Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Küçük Beyaz Kuş»

Font:

I
David’le Gezinti

Bazen bana “baba” diyen çocuk annesinden küçük bir not getirir: “Gelip beni görebilirseniz çok memnun olurum.” Ben de genellikle “Sayın Hanımefendi, davetinizi reddediyorum.” şeklinde bir cevap veririm. Eğer David bana neden reddettiğimi soracak olursa, ona kadını görmek istemediğimi söylerim.

En son geldiğinde, “Bu kez gel baba.” dedi. “Çünkü onun doğum günü ve yirmi altı yaşına girecek.” Bu, David için çok büyük bir yaş ve sanırım annesinin ömrünün azalmış olmasından korkuyor.

“Annen yirmi altı yaşında mı, David?” diye cevapladım onu. “Bence daha yaşlı gösteriyor. Bunu ona söyle.”

O gece, o enfes rüyamı görmüştüm. Rüyamda ben de yirmi altı yaşımdaymışım ki yirmi altı yaşımın üzerinden epey zaman geçti. Trenle evim olan bir yere gidiyorum. Evimin olduğu yere vardığımda henüz sabah olmamış. Trenden indiğimde beni eski sevgilim karşılıyor ve birlikte uzaklaşıyoruz. Ne o beni gördüğü için sevincinden havalara uçuyor ne de ben onu gördüğüme şaşırıyorum. Sanki yıllardır evliymişiz de bir günlüğüne ayrılmışız gibi. Ona taşıması için eşyalarımdan birkaçını verdiğimi düşünmek hoşuma gidiyor.

Acaba bu güzel rüyamı, hayatım boyunca kendisine tek kelime etmediğim David’in annesine söylemeli miyim? Söyleseydim muhtemelen bunun onu üzdüğünü ama aynı zamanda da gururlandırdığını belli etmek için önce başını eğer sonra mertçe kaldırırdı ve bana o saçma küçük cep mendilini vermeye yeltenirdi. Sonra, insaflı olup onu şaşırtacak gerçeği ifşa eder ve rüyalarımda gördüğüm yüzün David’in annesine ait olmadığını söylerdim.

Ortada hiçbir sebep yokken kendisine beslediğiniz ümitsiz sevginin altında ezildiğinizi düşünen güzel bir kadının zulmüne maruz kalmak kısmet oldu mu size de hiç? İşte böyle… Mary A. isimli merhametli ve faziletli kadının nahoş ilgisi birkaç yıldır peşimi bırakmıyor. Sokakta yürürken sırtına yük olduğu kişinin önünde saadet içinde yürümek ayıpmış gibi zavallı aldatılmış ruhu âdeta tüm canlılığını zapt ediyor. Böyle zamanlarda elbisesinden çıkan hışırtılar fısıltıya dönüşerek beni rahatlatıyor ve kolları bende, David gibi küçük bir oğlan çocuğu olma arzusu uyandıran şefkatli kanatları andırıyor. Ancak, yanımdan geçip de tekrar solgun bir meydan okuma ibaresi olarak bana geri döndüğünde farkına varabildiğim ürkek bir sevinç de gözlemlerim onda. “Asla yapmamalısın.” diyen gözler; “Neden yapmıyorsun?” diye soran burun ve “Keşke yapsaydın.” diyen bir ağız… İşte yan yana yürürken Mary A. ile ikimizin tasviri…

Bir kez bana bir şey söylemeye cesaret etmişti. Böylece onunla konuştuğum için David’e böbürlenebilecekti. Kensington Bahçeleri’ndeydim ve tıpkı saati sorup geri dadılarının yanına gidene kadar unutan çocukların edasıyla ona saati söyleyip söyleyemeyeceğimi sormuştu. Ancak ben bunun için bile hazırlıklıydım ve şapkamı kaldırarak uzaktaki bir saati işaret etmiştim. Şaşkına dönebilirdi ama dikkatle kulak kabartıp yürürken onun kahkahasını işittiğimi düşünmüştüm hoşnutsuz bir şekilde.

Gülüşü, kahkahalarını duymak için tüm gün gıdıklayabileceğim David’in gülüşüne çok benziyordu. Sanki gülüşünü özenle David’in içine o yerleştirmiş. David’in varlığını hissettiği andan itibaren, hatta doğa onu rahmine bahşetmeden çok önce, torna tezgâhında işlenen bir çömlek gibi ustaca işlemiş David’i ve ona birçok vasıf yerleştirmiş.

David’in elini bıraktığınız anda yaydan fırlayan bir ok gibi kayboluverir. Gözlerinizi ona kilitlediğiniz anda kuşları düşünmeye başlarsınız. Kensington Bahçeleri’ne geldiğine inanmak çok zordur, çünkü hep oradaymış gibi bir hâli vardır. Sanki ekmek kırıntısı atsam gelip gagalayacak diye düşünürüm. Aslında bu, o değildir; çünkü tüm bunlar bu duruma çok şaşırıyormuş gibi davranan o ürkek bakışlı hanımefendinin marifeti. Bir günde yüzlerce kahraman pozu verdirir çocuğa. Mesela, David perende atarken genellikle bir Yunan Tanrısı pozu verir; çünkü Mary A. öyle istemiştir. Başarabilsin diye de öyle çok acı çeker ki… David ağaca tırmanırken tarifsiz bir kederle arkasında dikildiğini görmüştüm bir keresinde. Tırmanmasına izin vermesi gerekiyordu; çünkü erkekler cesur olmak zorundaydı. Öte yandan, onu tırmanırken izlerken eminim her bir dal çatırtısında yüreği yerinden oynuyordu.

David ona olağanüstü bir hayranlık besliyordu. Ona göre annesi öyle iyiydi ki ne kadar yaramazlık yaparsa yapsın David’i cennete götürebilecek güce sahipti. Öyle olmasa belki de yaramazlık yaparken daha çok kaygı duyardı. Sanırım annesi de bunu fark etmişti. David’in söylediğine göre geçen gün onu zannettiği gibi bir azize olmadığı konusunda uyarmıştı.

“Bence kesinlikle bir azizedir.” dedim.

“Senin düşündüğün gibi bir azize mi, peki?” diye sordu.

“Öyle bir azize değilse de Tanrı yardımcısı olsun.” dedim.

Şayet gerçekten birer azize değillerse, Tanrı bütün annelerin yardımcısı olsun. Zira her annenin küçük çocuklarının önünde azizelik örtüsünün sıyrıldığı o tuhaf kısacık zaman geldiğinde, çocukları bunu kesinlikle anlar. O korkunç zaman dilimi akreple yelkovanın altıyla yedi arasında birbirini kovaladığı zamana denk düşer, çünkü çocuklar uykuya daldıktan sonra annelerinin azize olup olmaması da önemini kaybeder. Çocuğunuz artık gecenin sükûnetine teslimdir ve annesine diktiği o kocaman gizemli gözleriyle sessizce yatağından sizi izler. O bakışlar gününüzü özetler. Ne birlikte olduğunuz anlar ne de ayrı geçirdiğiniz oyun saatleri her şeyin açığa çıktığı bu anda artık hiçbir şey sizi kurtaramaz. Bu çocuğunuzun saatidir ve onun önünde yargılanma vaktiniz gelmiştir.

“Bugün iyi bir anne oldum mu, oğlum?” Bu soruyla baş başa kalmışsınızdır ve ondan hiçbir şeyi saklayamazsınız; her şeyin farkındadır. Sesleriniz yer değiştirmiştir şimdi. Nasıl da sizin sesiniz çocuğunuz sesi oluverir; hem de daha titrek ve her ikinizin sesi de öylesine vakur…

“Elma konusunda bana birazcık haksızlık ettin, öyle değil mi anne?”

Siz, hanımefendi, orada öylece durun ve yatağın ucunda oturmuş ellerinizi kavuşturarak cevap verin.

“Evet, oğlum, biraz haksızlık ettim. Düşünmüştüm ki…”

Ne var ki ne düşünmüş olduğunuzun verilecek karara bir faydası yok artık.

“Peki, anne, saat altıya kadar dışarıda kalabileceğimi söyleyip saat tam altı olmadığı hâlde bana altı olduğunu söylemen adil miydi?”

“Hayır, hiç de adil değildi. Düşünmüştüm ki…”

“Saatin tam altı olduğunu söyleyen ben olsaydım bu bir yalan olmayacak mıydı?”

“Ah oğlum! Bir daha asla sana yalan söylemeyeceğim.”

“Evet, anne bir daha söyleme.”

“Oğlum, bütün günü düşününce iyi bir anne miydim?”

Farz edin ki “evet” diyemedi.

Bunlar söyleyebileceğiniz en küçük kabahatler. O hâlde oğlunuza sahip olduğunuzda yaptığınız anlaşmaya ters düşmek de bu kadar küçücük bir şey mi? Bu uyku saatinden kaçan anneler de var, fakat bu onları kurtaramayacak. Peki, kadınların çoğunun saat altıyla yedi arasında yüzleşeceği düşüncelerden korkması niyedir? Bunu senin için sormuyorum Mary. İnanıyorum ki David’in kapısını yavaşça kapatırken gözlerinde beliren kıvanç pırıltısı ve küçük çocukların ellerini açtıkları Tanrı’nın yüzünün annelerininkine çok benzediğini bilmenin haşmetini hayal edebiliyorum.

Bu noktada David’in dua konusunda çok güçlü bir inanca sahip olduğunu da söylemeliyim. İlk kavgasını da atlama konusunda kendisine meydan okuyup sonra da kazanabilmek için Tanrı’ya dua eden bir çocukla yapmıştı, çünkü David’e göre bu haksız bir avantaj elde etmek demekti.

“Demek, Mary yirmi altı yaşında!” dedim David’e. “Yaşı ilerliyor. Ona de ki, elli iki yaşına geldiğinde onu öpmeye geleceğim.”

Sanırım David bunu annesine söylemiş ve anladığım kadarıyla annesi de kızmış gibi yapmış. Artık sokakta yanından geçerken suratını asıyor. Açıkça buluşmamız için hazırlanıyor, bence. Öğrendiğime göre bir de demiş ki elli iki yaşına geldiğinde onu pek aklıma getirmeyebilirmişim. Yani o zaman eskisi kadar güzel olmayacağını ima ediyor. Cinsellikle güzelliğin bir alakası yoktur ki. Ateşli yaşlı bir kadın kesinlikle dünyanın en güzel görüntüsünü sergileyebilir. İtiraf etmeliyim ki bana bu tarz kadınlar genç kadınlardan daha cazip gelmiştir. Aynı şekilde âşık olma yaşım geldiğinde de anne olanları tercih ettiğimi fark etmiştim. Gerçekten de, elli iki yaşın getirdiği şansları hevesle değerlendiremeyen genç bir mahlûk olamaz. Siz, gizemli kızlar, elli iki yaşına geldiğinizde, iç yüzünüz ortaya çıkacak. Diliniz ayıplarınızı ele vermese de gençliğinizin gizlediği tüm ahlaksızlıklar zamanla yüzünüzde izlerini bırakacak. Ne var ki güzel düşünceleriniz, tatlı diliniz ve unutulmaya yüz tutmuş sevgi dolu iyilikleriniz de alaca karanlıkta açmayı bekleyen akşamsefaları gibi gelip yüzünüzdeki kırışıklıkların arasında yerini alacak.

David’e annesi hakkında böylesine ayan beyan konuştuğum hâlde, hâlâ annesine ilgi duyduğumu düşünmesi garip değil mi? Nasıl yani, bu nasıl bir ahmak diye dolaylı olarak söylüyorum bazen ve belki de acımasızca ama ona “Olağanüstü şekilde annene benziyorsun.” diyorum.

David ise, “O yüzden mi bana karşı bu kadar kibarsın?” diye cevap veriyor.

Sanırım ona karşı gerçekten de kibarım, ama bunun sebebi annesine olan aşkım değil; bana bazen “baba” diyor olması. Askerlik şerefim üzerine yemin ederim ki başka bir sebebi yok. Fakat o bunu bilmemeli. Çünkü o zaman her şeyin farkına varır ve bizi bir arada tutan büyü bozulur. Çoğunlukla beni Kaptan W. diye çağırır ki böylesi en iyisi. Sadece bir koşuşturma içerisindeyse bana “baba” der ve ben de şu ana kadar hiç niye adımı söylemediğini sormaya cesaret edemedim. Lanet olası güzel bir kayıtsızlık içerisinde bana “Gel baba.” der. Madem öyle, bırakalım bir süreliğine daha böyle olsun, David.

Hele başkalarının yanında bana böyle demesi çok hoşuma gidiyor. Mesela mağazalarda… Bir mağazaya girdiğimizde, mağaza sahibine günde kaç para kazandığı, kazandığı parayı hangi çekmecede tuttuğu, neden saçının kızıl olduğu, Aşil’i sevip sevmediği gibi sorular sorar… İşte böyle zamanlarda, mağaza sahipleri beni onun babası zannediyor ve bu durumun bende yarattığı tuhaf hoşnutluğu tarif edemem. Tam bu noktada iki düşünce arasında sıkışıp kalıyorum: Bu anı biraz daha uzatabilmek ve onun, “O gerçekte benim babam değil.” demesine fırsat vermeden onu oradan uzaklaştırabilmek.

David, Aşil’i daha yeni duydu ve öylesine meftunu oldu ki onunla tanışmak için can atıyor. Onunla tanışsa neler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Küçük David kahramanın elinden tutar ve Round Pound’a götürsün diye onu çekiştirirdi.

Bir gün, David beş yaşlarındayken, ona şöyle bir mektup yolladım:

Sevgili David, her şeyin nasıl başladığını öğrenmek istiyorsan bugün benimle kulüpte yemek yemeye gelir misin?

David’in bütün mektuplarını okuduğu çıkarımında bulunduğum Mary, buna razı oldu ve hiç şüphem yok ki daha sonra kendisine harfiyen anlatabilsin diye David’e her şeyi dikkatle dinlemesini sıkı sıkı tembihledi. Zira tuhaf ama kendisi de tam olarak her şeyin nasıl başladığını bilmiyor. Romantik bir hikâye bulmayı umduğunu düşünerek içimden güldüm.

Zorlu bir yolculuk için hazırlanmış bir şekilde yanıma geldi ve küçük oğlan çocuklarının palto giydiklerinde her zaman göründükleri gibi fevkalade ciddi görünüyordu. Boynuna bir atkı takmıştı. “Üzerindekilerin bazılarını çıkartabilirsin.” dedim. “Yaz geldiğinde.”

“Yaz gelecek mi?” dedi, hâliyle gözleri fal taşı gibi açılmış bir hâlde.

“Birçok yaz gelecek.” diye cevapladım. “Çünkü geçmişe gidiyoruz David, annenin sen doğmadan önceki günlerine.”

Bir arabacıya işaret ettim ve arabacıya selam verdikten sonra, “Altı yıl geriye sür ve Genç Bağnazlar Kulübü’nün orada dur.” dedim.

Arabacı aptal bir adamdı. Bu yüzden şemsiyemle ona gideceği yönü tarif etmek zorunda kaldım.

Sokaklar sabahki sessizliğini yitirmişti. Misal, köşedeki kitapçının orada şimdi balık satılıyordu. David’e ne olup bittiğini biraz anlatmaya çalıştım.

“Ben de küçülmem, değil mi?” diye sordu kaygıyla. Korkunç bir endişe içerisinde tekrar sordu. “Ben daha da küçülmeyeceğim değil mi, baba?” Geçmişe gitmenin onu yok edeceğinden korktuğunu söylemeye çalışıyordu. Eli gergin bir biçimde elimin içine sokuldu ve küçük eli avucumda elimi cebime soktum.

Kulübün kapısından girerken küçük David’in nasıl göründüğünü tahayyül edemezsiniz.

II
Küçük Mürebbiye

Kulübün sigara içme odasına girerken David’in bir hiçliğe doğru yok olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Şimdi, altı yıl önce herhangi bir günün öğleden sonrasında saat ikiye geri gidiyoruz. Tam şu saçma küçük mürebbiyenin sokakta gezindiği sırada kendime kahve, sigara ve kiraz kanyağı ısmarlıyorum. Her seferinde sanki kızı ısmarlamışım gibi bir hisse kapılıyorum. Ben kapağı fincanın içerisine düşmesin diye dikkatlice kahve demliğinden fincanıma kahve koyarken, kız sokağın karşısındaki postaneye geçiyor. Ben kahveme koymak üzere şekere uzanırken, kız elindeki mektuba altıncı defa son bir kez göz gezdiriyor. Ben William’ın yardımıyla sigaramı yakarken, kız adresi tekrar okuyor. Ben sandalyeme yaslanırken, bu kez kız elindeki mektubu posta deliğinden içeri bırakıyor. Ben elimdeki kadehi evirip çevirirken, kız posta yetkilisinden mektubu aldıklarını duymayı bekliyor. Ben sigara odasına giren bir üye arkadaşın arsızlığına kızıp ters ters bakarken, kız iki görevli tarafından postaneden uzaklaştırılıyor. Pencereden tekrar baktığımda kızın gitmiş olduğunu görüyorum ama sorun değil. Yarın saat tam ikide, kahvemin yanında onu yine ısmarlayabilirim.

Ben onu fark edene kadar kim bilir kaç kez pencerenin önünden geçmiştir. Nerede yaşadığını bilmiyorum, ama yakınlardadır diye tahmin ediyorum. Ellerindeki çemberlerden anladığım kadarıyla onu çekiştirip duran küçük kız ve oğlan çocuğunu St. James Parkı’na götürüyor. Bıkkın ve solgun görünüyor gibi. Çalıştığı evin hanımı onu fazla çalıştırıyor olmalı. Arada bir hanımefendi kendisiymiş gibi davranması da diğer hizmetçileri çileden çıkarıyordur kesin.

Bazı zamanlar elinde başka mektuplar da oluyor ama özellikle bir tanesini törensel bir edayla postalıyor. Posta deliğinin kapatılışı gariban bir tarzda olsa da devamını kraliyete has bir gurur takip ediyor. Arkasından öpücük yolladığını bile gördüm.

Bir de o yüzüğü vardı. O da farkındaydı, sanki neşe içinde sokakta hoplaya zıplaya yürüyen kendisi değil de yüzüğüydü. Eldiveninin üzerinden dokunarak yüzüğün orada olup olmadığını kontrol ediyordu. En ucuz malzemeden yapılmış olduğundan adım gibi eminim, ama bazen eldiveni çıkarıp yüzüğü dudaklarına götürüyordu. Elini öne doğru uzatıp uzaktan bakıyor; hafifçe eğilip yakından bakıyor ve yüzüğü bir sağ eline bir sol eline takıp farklı açılardan izliyordu. Kafasını toplayıp bir an bir şey düşünüyor gibi görünse bile hemen sonra o küçük aptal geri dönüyor ve yüzüğüne bir bakış daha atıyordu.

Herkese Mary’nin neden bu kadar mutlu olduğunu tahmin etmesi için üç şans veriyorum.

Hayır, hayır ve tabii ki hayır! Sebebi gayet basit: Çünkü genç bir budala Mary’ye âşık. Bu yüzden zavallı bir hiçim diye ağlayıp dövünmektense nişanlı bir kadın havasına bürünüp normalde onun için fazlaca lüks kaçan Pall Mall’de umursamazca salınmak zorunda. İlk başlarda onun bu umursamazlığı sinirime dokunuyordu, fakat sonra yavaş yavaş kahve, sigara ve likörlü öğleden sonra saat iki ritüellerimin bir parçası oluverdi kendisi.

Ve işte şimdi trajedi geliyor.

Perşembeleri onun için büyük gün. Her perşembe öğleden sonra iki ile üç arası yalnızca kendisine ait. Düşünebiliyor musunuz? Muhtemelen yılda birkaç poundçuk1 kazanan bu kızcağız haftada tam bir saatini kendisine ayırıyor. Peki, ne yapıyor bu bir saatte? Niteliklerine bir yenisini eklemek için bir kursa mı gidiyor? Hiç ona göre değil. Şunu yapıyor: Mavi bir kürk giymiş, benim sinirli bir şekilde kahvemi karıştırmama sebep olan yüzündeki o umut parıltısıyla Pall Mall’de salınmaya çıkıyor. Sıradan günlerde mütevazı görünmeye gayret eder aslında ama bir perşembe günü o nişan yüzüğü zımbırtısını nasıl taşıdığını görmek için kulübün arka taraftaki cam kapısını ayna gibi kullanma arsızlığını göstermişliği de vardır kendisinin.

Bu arada, sürekli aynı kıyafetleri giyen, öte yandan centilmen tayfadan kendisini soyutlayabilmesini sağladığını düşündüğüm bir yüze sahip, çırpı bacaklı bir budala, her perşembe buluştukları postanenin dışında onu bekliyor. Şu sizin sıska, ak pak İngiliz erkeklerinden biri; ama korkarım yakışıklı. Korkarım diyorum, çünkü sizin yakışıklı erkekleriniz sinirimi bozuyor. Eğer düello yapılan zamanlarda yaşıyor olsaydım, sizi temin ederim her birini tek tek düelloya çağırırdım. Hoş bir çocuk olduğundan habersiz gibi bir hâli var; fakat Tanrı’m, Mary bunun nasıl da farkında! Sanatçı takımından olduğu sonucuna varıyorum. Hassas bir çocuk; çok kolay neşelenip çabuk morali bozuluyor. Bir de sanki palet taşıyormuş gibi sol başparmağını ayrı tutuşundan ressam olduğu sonucuna varıyorum. Resimlerinin korkunç derecede kötü olduğunu, bu yüzden de kimsenin resimlerini satın almadığını düşünmek keyif veriyor. Ama eminim Mary bu resimleri şahane bulduğunu söylerdi, çünkü o, bu tarz bir kadın.

Her neyse, işte böyle bir coşku içerisinde kızı selamlıyor. Kızın delikanlı üzerindeki ilk tesiri ona bir kahkaha attırmak oluyor. O pürneşe suratından birden kişnemeyi andıran bir “Ha ha!” sesi yükseliyor; sonra bir tane “Ha ha!” daha. Tam sonunda bitti diye Tanrıya şükrederken diğerlerinden daha yüksek bir sonuncu “Ha ha!” daha geliyor. Bunların, Mary’nin ona ait olmasının yarattığı sevinç kahkahaları olduğunu düşünüyorum. Katlanması zor bir gençlik sesine sahipler. Gençliği dışında her şey için onu affedebilirdim ama bazen öylesine mütecaviz oluyor ki bu manzara, terslenerek William’dan pencereyi kapatmasını istiyorum.

Hele küçük mürebbiye, sevgilisinden daha da yapmacık. Görüş alanına girdiği anda postaneye bakıyor ve onu görüyor. Sonra hemen dümdüz önüne bakıyor. O anda sevgilisi onu görüyor ve coşku içerisinde ona doğru ilerliyor ve küçük mürebbiye sevgilisi onu şaşırtmış gibi davranmaya başlıyor, tam olarak böyle. Bakın nasıl da birden elini küçük fesat kalbine doğru götürüyor. İşte bu an tam fincanımdan sinirli sinirli kaşık şakırtılarının yükselmeye başladığı an. Sevgilisi herkesin böyle bir durumda yapacağı gibi sevinçle ona bakıyor ve kolunu kıza uzattığında kız sıkıca elini koluna doluyor ve birlikte kasıla kasıla yürüyorlar. Tabii ki konuşma kısmının onda dokuzu Mary’ye ait. Büyüdüklerinde neye benzeyeceklerini düşünmeye koyuluyorum.

Bu iki hiç kimse, birlikteyken ne kadar gülünç bir fark yaratıyorlar. Delikanlının eline üç kuruş para geçse hemen evlenirler.

Bu nedenle, Londra’yı kendisini başkasıyla karıştıran genç bir adamın malikânesinden başka bir şey olarak görmeyen bu kıza bir nebze bile sempati duymuyordum. Ne var ki onun mutluluğu benim öğleden sonra ikideki yemek saatimin bir parçası olmuştu. Bir gün hiç mektup postalamadan Pall Mall’e doğru yürüdüğünde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanki William bana itaatsizlik etmiş gibi hissetmiştim. Postane görevlileri de benim kadar şaşkındı ve soran gözlerle ona posta kutusunu işaret ettilerse de küçük mürebbiye başını salladı. Tam anlamıyla bir bebek gibi parmağını gözlerine yasladı ve sokaktan geçip gitti.

Ertesi gün yine aynı şey oldu ve öyle sinirlendim ki sigaramı dişledim sinirimden. Ve bu sinirime dokunan durumu sona erdirsin diye dua ettiğim o perşembe geldi. Ancak her zamanki yerde ikisi de belirmedi. Acaba başka postanenin orada mı buluşuyorlar diye düşündüm ama yok; çünkü onu her gün gözleri kıpkırmızı ve o küçük aptal kalbinin ağırlığını taşıyamaz bir hâlde görüyordum. Aşkının ışıkları sönmüştü ve küçük mürebbiye şimdi zifiri karanlıkta kalmıştı.

Gidip devlete şikâyet edesim geldi.

Seni bencil, küçük, soytarı kılıklı adam! Onca şeyden sonra ona yaptığın reva mı? Hatanı düzeltip benim de kahvemi keyifle yudumlamaya devam etmeme müsaade edecek misin? Hayır, tabii ki.

Küçük mürebbiye, sana yalvarıyorum. Benim için bir anlam ifade ettiğin şu beş dakikada bari eskisi gibi neşeli ol. Ondan sonra istediğin gibi perişan gezebilirsin. Biraz cesur ol. Onun çok kötü bir ressam olduğuna seni temin ederim. Daha bir önceki gün onu, ağzının suyunu akıtarak ucuz bir İtalyan restoranının camından içeriyi izlerken görmüştüm ve en nihayetinde üç kuruş para kazanma hayallerini bir kenara itti ve restorandan içeri girdi.

Hadi Mary, daha iyisini yapabilirsin.

Nafile. Küçük mürebbiye sevilmek istiyor. Gün ışıdığı andan gece yarısına kadar sevgisiz yapamıyor. Şu azıcık sevgiyi kaybedene kadar, bir kadının ne kadar azıcığıyla bile yetinebileceğini bilmiyordu.

Of Tanrı’m! Küçük hanım, ölene kadar böyle bitkin bir zavallı olmaya karar verdiyseniz, en azından bunu başka bir sokakta yapabilirsiniz.

Sıradan günlerde geçerken inadına beni üzdüğü yetmiyormuş gibi bir de her perşembe saat ikiyle üç arasında, dikilip uzaktan ümitsizce eskiden sevgilisiyle buluştukları o romantik postanenin önüne bakıyor. Hele bu rüzgârlı günlerde, yoldan geçenlerin ayaklarının dibine düşen kimsesiz bir yaprağı andırıyor.

William’a gürlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yok.

Nihayet küçük mürebbiyemiz beş para etmez muradına erdi. Yağmurlu bir perşembe günüydü. Mektuplarımı yazarken pencereden sokağın başında kızın her zamanki yerinde derbeder genç adamın durduğunu gördüm. Geri kalan mektupları dairemde yazmak niyetiyle tamamladığım mektuplardan birini kaptığım gibi bir hışımla kulüpten çıkmama sebep oldu şu kızın kederi.

Mürebbiyemizin gariban âşığıyla karşı karşıya gelebilmek için Pall Mall’e giden ara sokaklardan birine girdim. Sokakta biriyle burun buruna geldiğimde genellikle yaptığım gibi sertçe çarptım ona. Sonra yüzüne baktım. Gözlerinin feri gitmiş, üstü başı kir pas içerisindeydi; o, “Ha ha!” sesinden eser yoktu. Bu genç adamdan daha sefilini görmemiştim. Şemsiyemle asabice dürtme hareketime bile aldırış etmemişti. Gözlerini hasretle postanenin olduğu yere dikmişti. Kaşla göz arasında kalbinin hâlâ küçük mürebbiye için çarptığını anlayıvermiştim. Kavgaları her neden olmuşsa olsun durumu düzeltmek için kızcağız kadar kaygı duyuyordu o da. Muhtemelen her perşembe oraya geliyor ve küçük mürebbiye Pall Mall’e dönen köşede beklerken her ikisi de farklı noktalardan postanenin önünde diğerinin belirivermesini bekliyordu. Fakat bekledikleri yerden ikisinin de birbirini görmesi mümkün değildi.

Bence yaptığım şey gayet zekiceydi. Çaktırmadan mektubumu ayağının dibine düşürdüm ve dolanarak geri kulübe döndüm. Elbette ki kaldırımda bir mektup bulan her centilmen onu postalama ihtiyacı hisseder ve ben de onun en yakın posta ofisine gideceğini tahmin etmiştim. Şapkamı çıkarmadan sigara odasının penceresine ilerledim ve tam vaktinde onu mektubumu postalarken gördüm. Gözlerim küçük mürebbiyeyi aradı hemen. Onu hiç böyle kederli görmemiştim. Sonra birden… Ah seni zavallı şey; gerçekten bu kadar mı çok acı çekiyordun!

Düpedüz ağlıyordu ve elleri delikanlının avuçlarındaydı. Sefil bir manzaraydı. Genç ressam sanki kollarını kullanamasa orta yerinden çatlar; kızcağız da başını onun omzuna yaslayamasa oracıkta ölüverirdi maazallah. Kabul etmeliyim ki üzerine düşeni yaptı çocuk; bir araba çağırdı.

“William!” dedim. “Kahve, sigara ve kiraz kanyağı lütfen.”

Oturduğum yerden bu eski oyunu izlerken David, gözünü dört açmış nereye baktığımı öğrenmek için ceketimin kolunu çekiştiriyordu. Nereye baktığımı söylediğimde hevesle pencereye koştu ama sonradan annesi olacak hanımefendiyi kaçırmıştı. Fakat annesiyle ilgili anlattıklarım çok ilgisini çekti ve oldukça utangaç bir şekilde o “Ha ha!” diyen adamın kendisine tanıdık geldiğini ima etti. Öte yandan hikâyenin kahramanları olarak algıladığını zannettiğim iki küçük çocuğa gösterdiği aptalca ilgiyle hikâyeme ihanet ederek tepemi attırdı. Adları neydi? Kaç yaşındaydılar? İkisinin de çemberi var mıydı? Çemberleri metalden mi, tahtadan mı yapılmıştı? Çemberleri onlara kim vermişti?

“O mektubu düşürmemiş olsaydım, David A. adında bir çocuğun bu dünyaya gelmeyeceğini sanırım anlamadın, evladım.” dedim sertçe. Fakat dehşete düşeceği yerde ışıl ışıl bakarak, “O zaman hâlâ Kensington Bahçeleri’nde uçan bir kuş mu olurdum demek istiyorsun?” diye sordu.

David Londra’nın bu tarafındaki tüm çocukların bir zamanlar Kensington Bahçeleri’nde uçan kuşlar olduğunu zannediyor. Ona göre çocuk odalarının pencerelerinde parmaklık ve şöminelerin önünde uzun bir siper olmasının sebebi, çoğu insanın, artık onların kanatlarının olmadığından ve pencereden ya da bacadan uçamayacaklarından bihaber olması.

Kanatları olan çocukları yakalamak zordur. David çoğu insanın bunu yapamadığını zannediyordu. Yaz günlerinde benimle Kensington Bahçeleri’nin bir köşesine gidip kek kırıntılarıyla onları yakalamaya çalışan zavallıları izlemekten keyif alırdı.

Hangi hayatın daha iyi olduğu konusunda pek bir fikirleri olmasa dahi, kuşlar yakalandıklarında başlarına ne geleceğini gayet iyi bilirler. Bu yüzden boş bebek arabanızı ağaçların altına bırakıp da biraz uzaktan izlerseniz kuşların gelip heyecanla cikcikleyerek battaniyeden yastığa nasıl sektiklerini görürsünüz; çünkü bebekliğin onlara yakışıp yakışmayacağını anlamaya çalışıyorlardır.

Kensington’un en güzel manzarası, bebekler bakıcılarının kucağından kurtulup da yanlarında yetişkin olmadan kuşları besledikleri zamanki manzaradır. Aralarında gülüşüp konuşurlar; birbirleri hakkında bilgi alıp eski arkadaşlarından haber sorarlar sanki ama tam olarak ne dediklerini kestiremiyorum; yaklaşınca uçuveriyorlar hepsi de.

David’i ilk kez Bebek Yolu’nun arkasındaki çimenlikte görmüştüm. O sıcak yaz günü, içinden ışıltılı su damlacıkları sızdıran bir hortumun üzerine ilişmiş bir ardıç kuşuydu. David, suyun içinde ayaklarını çırpıyordu. Bu hikâyeyi çok severdi David, ama tamamen unutmuşum neredeyse. Yavaş yavaş hatırıma düşüyor olaylar. En sonunda Round Pound civarında ayağı ip ve dallardan oluşan bir düzeneğe takılmış ve yakalanmıştı. Hiç bıkmıyor bu hikâyeden. Fakat fark ediyorum ki artık ben değil, o anlatıyor ve ipe takılma kısmına geldiğinde sanki hâlâ canı acıyormuş gibi küçük bacağını ovalıyor.

David tekrar bir ardıç kuşu olabilme ihtimalini fark ettiğinde çabucak bana seslendi: “Düşürme o mektubu!” ve sanki gözlerinin içerisinde saklı küçücük ağaç dallarını görebiliyordum.

“Anneni düşün.” dedim sert bir şekilde.

“Ben sık sık uçarak gider onu görürdüm.” dedi. “İlk yapacağım şey ona sarılmak olurdu. Ya da yok, önce su sürahisinin üstüne konar biraz su içerdim.”

“Ona söyle, baba.” dedi korkunç bir acımasızlıkla, “Sürahinin suyu dolu olsun, çünkü içmek için çok fazla eğilmek zorunda kalırsam düşüp boğulurum.”

“Nasıl mektubu düşürmeyeyim, David? Zavallı annen oğlu olmadan ne yapardı?”

Bu onu biraz etkiledi ama hemen toparladı kendisini. Dedi ki annesi uyurken onun süslü geceliğinin üstüne konar gagasıyla onu öpermiş.

“Sonra annen uyanır ve oğlunun yerinde sadece bir kuş olduğunu görürdü.”

Mary’nin yaşayacağı bu keder ona yetmişti. İçini çekerek, “Peki mektubu düşürebilirsin.” dedi.

İşte sonra, daha önce de bahsetmiş olduğum gibi mektubu düşürdüm ve her şey böyle başladı.

1.İngiliz para birimi

Žanrid ja sildid

Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
11 juuli 2023
ISBN:
978-625-6485-43-3
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap

Selle raamatuga loetakse