Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Kayıp Kuşlar Sahili», lehekülg 2

Font:

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Merdivenlerden acele etmeden, dikkatlice aşağı indim. Dengem yerinde değildi ve sersem gibiydim. Geçen gün acele indim de düşüp bir tarafımı kırmaktan son anda kurtuldum. Ucunda yatak yorgan yatıp rezil olmak var. En iyisi dikkatli olmak, ne gerek var aceleye?

Apartmandan dışarı çıkınca, havuz başında genç yöneticimiz Hayri Bey’le konuşan tanımadığım iki kişi gördüm. Yanlarına yaklaşınca merhabalaştık. Nazmi’yle karısı Şerife de geldiler. Havuzun arıtmasında bir sorun varmış onu öğrendim ve yoluma devam ettim.

Sitenin yayalar için ayrılmış küçük demir kapısından kara yoluna çıkıp otobüs beklemeye başladım. Sabah olmasına rağmen sıcak ve nemli hava insanın nefes almasını zorlaştırıyordu.

Araçlar sağlı, sollu yıldırım hızıyla geçiyorlardı önümden. Beklemekten sıkılınca ileri, geri gidip gelirken bir yandan da beni kasabaya götürecek olan otobüsü kontrol ettim.

Daha önce görmediğim, gri metalik renkli lüks bir araç çıktı ağır ağır sitenin geniş kapısından, sonra da hızla önünde giden araçların peşine düşüverdi.

Beklemekten hem sıkılmış hem de yorulmuştum. Uykum geldi; geri dönüp evde uyumak istedim. Fakat bu çok saçma olurdu ve ayrıca Esma’dan da çekiniyordum. Derin derin esnerken, başımı dik tutup uyanık durmaya çabalarken gözlerimi ovuşturdum.

Askılı bluzlu, kısa şortlu, alımlı güzel bir kız az önce salınarak ve güzelliğinin, gençliğinin tadını çıkararak yürüyüp geldi. Yolun kenarında, sabah rüzgârında uçuşan sarı saçlarına aldırmadan, kibarca arabaların geçişini kontrol ettikten sonra, son derece çekici hareketlerle gözden kayboldu.

Beni kasabaya götürecek otobüs hızla gelen araçların gerisinde belirince, üstümdeki miskinlik kaybolur gibi oldu. Yolun kenarına iyice yaklaştım ve önümde duran açık kapıdan kendimi içeri attım. Boş bir yer bulup oturdum. Biraz yola baktıktan sonra uyumuşum. Kasabaya yakın bir durakta otobüs yolcu indirirken uyandım. Hep yaptığım gibi ceplerimi kontrol ettim yere bir şey düşürmüş müyüm, diye. Hepsi yerli yerindeydi.

Güneş enerjili, çanak antenli, üst üste yığılmış çirkin yapıları geçmeye başladık bir bir. Hayli kalabalıklaşan yoldaki trafik telaşını seyrettim. Etraftaki sevimsiz yapıların duvarlarına ve pencere camlarına vuran güneş ışıkları insanın gözlerini alıyordu.

Akaryakıt istasyonlarını, lüks otelleri, mobilya mağazalarını, market ve lokantaları peş peşe geçtik. Boğaziçi Üniversitesinin şöhretinden yararlanmak için adını Boğaziçi koyan dershanenin önündeki durakta indim. Oradan sahile doğru yürüdüm. Belki bir çay bahçesinde oturup bir kahve içer biraz dinlenirdim.

Ara yollardan dolaşarak küçük pastane, bakkal, internet kafe, manav, kundura tamircisi, kırtasiye, berber gibi iş yerlerinin önünden geçerek sahile ulaştım. Mavi deniz bütün haşmetiyle karşımda duruyordu.

Önümdeki büyük ikili yolu atlayarak, yemyeşil çimenliklerin içinde boy veren ağaçların altından, sevimli süs havuzlarının yanından geçtim. Bir süre büyük bir kauçuk ağacının geniş koyu gölgesinde soluklanırken, ufuk çizgisinde hareketsizmiş gibi duran dev bir yük gemisini, daha berilerde salınan balıkçı teknelerini seyrettim.

Ellerini birbirinin beline, dolamış genç âşıkların, yabancı turistlerin, yürüyüş yapanların bisiklete binenlerin, başıboş gezen işsiz ve emeklilerin yanından geçerek denizin tam kenarına geldim.

Rüzgârların kabarttığı hırçın dalgaların büyük bir gürültüyle çarptığı iri kayalardan gelen sesler insanı oldukça ürkütüyordu. Karşıma çıkan ilk çay bahçesinde biraz dinlenip bir kahve molası verdikten sonra tekrar yollara düştüm. Her zaman gittiğim sağlık ocağında ilaçlarımı yazdırıp karşısındaki eczaneden aldım.

Reha’nın ne diyeceğini bilmediğim için henüz onu aramaya cesaret edemiyordum. Yaya yollarından geçerken hızla üstüme gelen araçlara sinirlendim. Kurallara uymadıktan sonra lüks araçlara binmenin bir değeri var mıydı ki?

Uygarlık bir anlamda kurallara uymak değil midir?

Sıcaktan, nemden bunalmış, boğazım kurumuştu. Karşıma çıkan küçük bir pastaneye girip soğuk bir limonata söyledim. İçerisini büyük göstersin diye küçük dükkânın bir duvarını boydan boya aynayla döşemişlerdi. Limonatamı beklerken, aynada sararmış, solmuş, yer yer kırışmış yüzümü görünce bu ben miyim, diye bir tuhaf oldum.

Biz şununla bununla uğraşırken zaman su misali akıp gitmişti. Gençlik başlı başına bir güzellik; yaşlılıksa mutsuzluklar, hastalıklar durağı… Neden bir trajedi ile biter ki insanın hayatı?

Reha’nın numarasını iki defadır yanlış arıyorum. Aynada aniden yüzleştiğim yaşlı, yorgun, zavallı görüntüm zaten pek de berrak olmayan zihnimi karıştırmıştı.

Reha uzun bir beklemeden ve ısrarımdan sonra açtı telefonu. Çok meşgul olduğunu beni akşam arayacağını söyledi.

“Geliyorum diyorsun sonra da fikir değiştiriyorsun.” diye sitem ettim. Fakat o duymazlıktan geldi.

“Tamam, ben seni ararım.” dedi ve telefon kapandı.

Yüzüme şiddetli bir yumruk yemişim gibi sarsılmıştım. Reha’nın sesi o kadar kuru ve duygusuzdu ki bu içimden bir şeylerin kopmasına yol açmış, beni yormuştu. Bir süre öylece kalakalmıştım karşımdaki aynanın içinde. Kendimden, zihnimdeki kötü ve çirkin düşüncelerden kaçıp kurtulmak ister gibi bir duygu içindeyim. Bir ses, o sesin tınısı, küçük bir davranış insanı nasıl olup da içinden çıkılması mümkün olmayan bir kuyuya savurabiliyordu daha iyi anlıyordum.

Ben, Reha’nın bana az şey söyleyerek, ruhumda çok şeye yol açtığı fırtınayla boğuşurken, dışarıda taşıtlar ve insanlar bitmek bilmez bir enerji ile hareket hâlindeydiler.

Küçük pastaneden dışarı çıktığımda etrafımdaki her şeye yabancıymışım gibi bakıyordum. Karşıdan gelen ve yürümekte zorluk çeken beli iki büklüm olmuş, her tarafı titreyen, yüzü kırış kırış, elindeki bastona güçlükle dayanan yaşlı kadını görünce, hayatın hepimize karşı çok acımasız olduğunu düşündüm.

Gücümün büyük bir bölümü toprağa karışıp yok olmuştu sanki. Bu hâlde elektrik ve su parasını yatırdım. Esma’nın istediklerini aldım ve yazlığa döndüm.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ev sessizdi ve kimse yoktu. Balkona çıktım ve Esma’nın eve dönmesini bekledim.

Deniz kalabalıktı. Bahçede gözlerim Esma’yı aradı fakat yoktu. Bu sıcakta şezlonglarda bronzlaşmak için çabalayan, gençlere, kadınlara, erkeklere, masalarda okey, tavla oynayan veya konuşan insanlara baktım. Ankara’yı özlediğimi fark ettim. Ne gariptir ki oradayken de bütün bir kış boyu buranın hayali ile yaşıyordum. Gözlerim etrafta isteksizce gezerken telefonda arayan bir arkadaşla gönülsüzce çene çaldım. Telefonda konuştuklarımın hiçbirini hatırlamıyordum. Güneş denizin üstünde parlak ışıkları ile oyun oynarken ne yazık ben buna eşlik etmekten çok ötelerdeydim.

Esma yukarı çıkıp börek götürdüğü boş cam tepsiyle içeri girerken, ben salonda oturmuş, televizyondan dün Ankara’da patlayan bomba ile ilgili haberlerin detaylarını tekrar tekrar izliyordum. Esma göz ucuyla bana bakarak mutfağa geçti.

Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Meclis Başkanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın olaydan duydukları üzüntüleri, terörle kararlılıkla mücadele azmi içinde olunacağı, Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu, çağdaş, laik, demokratik cumhuriyetin ilelebet yaşayacağı, memleketimizin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek isteyen alçakların yaptıklarının hesabının mutlaka sorulacağını, içte ve dışta bunlara yardım ve yataklık edenlerin en ağır ceza ile cezalandırılacağı gibi yıllardır dinlemekten usandığımız beylik sözler söyleniyordu televizyonda! Sorunlarımızı çözmekte yeteri kadar becerikli değildik sanırım!

Ağlayan ölü ve yaralı yakınları, etrafa savrulmuş ve üstü gazete parçaları ile örtülü insan bedenleri, yanmış, parçalanmış otomobiller, sağa sola koşan insanlar, polisler, yaralı taşıyan ambulanslar, iş yerlerinin havaya uçmuş vitrinleri, yanmış eşyaları, yıkılmış duvarlar, pencereler, cam kırıkları bir savaş sahnesinden beterdi ve seyredilecek gibi değildi.

Bu yorgun, hırpalanmış ülkeye bahar gelir mi acaba? Ben bunu ölmeden önce görür müyüm?

Esma’nın,

“Yeter, baktın o haberlere!” dediğini duyunca irkildim, kalktım kapattım televizyonu. Mutfağa onun yanına gitmeyi düşünürken nedense balkona çıkıp sandalyelerden birine oturdum.

Güneş arkadaki köyün gerisinde kalan, yüksek tepelerin arkasına kaymış olsa da kızıl ışıkları, ufuk çizgisindeki denizle gökyüzünü al rengine boyayarak birbirine karıştırmıştı. Sarı renkli bir sürat motoru peşinde beyaz köpükten izler bırakarak denizin içinde oyun oynuyor, bir o yana bir bu yana dalgaların üstünde zıplayarak gidip geliyordu.

Site yöneticimiz Hayri Bey, Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, Müteahhit Mehmet Bey, Emekli Hâkim Raşit Bey ve Almanya’da işçi olarak çalışan Nurettin Bey’le denizden çıkmış, konuşarak, duşlara doğru ağır ağır geliyorlardı.

Çimenlerin üstünde oynayan çocukları, çoğu tanıdık, şezlonglarında güneşlenenleri, ağaçların gölgesindeki masalarda oyun oynayıp çene çalanları, bahçenin köşesine kurduğu ocaktan insanlara çay yetiştirmeye çalışan Nazmi’nin karısı Şerife’yi, onun berisindeki, etrafı açık bez çadırın altında hamur açıp peynirli, patatesli gözleme pişiren, neredeyse seksenine dayanmış ama çalışmaktan ve hayattan vazgeçmeye niyeti olmayan, Nezire Nine’yi ve gözlemelerinin pişmesini sabırsızlıkla bekleyenleri izledim.

Esma balkona yanıma gelince, ilgisizce ona baktım. Sabaha göre daha iyi görünüyordu. Geçip karşımdaki sandalyeye oturdu. Bir müddet hiçbir şey konuşmadan birlikte izledik çevreyi. Böyle sessiz ve sakinmiş gibi görünsek de zihnimizin içi fokur fokur kaynıyordu.

Nezire Nine’nin pişirdiği gözleme kokuları, denizden esen nemli ve yosun kokulu rüzgâra karışarak burnuma kadar geliyor, öğlenden beri hiçbir şey yemediğim için açlığımı tahrik ediyordu.

“Ne zaman geldin?” dedi Esma sorgulayıcı bakışlarını yüzümde gezdirerek.

“Bir saatten fazla oldu.”

“Kasaba sıcak mı?” dedi öylesine laf olsun diye.

“Burası gibi…”

“Ya Reha?” dedi esas duymak istediklerini sabırsızlıkla beklerken.

Ne desem ki? Şerife yaşından ve kilosundan beklenmeyecek bir çeviklikle elindeki küçük tepsinin içinde isteyenlere çay götürüyor, boşalan bardakları çay ocağının yanındaki evyenin içinde deterjanlayıp özenle yıkıyordu.

Akşam güneşi arkadaki tepelerin gerisine iyice kayınca, önümüzdeki denizde, sitelerin önünde uzanan süslü bahçelerdeki ağaçlarda, çiçeklerde, çimenlerde ve insanların üstünde huzurlu bir gölge belirmişti.

Nasıl tepki vereceğini bilmediğim için, daha doğrusu ürktüğüm için Esma ile konuşmaya çekiniyordum.

İnsanlar ve özellikle yaşlılar birer ikişer denizden çıkıp duşlara doğru gelmeye başlamışlardı. Emekli Hâkim Raşit Bey, emekli İngilizce öğretmeni karısı Leyla Hanım elinde siyah paletleri, tanımadığım iki genç hanımla konuşarak denizden çıktılar. Esen rüzgârdan üşüdükleri hâllerinden anlaşılabiliyordu.

Esma’ya baktım oturduğu yere âdeta çökmüş ve somurtmuş bir yüz ifadesi ile diyeceklerimi bekliyordu.

“Çocuğun işi başından aşkın, bizi akşam arayacağını söyledi.”

“Başka bir şey konuşmadınız mı, hepsi bu mu?” dedi hayal kırıklığı dolu bir sesle.

“Dedim ya çok meşguldü.”

“Çok mu meşguldü?” dedi Esma her an patlayacakmış gibi.

“Evet, annen üzülüyor dedim! Bana bir dilim börek ayırdın mı?” dedim konuyu değiştirmek için.

“Ah unuttum!” dedi Esma yaptığına üzülmüş gibi. Fakat bunu çabucak unutup zihnini kurcalayan esas konuya geldi.

“Kaçta ararım dedi?’’

“Bir şey demedi sadece akşam ararım dedi. Eve gidince arar herhâlde.”

Sözümü tamamlamıştım ki konsolun üstüne bıraktığım telefonum çaldı. Esma bir yığıntı gibi duran gövdesini dikleştirerek yerinden fırlamış, bir koşuda içeri dalmıştı. Gözlerim batan güneşin etrafta oluşturduğu hüzünlü fakat huzurlu görüntülerin üzerinde dolaşırken aklım onunla birlikte içeri uçmuştu.

Esma seslenince irkildim. Yerimden doğrulup içeri girdim Elindeki telefonu sinirli sinirli sallayarak yüzüme doğru uzattı ve,

“Muzaffer Bey seni istiyor!” dedi. Oysa o Reha diye koşmuştu telefona…

Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, yemekten sonra arkadaşlarla aşağıya çay içmeye, oyun oynamaya inileceğini, beni de beklediklerini, söyledi. Ben de, bugün kasabaya gittiğimi ve kendimi yorgun hissettiğimi fakat biraz dinlendikten sonra belki gelebileceğimi söyledikten sonra telefonu kapattım.

Durduğum yerden balkona baktım, döndüm mutfağa girdim. Esma’yı göremedim. Evin kuytu köşelerine gölgeler yerleşmişti. Loş koridoru geçtim. Işığı yaktım, nefes alıp verişlerimden, ayak tıkırtılarımdan ve banyodaki musluktan kovanın içine şıp şıp diye damlayan asap bozucu su sesinden başka ses yoktu içeride.

Yatak odasına yöneldim, kapıda durdum baktım. Geniş yatağın kenarına oturmuş öylece düşünüyordu. Koridordan içeri süzülen ışıklar, yüzünün görünen yarısını hafifçe parlatıyordu. Bir an ürktüm ondan. Benim orada olduğumu bilmesine rağmen hiç yokmuşum gibi davranıyordu. Aramızda, birçok nedenden çıkan gerilimlerden bıkıyor ve yoruluyordum.

“Acıkmadın mı?” dedim belki onun kendisini biraz olsun iyi hissetmesini sağlarım diye. Bana hiç dönmedi, bakmadı bile.

“Hayır!” dedi donuk bir sesle, sonra ekledi,

“Aşağıda bir sürü ıvır zıvır şey yedim. Dolapta dünden kalma türlü ve pilav var ısıt ye!” dedi insanı iyi hissettirmeyen soğuk bir edayla,

“Sen de gel birlikte otururduk…” dedim.

“Belki sonra.” dedi etrafındaki huzursuzluğun içinden.

Can sıkıntısıyla mutfağa döndüm. Açlıktan midem kazınıyor, başım dönüyordu. Dolaptaki türlü ve pilavı çıkarıp bir parça ekmekle yedim.

Balkona çıktığımda hayret edici bir şekilde deniz kabarmış, rüzgâr karaya doğru sert esiyordu. Ufuk, simsiyahtı ve uzaklarda şimşekler çakıyordu. Çok ötelerdeki kasabanın üstü karalara bürünmüştü. Köpürerek sahile vurmaya başlayan dalgalar normal olmayan, alışık olmadığımız şeyler yaşayacağımızın ipuçları gibiydi.

Bulunduğum yerle, karşımda her yanı saran, siyah ve ürkütücü görüntü iki farklı dünya gibiydi. Ve hepimizin her şeyle birlikte o siyahlığın içine doğru kaydığını fark edebiliyordum.

Denizden her tarafıma çarpan sert bir rüzgârla geriye doğru itildim. Balkonun içindeki sandalyeler ve masa oraya buraya kaymaya başlamışlardı. Denizde kimse kalmamıştı. Sandalyeleri ve masayı aceleyle içeri taşıdım, pencereler açıktı kapattım.

Esma yatak odasından telaşla yanıma geldi ve,

“Ne oluyor?” dedi endişeyle

“Fırtına! Fırtına geliyor!” dedim.

Mutfak penceresini kapatırken o da yan taraftaki küçük balkona çıktı ve çamaşır ipine dolanmış birkaç parça çamaşırı güçlükle topladıktan sonra kapıyı kapattı. Odaları kontrol ettim açık yer var mı diye.

Salona döndüğümde Esma sanki donmuş gibi camdan, bizi her an yutmaya hazır hâlde bekleyen karşımızdaki korkunç karaltıya bakıyordu. Her taraf amansız bir kaosa gömülmüş gibiydi. Kabarmış denizin çirkin ve hırçın yüzünün üstünde buluttan buluta atlayan şimşekler etrafı bir iki saniye parlatarak, oluşan hâlin daha ürkütücü görünmesine yol açıyordu.

Böylesi pek gördüğümüz ve yaşadığımız şeylerden olmadığı için üstümüzdeki etkisi bir hayli güçlü olmuştu. Suskun ve şaşkın, olan biteni öylece izliyorduk. Sahilde koşuşturanların, açık duran şemsiyeleri güçlükle kapatmaya çalışanların, çadırlar yırtılmasın veya uçmasın diye iplerini çözmeye çalışanların telaşını görebiliyorduk.

Önce seyrek yağan yağmur şimdi iri damlalar hâlinde düşmeye başlamıştı. Gökyüzünün gürültüsü pencerelerin camlarını, çerçevelerini parçalayacakmış gibi vahşice gürlüyordu. Denizdeki motorlar kâğıttan kayıklar gibi oradan oraya savrulurken bir görünüyor bir kayboluyordu.

Denizin üstündeki boğucu karaltı her tarafı sarmış, insanlar panik içinde evlerine çekilmişlerdi. Sadece site görevlileri ve onlara yardım eden gayretli bazı insanlar oradan oraya koşuyor ve uçması muhtemel olan şeyleri sağlama almaya çalışıyorlardı.

Neredeyse önümüzdeki bahçeye düştüğünü zannettiğim yıldırımın çıkardığı ses kulaklarımızın zarını yırtacak kadar acımasızdı.

Esma korkuyla bana yaklaştı ve elimi tuttu. Titriyordu, belki ben de titriyordum. Küçük bir kıyamet kopmuş gibi her yer tüyler ürpertecek kadar sarsıcı görünüyordu.

Zeytinli Koy, o zümrüt yeşili görünümüyle bakmaya doyamadığım Zeytinli Koy, kendisini çirkin ağzına doğru çeken korkunç bir kâbusun oluşturduğu anaforun içinde kaybolmuştu.

On, on beş dakika önceki dünya bu seyrettiğim dünya mıydı, diye hayretler içindeydim. Tabiatın hiç güvenilmez bir yer olduğunu bütün bu gördüklerimden sonra çok daha iyi anlıyordum. Seyrettiğim, üstünde yaşadığı hiçbir canlıya en ufak merhamet göstermeyen, vahşi ve acımasız bir canavardı şimdi.

Elektrikler bizim evde olduğu gibi her yanda kesiliverdi. Esma’ya yerinde durmasını söyleyerek, yatak odasının bitişiğindeki küçük odadaki dolabın içinden ışıldağı bulup açtım. Kulaklarımda öfkeyle uğuldayan rüzgârın sesi ve arada bir sağımızda solumuzda patlayan yıldırımların şiddetli gürültüsü vardı.

Yağmur o kadar hızlı yağıyordu ki, sanki bütün yapıları içindeki insanlarla beraber önüne katıp denize doğru sürükleyecekti.

Esma cılız yanan ışıldağın hafifçe aydınlattığı salonun karaltısında sinmiş, küçülmüş, gidip televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa kıvrılmıştı.

Elimdeki ışıldağı konsolun üstündeki telefonumun yanına bırakıp gidip camdan tekrar doğanın her şeyi birbirine kattığı çılgın ve simsiyah öfkesine baktım. Onun gücü karşısında o kadar çaresiz ve güçsüzdük ki!

Denizin kabaran beyaz köpüklü dalgaları çıldırmış, kudurmuş gibi üstümüze üstümüze geliyorlardı. Arada bir yıldırımlardan veya şimşeklerden çıkan parlak ışıklar, çok ürkütücü ve çok çirkin olan tabiatın çehresini bir an bize gösteriyor sonra her şey uğultulu, uğursuz bir karanlığın içinde kayboluyordu.

Bu çılgın, uğursuz ve ürkütücü gösterinin biteceği yok gibiydi. Zaman geçtikçe dışarıdaki kargaşa daha da azgınlaşıp artıyordu.

Esma’nın ürkek sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım.

“Asım ne oluyor? Dünya’nın sonu mu geliyor?” dedi.

Bir an ne diyeceğimi bilemediğim için gidip yanına oturdum, elini tuttum. Usulca bana sokuldu ve başını göğsüme dayadı. Her zaman kullandığı şampuanın kokusunu iyi tanıyordum artık. Fakat onunla karışık börek kokusu da sinmişti saçlarına. Titriyordu. Yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştım.

Aramızda şefkat ve duygu yüklü sıcak yakınlaşma uzun zaman önce kaybettiğimiz bir şeydi. Ve bu duruma yol açan, dışarıda olanların bizi yaşamın kıyısına getirdiğini zannettiğimiz korkunun yarattığı duyguydu. Buna sevinmeli miydik, doğrusu bilemiyordum.

Hiddetle ve hızla yağan yağmur pencere camlarında takırdamaya devam ediyordu. Çok yakınlarda bir yerlere dehşet verici bir gürültüyle düşen yıldırımın kuvvetli ışıkları oturduğumuz salonun içini parlattı ve kayboldu. Esma,

“Asım bu felaket ne zaman bitecek?” dedi inler gibi.

“Bilemiyorum. Böylesini daha önce hiç görmemiştim!”

Esma ile daha önce konuştuğumuz ne varsa hepsini bir anda unutuvermiştik. İçinde bulunduğumuz bu kaos anının bitmesinden başka bir şey düşünemiyorduk. Esma çakan her şimşekte, düşen her yıldırımda ürkek küçük bir kız çocuğu gibi göğsümde titremeye devam etti. Sonra,

“Yaptıklarımızdan ötürü Allah bizi cezalandırıyor herhâlde!” dedi ve ardından da,

“Ya Rabb’im sen bizi koru.’’ diye ekledi.

“Bence tabiata kötü davrandığımızdan oluyor bütün bunlar!” dedim. Esma bu söylediklerimi beğenmemiş olmalı ki her zamanki tanıdığım sesiyle,

“Aman canım bizim ne suçumuz var sanki?” dedi ve azıcık benden uzaklaşsa da tümden kopmadı.

Birkaç saniyeliğine elektrikler gelip gidince sevindik fakat sonra tekrar karanlığa gömüldük.

Karşıda konsolun köşesinde yanan ışıldağın ışığı gittikçe zayıflıyordu.

“Üşüdüm!” dedi Esma.

“Sana dolaptan battaniye getireyim.” dedim.

“Yok yok istemem, sen beni yatak odasına götür uyuyabilirsem uyumak istiyorum!” dedi ve uzaklaştı benden.

İkimizde kalkmıştık oturduğumuz yerden. Ben ışıldağa doğru giderken o yavaş adımlarla koridora doğru süzüldü. Elimdeki ışıldağın zayıf ışığında, önümde, ince koridorda o yatak odasına doğru ilerlerken arkadan, her iki yana düşmüş omuzlarına ve zavallı hâline bakınca içim acıdı.

Ben yatak odasının kapısında dikilip dururken o yan taraftaki geniş elbise dolabının alt tarafından çıkardığı battaniyeyi üzerine örtüp yatağın içine gömüldü ve,

“Reha ararsa bana haber ver!” diye seslenmeyi ihmal etmedi. Elimdeki ışıldağı yere bıraktım hem Esma’nın yattığı odaya hem salona vursun diye.

Reha arar diye bekleyecektim. Arar mıydı acaba? Belli belirsiz ışıkta salona döndüm. Beni güçlü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken pencerenin yanına gittim. Ürkütücü karanlığın içinde kabaran dalgaların beyaz köpüklerine, arada bir çakan şimşek ışıkları ile yarılan boğum boğum, düğüm düğüm dolanan gökyüzünün karanlık korkunç derinliklerine baktım.

Tabiatın her zaman görmeye alışık olmadığımız bu zalim çehresi karşısında ürperiyor ve emniyette olmadığımız hissine kapılıyordum.

Şimdi dışarıda belli belirsiz gördüğüm, sahildeki birkaç yüksek çam ağacının dallarının kırıldığı ve bazı motorların yan yatarak sahile vurmasıydı.

Arkamdan çok zayıfça süzülen ışıldağın ışıklarının silikçe parlattığı camda yüzüme bakmaya çalıştım. Camda gördüğüm tuhaf bir gölgeydi ve çok sevimsizdi. Aniden çakan bir şimşekten ürküp camdan geriye çekildim.

Işıldağın şarjı bittiği için evin içi tamamen karardı. Kasılmaktan ve ayakta durmaktan dizlerim, belim, sırtım her tarafım ağrıyordu. Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışarak, bir yere çarpmamak için ellerimi öne uzattım ve koridoru geçerek yatak odasının kapısından içeri girdim. Esma uyumuştu. Boğazından hafif hırıltılar çıkararak horluyordu. Onu uyandırmamaya özen göstererek yanına uzandım.

Telefonu salonda unuttuğumu hatırlayınca kendime sinirlendim. Fakat o kadar bitkindim ki, Esma’yı uyandırmaktan çekindiğim için gidip telefonu getirmeye üşendim. Ben bütün bunları düşünürken kendimden geçmiş uyumuşum.

Tasuta katkend on lõppenud.