Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Dar Sokakta Ayak Sesleri», lehekülg 2

Font:

Yengem, dün telefonda “Nezir, amcan iyi değil hastaneye götürüyoruz.” dediğinde hiç şaşırmadım. O kahpenin yüzündendir, dedim içimden. Hastaneye ulaştığımda çekilen beyin tomografisinde beyin kanaması geçirdiği anlaşılmıştı ve durumu gerçekten iyi değildi. Yüzünün kanı çekilmişti, ölü gibiydi. Saatler sonra birkaç cümle konuşabildik; o da Nagihan’la ilgiliydi. Doktorlar müsaade etmiyorlar ki…

Hep amcamın pısırıklığından oldu bütün bunlar. Ona “Amca yapma etme, kız kısmının yeri evidir, kıçını kırsın otursun anasının yanında, çevre mühendisliğinde okumak da neyin nesiymiş?” dedim ama dinletemedim. Hem ne olmuş çevremize? O cadaloz yengem gizli gizli destek verdi, biliyorum. Esas maksatları Nagihan’ın çevre mühendisliğinde okuması falan filan değil kızı bana vermemek, esas amaçları bu…

Yuttum zannediyorlar. Neymiş biraz okusun, zaten hevesi kendiliğinden geçermiş. Bunlar ahmak sürüsü Allah’ıma! Alın işte başınıza belayı! Bilmiyorum zannediyorsunuz. Bana vermemek için okumaya gönderdiğiniz kızınız orospu olup çıktı. Kına yakın, geberin! İnşallah hastaneden cenazen çıkar amca tamam mı?

Yok, yediremiyorum kendime arkadaş! Erkekliğime kim toz kondurabildi bugüne kadar. Sabırlı olup kendisini dinlemeliymişim. Eee… Ne oldu? Gör işte! Aldın mı ağzının payını? Bak hasta yatağında gebermek üzeresin kimin yüzünden? Ama çek cezanı!

Önce kalp krizi ardından beyin kanaması, yaşarsan sol tarafın çalışmayacakmış; öyle diyorlar. Beni dinleseydin bunlar gelir miydi başına? Sana döv dedim, kır bacağını dedim. “Hayır, yapamam.” dedin. “Nazlıdır.” dedin. “Hem Başer’in ölümünden sonra kıyamam evlatlarıma.” dedin. Bak ama o sana nasıl kıydı, ne hâle getirdi gör işte!

Şanslıysan geberirsin. Ama gebermeyeceğini biliyorum. Biraz zaman geçince bu rezilliğe alışırsın, çekersin sineye. Ama ya ben nasıl alışırım hiç düşündün mü?

Ya sen kahpe, ne buldun da gittin elin itine? Hem de benimle sözlüyken… Yok, büyük Allah’ım bunu kaldıramıyorum artık, dayanamıyorum artık! O orospuya yaşama hakkı yok bundan böyle! Nefes alıp verme hakkını elinden aldım Nagihan!

Güneş de nasıl yakıyor öyle. Tere battım bak. Ama fazla yolum kalmadı. İnşallah evdedir kahpe! Yorulmuştum ama olsun yine de merdivenleri hızlı hızlı çıktım. Kapıyı Nagihan’ın küçüğü Leyla açtı. Beni görünce korktu. Yüzü çok kötü görünüyordu. Benim çok mu iyiydi sanki? Şeytan diyor şunun da leşini ser şuraya! Bunların hepsi bana düşman. Aman kendine gel Nezir! Çabuk parlama hele. “Nagihan yok mu kız?” derken sesimi olduğundan fazla sertleştirip kalınlaştırdığımı fark ettim. Amcamın kızı daha korkup sindi ve telaşla:

“Eve geldiğimde yoktu, okula gitmiştir!” dedi.

“Ya da dostunun yanına!” diye parladım.

Leyla ne yapacağını bilemez durumda:

“Babama iç çamaşır götürmek için geldim eve; yoktu. Görmedim onu.” derken titriyordu.

Hah şöyle titreyin karşımda, sizin anlayacağınız dili iyi bilirim. Odalara, evin her tarafına baktım tek tek Nagihan evde mi diye ama yoktu. Sinirlenmiş, yorulmuştum. Oturma odasına gidip bir sigara yaktım ki telefon çaldı, irkildim. Çok gergindim. Tekrar çalınca ahizeyi kaldırıp dinledim. Telaşlı, tanımadığım bir kadın sesi hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu. Heyecandan önce bir şey anlamadım. Sonra Nagihan’ın küçüğü Leyla “Siz kimsiniz?” deyince paralelden dinlediğimi fark ettim. Telefondaki kadın, amcamın Urfa’ya ilk taşındıklarındaki komşuları ve Nagihan’ın çocukluk arkadaşı Zeynep’in annesi olduğunu, Nagihan’ın dün evlerine geldiğini, durmadan ağladığını, hatta bir ara bayıldığını söyledi. Vay kahpe vay! Nasıl da etrafı kandırmak için numara yapıyor görüyor musun?

Neyse, kadına kulak versem daha iyi olacak… “Bir derdi var bu çocuğun.” diyor kadın. Gece boyunca hiç uyumadığını, yorgun düştüğü için şimdi uyuduğunu ve bu fırsattan yararlanıp aradığını, kocasının şeker hastası olduğunu, yüksek tansiyonu bulunduğunu söyleyerek kibarca “Gelip götürün çocuğunuzu.” demeye getiriyordu. Telefondaki kadın “Annene selam söyle.” diyor ve unutmuş olabileceklerini düşünmese de işini sağlama alıp evinin yerini hatırlatıyor. Aman Allah’ım! Benim de tam duymak istediğim bu işte. Çabuk hareket etmem lazım! Sokak kapısını hızla açıp kendimi dışarı atıyorum.

Arka cebimdeki sustalı bıçağı çıkarıp kontrol ediyorum çalışıyor mu diye. Maşallah saat gibi. Merdivenleri ikişerli, üçerli iniyorum. Aldım canını Nagihan! Benimle oyun oynanmayacağını bilmen lazımdı. Söylemiştim sana. Şaka yaptığımı zannettin herhâlde. Böyle nazik konularda şaka yapmam ben. Babamı öldüren itin oğlunu Nusaybin’in orta yerinde nasıl kurşunladım çok iyi bilirsin. Diğerleri de hep son anda kurtuldular kurşunlarımdan ama sen sustalımdan kurtulamayacaksın. Sana kurşun sıkmaya değmez. Kurşunla vurarak seni yüceltmeyeceğim. Uyuz bir sokak köpeği gibi boğazlanmaya değersin sen! Bekle beni Nagihan birazdan yanındayım.

Ana caddeye ulaşıp onun sığındığı eve doğru hızla ilerlerken dizlerimin titrediğini fark ediyorum. Sıcaktandır deyip kendime cesaret veriyorum. Oysa anam “Gel oğlum vazgeç bu sevdadan, bak gurbet ellerdeyiz, hem sana hem ona yazık olacak!” dediyse de dinletemedi. “Olsun. İkimize de yazık olsun! İnat ettim bunu yanına koymayacağım, hem inat da bir murattır.” dedim. Üstelik benimkinin sevdadan olduğunu kim söylüyor, gururdan zavallı anam gururdan! Erkeklik gururum incindi bir defa, geri dönmem artık; dünya yıkılsa bile!

Yolda hızlı hızlı ilerlerken karşılaştığım birkaç tanıdıkla sertçe selamlaştım. Ama biri beni adam yerine koyup yüzüme bile bakmadı. Ona da göstereceğim bir gün. Hele şu işi bitireyim bir gün bütün dünya görecek Nezir’in kim olduğunu!

Kalabalık yolları geçip eski şehrin dar sokağından içeri girdiğimde göğsümdeki çarpıntının arttığını hissedince kendime kızdım. Üstelik dizlerimdeki titreme de fazlalaşmıştı. Dar yollar ıssızdı. Bu, işimi rahat görmem için iyiydi.

Yüksek avlu duvarları olan, eski evlerin kapı numaralarına bakarak ilerliyordum. Yüz otuz üç numaralı eve henüz rastlamadım ama kapı numaraları giderek artıyordu.

Ayak tıkırtılarımı dinleyerek yürüyordum. Aha işte aradığım ev! Göğsümde bir sıkışma oldu sanki. Kapının tokmağı olmasına rağmen öfkeyle yumrukladım. Beklerken arka cebimdeki sustalıyı tekrar kontrol ettim. Açılmayınca tekrar öfkeyle vurdum kapıya.

“Ee, e, e…” diyen bir kadın sesi duydum.

Bir iki dakika sonra kapının öte tarafında anahtarın kilidin içinde şakırtılı dönüşünün çıkarttığı sesi dinledim. Elli elli beş yaşlarında kısa boylu, zayıf, soluk çehreli bir kadın açtı kapıyı. Şaşkın ve ürkek bir ifade ile yüzüme bakıyordu.

“Buyur oğlum!” dedi tedirgince kendini kapının gerisinde gizlemeye çalışarak.

“Ben Nagihan’ın kardeşiyim. Babam hastanede yatıyor, buradaymış onu almaya geldim.” dedim.

“Kardeşi trafik kazasında öldü ama!” dedi.

Kadın boş bulunup bu sözleri söyledikten sonra yüzü korkudan bembeyaz oldu.

“Beni delirtme kadın Nagihan’ı almaya geldim!” dedim köpürerek.

“Az önce çıktı oğlum. Kız kardeşi aradı ne konuştular bilmiyorum. Çok telaşlıydı ama… İki gözüm önüme aksın ki doğru söylüyorum!” dedi.

Öfkeden kuduracak gibiydim. Kapıya bir tekme savurup ara sokaklara daldım. Ters yönde gitmiş olmalı yoksa karşıma çıkardı. O kadar da çabuk gelmeye çalıştım oysa… Ama fazla uzaklaşmış olamaz. Yakalarım şimdi kahpeyi. Bu defa elimden kurtulamaz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SONU

Ben önemli biri olmayı beceremeyen, önemsiz biriyim. Evet, tam söylediğim gibiyim. Önemli olmayı, önemli olmak isteyenlere, bunu çok ihtirasla isteyenlere bıraktım. Yataktan kalktım, bir süre tuvalette, lavaboda aynanın önünde oyalandıktan sonra giyinip dışarı çıktım.

İki yıldır özel bir ithalat şirketinde memur olarak çalışıyorum. Dolmuş durağına ulaştım ve kalabalığın içinde sessizce, beni çalıştığım iş yerine götürecek aracın gelmesini beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi, başkalarını bilemem ama kendimi, hayatımı düşünüp duruyordum yine.

Dıştan bakıldığı zaman dikkat çekecek bir yanım yoktu. Yani beni tanıyanların bildiği gibi sıradandım. Bu sözümü açmam gerekir mi bilmiyorum ama insanlarla karşılaştığım zaman kimsenin bana dikkatle, şaşırmış gibi baktığını hatırlamıyorum. Bilakis, günlük hayatlarında her gün onlarca kez gördükleri eşyalarına, tanıdıkları şeylere bakar gibi baktıklarını, rahat davrandıklarını kolaylıkla söyleyebilirim.

Çok konuşkan, sokulgan birisi olmadığım için, arada bir de olsa komik bir fıkra, ilginç bir hikâye anlatıp karşımdakileri güldürdüğüm veya farklı şeyler söyleyip kimseyi şaşırttığım da söylenemezdi. Yani gerçekten de sıradandım.

Durakta bekleyen hoş kokulu, uyku mahmuru genç kadınları, genç kızları, genç erkekleri ilgiyle izledim ama hiç kimse bunun farkına varıp oralı bile olmadı. Oysa ben de oradaydım.

Dolmuş gelmekte gecikmişti. İşe geç kalacaktım. Tedbir olsun diye hep beş dakika ileri ayarladığım saatime kaygıyla baktıktan sonra, tekrar dolmuşun geldiği yöne dikkat kesildim.

Beklerken yeniden içime döndüm. Aslında yalnızlığı seven biriydim. Arkadaşlıklarım yok değildi ama çok yüzeyseldi. Kimse için pek kaygılanıp üzüldüğümü hatırlamıyorum. Biraz da kuru bir adamdım herhâlde. Gerçi küçük, yoksul bir çocuk görsem üzülmüyor değildim ama hepsi o kadardı sanırım. Belki de hayatımda kendimi yeterince tanımam için önüme pek bir fırsat çıkmamıştı ve hakkımda yanılıyordum…

Beklediğim dolmuş gelince duraktaki kalabalık hareketlendi. İçeri girmek için kapının önünde itişerek biraz da birbirimizi dürterek araca güçlükle binebildik. Bu, yadırgamadığımız, sabah akşam alışık olduğumuz bir durumdu.

Neyse ki arka tarafta boş yer vardı da oturabildim. Yoksa iki büklüm canım çıkacaktı. Küçük şehirlerden İstanbul’a süren yoksul, işsiz güçsüz insan göçü bu şehri iyice yaşanmaz hâle getirdi artık.

Dolmuşun içi yeni binenlerle dayanılmayacak kadar kalabalıklaştı. İnsanlar ne yapsınlar; benim gibi bir şekilde işlerine yetişmek zorundalar… İyi ki karşıda oturmuyorum, yoksa bir de vapurla bu tarafa geçme eziyeti yaşayacaktım.

Kirli sakallı, kaba görünüşlü şoförün görüntüsü ve teypten etrafa yayılan müzik çok can sıkıcıydı. Dünya değişti; dolmuşlarda bu durum maalesef bir türlü değişmiyor. Dolmuşun içindeki kalabalık şayet azalmazsa nasıl ineceğimi aklıma getirince mutsuz oluyorum. En iyisi dışarıyı seyredip güzel şeyler düşünmek.

Havalar iyice ısındı, tatile çıkmanın planını yapmak lazım. İzin koparmak o kadar zor ki bakalım bu sene kısım şefimiz Meral Hanım’ı nasıl ikna edeceğim? Kendimi şimdi iyi hissediyorum ama siz beni akşam görmelisiniz. Yorgunluktan sürünerek dönüyorum eve.

Yalnız yaşadığımı söylemedim sanırım. Babam ilköğretim müfettişi Mesut Bey’le, ilkokul öğretmeni Nazlı Hanım’ın tek evlatlarıyım. İkisi de emekli artık. Silivri’de yazlıktalar.

Ailenin tek çocuğu olmak iyi mi ya da kötü mü hâlâ karar verebilmiş değilim. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama bu durum bazen bana çok sıkıcı geliyor. Babam için neyse de anneme göre hâlâ dünkü çocuğum. Bazı hafta sonları yanlarına gidiyorum yetiyor bana. Ama onlara kalsa her akşam dizlerinin dibinde görmek isterler o başka… Dokuzdan önce işe yetişemezsem Meral Hanım’dan çekeceğim var.

Kirli sakallı şoför, yolcu almak için sertçe fren yapınca insanlar kuzular gibi birbirinin üstüne yıkılmalarına rağmen kimseden ses çıkmadı. Herkesin benim gibi çok öfkelendiğini biliyorum. Bir iki kişi ağzıyla “cık cık” türünden sesler çıkarıp başını her iki yana salladıysa da daha ötesinde bir tepki verme cesaretini hiç kimse gösteremedi.

“Tepkisiz toplumuz” diyorlar ya bundan iyi örnek olur mu? E bir de gazeteler yazıyorlar, koca koca adamlar konuşup duruyorlar, demokrasimizin eksiği çok diye. Yahu bir dolmuş şoförüne bile davranışının yanlış olduğunu söyleyip tavır koyamayan insanların ülkesinde “demokrasinin” ne işi var Allah aşkına! Yine moralim bozuldu ve canım sıkılmaya başladı fakat en iyisi bu konudan çıkmak.

Babam dün akşam aradı, yazlığa hafta sonu mutlaka gelmemi söyledi. Yazlıktaki komşumuz Ruhi Amca’nın kayığı ile balığa çıkacakmışız. Fakat kendisi gibi emekli müfettiş olan Ruhi Amca’nın çenesi açıldı mı kapanmak bilmiyor ki! İnanın bıkıyor insan aynı teftiş hikâyelerini dinlemekten. Babamın tansiyonunu yükseltmemek için “Ben gelmiyorum.” gibi bir şey söyleyemedim. “Gelmeye çalışırım.” diyerek kapıyı tümden kapatmadım ama kararım kesin gitmeyeceğim.

Dün akşam, tepesindeki saçlarının epeyce bir kısmı döküldüğü için başını fötr şapkayla örten, profesörden çok vücut şampiyonuna benzeyen, fırsat verilse her gece televizyonda bir başka kanala çıkıp konuşmaya hevesli olan, öğretim üyesini dinledim; içim karardı! Bildiğiniz gibi konu depremdi.

En iyisi gidip Mardin’e yerleşmek; fay hatlarına en uzak yer orası sanırım. Ama terörü unutuyorum işte… Dünya çok tehlikeli bir yer değil mi? Ne zaman bu deprem konusu açılsa işte isem işe yoğunlaşamıyorum; evde isem uyuyamıyorum. Berbat bir durum yani…

Koca İstanbul oturmuş kaderine razı topluca ölümünü bekliyor. Doksan dokuz depreminin acısı, yarattığı korku unutulmadı tabii. Silivri’de annem ve babamla birlikte yazlıktaydım. Yer altından gelen ürkütücü bir gürültü ile uyandığımı, korku içinde kendimi dışarı atarken Bu kadar genç yaşta da ölünür mü? diye düşündüğümü, o sıcak gece yarısı annemin dayanamayıp babamın omzunda korkudan ağladığını, komşularımızın yüzlerindeki paniği hiç unutamıyor bugünkü gibi hatırlıyorum. Ölümün bizi nerede ne zaman yakalayacağını nasıl bilebiliriz ki?

Az önce Dolmabahçe’den inerken Boğaz muhteşem görünüyordu. Depremden korkuyorum ama siz öyle söylediğime bakmayın yaşayamam bir başka şehirde. Kabataş’tan, Karaköy yönüne trafik ağır da olsa ilerliyor.

Salı Pazarı’nda inenlerle dolmuşun içerisi biraz rahatladı. Beni sıkıştıran adam da indi; omzunda çantası ile alımlı bir genç kadın bindi. Yanımdaki boş koltuğa oturup oturmamakta tereddüt etti bir süre.

Ben dışarıya bakarken aslında göz ucuyla onu izliyordum. Biraz kararsız kaldıktan sonra gelip oturdu yanıma. Bana değmemek için çaba gösterdiğini biliyordum. Böyle yaparak kendini çok daha değerli hissediyordu sanırım.

Karaköy’e geldiğimizde onun hakkında pek fazla bir şey düşünmeme fırsat kalmadan dolmuştan inerek Tünel yönüne doğru hızla ilerledi. Ben de son durak olan Eminönü’nde indim. Boğaz’dan esen temiz havayı içime çekerek yürümeye başladım. Yaklaşık beş dakika kadar yürüdükten sonra çalıştığım iş yerine ulaşmış olacağım.

Her yer insan kaynıyor. Arada bir öten yolcu vapuru düdükleri Eminönü Meydanı’nı inletiyor. Etrafta uçuşan, yerde yem arayan güvercinlerin çıkardığı uğultular, martı çığlıkları, çığırtkan seyyar satıcıların sesleri ve motor gürültüleri arasında ilerlerken midemin kazındığını fark ediyorum.

Her sabah yaşadığım bir şey. Kahvaltı yapmadan sokağa fırladığımdan açım. Tost yaptırıp yiyecek zaman yok. En iyisi bir simit alıp yürürken yemek; yoksa geç kalacağım. Bir bardak havuç suyu içseydim iyi olacaktı ama… Çiğneyip yuttuğum birkaç parça simit midemdeki isyanı bastırdı. Sabah olmasına rağmen havadaki sıcak, yaz mevsiminin iyice geldiğini gösteriyor.

Yürürken kalabalıkta hem kendime yol açmak hem de kimseye çarpmamak için oldukça çaba gösteriyorum. Havanın ısınması insanda yer değiştirme, bir başka yere gitme duygusunu depreştiriyor.

Geçen yıl kısa olan yıllık iznimi evde uyuyarak sokaklarda aylak aylak gezerek seyircisi az sinema salonlarında pinekleyerek üç gün de yazlıkta denize girerek geçirdim. Bu sene hayırlısı, bakalım kısmet neresi olacak.

Çalıştığım firma, Uzak Doğu’dan deniz motorları ithal ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdikten sonra birçok genç gibi hiç çalışma umudum olmadan dört sene işsiz gezdim. Yani bilirim amaçsız, parasız, boş boş gezmenin ne demek olduğunu.

Tabii benden çok annemle babam üzülüyordu durumuma. Babam liseden sınıf arkadaşı merkez valisi Rıfat Amca’ya gidip yalvarıp yakardı ama sonuç çıkmadı. Bir sürü sarı sayfa ilanı, eş dost çabası neticesiz kaldı. Sonra bizim şirketin muhasebe müdürü Mennan Bey Silivri’de yazlığımızın olduğu siteden iki sene önce ev alınca Ruhi Amca’yla babam balıktan dönerken deniz kenarında tanışmışlar. Hoşbeşten sonra bizim ihtiyarlar tuttukları istavritlerden vermişler Mennan Bey’e. İşte bu tanışıklıktan doğdu benim işim.

Mennan Bey elli beş yaşlarındaydı ve titiz bir insandı. Ne yazık ki beş ay önce yazlığının tadilatını yaptırırken fayans ustası ile tartıştıktan sonra kalp krizinden öldü. Ardında da matematik öğretmeniliğinden emekli dul bir eş, yeni ilköğretim öğretmeni olmuş bir kız çocuğu bırakarak gitti! Nur içinde yatsın. O öldükten sonra, beni koruyan kimse kalmadı şirkette. Onun için eskisinden daha dikkatliyim artık.

İşte, çalıştığım şirkete ait yüksek bina da göründü nihayet. Kapıdaki güvenlik görevlisi de benim gibi bekâr. “Evlenilecek sağlam kız bulmak zor.” diyor. Ne desem memnun olmayacağı için “Haklısın” demek en iyisi.

“Günaydın Sırrı Bey!”

“Günaydın!”

“Nasılsın?”

“İyiyim, ya sen?”

“İdare ediyorum işte…”

“Meral Hanım geldi mi?”

“Hep erken gelir ama bugün nedense daha görünmedi!”

Ben bir şey demesem de bu cevabına sevindiğimi anlamış olmalı. Asansörü beklemeden yürüyerek üçüncü kata çıkıyorum. Bizim katta on bir kişi çalışıyor. Şefimiz Meral Hanım’ın masası henüz boş. Diğerleri ben hariç dolu ve yeni günün ilk hazırlıklarını yapmaya başlamışlar bile. Baksanıza çalan telefonlara… Heyecanlandım birden. Bugün çalışmak için içimde hiç heves yok.

Sağ yanımda oturan, Sirkeci Tren Garı’ndan emekli personel müdürünün, yaptığı doğumlar nedeniyle sağı solu iyice sarkmış, huysuz, sarışın karısı ile istemeden de olsa selamlaşıyoruz. Sevemedik, ısınamadık birbirimize bir türlü. Solumda oturan çocuk işe benden sonra, geçen sene girdi. Cana yakın mı desem, yılışık mı desem bilmiyorum… Genç yaşına rağmen önünde koca bir göbeği var ve çok terliyor. Bakın masaların arasında elinde sipariş formları ile gezinirken bana gülümsemeyi ihmal etmiyor. Masama geçip otururken başımla selamlıyorum onu.

Ben cebimden çıkardığım küçük anahtarımla masamın çekmecesini açarken Meral Hanım telaşla içeri girdi. En iyisi onunla göz göze gelmeden işe başlamak.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SONU

Meral Hanım’ın yüzü kızarmış, sinirli görünüyor. Çalışan klimaların etkisi ile içerisi buz gibi. Biraz belim de ağrıyor. Annem gibi kendimi çok mu dinliyorum ne?

Çalışırken kullandığım araç gereçleri masanın üstüne çıkarmadan önce, alt çekmeceden aldığım bezle masamın ve telefonun üstünü sanki çok tozlanmış gibi iyice siliyorum. Aslında çok rahatlatıcı, hatta insanın gerilmiş olan kaslarını gevşeten, eğlenceli bir iş olduğu için hoşlanıyorum bunu yapmaktan.

Bu yaz uzaklara, hem de çok uzaklara gitmeli… Göbekli masa komşum, yüzünde o kaybolmayan gülümsemeyle, bana hâlinden hoşnut bir bakış fırlattıktan sonra geçip masasına kuruldu. Böyle insanlardaki iyimserliğe gıpta ediyorum inanın. Ben de ona gülümsüyorum.

İnsanın uzaklara gitme duygusu, içinde yaşadığı hayatın sıkıcılığını, tekdüzeliğini azaltıyor. Hayallerimiz olmasaydı yaşadığımız gerçek çok çekilmez olurdu bence. Gerçeği katlanılır hâle getiren, ona hayallerimizde fazladan yüklediğimiz anlamlardı. Bazen hiç yaşamadığım, belki de hiçbir zaman yaşayamayacağım düşüncelere dalar, aklımda oluşturduğum görüntülerin içinde oynamanın büyüsüne kapılırım. Bazen beyaz kumsallı, beyaz köpüklü bir sahilde gezerken aniden gürül gürül akan bir çağlayanın yanına ışınlanır, bazen de benden başka hiç kimsenin bilemeyeceği hep kendime sakladığım mahrem hikâyelerin peşinde sürüklenirken vücudumda oluşan hazzın yarattığı etkinin tadını çıkarır eğlenceli saniyeler geçirirdim. Fakat şimdi hayal kuracak zaman değil…

Bilgisayarım artık açık ve birazdan başlayacak savaşa hazır gibi dingin duruyor; ama ben henüz hazır değilim. Koltuğumda dik oturmaya çalışıyorum, belimdeki hafif ağrı geçsin diye.

Sağ tarafımda oturan eski personel müdürünün sarışın karısı, kısa saçlarını, çalışırken yüzüne dökülmesin diye her iki kulağının arkasına sıkıştırmış. Saçlarını kulağının arkasına alma hareketini gün içinde belki yüzlerce kez yapacak. Bazen saçı yüzüne dökülmese de sanki dökülmüş gibi eliyle kulağının arkasında toplarmış gibi yapıyor. Buna nasıl sinir oluyorum bilemezsiniz. Bir kere tik olmuş kadında.

Biliyor musunuz, annemle babam siyasal bilgileri okumamı ve kaymakam, olabilirsem ileride de vali olmamı çok istediler ve bunu hayal ettiler. Bunun için üniversiteye kadar gitmediğim kurs kalmadı. Ama ben ancak iktisadı kazanarak onların hayallerine koca bir tekme vurmuş oldum.

Bütün memurlar kendilerinden makamca büyük olanlara hep kıskanarak bakmazlar mı? Bu, onlar tarafından hor görülüp küçümsenmelerinden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Ayrıca etraftan saygı görmenin çekiciliğini de gözden uzak tutmamak lazım. Onların bu isteğine cevap vermediğim için kendimi uzun süre suçlu hissedip içime kapandığımı hiç unutmuyorum. Ama artık hem ben hem onlar kabullenip alıştık sanırım durumuma. Ne yapabilirim ki ancak bu kadarını becerebildim! Daha kötü durumda olanlar da var. Benim yine iyi kötü bir işim var. Bu az şey mi?

Meral Hanım’ın derdi ağır demek ki bugün sesi soluğu pek çıkmadı. Telefonda konuşurken bir iki kez sesini yükseltti o kadar… Öğlene doğru iyice yorulup pörsüdüm. Kuru bir simitten başka bir şey yememiştim. Midem ses çıkarmaya başladı bile.

Solumda oturan göbekli masa komşumun birlikte gidip pilav üstü döner yeme teklifini bir mazeret uydurarak hemen reddettim. Çekemem şimdi bu yorgunluğun üstüne onu. Önemli evraklarımı masamın çekmecesine kilitleyip dışarı çıktım. İçeride sanki havasız kalmışım gibi bir duygu içindeydim.

Mısır Çarşısı’nın Sirkeci yönüne bakan tarafına paralel bir sokağın içindeki iş hanının bodrum katında bulunan ve özellikle İnegöl köfte ve piyaz yemek için ara sıra gittiğim esnaf lokantasına yöneldim.

Mahmut Paşa yönüne doğru kumaş taşıyan hamalların işi oldukça zor olmalıydı. Yemeğimi yedikten sonra bir süre Tahtakale’de elektronik eşya ve Uzak Doğu’dan -çoğu Çin’den- getirilen oyuncaklara bakarak oyalandıktan sonra şirkete geri döndüm.

Meral Hanım’ın yüzünün neden asık ve gergin olduğu öğlen molasında ancak anlaşılabilmiş ve mesai başlayınca en azından bizim katta bunu duymayan kalmamıştı. Meral Hanım şirketin en eskilerinden, sert, özellikle çalışanlarla arasına mesafe koyan, onlarla samimi olmayan, patronun çok güvendiği kısım şefimizdi. Dün akşam yemeğinden sonra, Cağaloğlu’da kırtasiye malzemeleri satan büyük bir toptancının satın alma müdürlüğünü yapan kocası Nuri Bey kalp krizi geçirmiş, suskunluğu ondanmış. (Ben Meral Hanım’a pek sokulmam önemli bir işim olmazsa.) Sol tarafımda oturan masa arkadaşım Yusuf Bey duymuş çalışanlardan. Durumu şimdi iyiymiş. Vakıflar Bankasında veznedar olan kayınbiraderi başındaymış. Meral Hanım öğleden sonra izin alıp gitti. O gidince bizim bölümde bir rahatlık, bir gevşeme oldu ki sormayın.

Geçmiş olsun deme fırsatım olmadı, akşam ben de uğrayıp bir şişe kolonya götüreyim bari. Taksim İlkyardım Hastanesindeymiş, yolumun üstü sayılır.

Yaz mevsimi bastırınca günler de iyice uzamaya başladı. Eminönü’deki büfelerden birinden küçük bir şişe kolonya alıp paket yaptırdım. Belediye, sandallarda kızgın yağda balık pişirip satan balıkçıları kaldırınca ekmek arası balık işini etraftaki büfeler kapıvermiş.

Etraf mahşer gibi insan kaynıyor. Dolmuş ve otobüs duraklarındaki uzun kuyruklar içimi sıkıyor. Her akşam bu eziyet çekilmez ki… Boğazdan esintilerle gelen deniz kokusunu çekerek yeni Galata Köprüsü’nden yürüyerek geçip Karaköy’e geliyorum. Eski köprü bir inip bir kalktığı için daha eğlenceliydi. Tünel yoluyla Galatasaray’a, oradan İstiklal Caddesi’ne ve Sıraselviler’den İlkyardım Hastanesine ulaşıyorum.

Meral Hanım beni karşısında görünce bütün ciddiyetine, bütün soğukkanlılığına rağmen sanki biraz şaşırdı. Aramızda hafif bir tebessümden öte fazla bir yakınlık oluşmamasına özellikle dikkat etti. Çalışanlardan başka gelenler de olmuş, gelmeyenlerse telefon açmış. En azından bundan memnun olduğunu gizlemiyordu. Meral Hanım’ın kız kardeşi ile eşi odaya girince ben izin isteyip ayrıldım yanlarından. Hastanenin havası canımı sıkmıştı, biraz oyalanmak için İstiklal Caddesi’nde dolaşarak vitrinleri seyrettim. Yorulunca Galatasaray Lisesinin önünden geri döndüm. Çiçek Pasajı’nın karşısına gelip geçmiş insanların acılarına ve sevinçlerine tanıklık etmiş tarihî binaya bakarak düşüncelere daldım. Eskiden bu binanın olduğu yerde meşhur Naum Tiyatrosu varmış. Abdulhamit Han Hazretleri, Abdülaziz Han Hazretleri ve sarayın kudretli paşaları oyun seyretmeye gelirlermiş buraya. Trajik Beyoğlu yangınında çoğu yer gibi burası da kül olunca 1876 yılında arsasını Rum Banker Hristaki Zografos Efendi satın almış. Yeni bir tasarımla, altında yirmi dört adet dükkân ve üstünde on sekiz lüks daire olan bu binayı inşa ettirmiş. Alttaki çarşıya Hristaki Pasajı, binaya da Cite de Pera adını vermiş. Pasajda önceleri Acemyan’ın Tütüncüsü, Schumacher’in Fırını, Keserciyan’ın Terzihanesi, Pandelis’in Çiçekçisi, Japon Mağazası gibi iş yerleri varken sonraları, Ekim 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan beyaz Rus kadınları, baronesler, düşesler çiçek satmaya başlamışlar burada. Üst kattaki evlerin sahiplerinin başka semtlere gitmesiyle bina tamamen çiçek mezat yerine dönüşmüş. İkinci Dünya Harbi’nden sonra meyhanelerin buraya taşınmasıyla çiçekçiler bir bir ayrılmaya başlamışlar. Onlar gitseler bile Çiçek Pasajı adı günümüze kadar yaşamaya devam etmiş.

Kalabalığın arasında ilerleyerek Taksim’e doğru yürüdüm. Taksim Meydanı’nı geçip Divan Otelinin önünden Radyoevi’ne, oradan da Osmanbey’e çıkacaktım. İş yerlerinin tabelalarındaki isimlerin yabancı oluşu, kendimize güvenmeyişimizin, küçük görüşümüzün işaretiydi sanırım; bu konuyu düşünerek yürüyordum.

Divan Oteli karşımda, Taksim Parkı sağımdaydı. Kırmızı ışıkta bekleyen araçların önünden diğer insanlarla birlikte yürüyerek yolun karşısına geçtim. Bu bölgede çocukluğumdan bu yana değişmeyen az şey kaldı. Uzun süre kız lisesi olan fakat şimdilerde karma eğitim veren Fransız Lisesi solda, önünden geçtiğim Divan Oteli sağ tarafta. Radyoevi ve Hilton Otelinin güzel girişi…

Akşam serinliğinde bir hayli yol yürümüştüm. Şakaklarımdan aşağı kayan bir iki damla terdeki tuz, sabah tıraş olduğum yüzümün hassas yerlerini yakıyordu.

Divan Otelini geçince yurt içi ve yurt dışı gezi düzenleyen iş yerleri karşıma çıkmaya başladı. Karşıdan gelen iri yapılı yakışıklı bir adamla ve onun koluna âdeta yapışmış, uzun düz sarı saçlı, uzun boylu, güzel, alımlı, kadınla göz göze gelince heyecanlandım.

Son iki yüz yıldır Batılılaşmak için sarf ettiğimiz onca çaba; iş yerlerimizin isimlerinin anlayamayacağımız sözcüklerden oluşmasından, geçmişimize, kendimize, birbirimize, kültürümüze yabancılaşmamızdan başka neye yaradı acaba? İnsanımızın anlaşılmaz olmaktan bir beklentisi vardı herhâlde. Yoksa bunca anlayamadığımız yabancı sözcük neden yaşamımızı istila etsin ki? Yeterince değerli olmadığımızı düşünüyor olmalıydık ki böyle davranıyorduk… Yeterince çaba göstermeden bilim ve fikir üretmeden değerli bulduğumuz ülkelerin kullandığı dilin sözcüklerini hayatımıza lüzumsuz bir şekilde sokarak aşağılık duygusundan kurtulup çok daha değerli olabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Bizim şirketin adı bile Mercury Deniz Motorları A.Ş. Ülke olarak ciddi bir sorunumuzun olduğu kesin.

Boğazımı sıkan kravatımı hafifçe gevşettim. Az ötemde Türk Hava Yollarının ve diğer hava yolu şirketlerinin biletlerini satan, yurt içi ve yurt dışı gezileri düzenleyen bir seyahat şirketinin önünde, servis aracı durmuş uçağa yetişecek yolcuların valizlerini bagaja yerleştiriyorlardı. Oradaki hareketlilik beni cezbedip kendine doğru çekerken insanlardaki heyecan, canlılık hemen göze çarpıyordu.

İş yerinin camına yapıştırılmış epeyce bir gezi ilanı vardı. Merak içinde oraya doğru sokulunca Paris, Venedik, Bükreş, Atina, Bodrum, Marmaris ve Kuşadası’na yapılacak seyahatlerle ilgili bir sürü bilgi gördüm. Ama benim ilgilendiğim bunların hiçbiri değildi, belki de ilginin çok fazla olmayacağı düşünüldüğü için en alta yapıştırılan bir haftalık Güneydoğu gezisiydi.

İnsanın, hayatta bazı şeylerin neden olduğunu anlayamamasının, mantıklı bir izahını yapamamasının zor olduğu anlar vardır ya sanırım bu da öyle zamanlardan birisiydi. Kaderim beni kendisine doğru çekiyordu sanki. Güneydoğu: Terör, yol kesmeler, yoksulluk, kan davası, töre cinayetleri, faili meçhul cinayetler, toprak ağalarının zulmü ile inleyen, sahte şeyhlerin kıskacındaki derdi ağır bölge… Ülkemizin nüfus artış hızı yüksek, eğitimsiz, işsiz erkeklerin kahvehanelerde vakit öldürdüğü, çileli kadınların, umutsuz genç kızların yaşadığı yaralı coğrafyası… Bütün bunları düşününce ürktüm. Ama o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim, içimdeki anlayamadığım bir dürtüyle saniyeler geçtikçe artıyordu. Terör tehlikesini bildiğim hâlde, garip bir şekilde beni kendine doğru çeken o ilana doğru neden yöneldiğimi bilmiyordum, belki de bilmek istemiyordum.

Seyahat acentesinin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Büyük, kalın vitrin camına yaklaştım, ilanların arasından gözüme çarpan her şeyi izlemeye başladım. Beyaz asma tavandan, yerdeki devetüyü rengindeki granitlerin üstüne dökülen kızıl ışıklar göz alıcıydı. Masalarda oturan bakımlı genç kızları ve servis otobüsüne aceleyle gidip gelen, saçları briyantinli, uzun boylu, yakışıklı genç adamı ilgiyle izlemeye devam ettim.

Cama yakın ilk masada oturan görevli kız yirmi beş yaşlarındaydı ve insanda saygı uyandıracak kadar asil bir güzelliğe sahipti. Bir iki kez başını çevirip meraklı gözlerle beni süzdükten sonra karşısındaki iki siyah deri koltuktan birinde oturan zengin görünümlü, kırk kırk beş yaşlarındaki kadına, beyaz elinin ince uzun parmaklarını oynatarak kibarca bir şeyler anlatmaya devam etti.

Bir süre camda yansıyan görüntümün gerisinde, iş yerinin içindeki hareketliliği, servis aracına binenlerin telaşını ve onların bagajlarını yerleştirme işlemlerini bitiren şoförü ve muavini seyrettikten sonra aklımda yeni fikirlerle ayrıldım oradan.

Evime daha vardı… Site Sinemasının arkasında, altı katlı, Bahadır Apartmanı’nın üçüncü katında oturuyorum. Üç sene önce babam, Bahçelievler’den ev alınca annemle oraya taşındılar ve eski ev bana kaldı. Bizim bu taraflar hep iş yerine dönüştü artık. Giriş katımız bir şirket bürosu, onun üstü muhasebeci oldu, neyse ki benim üstümde eski komşularımız İETT’den emekli, Rüstem amcayla hanımı Şadiye teyze hâlâ oturuyorlar. Onların üstünde de hazır giyim atölyesi var, en üst kat ise uzun süredir boş duruyor.