Loe raamatut: «Uğultulu Tepeler»
Emily Brontë, 1818 yılında Thornton, İngiltere’de dünyaya geldi. Seyahatleri ve okul için ayrılması dışında tüm hayatını papaz olan babasının görevli olduğu Haworth’ta geçirdi. Annesini çok küçük yaşta kaybetti. Bu yüzden evlerinin idaresini teyzeleri üstlendi. Cowan Bridge’deki Clergy Daughters’ School’da geçirdiği tek bir yıl dışında, evde eğitim gördü. Kız kardeşi Charlotte’la bir süre eğitim almak için Brüksel’e gittiyse de kısa süre sonra yine Haworth’a geri döndü.
Bronte kardeşler tarih, coğrafya ve biyografi konularıyla da ilgilenebildiler ki bu, kendi yaşlarındaki ve sınıflarındaki kızlar için alışılmadık bir durumdu. Ancak daha da alışılmadık bir şekilde, babaları onlara kitaplara, süreli yayınlara ve gazetelere sınırsız ve sansürsüz erişim izni vermişti. Bu özgürlükten sonuna kadar yararlandılar ve bu okumalar, yaratıcı oyunlarının çoğuna ilham kaynağı oldu.
1845'te Charlotte, Emily’nin bazı şiirlerine rastladı ve bu, üç kız kardeşin de (Charlotte, Emily ve Anne) şiir yazdıklarının keşfedilmesine yol açtı. Bir yıl sonra, takma adlar kullanıp ortaklaşa bir şiir kitabı yayımladılar. Bu girişim, kız kardeşlere yaklaşık elli sterline mal oldu ve kitap yalnızca iki kopya satıldı.
Emily Brontë’nin tek romanı Uğultulu Tepeler, Aralık 1847’de yayımlandı. O da kız kardeşleri gibi romanı için bir yayıncı bulmakta çok zorlanmıştı.
Roman ilk yayımlandığında pek başarılı olmadı; eleştirmenler düşmanca davrandı. Hak ettiği değeri ancak çok sonraları bulabildi ve İngiliz edebiyatının başyapıtları arasındaki yerini aldı. Uğultulu Tepeler bugün artık klasik romanlar arasında sayılıyor ve en çok satanlar arasında daima ilk üç sırada yer almaya devam ediyor.
Brontë, romanıyla Viktorya Çağı’nın tüm geleneklerini, ahlak kurallarını altüst etti. Dramatik ve şiirsel sunumu, alışılmadık yapısıyla dönemin diğer romanlarından ayrıldı. Her şeyden fazla ölçülü davranmaya, törelere uymaya, aklı başında davranmaya özen gösterilen bir çağda, çılgın bir aşk tutkusunu anlattı. Ancak eleştirmenler kitabın sadece tutku ve coşkudan oluşmadığını; Emily Brontë’nin sadece romantik değil tam anlamıyla gerçekçi bir yazar olduğunu da dile getirmişlerdir. Viktorya Çağı’nda toplumun bireye, özellikle kadına uyguladığı baskıdan, bireye dayatılan kalıplaşmış düşünce ve yaşam biçimlerinden kurtulmak amacıyla Emily Brontë, romanında Gotik edebiyattan da büyük ölçüde yararlanmıştır.
Romanının yayımlanmasından kısa bir süre sonra Emily Brontë’nin sağlığı hızla bozulmaya başladı. Bir süredir hastaydı ancak tıbbi yardım almayı reddetti. 19 Aralık 1848’de, otuz yaşındayken tüberkülozdan hayata veda etti.
Azize Bergin, 1932 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Bursa’da geçti. Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinde öğrenim gördü. 1950 yılında gazeteciliğe başladı. 1952 yılından itibaren gazetecilikle çevirmenliği bir arada sürdürdü. Çeşitli yayınevlerinde yayımlanan çeviri kitaplarının sayısı 200’ün üzerindedir. 33 yıl Hürriyet gazetesinde ve ağırlıklı olarak Kelebek ilavesinde çalıştı. 2007'de Hürriyet gazetesinden emekli oldu. Bergin, “Basın Şeref Kartı” sahibiydi. 2016 yılında Bodrum’da vefat etti.
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
B. EARNSHAW: Uğultulu Tepeler malikânesinin sahibi.
CATHERINE ya da CATHY: Earnshaw’nun oğlu, Catherine’in ağabeyi.
HEATHCLIFF: Earnshaw’nun büyüttüğü, çocuklarından daha çok sevdiği kimsesiz bir çocuk.
B. LINTON: Trushcross Çiftliği’nin sahibi.
ISABELLA: Linton’ın kızı; Heathcliff’le evlenir.
EDGAR: Linton’un oğlu; Catherine’le evlenir.
FRANCES: Hindley’in karısı.
HARETON: Hindley’le Frances’in oğlu, Catherine Earnshaw’nun ağabeyinin Catherine Linton’ın da dayısının oğlu.
CATHERINE LINTON: Earnshaw’nun kızı Catherine’le Edgar Linton’ın kızı.
LINTON HEATHCLIFF: Heathcliff’le Isabella’nın oğlu.
ELLEN DEAN ya da NELLY: Thrushcross Çiftliği’nde ev işlerine bakan yaşlı kadın; hikâyenin büyük bir kısmını o anlatır.
B. LOCKWOOD: Thrushcross Çiftliği’nin kiracısı; hikâyeyi anlatanlardan biri.
Olay 1750-1802 yılları arasında Kuzey İngiltere’de geçer.
1
Ev sahibimi -ileride başımı derde sokacak olan şu yalnızlığa meraklı komşumu- ziyaretten biraz önce döndüm. Burası gerçekten çok güzel bir yer! Bütün İngiltere’de, kalabalığın kaynaşmasından böylesine uzak bir çevre bulabileceğimi hiç sanmıyordum. İnsanlardan kaçan bir kimse için tam bir cennet burası… Bay Heathcliff’le ben de bu ıssızlığı paylaşmak için öyle uygun iki kişi oluyoruz ki!
Esaslı bir adamdı bu Heathcliff! Ben at üzerinde ona yaklaşırken kaşlarının altından kara gözleriyle beni şüpheli şüpheli süzdüğü sırada ve ona kendimi tanıtırken parmaklarını kıskançlıkla yeleğinin içine soktuğu zaman, kanımın ona nasıl kaynadığını fark etmedi bile.
“Bay Heathcliff sizsiniz, değil mi?” diye sordum.
Cevabı, başını eğmek oldu.
“Ben yeni kiracınız Lockwood, efendim. Buraya gelir gelmez sizi ziyaret etmekle şeref kazanmak istedim. Niyetim, Thrushcross Çiftliği’ne kiracı olarak gelmekte bu kadar ısrar edişimin sizi tedirgin edip etmediğini öğrenmekti. Dün duyduğuma göre, bazı düşünceleriniz varmış…”
Yüzünü buruşturarak sözümü kesti.
“Thrushcross Çiftliği benim malımdır, bayım! Kimsenin beni tedirgin etmesine müsaade edemem, elimden geldikçe… Girin içeri!”
Bu “Girin içeri!” sözlerini kısılmış dişlerinin arasından söylemiş, “Canın cehenneme!” demeye getirmişti. Üzerine yaslandığı bahçe kapısı bile efendisinin bu sözlerini beğenmediğini gösterir bir harekette bulunmadı. Yanılmıyorsam, sırf bu durum dolayısıyla daveti kabul ettim. Benden daha fazla çekingen davranan bu adama karşı, içimde bir ilgi uyanmıştı.
Atımın, kapıyı güzelce göğüslediğini görünce elini uzatıp kapının zincirini çözdü. Sonra somurtkan bir tavırla önüme düştü ve avluya girerken de bağırdı:
“Joseph, Bay Lockwood’un atını al; sonra da şarap getir!”
Bu çifte emrin bendeki tepkisi, “Herhâlde işlerin hepsini bir tek hizmetçi görüyor.” düşüncesi oldu. İçimden: “Kaldırım taşlarının arasından otların fışkırmasına şaşmamalı. Galiba otları da kocabaş hayvanlardan başka düzelten yok.” diyordum.
Joseph, güçlü kuvvetli görünmesine rağmen yaşlıca. Hayır, yaşlı hatta belki de çok yaşlı bir adamdı.
Atımı alırken aksi aksi: “Tanrı yardımcımız olsun!” diye söylendi. Bir yandan da yüzüme öyle ekşi ekşi bakıyordu ki yediği yemeği hazmedebilmesi için kutsal bir yardıma ihtiyacı olduğunu düşündüm. Bu davranışlarının da benim beklenmedik ziyaretimle ilgisi bulunmadığını anladım.
Uğultulu Tepeler, Bay Heathcliff’in malikânesinin adıdır. “Uğultulu” fırtına şeklinde esen rüzgârın çıkardığı sesi anlatmak için kullanılan bir sıfattır. Gerçekten de burada, havanın her zaman çok temiz ve sağlam olduğunu kabul etmek gerekir. İnsan burada kuzey rüzgârının kudretini, evin arkasındaki birkaç köknar ağacının yana yatışından, bir sıra cılız çalılığın bütün dallarının güneşten sadaka dilenir gibi bir yöne uzanmasından anlayabilir. Bereket ki mimar, bunları önceden düşünüp binayı sağlam yapmış: Daracık pencereler duvarların içine iyice oturtulmuş, köşeler de iri taşlarla sağlamlaştırılmış.
Eşiği geçmeden önce durdum, ön kısma özellikle sokak kapısının üzerine serpiştirilmiş kabartmaları hayranlıkla seyrettim. Kapının üzerinde yıpranmış ejderhalar, çıplak küçük çocuk kabartmaları arasında “1500” yılını, bir de “Hareton Earnshaw” adını gördüm. Bu konuda birkaç söz söyleyebilir, asık yüzlü ev sahibinden buranın kısa bir tarihçesini öğrenmek isteyebilirdim ama onun kapıdaki davranışları benden ya içeriye girmemi ya da çıkıp gitmemi istediğini belirtiyordu. Ben ise evin içini görmeden ev sahibinin sabrını taşırmak niyetinde değildim.
Sofa ya da aralık gibi bir yerden geçmeden bir adımda oturma odasına giriverdik. Bu çevrede, böyle odalara haklı olarak “ev” deniliyor çünkü genellikle mutfak da oturma odası da aynı yerde oluyor. Fakat galiba Uğultulu Tepeler’de mutfak, binanın başka bir bölümündeydi çünkü kap kacak tıngırtıları, pek derinden geliyordu; üstelik koca ocağın başında kaynatma, pişirme, kızartma gibi işlemlerin yapıldığına dair en küçük bir işaret yoktu. Duvarlarda da bakır tavalar, teneke süzgeçler asılı değildi. Yalnız bir köşede büyük meşe dolabın üstünde sıra sıra dizilmiş gümüş maşrapalar, ibrikler, kalaylı sahanlar, hem ışığı hem de ısıyı yansıtarak tavana kadar yükseliyordu. Tavan kaplı değildi, olduğu gibi çıplak bırakılmıştı. Yalnız bir kısmına çakılmış tahtalara asılı sığır, koyun, domuz butları tavanı örtüyordu. Ocağın üstünde çeşit çeşit eski korkunç tüfekler, bir çift horozlu tabanca vardı. Süs olsun diye de rafa cicili bicili çay takımları sıralanmıştı. Döşeme düzgün beyaz taştandı; iskemleler, yüksek arkalıklı, kaba görünüşlüydüler, yeşile boyanmışlardı. Koyu renkli birkaç tanesi de karanlık köşelere gizlenmiş duruyordu. Kap kacak tezgâhının altındaki kavisli bölümde, koyu kahverengi iri bir dişi av köpeği mızıldanan yavruları arasında uyukluyordu. Öbür köşelerde de başka köpekler siftinip duruyorlardı.
Bu daire, eşyalar; kuzeyde doğmuş, büyümüş, kısa pantolonlu, inatçı görünüşlü kendi hâlinde bir çiftçiye ait olsaydı şaşılacak bir yeri bulunmazdı. Tam zamanında yani akşam yemeğinden hemen sonra şu tepelerde, sekiz-on kilometre dolaşırsanız böyle bir kimseyi, koltuğuna oturmuş, önündeki yuvarlak masada duran köpüklü birasını içerken görebilirsiniz. Fakat Bay Heathcliff, çevresiyle de yaşayışıyla da tam bir tezat meydana getirmektedir. Dış görünüşüyle kara bir Çingene’den farksızdır ama giyimiyle, davranışlarıyla kibar bir beyi andırır. Yani bir köy ağası ne kadar kibar olabilirse o kadar… Biraz şapşal görünürse de dimdik, biçimli vücudu yüzünden kayıtsızlığı göze batmaz. Bazıları onun bir hayli kaba, gururlu bir adam olduğunu düşünebilirler. Ben, içten gelen bir duyuşla, durumun hiç de öyle olmadığını sezinliyorum. Biliyorum ki onun içine kapanık olması duygularını belli etmekten, karşılıklı nezaket gösterilerinde bulunmaktan hoşlanmamasından ileri geliyor. Onun sevgisi de nefreti de aynı derecede gizli olacaktır fakat yeniden sevilmeyi de nefret edilmeyi de bir nevi küstahlık gibi görecektir. Hayır, ben de fazla ileri gidiyorum, kendi özelliklerimi hiç çekinmeden ona mal ediyorum. Belki de benim gibi ileride tanıdığı olacak birine, hemen elini uzatmayışının çok daha başka sebepleri var. Yaradılış bakımından pek kimseye benzemediğime inanmak isterim; sevgili anacığım da hiçbir zaman rahat bir yuvaya kavuşamayacağımı söyler dururdu, böyle bir yuvaya layık olmadığımı da daha geçen yaz ispat ettim.
Deniz kıyısında, güneşli havaların tadını çıkarmaya çalışırken pek şahane bir yaratıkla tanışmıştım. O, benimle ilgilenmedikçe gerçek bir tanrıçaydı. Aşkımı asla sözlerle açıklamamıştım ama bakışların da bir dili varsa dünyanın en aptal insanı bile benim bakışlarımdan ona, deli divane âşık olduğumu anlayabilirdi. En sonunda o da beni anladı, bakışlarıyla cevap verdi. Hem de bakışların en tatlısıyla… Peki, ya ben ne yaptım? Utanarak itiraf ediyorum, buz gibi kesilip tıpkı bir salyangoz gibi kabuğuma çekildim. Her bakışım, biraz daha soğuk biraz daha uzaktı. Sonunda, zavallı masum yavrucak duygularından şüphelenmeye başladı, yaptığı hatanın verdiği şaşkınlık içinde, oradan uzaklaşmaları için annesini zorladı. Durumun böyle ilginç bir şekil almasıyla da kalpsiz damgasını yedim. Bunu ne kadar hak etmediğimi de ancak ben bilirim.
Ocak taşının yanında, ev sahibimin yöneldiği sandalyenin karşısında bir sandalyeye oturdum; aradaki sessizliği, yavrularının yanından uzaklaşan dişi köpeği okşayarak geçiştirmeye çalıştım. Köpek de dudakları kıvrılmış, beyaz dişleri sulanmış, tıpkı bir kurt gibi ayağımın arkasını ısırmaya hazırlanıyordu. Benim okşayışım, köpeğin uzun uzun hırıldamasına sebep oldu.
Bay Heathcliff köpeğin hırıltısından farksız bir sesle: “Hayvanı rahat bıraksan iyi olur!” dedi. Ayağıyla köpeğe bir tekme vurarak hayvanın şiddet gösterisini önledi. “Şımartılmaya alışık değildir. Zaten süs köpeği olarak beslenmiyor.” dedi. Sonra yan kapıya giderken tekrar bağırdı:
“Joseph!”
Joseph, kilerin derinliğinden anlaşılmaz bir şeyler geveledi ama yukarı çıkmaya da hiç niyeti olmadığı belliydi. Bunun üzerine efendisi, beni o dişi canavarla, ayrıca benim her hareketimi kıskanç bakışlarla gözlemeyi bu dişi köpekle paylaşan bir çift çoban köpeğiyle baş başa bırakıp aşağıya indi.
Hayvanların köpek dişleriyle ilişki kurmaya pek meraklı olmadığım için gık demeden, kımıldamadan oturdum ama onların sessiz hareketlerden pek bir şey anlamayacaklarını tahmin ettiğim için, üçlü gruba kaş oynatıp göz kırpmaya başladım. Yüzümün aldığı şekillerden biri, köpek hanımı pek rahatsız etmiş olacak ki birden öfkeyle kucağıma atladı. Onu geri itip hemen masanın arkasına çekildim. Bu olay, bütün sürüyü ayağa kaldırmıştı. Yarım düzine, değişik boyda, değişik yaşta dört ayaklı canavarlar, saklandıkları köşelerden çıkıp ortaya geldiler. Topuklarımın, paltomun eteklerinin saldırıya uğradığını hissediyordum. Saldırıların şiddetlice olanlarını ocağın demiriyle, gücüm yettiği kadar önlemeye çalışıyordum, bir yandan da huzura kavuşmak için ev halkından yardım istemek amacıyla bağırmaya başlamıştım.
Bay Heathcliff’le uşağı, kilerden insanı çıldırtacak derecede büyük bir soğukkanlılıkla çıktılar. Ocakbaşında müthiş bir vaveyladır koptuğu hâlde, onların her zamankinden birazcık daha hızlı yürüdüklerini sanmıyorum.
Neyse ki mutfağın sakinlerinden biri; eteğinin bir ucu beline sokulmuş, kolları çıplak, yanakları fırın ateşinden kızarmış, şişman bir kadın, elindeki tavayı sallayarak geldi. Zehir gibi diliyle tavasını silah olarak kullandı da fırtına diniverdi. Efendisi sahneye geldiği zaman da kadın, odanın ortasında fırtınadan sonra dalgalanan deniz gibi kabara kabara nefes alıp veriyordu.
Evin beyi, hele beni o kaba karşılayışından sonra güçlükle dayanabileceğim bir tavırla yüzüme bakarak sordu:
“Ne herzeler yeniyor burada?”
“Ne herzeler yenmiyor ki!” diye mırıldandım. “Cin çarpmış bir domuz sürüsü bile sizin şu hayvanlarınızdan daha kötü ruh taşıyamaz, Beyefendi. Misafirlerinizi aç kaplanların ortasına bırakırsanız daha iyi edersiniz.”
Şişeyi önüme koyup masayı düzeltmeye çalışırken:
“Onlar hiçbir şeyi ellemez, kimselere dokunmazlar.” dedi ve ekledi.
“Köpeklere uyanık olmak yaraşır. Bir bardak şarap içer misiniz?”
“Hayır, teşekkür ederim.”
“Isırmadılar ya?”
“Öyle bir şey olsaydı ısıranın hesabını görürdüm.”
Heathcliff rahatlayarak gülümsedi:
“Hadi hadi! Bay Lockwood…” dedi. “Korktunuz. Azıcık şarap için. Bu eve misafir o kadar seyrek gelir ki ben de köpeklerim de onlara karşı nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Sağlığınıza, efendim.”
Başımı eğdim, bu temenniye aynen karşılık verdim. Bir alay adi köpeğin adice davranışına küsüp oturmanın budalalık olacağını anlamaya başlamıştım. Sonra, bu adamın benimle fazla eğlenmesini de istemiyordum, çünkü hâlinden bunu sezmiştim.
O da herhâlde iyi bir kiracıyı kızdırmanın saçma bir iş olduğunu düşünmüştü ki sizli bizli konuşmayı bırakmış, beni ilgilendireceğini tahmin ettiği konularda samimi bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı. Konu da benim herkesten uzak yaşamak için seçtiğim bölgenin iyi ya da kötü taraflarıydı.
Değindiğimiz konularda onun çok bilgili olduğunu fark ettim. Eve gitmek üzere ayrılmadan önce de ertesi gün onu tekrar ziyaret edebileceğimi söylemek cesaretini buldum.
Kendisini tekrar rahatsız etmemi istemediği muhakkaktı. Fakat ben gene de gideceğim. Onun yanında ben kendimi çok daha insancıl buluyorum. Bu da şaşılacak bir şey…
2
Dün öğleden sonra hava sisli, soğuktu. Çamurlara, çalılara bata çıka Uğultulu Tepeler’e gitmeye çalışmaktansa vaktimi çalışma odamda ocağın başında geçirmeye hemen hemen kararlıydım. Yalnız, yemekten sonra tembellik etme düşüncesiyle merdivenleri çıkıp odaya girdiğim zaman bir hizmetçi kızın, fırçalar, süpürgeler arasında odanın ortasına diz çökmüş olduğunu gördüm. Ocağın ateşine kül atıp söndürürken de öyle toz çıkarıyordu ki… (Ben on iki ile bir arasında yemek yerim. Evle beraber devredilmiş olan kâhya kadın, benim saat beşte de yemek yemek isteyebileceğimi anlayamıyordu ya da anlamak istemiyordu.) Bu manzara beni hemen geri dönmeye zorladı; şapkamı aldım, yedi kilometrelik bir mesafeyi yürüdükten sonra Heathcliff’in bahçe kapısına ulaştım. Tam bu sırada lapa lapa yağmaya başlayan karın tüy gibi serpintilerinden kurtuldum.
O çıplak tepe üzerinde toprak dondan sertleşmişti. Hava da beni iliklerime kadar titretti. Zinciri kaldıramayınca üzerinden atladım. İki yanı böğürtlenli o taş döşeli yoldan koşa koşa kapıya geldi; parmaklarım uyuşuncaya, köpekler havlamaya başlayıncaya kadar da durmadan kapıya vurdum.
İçimden: “Sefiller!” diye mırıldanıyordum. “Bu misafirsevmezliğiniz yüzünden hemcinslerinizden ayrı düşmeyi hak ettiniz. Ben hiç olmazsa güpegündüz kapımı kilitli tutmayı düşünmezdim. Ama bana vız gelir… Nasıl olsa içeri gireceğim!”
Bu kararı verdikten sonra kapının tokmağını kavradım ve hırsla salladım. Sirke suratlı Joseph, ahırın yuvarlak pencerelerinin birinden başını uzattı.
“Burada ne işin var?” diye bağırdı. “Efendiyi arıyorsan orada kümeste, ahırın az ilerisinde. Onunla konuşacaksan oraya git!”
Buna karşılık ben: “İçeride kapıyı açacak kimse yok mu?” diye bağırdım.
“Hanımdan başka hiç kimse yok, o da sana kapıyı hiç açmaz, akşama dek vursan da gene açmaz.”
“Niçin? Benim kim olduğumu ona söylemez misin, Joseph ha?”
“Ben mi? Aah, ben bu işe karışmam!” diye söylenirken başı pencereden kayboldu.
Kar şiddetini artırmıştı. Bir kere daha denemek için tokmağı kavradım. O sırada, arka avluda omuzunda başak tırmığıyla ceketsiz bir delikanlı belirdi, peşinden gitmemi işaret etti. Çamaşırhaneyi geçip kömürlüğü, tulumbayı, güvercin kafesini geride bıraktıktan sonra, daha önce buyur edildiğim o büyük, iç açıcı, ılık salona vardık.
Kömür, odun karışımı ile yanan ocağın ateşi, salona girer girmez insanın yüzüne vuruyordu. Üzeri bol akşam yemekleriyle dolu masanın yanı başında da varlığından hiçbir zaman şüphe etmediğim “hanım”ın oturduğunu görmek hoşuma gitti.
Başımla selam verdim, bana oturmamı söylesin diye bekledim. Kadın, koltuğuna yaslanarak bana baktı, hiç sesini çıkarmadığı gibi yerinden de kıpırdamadı.
“Hava çok sert.” dedim. “Uşaklarınızın vurdumduymazlığının cezasını ne yazık ki kapınız çekiyor, Bayan Heathcliff. Onlara sesimi duyuruncaya kadar kapıyı bir hayli hırpaladım.”
Kadın ağzını hiç açmadı. Ben ona baktım, o bana baktı. Gözlerini benden hiç ayırmıyordu. Soğuk, sevimsiz; insana utanç verecek, canını sıkacak bir ifadeyle bakıyordu.
Delikanlı, boğuk bir sesle: “Oturun.” dedi. “Bey de neredeyse gelir.”
Dediğini yaptım, bir şeyler kekeledim; sonra beni ikinci defa görünce tanıdığını belli etmek için kuyruğunu sallayan o alçak Juno’ya seslendim.
“Çok güzel bir hayvan.” diye yeniden laf açtım. “Yavrularını dağıtmayı düşünüyor musunuz, Hanımefendi?”
Sevimli ev sahibesi, Heathcliff’ten bile daha sert bir tavırla:
“Onlar benim değil!” diye söylendi.
Ben de kediye benzer yaratıklarla dolu yastığa doğru dönerek:
“Sizin gözdeleriniz şunlar olmasın?” dedim.
Kadın, öfkeli: “Aman! Ne de gözde olacak şeyler!” dedi.
Aksilik bu ya, bunlar meğer bir yığın ölü tavşanmış. Gene kem küm ettim, ocağa yaklaşıp havanın kötülüğü konusundaki sözlerimi tekrarladım.
Kadın yerinden kalkıp ocağın rafı üzerindeki boyalı çay bardaklarından ikisini almaya uzanırken:
“Dışarı çıkmamalıydınız.” dedi.
Daha önce kadın gölgede kalmıştı, şimdi ise onu iyice görebiliyordum. Zayıf ve nahifti, genç kızlık çağını henüz geçmiş olmalıydı. Vücudu güzeldi, yüzü de şimdiye kadar gördüğüm küçük yüzlerin en şiriniydi. Lepiska… Hayır, altın sarısı bukleler narin boynuna doğru sarkıyordu, bakışları biraz daha yumuşak olsaydı onlara kimse dayanamazdı… Ama Tanrı’ya şükür, bu gözlerdeki tek ifade, küçük görme ile çaresizlik arası, bu gözlere hiç de yakışmayan bir ifadeydi.
Çay bardakları epey uzaktaydı, onlara erişemeyecekti; ben ona yardım etmek için davrandım. Tıpkı altınlarını saymakta olan bir cimrinin kendisine yardım etmek isteyen bir kimseye dönüşünü andıran bir hava içinde, hışımla bana döndü.
“Sizden yardım istemem!” diye kestirip attı. “Ben onları kendim alırım.”
Hemen:
“Affedersiniz.” dedim.
Kusursuz siyah elbisesinin üzerine bir önlük bağladı, elinde bir kaşık çayla çaydanlığa doğru eğilirken:
“Çaya davet edilmiş miydiniz?” diye sordu.
“Bir bardak verirseniz memnuniyetle içerim.” dedim.
Kadın sorusunu tekrarladı:
“Davet edilmiş miydiniz?”
Hafifçe gülümseyerek:
“Hayır.” dedim. “Beni davet etmesi gereken kimse, sizsiniz.”
Çayı kaşığıyla birlikte kutuya atarak öfkeyle yerine oturdu. Alnı kırışmış, o kıpkırmızı alt dudağı, ağlamaya hazırlanan bir çocuğunki gibi sarkmıştı.
Bu arada delikanlı da omuzlarına eski püskü bir ceket almış, ateşin karşısında dimdik duruyor sanki aramızda paylaşılmamış bir koz varmış gibi gözlerinin kuyruğundan dik dik beni süzüyordu. Onun, bir uşak olup olmadığından da şüphelenmeye başlamıştım. Kıyafeti, konuşması pek kabaydı. Bay, Bayan Heathclifflerde göze çarpan üstünlük havasından onda eser yoktu. Kıvırcık kumral saçları, hem gürdü hem de çok bakımsızdı; favorileri yanaklarına doğru uzuyordu, elleri de işçi eli gibi kir içindeydi. Yalnız davranışları serbest hatta biraz da mağrurdu, evin hanımına hizmet ederken de bir uşaktan beklenen şekilde atik davranmıyordu.
Onun durumunu kesin olarak öğrenmemi sağlayacak ipuçlarını elde edemediğim için adamın garip davranışlarını görmezlikten gelmeyi tercih ettim. Zaten beş dakika sonra da Heathcliff’in içeri girmesiyle ben de bu huzursuz durumdan biraz olsun kurtuldum.
Neşeli bir hâl takınarak:
“Görüyorsunuz ya, söz verdiğim saatte geldim efendim!” diye bağırdım. “Havanın kötülüğü yüzünden de yarım saat kadar burada kalmam gerekecek ama tabii, evinizde kalmama izin verirseniz…”
Elbisesinin üzerindeki beyaz tanecikleri silkeleyerek:
“Yarım saat mi?” diye mırıldandı. “Buralara gelmek için böyle karlı, fırtınalı havayı seçmenize şaştım doğrusu. Bataklıkta yolunuzu kaybetme tehlikesinin bulunduğunu biliyor musunuz? Bu kırları iyi bilenler bile böyle zamanlarda sık sık yollarını kaybedebilirler. Hem size bir şey söyleyeyim mi, şimdilik havanın düzelme ihtimali de hiç yok.”
“Belki de adamlarınızdan biri bana kılavuzluk edebilir, sabaha kadar da çiftlikte kalır. Bana birini verebilir misiniz?”
“Hayır, veremem.”
“Ya, öyle mi? O hâlde ben de işimi kendim hallederim.”
“Öf!”
O eski püskü ceketli delikanlı, yırtıcı bakışlarını benden ayırıp genç kadına çevirerek sordu:
“Çayı hazırlayacak mısınız?”
Kadın da Heathcliff’e dönerek:
“Ona da çay verilecek mi?” diye sordu.
Cevap: “Hadi, hazırla!” oldu. Bu, öyle sert bir sesle söylenmişti ki yüreğim oynadı. Bu sözlerdeki eda, adamın tabiatının kötülüğünü açığa vuruyordu. Artık Heathcliff için esaslı bir adam demek de içimden gelmiyordu.
Hazırlıklar tamamlanınca beni:
“Hadi bakalım efendi, çek sandalyeni.” sözleriyle sofraya çağırdı.
Kaba delikanlı dâhil, hepimiz masanın etrafına dizildik, ciddi bir sessizlik içinde yiyip içmeye koyulduk.
Sofra başındaki bulutlu havaya nasıl ben sebep olduysam bulutları dağıtmanın da gene bana düştüğünü düşünüyordum. Bu insanlar, her gün sofraya böyle ciddi, öfkeli bir hâlde oturamazlardı; ne kadar kötü huylu olurlarsa olsunlar gene de bu öfkeli ifade yüzlerinin her zamanki normal ifadesi değildi herhâlde.
Birinci bardağı bitirip ikincisini beklerken:
“Çok garip…” diye söze başladım. “Geleneklerin zevklerimize, fikirlerimize şekil vermesi çok garip. Birçokları, sizin şu dünyadan uzak tam bir sürgün gibi yaşayışınızda mutlu bir taraf bulunabileceğini akıllarına bile getirmezler, Bay Heathcliff. Fakat şunu da söylemek isterim ki bir aile çevresi içinde bulunurken ve kalbinizle evinizin koruyucu meleği sevimli hanımınız varken…”
Yüzünde şeytanca bir gülümseyişle sözümü kesti:
“Benim sevimli hanımım mı? Nerede o? Yani şu, benim sevimli hanımım nerede?”
“Bayan Heathcliff, yani hanımınız demek istedim.”
“Ha, evet… Yani, vücudu çürüdükten sonra da ruhunun koruyucu bir melek olduğunu, Uğultulu Tepeler’i korumak görevini üzerine aldığını söylemek istiyorsunuz, öyle mi?”
Pot kırdığımı fark ederek bunu düzeltmeye çalıştım. İkisi arasında karı koca olmalarına imkân bırakmayacak derecede büyük yaş farkı bulunduğunu tahmin etmeliydim. Biri kırk yaşlarındaydı; bu da bir erkeğin bir kadınla aşk evliliği yapabilme ihtimalinin pek zayıf olduğunu anlayacak kadar kafasının işlediği bir yaştır. Bu hayal ancak çökme yaşlarında bizim tek avuntumuz olur. Öteki de daha on yedisinde bile görünmüyordu.
Birden zihnimde bir şimşek çaktı: Şu dirseğimin dibinde oturup çanaktan çay içen, ekmeğini kirli elleriyle yiyen palyaço, onun kocasıydı mutlaka. Heathcliff’in de oğlu olsa gerekti. İşte diri diri gömülmenin sonucu da buydu: Ondan daha iyilerinin varlığından haberi olmadığı için kızcağız kendini, bu hödüğün kollarına atmıştı. Ne yürekler acısı bir durum! Onda pişmanlık duygusu uyandırmamaya dikkat etmeliyim.
Bu düşüncemle biraz kendimi beğenmişlik yaptığım sanılabilir ama öyle değil. Komşum, bana dünyanın en berbat insanı gibi görünmüştü. Bir hayli yakışıklı olduğumu da edindiğim tecrübeler bana öğretti.
Heathcliff:
“Bayan Heathcliff, benim gelinimdir.” diyerek düşüncelerimi doğruladı. Konuşurken nefret dolu bir bakışla ona bakıyordu. Yüzündeki kaslar, bütün öteki insanlardakinin tersine, içinden geçenleri yansıtmayacak anormal bir yapıda değilse tabii.
Yanımdakine dönerek:
“Ha, tabii şimdi anladım.” dedim. “Bu koruyucu meleğin talihli sahibi sizsiniz.”
Bu, önceki potumdan daha kötü olmuştu. Delikanlının yüzü, al al oldu; hücum etmeye hazırlanıyormuş gibi yumruklarını sıktı. Sonra kendini çarçabuk toplayıverdi, havaya pek kaba bir şekilde küfretti. Bunu aslında bana söylemişti ama ben duymazlıktan geldim.
Ev sahibim:
“Ne yazık ki tahminlerinde hep yanılıyorsun, efendi.” dedi. “İkimiz de sizin iyilik perinize sahip olma şansını elde edemedik. Onun eşi öldü. Onun gelinim olduğunu daha önce size söylemiştim; demek ki benim oğlumla evlenmiş.”
“Öyleyse bu genç adam da…”
“Oğlum değil elbette.”
Heathcliff, kendisini bu ayının babası sanmam pek garip bir şeymiş gibi gülümsedi.
Öbürü de: “Benim adım, Hareton Earnshaw.” diye gürledi. “Bu isme saygı göstermeni tavsiye ederim.”
Adamın kendini böbürlenerek takdim edişine içimden gülerek:
“Saygıda kusur etmedim ki.” diye karşılık verdim.
Gözlerini ısrarlı bir şekilde üzerime dikmişti. Ben bakışlarımı başka yöne çevirmek zorunda kaldım çünkü kulaktozuna bir yumruk sallamaktan ya da kendimi tutamayıp kahkahalarla gülmekten korkuyordum. Bu sevimli aile çevresinde, kendimi pek yabancı hissetmeye başlamıştım. Buranın havasındaki huzursuzluk, bütün maddi rahatlıklarını hiçe indirmekteydi. Bir üçüncü defa bu çatı altına girmeden önce, uzun uzun düşünmeyi kararlaştırdım.
Yemek işi sona erdikten sonra hiç kimse ağzını açıp bir çift güzel laf etmeye niyetli görünmeyince havanın durumuna bakmak üzere pencerelerden birinin önüne gittim.
Gördüğüm manzara, pek iç karartıcıydı: Etraf pek vakitsiz gecenin karanlığına bürünmüş, gökyüzü ile tepeler acı bir soluk kesici rüzgârın girdabıyla kar fırtınası içinde birbirine girmişti.
“Yanımda bir kılavuz olmadan eve gitmemin mümkün olacağını sanmıyorum!” diye elimde olmadan bağırdım. “Yollar şimdiden karla kaplanmıştır. Öyle olmasa bile bir adım ötesini görmeme imkân yok.”
Heathcliff: “Hareton, şu koyunları ahırın sundurmasına sür.” dedi. “Bütün gece ağılda kalırlarsa üstleri karla örtülür. Önlerine bir kalas koymayı da unutma.”
Gittikçe artan bir öfkeyle: “Peki, ben nasıl gideceğim?” diye sordum.
Soruma karşılık alamadım. Etrafıma bakınca köpekler için bir bakraç dolusu yulaf getiren Joseph’le, ocağın üzerindeki raftan çay fincanlarını alırken yere düşürdüğü kibritleri teker teker yakarak oyalanmaya çalışan Bayan Heathcliff’ten başka kimseyi göremedim.
Joseph, yükünü bıraktıktan sonra odaya şöylece tenkitçi gözlerle bakındı, çatlak sesiyle söylenmeye başladı:
“Herkes bir yana gidip bir şeyler yaparken sen nasıl burada aylak aylak dolaşıyorsun, ben onu anlamıyorum. Sen hiçbir işe yaramazsın. Kulağına da hiçbir söz girmiyor. Kötü âdetlerinden de vazgeçeceğin yok. Tıpkı annen gibi seni de şeytan çarpacak!”
Bir an, bu sözlerin bana söylendiğini sandım. Öfkelenerek ihtiyar budalayı bir tekmeyle dışarı atmak için ona doğru yürüdüm. Bayan Heathcliff’in cevap vermesi beni durdurdu.
“Seni gidi utanmaz, ikiyüzlü bunak seni! Şeytanın adını ağzına alınca çarpılacağını hiç düşünmüyor musun? Sana haber vereyim, beni kızdırmaktan vazgeç yoksa senin işten atılmanı yalvar yakar isteyeceğim.” Kadın, raftan koyu ciltli bir kitap alarak seslendi. “Sana büyücülükte ne kadar ilerlediğimi göstereceğim. Pek yakında da yapamayacağım hiçbir şey kalmayacak. Kızıl inek tesadüfen ölmedi, senin romatizmalarının da alın yazısı olduğuna inanmak güç…”
İhtiyar adam: “Ah! Şeytan kadın, şeytan kadın!” diye söylendi. “Tanrı bizi kötülüklerden korusun.”
“Sus… İmansız! Sen lanetlinin birisin. Defol yoksa fena hâlde canını yakarım. Burada hepinizi muma çevireceğim. Bana karşı koymaya ilk yelteneni de… Ona ne yapacağımı söylemeyeceğim ama sen göreceksin! Defol, seni göz hapsinde tutuyorum, bunu unutma!”
Küçük cadı, güzel gözlerine kötü bir ifade vermişti. Joseph de içten gelen bir dehşet duygusuyla, bir yandan dua edip bir yandan “Cadı!” diye söylenerek titreye titreye dışarı çıktı.
Kadının davranışının sıkıntıdan ileri gelen bir çeşit oyun olduğunu düşündüm, onunla yalnız kalınca da içinde bulunduğum sıkıntılı durumla onu ilgilendirmeye çalıştım.
Ciddi ciddi: “Bayan Heathcliff…” dedim. “Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın beni… Yalnız, sizde bu güzel yüz varken ister istemez yufka yürekli olmuşsunuzdur. Bana, evimi bulmama yardım edecek bir-iki ipucu verin. Siz Londra’ya nereden, nasıl gidilebileceğini bilmediğiniz gibi ben de buradan evime nasıl gideceğimi bilemiyorum.”
Kadın, iskemlesine iyice büzülerek oturmuştu. Önünde bir mum vardı. Koca kitap da açılmış, kucağında duruyordu:
“Geldiğiniz yoldan dönün.” dedi. “Belki çok kısa bir öğüt ama size bundan daha iyisini veremem.”
“Beni bataklıkta ya da karla kaplanmış bir hendekte ölü bulurlarsa buna, biraz da sizin sebep olduğunuzu düşünerek vicdanınız sızlamayacak, öyle mi?”
“Ben nasıl sebep olabilirim? Sizinle beraber gidemem ki! Bahçe duvarının önüne kadar gitmeme bile izin vermezler.”