesirlerini hatırlıyorum,” diye yazdı İtiraflar kitabında: “Kendi hakkımdaki şuurum fasılasız bu zamandan başlar1.” Buradaki önemli nokta yalnızca Rousseau’nun duygularının romanlar tarafından teşvik edilmesi değil, onun da o romanları kendinin saymasıdır. Filozof, (karakter gereği) kendi aşırı duygusal eğilimiyle ilgili kurguyu suçlasa da küçük Jean-Jacques’ın içinde uyanan başlıca şey melodramdır.
Rousseau’nun bir altındaki rafta modern filozof Jean-Paul Sartre bulunuyor. O da edebi otoritesini, Paris’e tepeden bakan bir dairenin altıncı katında dedesinin kitaplarını karıştırırken keşfetti. Sözcükler, oğlan çocuğuna kendi üzerinde bir egemenlik bahşetti. Artık o, kâinata sözcükler aracılığıyla yaşam bahşeden bir egemendi. “Evren ayaklarımın altında seriliydi ve her şey, alçakgönüllülükle bir isim dileniyordu; bu isimlendirme, onu yaratmak ve almak gibiydi,” diye yazmıştı. Sartre aynı zamanda kovboy romanları ve dedektif çizgi romanları biriktiriyordu. Bu türlerde barınan kahraman tiplemeleri (dünyaya karşı yalnız bir adam) yıllar sonra bile felsefesinde yerini korudu.
Kütüphanemde de Sartre’a gerçek hayatta olduğu gibi yakın olan Simone de Beauvoir, kitapların verdiği güveni hatırlatıyordu. Sadece uysal burjuva ahlakları nedeniyle değil, aynı zamanda ona boyun eğdikleri için. “Söylemeleri gerekenleri söylediler ve başka bir şey söylüyormuş gibi yapmadılar, ben orada değilken suskun kalırdılar,” diye yazmıştı Beauvoir Bir Genç Kızın Anıları kitabında. Kitaplar, kendi yazarları yerine Simone’dan ikna ve sanatkârlık beklediler. De Beauvoir bu durumu “basılı sembolleri hikâyelere çeviren bir büyü” olarak tanımladı: Okur olmadığı anda büyü sona ererdi.
Edebi gücün keşfi söz konusu olduğunda herkese uyan bir kalıp yoktur. Dönemin tuhaflıkları, aile ve psikolojiyle ilişkili pek çok etken okumaya etki eder. Sartre gibileri aydınlanmayı egemenlikte bulur. Gösteriş, narsisizm ve korkaklık söz konusu olabilir (ama benden bu kadar söz etmek yeter). Çoğu durumda olay, filozof Herbert Marcuse’un “tatil gerçekliği” diye tanımladığı şeydir: Sıradanlıktan iltica etmek. Charles Dickens bu durumu gençliğinin “başka bir yer ve zaman umudu” olarak betimlemişti. Ancak Dickens’ın ileri dönemdeki ünü gösteriyor ki gençlikteki bu kitap aşkı, gücün keşfiyle çakışıyor. Çocuk farkındalık kazanıyor. Hem de yalnızca dedektiflerle dolu dünyaların, Galyalıların ve boğaların değil, aynı zamanda kendisinin, yani yaratıcılığı sayesinde bu dünyaları var eden okurun da farkına varıyor. Okumak daha hırslı bir zihinle tanışmak anlamına geliyor.
İki Özgürlük
Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?’de, “Sanat, yalnızca başkaları tarafından ve başkaları için yapılır,” diye yazar. Filozofun argümanı, yazarların kendileri için yazamayacağı değildir. Her sözcük elden kaçarcasına çıkar; zorba editörler ve okurların insafına kalır. Henry James bir mektubunda bu durumu “geç kalmış nüshamı akıttığım (…) aç işkembe” olarak tanımlamıştır.
Sartre’ın gerçekte söylemek istediği, bir yazının ancak yarısının yazar tarafından tamamlanabileceğidir. Okuru olmadan metin, yalnızca bir duygu akımı, açık ve koyu cisimler bütünüdür.
Bu, normal hayatın budalaca bir ihtiyaç gösterisi olduğu anlamına da gelmez. Hissiyat insanlar için her zaman anlamlıdır. Biz anlama ihtiyaç duyan canlılarız ve evren hiçbir zaman çıplak bir gerçeklik olarak anlamlandırılamaz. Ama belirgin dünya bir şeylere sürekli atıfta bulunmaz, çoğu zaman işaretlerin üstü kapalıdır. Sartre günlük hissiyatı, “İçinde hafif bir neşe, ürkek bir üzüntü vardır; barındığı loş anlama yaklaşır ya da yakınında duman gibi titreyerek durur,” diye anlatmıştır. Dil, parlak ve keskin bir ışık yayarken günlük hayatın puslu bir havası vardır.
Harfler, bunu dikkati kendilerinden öteye çekerek başarırlar. Metni değil, metnin özünü okuruz. “Gözlerimizin önünden geçen sözcükler birer düzyazıdır, tıpkı güneşe tutulmuş bir cam gibi,” der Sartre, şair Paul Valery’den alıntı yaparak. Sözcükler bir çeşit geçittir. Gerçekliği şekillendirirler ama biz baktığımızda görünmez olurlar.
Tüm metinler Sartre’ın ideal düzyazıları kadar geçirgen değildir. Şiir çok daha opak olabilir. Seamus Heaney’nin “The Bookcase” şiirini ele alalım. Şiirin üst metni bir şairin kütüphanesiyle ilgili. Şair aynı zamanda İngilizce dil oyunları da yapıyor. “Dişbudak kerestesi mi meşe kerestesi mi? İpek gibi pürüzsüzleştirilmiş / Sıra sıra dizilmiş, gözün alabileceği kadar, her biri parşömen kadar solgun / Kitaplığa döşenmiş, sımsıkı ve yerli yerinde.” Ses yinelemesi, ritim ve mecaz: Şiir, bir cisim ve onun yankılarıyla ilgili olduğu kadar dille de ilgilidir. Nasıl resim renklerle ve müzik de seslerle kendini ortaya koyarsa, şiir de kendini sözcüklerle ortaya koyar. Alman filozof Hans-Georg Gadamer, “Şiirsel deyimler, kendini aşmış sözcükleri geri getirip yerine mıhlar,” demiştir.
Dil, kehribar gibi yarı şeffaf ya da Valéry’nin camı gibi tamamen şeffaf olabilir, ama sözler aracılığıyla görmek her hâlükârda çaba gerektirir. Yazıtlar ya da izdüşümler, ince ayrımlar ve çerçevelerinin yanında bir de anlamları olan sözcüklere dönüşür. Sherlock Holmes’da ilk fark ettiğim de budur: Okumak her zaman duyuları hisse dönüştürür. “Her şeyi eğri büğrü yazılardan çıkarman lazım,” diye yazar Şair D. Nurkse, “aynı ölü karıncaların antenleri gibi”.
Okur açısından bu durum bir dünya oluşturma anlamına gelir: Sayfanın ötesinde karmakarışık bir topluluk. Conan Doyle, güneşin “büyük şehrin üzerine örtülmüş loş örtünün ötesinden görülebildiğini” yazdığında ben de Londra’yı kafamda yeniden yaratırım. Yalnızca gökyüzünün sarı ve gri rengini değil, aynı zamanda şehri “muhteşem” yapan kömür ve sanayiyi de gözümde canlandırırım. Gazetelerin Sherlock’un müşterisinin ölümünü yazmaları, hepsi metnin hayali dünyasında bir araya gelmiş bir grup orta sınıf okur grubunu uyandırır. Kurbanın aceleyle yürüdüğü Waterloo İstasyonu akla buharlı trenleri getirir; yolcu taşıyan ve Watson türünden adamların okuyacağı The Times istiflerini taşıyan trenler. Tüm bunları, ön plandaki düzyazının arkasına yansıtırım. Sartre’ın deyimiyle, “Sanat tarafından temsil edilen cisimler, evrenin arka planına yansır.” Ben, yazarın parçalarından bir kâinat yaratırım.
Tüm bunların pekiştirdiği ise yazarak hiçbir şeyin var edilemeyeceğidir. Bebekken, Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nın ilk baskıları bana bir şey ifade etmezdi; onları sadece ağzıma sokup dişleyebileceğim şeyler olarak görürdüm. On bir yaşına geldiğimdeyse Holmes’u “kadife kaplı koltuğu”nda oturmuş vücuduna uyuşturucu zerk ederken hayal ediyordum. Kendimi metne adamam gerekiyordu; Conan Doyle’un sözlerini kabul edip sonra da onlara gerçeklik kazandırma sorumluluğunu aldığım aktif bir çeşit pasiflik içinde olmam gerekliydi.
Okumak bir miktar özerklik gerektirir; kimse beni dünyalar yaratmaya mecbur etmez. Kitaplar olsa olsa birer davetiyedir. Sartre bu duruma “cazibe” der, gerçekte çok az ihtiyaç durumu söz konusudur. Okuma her zaman iki özgürlüğün birleşimidir: Yazarın özgürlüğü ve okurun özgürlüğü.
Zorluklara Rağmen
Bu açıdan bakınca, çocukluğumun ahşap kitaplıkta durduğunu söylemek yanlış olur. Gerçi böyle hissetmem doğal, çünkü eski kitaplar nostalji hissi yaratır. Marcel Proust’un Okuma Üzerine’de yazdığı gibi, bazı gençlik anıları günlük hayat içinde kaybolur ama o yıllarda okunan sayfalar arasında yeniden bulunur. “Onlar kaybolan günlerin takvimleridir,” diye yazar. Ancak eğer bu kitapları bir daha hiç okumazsam, anılar Proust’un temps perdu’sü, yani “kayıp zaman”ı olur. Yazılı dünyada canlı halde olan bir şey varsa, ancak Hannah Arendt’in dediği gibi “istekli bir can onları hayata döndürmek için ölü harflerle yeniden temasa geçerse” canlanır.
Bu, daha genel bir bakış açısıdır. Benim kitaplarım, yalnızca diğer cisimlerin yanında duran ve pigment, tutkal, ölü selüloz ve inek derisinden oluşan cisimlerdir. Eğer bunlar, okuyan belli başlı insanlarla belli başlı bir ilişki içine girmezse okuma asla gerçekleşmez. Okuma bir gün tamamen ortadan kalkabilir. Eğer homo sapiens olarak bilinen türün soyu tükenirse, tüm bu okunabilir şeyler (kitaplar, gazeteler, tweetler, reklam afişleri, trafik levhaları, bakır levhalara yazılı minyatür sözcükler) artık metin olmaktan çıkacaktır. Belki yaşam alanı haline gelecek, yenecek, gömülecek, üzerine tırmanılacak, paslanacak ama asla okunmayacaklardır.
Yazının ulaşılabilirliği, okumanın nadirliğini ve kırılganlığını maskeler. Kâinatın dilinden konuşmak gerekirse, sözcüklerle yaptığımız bütün zorlukların üstesinden gelir.
Dâhiler ve Azizler
Bir tahminde bulunayım: Bu sıradışı aktiviteden hoşlanıyorsunuz. Çoğu okur için bu, sorunsuz bir fedakârlıktır. Yol parasını ikinci el kitaplara harcayan oyun yazarı Tom Stoppard’ın duygularını anlamak hiç de zor değildir. Stoppard, “otostop canavarını, yarım saat kitapsız kalmanın cefasına” tercih eder. Neden bu kadar önem verdiğimizi saptamak ise daha zordur.
En belirgin sebep, okumanın eğitici olmasıdır. Bu nedenle ebeveynim her akşam Blyton’ı seslendirdi ve ben de pek çok akşamı kızıma Miffy at the Gallery’yi okuyarak geçirdim. Yazılı metinlerle erken tanışmak kişisel ve politik anlamda müthiş bir avantaj sağlar. Araştırmacı Anne Cunningham ve Keith Stanovich, çocuk edebiyatının, sıradışı sözcük öğrenimini üniversite öğrencilerinin gevezelikleri ve en popüler televizyon programından yüzde elli daha fazla teşvik ettiğini tespit etmiştir. Bu sözcüksel bereket ise, daha fazla okumaya teşvik eder. Olumlu besleme okuldan çok daha önce başlar ve hayat boyu sürer. Bu arada, okuma sayesinde aksi takdirde anlaşılamayacak birçok bilgi istiflenir. Siyasi hileler, bilimsel varsayımlar, tarihsel dramalar çantada keklik görünür. Metinler bu temelin çocukken atılmasına fayda sağlar.
Yazılı sözcükler aynı zamanda psikolojik sağlığı ve sosyal bağlantıları da güçlendirir. Araştırmalara göre, hayat boyu okumak, arkadaşlık kurmak ve fiziksel egzersiz yapmak bunama riskini azaltabilir. Emory Üniversitesi araştırmacıları, roman okuyan katılımcıların beyinlerinde dil, motor ve duyusal aktivitelerden sorumlu bölgelerdeki sinir uçlarında daha çok hareket olduğunu tespit etmiştir. Makalenin başyazarı Gregory Berns “bir roman okumanın kişiyi ana karakterin vücuduna taşıyabileceği”ni yazmıştır. Uçuk bir uğraş gibi görünen şey aslında derin bir kaynaşma fırsatı yaratır. Araştırmacılar aynı zamanda edebi kurgunun zihin kuramına, yani başkalarının duygu durumunun da farkında olma yetisini geliştirdiğini savunmaktadır. A New School for Social Research’ün yaptığı bir araştırma ortaya çıkarmıştır ki Don DeLillo ya da Anton Çehov gibi yazarları okumak, duygusal zekâda kısa ancak ölçülebilir bir artış sağlar. Deneyde kullanılan yöntemse bir yabancının ruh halini gözlerinden anlamaya çalışmaktır.
Okudukları sayfaların bir karşılığı olduğuna inanmak kitap kurtlarına kendilerini iyi hissettirse de duruma şüpheyle yaklaşmak gereklidir. Düzenli koşunun zihinsel çöküş üzerindeki iyileştirici etkisi Haruki Murakami’nin koşmak üzerine yazdıklarını okumaktan daha kesin sonuç verir. Bazı araştırmalarda kişi sayısı azdır ve ölçütler belirsizdir. Sonuçta beyin taramaları davranış ya da okumanın diğer zaman geçirme yöntemlerinden farkı hakkında bir şey ortaya koymaz. Diğer araştırmalar ise türler konusunda genellemeye gitmiştir. Çehov okumanın etkileriyle Kazuo Ishiguro ya da Iris Murdoch okumanın etkileri aynı mıdır? DeLillo birinin duygu durumunu anlamama yardımcı olsa bile, ilgili olmasam da tahminlerim doğru çıkabilir. Sonuçta arsız insanlar da kurgudan hoşlanabilir (ki bunların bazıları yazardır). Okumanın belli başlı yararları vardır ama okumak, dâhi ya da aziz yaratma konusunda kestirme bir yol değildir.
Bu bakış açısı, aynı zamanda okumayı bir araç olarak değerlendirir. Okumak önemlidir ve birçok hakiki değeri kapsar: Tarih, felsefe, aşçılık ve cinsellik gibi. Ben, Conan Doyle’u Victoria dönemi Londra’sı ile ilgili daha fazla bilgi edinmek için ya da Immanuel Kant’ı modern ahlaki teori hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak için elime alırım. Kimi sembolik sermaye için, kimi son dakika yemek tarifleri için, kimi ise orgazm için (“Bir saat okuduktan sonra bedenimi bir coşku kapladı,” der on sekizinci yüzyıl çoksatarı Therese the Philosopher kitabının ana kadın kahramanı). Metnin faydalarının (ister belirgin, ister gizli, ister akademik, ister biyolojik olsun) altını çizmekte hiçbir zarar yoktur. Ama bu yaklaşım okumanın başlı başına bir araç olduğu, yeni deneyimler yakalamak için bir fırsat olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıza neden olabilir.