Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Deliliğe Övgü», lehekülg 2

Font:

Pek yakında Beatus Rhenanus, Erasmus için “Bu da öldü.” diyecektir. 1536 Temmuz ayının 11. gününü 12. gününe bağlayan gece, Erasmus mesanede taş hastalığının ağrıları içinde, felçten kımıldanamaz hâle gelerek, bütün malını, servetini fakirlere bırakarak, İlahi merhameti niyaz ederek, barbarların dünyasını ebedî olarak bırakıp gitmiştir.

***

Bu barbarlara bir mesaj bırakıyor.

O, Petrarca, Machiavelli, Guichardin, Ramus, modern zihniyetin kurucularından biri olan Pic de la Mirandole ile beraberdir. Adagiflerine yazdığı ön sözde, skolastikleri insanı tanımadıklarından ötürü yermiştir. O kendisi, insanı evrenin merkezine koyar. XVI. yüzyılda itibar kazanacak Platoncu düşünce. Hasımlarına göre payen fikir. Çünkü Luther onu mağfireti tabiata feda etmekle yermiş; din ıslahatı aleyhtarı Katolikler ise, manevi hürriyeti okulun delilleriyle hiç savunmadığından ötürü ona kızmışlardır. Bununla beraber, sonraki yüzyılın “sofu hümanist”lerinin en büyüklerinden biri olan P. Yves de Paris de insanda “maddi âlemin sonuncu ve ilk örneğin en kesin hayali”ni görecektir. Hümanistin ölümünden kırk yıl sonra Erasmus’un beğeneceği bu formül skolastiklerden onun öcünü alıyor.

Ama Rönesans hümanizmasında Deliliğe Övgü’nün özel payı, içine Sokrat istihzası ile Oxford mizahının katıldığı fikrî hiciv anlamıdır. Erasmus, bu hafif silahları kuşanarak gelenekçi dogmatizmaya karşı çıkmıştır. Bu bakımdan, Deliliğe Övgü zihnin bir çeşit tenkitçi temizlenmesi gibi, Descartes’ın veya Kant’ın ilk teşebbüsleriyle kıyaslanacak bir işlem olarak göz önüne alınabilir. Dogmatizmaya ancak alayla en iyi şekilde hücum edilebilirdi. O tarihlere doğru Collège de France’de profesör olan Pierre Ramus, Erasmus’un Deliliğe Övgü’de mizahı bir düşünce metodu yapmakla, Sokratlaştığını haykırmıştı.

Ama insanı bunca sevmiş olan bu hümanistin kendisi tam insan değildir. Bu bilgenin, bu alçak gönüllünün, bu itidal sahibinin, bu hasta mizaçlı adamın hem “Ya iç ya da defol!” diye bağırması hem de aşkın övgüsünü yapması düpedüz farfaracılıktır. Bu düzensiz rahibe karşı pek yumuşak davranmayan din ansiklopedilerinin hepsi de onun taşkınlıklar etmekteki iktidarsızlığını zalimcesine kaydediyorlar. Erasmus, Pic de la Mirandole’ün sözünce, yeryüzü bedenini, bitki ruhunu ve melek zekâsını kendinde ahenkli bir şekilde toplayan, gerçekten hür bir insan tipini hayal etmişse de kendisi bu insan olamamıştır. Eğer Erasmus’un kişiliğinde dramatik bir unsur bulup çıkarmak istersek bunu hümanistle insan arasındaki bu anlaşmazlıkta, bu gizli tenakuzda, bu noktada yakalayabiliriz.

ROTTERDAMLI ERASMUS’TAN DOSTU THOMAS MORUS’A

Geçenlerde İtalya’dan İngiltere’ye dönerken, at üstünde geçirmem gereken zamanı faydasız hülyalarla yitirmektense, kâh ortak araştırmalarımızı içimden tekrar gözden geçirmek kâh bıraktığım sevgili ve bilgin dostların güzel hatırasını yaşamak daha hoşuma gidiyordu. Aziz dostum Morus, siz sık sık hatırladıklarımdan biri idiniz. Sizin yokluğunuzda, yanınızda geçirdiğim anları, sizi temin ederim ki hayatımın en mesut anları olan o anları gözümün önünde canlandırıyordum.

Bir şeyler yapmaya niyetlenmekle beraber, ciddi bir eser yazacak uygun şartlar içinde bulunmadığımdan, Deliliğe Övgü yazarak neşelenmek hevesine kapıldım.

“Hangi Minerva bu acayip fikri size ilham etti?” diyeceksiniz belki. İlk önce, sizi düşünürken, soyadınız More bana Yunanlıların “delilik”e verdikleri “moria” adını hatırlattı; oysaki bu ilgi sadece adlar arasındadır ve herkesin de bildiği gibi, siz bu tanrıçanın etkilerinden pay almaktan pek uzaksınız.

Hem sonra bu şakadan sizin de hoşlanacağınızı düşündüm. Zira bilirim ki Demokritos gibi, siz de bazen insanoğlunun hayatına güler, zariflikten ve nükteden yoksun olmadıkça bu tür şakalardan hoşlanırsınız; hem yanılmıyorsam bu da öyledir. Her ne kadar zekânızın yüksekliği sizi alelade insanların çok üstüne çıkarıyorsa da sizde herkesin anlayacağı biçimde yazmak ve söylemek sanatı var. Hem tabii iyiliğiniz bunu sık sık yapmakta size bir zevk bulduruyor.

O hâlde, bu küçük söylevi hem size karşı beslediğim duyguların bir belirtisi olarak hem de korumanıza bıraktığım ve adınıza bağışlandığına göre benden çok sizin olan bir eseri kabul etmenizi rica ederim. Çünkü bu zevzekliklerin bir teologa yakışmadığını, bu hicivlerin Hristiyan alçak gönüllülüğüne aykırı olduğunu haykıracak kötü niyetli Zoiloslar bulunacağından hiç şüphe etmiyorum; belki de eski komedyanın şeytanlığını diriltmekle ve Lukianos gibi, beni herkesi ısırmakla yereceklerdir.

Ama konuda pek az önemlilik bulacaklardan ve eserin şakacı edasına öfkeleneceklerden ricam şu ki: bu yolda yazan ilk kişinin ben olmadığımı, bunda sadece birçok büyük insanın örneğine uyduğumu, lütfedip göz önünde tutsunlar. Yüzyıllarca önce Homeros farelerle kurbağaların savaşını yazarak gönlünü eğlendirdi; Vergilius küçük sinek üzerine, Ovidius ceviz üzerine birer şiir yazdılar; Polykratos Busiris’in övgüsünü yazdı; bunu Sokrates düzeltti; Glaucus adaletsizliği, Favorinius Thersites’Ie sıtmayı, Synesios dazlak kafaları, Lukianos sineklerle böcekleri övdü. Seneca, İmparator Claudius’un övgüsünü şakacı bir eda ile yazdı. Plutarkhos, Odysseus’la domuza çevrilen Gryllos arasında bir diyalog kaleme aldı. Lukianos’la Apuieius eşek üzerine yazdılar; adını şimdi hatırlamadığım bir yazar Grunnius Corocotta adlı bir domuz yavrusunun vasiyetini yazdı; Ermiş Hieronymos eserlerinde bunun sözünü eder. Eğer beni tenkit edenler bu belgelerle yetinmiyorlarsa o hâlde benim satranç veya herhangi bir çocuk oyunu oynadığımı varsaysınlar.

Öyle ya, her soydan insana reva görülen eğlenceleri yazarlara yasak etmek pek haksızlık olmaz mı? Çünkü onların eğlenceleri faydalı olabilir, hem de birçok kişinin tantanalı eserlerden elde edemediği faydayı birazcık sağduyusu olan bir okuyucu, bunlardan elde edebilir. Biri, öteden beriden çalınmış cümlelerle alaca bulaca hâle getirilmiş bir söylevde güzel söz söyleme bilimini ve felsefeyi yüceltir; bir başkası, bir prensin övgüsünü yapar; beriki halkları Türklere karşı savaşa sürüklemek için vaaz verir; bir başkası gelecekten haber vermeye kalkışır; bir başkası da makul varlıklar üzerinde ağız dalaşı etmekle gönlünü eğlendirir. Ciddi şeyleri alaylı bir biçimde ele almak nasıl çocukça bir şeyse olayları ciddilikle ele alır görünmek de öylece gülünç bir şeydir.

Bu eser üzerinde hüküm vermek halka düşer; ama benbenlik gözlerimi bürümediyse eğer Deliliğe Övgü tamamıyla bir deli eseri değildir.

Ama beni hicvetmiş olmakla suçlayacaklarsa cevap olarak, kalem adamlarına insan hayatı üzerinde şaka etmek müsaadesinin verildiğini iddia edeceğim; elverir ki bu şaka öfkeye ve şiddete çevrilmesin. Harcıâlem başlıklara katlanmaya mahkûm yüzyılımızın inceliği kadar acayip bir şey yoktur. Hatta yerli yersiz kuşkulanan öyle kimseler vardır ki bunlar papalar veya büyükler üzerine en hafif bir alayı -bu alayların kendi çıkarlarına olması mümkün olduğu hâlde-duymaktansa İsa’ya karşı savrulmuş küfürler işitmeye razıdırlar.

Ama özel olarak hiç kimseye hücum etmeden insanoğlunun hayatını çekiştiren kimse, hicivle kırmaktan çok, öğütlerle tembih etmek ve azarlamak ister görünmüyor mu? Zaten ben de kendi kendime az mı hücum ettim? İnsanoğlunun hiçbir hâline göz yummayan kimse, kızdığı şeyin insanlar değil, kötülükler olduğunu pek güzel göstermiş olur. O hâlde, bu zevzekliklerde kendine hakaret edildiğini sanan biri bulunursa demek ki ya vicdanı gizliden gizliye kendisini suçluyor ya da halkın kendisini suçlamaya hakkı olduğundan korkuyor.

Ermiş Hieronymos hicvi çok daha fazla serbestlikle ve şeytanlıkla kullanmıştır; çünkü bazen hücum etmek istediği kişilerin adlarını söylemeye kadar varmıştır. Bana gelince, herhangi bir kimsenin adını vermekten her zaman sakınmaktan başka, bu esere öyle itidalli bir eda verdim ki makul her okuyucu herhangi bir kimseyi yaralamaktan çok gönlümü eğlendirmeye çalıştığımı gayet iyi görecektir. Ben Juvenalis gibi, gizli kötülüklerin bulunduğu pis kokulu ambarı karıştırmadım; ben yüz kızartıcı kötülüklerden çok, gülünç kusurlara takıldım. Sonucu, herhangi bir kimse bu sebeplerle de yetinmek istemezse delilik tarafından yerilmenin şerefli bir şey olduğunu ve övgüsünü yapmak üzere bu tanrıçayı bir kere seçince artık onun huyuna suyuna gitmem gerektiğini düşünsün.

Ama pek sağlam olmayan davaları ele alınca bunları pek iyi birer dava hâline getirecek kadar mükemmel bir avukat olan size savunma araçları telkin etmeye ne hacet? Hoşça kalın, ey pek bilgin Morus. Şimdi artık sizin olan Deliliği savununuz…

Kırda, 10 Haziran 1508

DELİLİK KONUŞUYOR

1. Benim için ne derlerse desinler, (Çünkü Deliliğin zırdeliler tarafından bile her Allah’ın günü nasıl hırpalandığını bilmez değilim.) tanrısal etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim.

Öyle ya, şu kalabalık toplantıda daha ben görünür görünmez, söz söylemek için ağzımı açar açmaz, canlı, olağanüstü bir neşenin ansızın yüzlerinizde parladığı görülmedi mi? Alnınızdaki çizgilerin hemen silindiği görülmedi mi? Dört bir yandan duyulan kahkahalar, yüreklerinizi dolduran büyülü neşe, benim orada bulunuşumu haber vermiyor mu? Şimdi sizi seyredince, Homeros’un nektarla, Nepenthes’le mest olmuş tanrılarını görür gibi oluyorum; oysaki biraz önce Trophonios’un ininden yeni çıkmış kimseler gibi, burada tasalı duruyordunuz. Güneşin ilk ışıklarının ufku kaplayan karanlıkları dağıttığı veya şiddetli bir kıştan sonra ilkbaharın tatlı kuzey rüzgârlarının şen ve şatır sürüsünü peşinden sürüklediği vakit, yeryüzünde nasıl her şey birdenbire değişir, daha parlak bir renk nasıl her şeyi güzelleştirir, gençleşmiş tabiat gözümüzün önüne nasıl daha hoş ve güler yüzlü bir göğü sererse benim burada bulunuşum da yüzlerinizde birdenbire pek mesut bir değişiklik yarattı. En güzel söz söyleyenlerin pek uzun, çok işlenmiş söylevlerle yapmakta zorluk çektikleri şeyi, varlığım bir anda tek başına yapıverdi: beni görür görmez üzüntüleriniz hemen dağıldı.

2. Bugün niçin bu garip kıyafetle karşınıza çıktığımı birazdan öğreneceksiniz; elverir ki beni bıkmadan dinleyesiniz. Ama sakın vaizlerinize karşı her zaman bol bol harcadığınız o dikkati benim de sizden isteyeceğimi sanmayın. Hiçbir zaman! Beni meydanlarda soytarıları, maskaraları, hokkabazları, şarlatanları dinlediğiniz gibi veya dostumuz Midas’ın, bir vakitler Tanrı Pan’ın musikisini dinlediği gibi dinleyin. Çünkü sizinle biraz safsata yapmak hevesine kapıldım. Ama bugün çocuklarınızın kafalarını öğrenilmesi zor, bir sürü saçma sapan şeyle dolduran, onlara kadınlardan daha fazla inatçılıkla ağız dalaşı etmeyi öğreten o ukalalar gibi konuşacak değilim. Artık pek gözden düşmüş o bilge adını kullanmamak için, kendilerine safsatacı adını takan eskileri taklit edeceğim. Bu safsatacılar tanrıları, kahramanları övgülerle yüceltmeye savaşırlardı. Bakın, ben de bir övgü yapacağım, ama bu ne Herakles’in ne de Solon’un övgüsü, bu benim övgüm, yani “Deliliğin Övgüsü” olacak.

3. Önce şunu bilmelisiniz ki kendini öven bir kimseye hemen züppe, küstah damgasını basan o bilgeleri pek umursadığım yok. O kimseye deli desinler, iyi, güzel; ama böyle yapmakla onun bu ada tamamıyla yakışacak bir şekilde hareket ettiğini de itiraf etsinler bari. Gerçekten, deliliğin kendi meziyetini göklere çıkardığını, kendine övgüler yaktığını görmekten daha tabii ne olabilir? Kim beni benden daha iyi çizebilir? Meğerki beni kendimden daha iyi tanıdığını iddia eden biri çıksın.

Zaten böyle yapmakla ben; bilgelerin, büyüklerin çoğundan daha fazla alçak gönüllülükle hareket ettiğimi sanıyorum. Kötü bir inancın elinde kendi kendilerini övmeye dilleri varmıyor, Ama çoğu zaman yanlarına dalkavuk bir meddahı, sahtekâr bir şairi çekiyorlar. Bunlar da para ile onları övmeyi, yani onlara yalan söylemeyi üzerlerine alıyorlar. Utanmaz şakşakçı arsızların en yerilesicesini tanrılarla bir göstermeye yeltenirken, bütün zilletlerle bulaşık bildiği kimseyi bütün erdemlerin örneği diye gösterirken, kuzgunu, tavus kuşunun tüyleriyle süslerken, bir zencinin derisini ağartmaya yeltenirken, sineği deve diye kabul ettirmeye savaşırken, utangaç kahraman tavus kuşu gibi kurum satıyor, ibiğini küstahça kaldırıyor… Sonuç olarak, ben şu atasözünün dediğini yapıyorum: Kimse seni övmüyorsa sen kendini öv!

Ama doğrusu insanların bana karşı gösterdikleri nankörlüğe veya ihmalciliğe yine de hayranım. Hepsinin bana büyük bir saygısı var, hepsi de benden iyilik görmekten hoşlanırlar. Ama öyle iken bunca yüzyıldan beri yüze gülücü övgülerle beni övüp göklere çıkaran olmamıştır. Oysaki Busirisler, Phalarisler, sıtmalar, sinekler, dazlak kafalar, bu soydan nice belalar, kendilerini tumturaklı övgülerle göklere çıkarmak için ne vakti ne de emeği esirgeyen meddahlar buldular.

4. Birazdan vereceğim söylev ne önceden tasarlanmış ne de üzerinde çalışılmıştır; şu hâlde, içinde yalan pek az demektir. Sakın bu sözümü, güzel söz söyleyenlerin kendi zekâlarını övmek maksadıyla çoğu zaman başvurdukları hilelerden biri sanmayın. Siz de bilirsiniz ki bu adamlar, bazen en güzel büklümünü başkasından aşırdıkları bir söylev üzerinde otuz yıl çalıştıktan sonra, bunu üç günde güle oynaya yazılıvermiş veya dikte edilmiş bir eser diye bize sunarlar. Ben kendi payıma, her ağzıma geleni söylemekten her zaman hoşlanmışımdır.

Benden ne tarif ne de beyan öğretmenin yaptığı bölümlemeyi bekleyin. Zaten bunun kadar yersiz bir şey olamaz. Kendimi tarif etmek, kendime sınır çizmek olur; kudretimin ise asla sınırı yoktur. Kendimi bölmek, bana yapılan türlü tapınmaları birbirinden ayırmak olur; oysaki yeryüzünün her yerinde bana hep aynı biçimde tapınırlar. Hem sonra, kendim karşınızda dururken, bir tarifle, kendime gölgemden daha fazla benzemeyecek kendimin hayalî bir suretini size vermeye kalkışmak neden?

5. İşte ben, gördüğünüz gibi, nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da Moria dedikleri deliliğim! Ama bunu söylemeye ne hacet? Yüzüm beni yeteri kadar tanıtmıyor mu? Bir kimse benim Minerva veya Bilgelik olduğumu iddia etmeyi aklına koymuşsa sözlerimle ona ruhumu çizmem boş bir iş olmaz mı? Tersine, kanı getirmesi için biraz bana baksın, yetmez mi? Bende ne cila ne de herhangi bir mürailik olabilir; alnımda da hiçbir zaman gönlümde olmayan bir duygunun belirtileri görülemez. Sonuç olarak, her yerde o kadar kendime benzerim ki hiç kimse beni saklayamaz: hatta bilge rolü oynamak isteyen, öyle geçinmeyi en çok isteyenler bile. Bütün suratlarına rağmen, onlar erguvanlar giymiş maymunlara veya arslan postuna bürünmüş eşeklere benzerler; ne yapsalar, yine de Midas’ın başını açığa vuran bir kulak ucu aradan görünür.

6. Gerçekten, insanoğlu bana karşı çok nankör! En sadık tebaam oldukları hâlde, adımı herkes içinde taşımaktan pek utanırlar; hatta sanki bir şerefsizlik, alçaklık belirtisi imiş gibi bunu başkalarında da ayıp görmeye kadar varırlar. Ama Thalesler derecesinde bilge olduklarını sanan bu zırdeliler, Morosophe, yani bilge-deli adını hak etmiyorlar mı? Çünkü dili sülükler gibi kullanır görünce kendilerini birer tanrı sanan, Latince bir söylevde Yunanca birkaç kelimeyi yerli yersiz, arapsaçı hâline getirerek kullanıp, sözü muamma hâline sokan şu günümüzün beyan öğretmenlerini benim de taklit edesim geldi. Bu öğretmenler hiçbir yabancı dil bilmeseler bile küflü dört, beş kitaptan eski birkaç kelime çıkarıp, bunlarla okuyucunun gözlerini kamaştırırlar. Bu kelimeleri anlayanlar allameliklerinin tadını tatmak fırsatını bulmakla kurum satarlar; anlamayanlarda ise anlaşılmadıkları oranda hayranlık uyandırırlar. Çünkü uzaktan gelen şeylere fazla hayranlık göstermek, dostlarım için azımsanacak bir zevk değildir. Sonuncular arasında, bilgin geçinip benbenliğinde olanlar varsa küçük bir hoşnutluk gülümsemesi, küçük bir “evet” işareti, eşeklerinkine benzer bir kulak sallama, bunların cahilliklerini başkalarının gözünde örtmeye yeter. Ama biz konumuza dönelim.

7. Şimdi, pek… Nasıl söyleyeyim? Pek deli dinleyicilerim! Niçin olmasın? Deliliğin mesleğini tanıyanlara verilebilecek en şerefli ad! O hâlde, pek deli dinleyicilerim, artık benim adımı biliyorsunuz. Ama aslımı neslimi bilmeyen birçok kimse bulunduğundan, bunu da Musaların yardımıyla tanıtmaya çalışayım.

Ben ne Khaos’tan ne de cehennemlerden çıktım; hayatımı ne Saturn’e ne Yafes’e ne de o eski püskü tanrılardan herhangi birine borçluyum. Babam Plutustur; o Plutus ki -Homeros, Hesiodos, hatta büyük Jüpiter kızmasın- tanrıların, insanların babasıdır. O Plutus ki bir vakitler olduğu gibi bugün de bütün bayağı, bütün kutsal şeyleri dilediği gibi altüst eder. O Plutus ki, savaşı, barışı, imparatorlukları, meşveretleri, mahkemeleri, halk meclislerini, evlenmeleri, antlaşmaları, kanunları, sanatları, ciddiyi, şakayı, bilmem neyi, -of, saymaktan nefesim tükendi- gönlünce yürütür. Sonucu, o Plutus ki insanların genel, özel işlerini canının istediği gibi yönetir; o Plutus ki onun yardımı olmasaydı, o tanrılar sürüsü hatta büyük tanrıların kendileri ya hiç var olmayacaktı ya da hiç değilse açlıktan nefesleri kokacaktı. Plutus’un öfkesi o kadar müthiştir ki, Pallas bile bizi ona karşı koruyamaz; teveccühü o kadar değerli, koruması o derece kuvvetlidir ki bunlara ulaşan mesut ölümlü Jüpiter’e ve onun yıldırımına meydan okuyabilir.

Babam beni, Jüpiter’in asık suratlı Minerva’yı yarattığı gibi kafasında yaratmadı; o bana cinlerin en güzeli, en neşelisi, en canlısı olan Neotete’yi, gençliği ana olarak verdi. Şu topal Vulcanus gibi, suratsız bir evliliğin görevlerinin meyvesi de değilim; Homeros’un dediği gibi, ben aşkın en tadına doyulmaz vecitleri içinde doğdum. Sonucu, sakın yanılmayın; Plutus, Aristophanes’in çizdiği gibi, artık çökmüş, gözleri görmez bir ihtiyarken değil, vaktiyle, en dinç yaşta, damarlarında gençlik ateşi yanarken, tanrıların sofrasında abıhayat içip coştuğu o hoş anlarından birinde beni dünyaya getirdi.

8. Belki doğduğum yeri de öğrenmek istersiniz; çünkü bugün bir çocuğun ilk çığlığı kopardığı yerin beyzadeliğinde pek esaslı olduğuna inananlar var. Onun için şunu da söyleyeyim ki ben ne dalgalı Delos Adası’nda ne denizin dalgaları üstünde ne de derin mağaralarda doğdum; ben Saadet Adaları’nda, toprağın hiç sürülüp ekilmeden en zengin bağışlarını kendiliğinden verdiği o sevimli diyarda dünyaya geldim. Emek, ihtiyarlık, hastalıklar bu bahtlı toprakların hiçbir zaman yanına sokulmamıştır. Orada ne ebegümecinin ne acı baklanın ne de ancak avam halka yakışır bütün öteki bitkilerin bittiği görülür. İnsan orada ne yana dönse molyler, deva veren küller, nepenthes otları, merzenkuşlar, güller, menekşeler, sümbüller göze, buruna zevk verir; bu dilber yerleri, Adonis’in bahçelerinden bin kat daha nefis birer bahçeye çevirir.

Bu büyülü yerde benim doğuşum asla gözyaşlarımla haber verilmedi; dünyaya gelir gelmez anneme tatlı tatlı gülümsediğim görüldü. Jüpiter’in bir keçi tarafından emzirilmek saadetine haset etmekle haksızlık etmiş olurdum; çünkü dünyanın en zarif iki perisi; Bakkhos’un kızı Metne, sarhoşluk ve Pan’ın kızı Apodie, cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, cariyelerim arasında görüyorsunuz.

9. Cariyelerimden laf açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile bakanı “Benbenlik”tir. Öteki güler yüzlü, elleri alkışlamaya hazır olanı “Yüze Gülücülük”tür. Burada uyuklayan, şimdiden dalmış görünen “Unutma Tanrıçası”dır. Daha ötede “Tembellik” kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü latif kokulardan “Şehvet”i tanımadınız mı? Hayâsız, kararsız bakışlarla etrafına fıldır fıldır bakan cariyeyi görmüyor musunuz? Bu, “Bunaklık”tır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, tombul olan “Zevküsefa Tanrıçası”dır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Comus ile Morpheus.

Evrende var olan her şeyi bu sadık hizmetkârların yardımı ile hükmüm altında tutar, yeryüzünü yönetenleri ben onların aracılığı ile yönetirim.

10. Artık aslımı, neslimi, aldığım terbiyeyi, maiyetimi öğrendiniz. Kimsenin, kendime tanrıça1 adını vermekle hafiflik ettiğimi sanmaması için, şimdi de size tanrılara, insanlara sağladığım faydaların neler olduğunu anlatayım; devletimin bütün genişliğini göstereyim. Bütün dikkatinizle beni dinleyin.

İnsanlara iyilik etmek, tanrı olmaktır, sözü haklı bir söz de buğdayı, şarabı icat edenler veya benzerlerine bu soydan başka faydalar sağlayanlar haklı olarak ölümsüzler sırasına konmuş da, ölümlülere bütün faydaları, bütün nimetleri bir arada saçan ben, bütün tanrıların en büyüğü sayılmayacak mıyım?

11. Önce, hayattan daha tatlı, daha değerli bir şey var mı? Bu nimetin kaynağı ben değil miyim? İnsanları meydana getiren, çoğaltan, ne kendini beğenmiş Pallas’ın mızrağı ne de güçlü kuvvetli Jüpiter’in kalkanıdır. Jüpiter’in kendisi, bir bakışıyla bütün Olympos’u titreten bu yerin göğün kralı bile, canı ara sıra yaptığı şeyi, yani baba olmayı istediği zaman, korkunç yıldırımını bir kenara koymak, bütün tanrıları dilediği gibi korkutan o tavrını bırakmak, zavallı bir oyuncu gibi kılık değiştirmek zorunda kalır.

Tanrılardan sonra, bütün varlıkların en üstünleri hiç değilse kendilerine göre stoisyenlerdir. Pekâlâ! Siz bana bütün stoisyenlerin hepsinden üç defa, dört defa, bin defa daha stoisyen olan bir stoisyen verin; bilgeliğin belirtisi saydığı sakalını -ki bu belirti tekelerde de vardır- kestirmesem bile, hiç olmazsa onu asık suratlı tavrını bırakmaya zorlar, alnındaki kırışıklıkları giderir, sert prensiplerinden vazgeçiririm. O da bir müddet kendini neşeye, acayipliğe, deliliğe verir. Bir kelime ile, ne kadar bilge olursa olsun doğurtmanın zevklerini tatmak istiyorsa bana, yalnız bana başvuracaktır.

Ama neden her şeyi, alışık olduğum gibi size gayet tabii olarak söylemeyeyim? Söyleyin bana, rica ederim; baş, yüz, göğüs, eller, kulaklar mı, bu şerefli uzuvlardan biri mi tanrıları, insanları yaratır? Hiçbir zaman. İnsanoğlunun yayılmasına hizmet eden bölüm o kadar tuhaf, o kadar gülünçtür ki, gülmeden onun adını anamayız. Böyle olmakla beraber, bütün varlıkların hayatı, Pythagoras’ın sayılarından daha çok, bu kutsal kaynaktan gelir.

Hem açık konuşalım, akıllı bir insan olarak evliliğin sıkıntılarını önceden göz önünde tutmuş olsa hangi ölümlü başını evliliğin boyunduruğuna sokmak isterdi? Gebeliğin rahatsızlıkları, doğum sancıları, tehlikeleri, terbiyenin bıktırıp usandıran dertleri üzerinde ciddi olarak düşünmüş olsa hangi kadın erkeğin sevdalı ısrarlarına kendini kaptırırdı? Mademki hayatınızı evlenmeye borçlusunuz, evlenmeler de cariyelerimden biri olan “Bunaklık” tarafından kurulmuştur; o hâlde bana ne nimetler borçlu olduğunuzu varın düşünün! Bundan başka, bir kadın bütün bu sıkıntıları çektikten sonra, dostum “Unutma Tanrıçası” onun üzerinde etki yapmasa, tekrar bu sıkıntılara katlanmayı göze alabilir mi? Şair Lucretius istediğini söyleyin! Benim yardımım olmadıkça, bütün kuvvetinin kudretsiz, sönük ve etkisiz kalacağını Venüs’ün kendisi bile inkâr edemez.

İşte, halkın keşiş diye andığı kimseler tarafından yerleri alınan şu kendini beğenmiş filozoflar, benim başkanlık ettiğim o acayip, gülünç oyunda peyda olmuşlardır; erguvanlar giymiş krallar, Tanrı’nın rahipleri, pek ermiş babalarımız papalar bu oyunda peyda olmuşlardır. Sonucu; Olympos’un, ne kadar büyük olursa olsun, ancak barındırabileceği o sayısız şairce tanrıların hepsi de yine bu oyunda peyda olmuşlardır.

12. Ama hayatın kökünü, başlangıcını bana borçlu olduğunuzu ispat etmek fazla bir şey ifade etmez; şimdi size göstereceğim ki bu hayatın bütün faydaları, bütün hoşlukları da iyilikseverliğime borçlu olduğunuz bağışlardır.

Doğrusu ya, hayatın bütün zevklerini çıkarıp atarsanız, hayatın nesi kalır? Böyle bir hayata hayat demeye değer mi? Dostlarım, beni alkışlıyorsunuz! Benimle aynı düşüncede olamayacak kadar deli, yani bilge olduğunuzu, ah, pek iyi biliyorum… Stoisyenler bile zevki severler; ondan tiksinmek ellerinden gelmezdi. Şehveti istedikleri kadar gizlemeye, en çirkin sövgülerle onu halkın gözünden düşürmeye savaşsınlar, hepsi gösteriş! Bütün yaptıkları, şehvetten daha çok faydalanmak için başkalarını uzaklaştırmaktan ibarettir. Ama bütün tanrılar aşkına söylesinler bana; zevkle, yani delilikle tatlılaştırılmamışsa hayatın hangi bir anı tasalı, sıkıcı, tatsız, çekilmez, yavan değildir? Burada yalnız Sophokles’i tanık tutmakla yetineceğim; bu büyük şairi ne kadar övsek yine azdır; “En keyifli hayat, hiçbir bilgelik olmadan sürüp giden hayattır.” demekle o beni ne güzel övmüştür. Böyle olmakla beraber, bu meseleyi biraz daha inceden inceye değerlendirelim.

13. İlk önce, insanın ilk çağı olan çocukluğun, çağların en neşelisi, en hoşu olduğu doğru değil midir? Çocukları sever, öper, bağrımıza basar, okşar, onlara bakarız; bir düşman bile onlara yardım etmemezlik edemez. Bu nereden geliyor? Çünkü daha doğar doğmaz, uzgören tabiat ana onların etrafında, kendilerini büyütenleri büyüleyen, zahmetlerini unutturan ve bu küçük varlıklara muhtaç oldukları iyilikseverliği ve kanat germeyi çeken bir delilik havası yaratmıştır.

Ya çocukluktan sonraki çağın herkesin gözündeki cazibeleri? Bu çağı desteklemek, ona yardım etmek, onun imdadına koşmak için az mı çırpınırız? Peki, bu çağı yürekten sevdirecek latiflikleri ona bağışlayan ben değilim de kimdir? Gençlerden usandırıcı bilgeliği uzaklaştırıp üstlerine zevklerin göz alıcı cazibesini yayıyorum. Hem burada size havadan masallar uyduruyorum sanmamanız için, insanların büyütüp yetiştirdikleri, deneyle derslerin onları bilge kılmaya başladığı zamanı gözünüzün önüne getirin; derhâl güzellik solmaya başlar, neşe söner, kuvvet azalır, cazibe uçup gider; benden uzaklaştıkça, hayat onları yüzüstü bırakır. Sonucu, kendilerine de başkalarına da yük olan o kasvetli ihtiyarlığa ulaşırlar.

İnsanoğlunun çektiği sefaletler beni bir kere daha onun yardımına koşmaya sürüklemezse, şüphe yok ki ihtiyarlığa katlanacak hiçbir ölümlü kişi bulunamaz. Ölümlüler hayatı yitirmek üzere iken, bir şekilden başka bir şekle girme ile onları avutan şairlerin tanrıları gibi, ben de mezarın eşiğindeki ihtiyarları değiştirir, elimden geldiği kadar onları yine çocukluğun o mesut çağına doğru geri götürmeye çalışırım.

Bu değişikliği hangi araçlarla yaptığımı öğrenmek isteyenden hiçbir şeyi gizleyecek değilim. İhtiyarları Lethe Nehri’nin Saadet Adaları’ndaki (çünkü ahirette bu nehrin ancak pek küçük bir kolu akar) kaynağına götürür, bu hayatın bütün sefaletlerini unutmayı orada onlara kana kana içiririm; kuruntuları, tasaları azar azar dağılıp gider; gençleşirler.

Ama ihtiyarlar saçmalarlar, abuk sabuk söylenirler, diyeceksiniz. Bakın, bunda haklısınız. Çocukluğa dönmek de zaten budur. Saçmalamak, abuk sabuk söylenmek, çocuklaşmak demek değil midir? Bu çağın hoşumuza gitmesi, bizi eğlendirmesi de bilhassa akıl eksikliğinden ötürü değil mi? Gerçekten, yetişmiş bir insan kadar bilge bir çocuktan herkes tiksinmeyecek mi, her yerde ona bir yaratılış azmanı olarak bakmayacaklar mı? Çocuktaki vakitsiz bilgelikten iğrenirim, demek ki atasözü haklıdır.

Muhakeme ile deney kadar, çabuk anlama kabiliyeti de olan bir ihtiyarın söyleşisini ve meclisini kim çekebilir? İhtiyarı saçma sapan söyleten, sayıklamayı ona veren işte benim; ihtiyardan bütün o kuruntuları, bilgeyi üzen bütün o tasaları kovan da yine bu sayıklamadır. İhtiyar, hoş bir sofra arkadaşı olarak, elde kadeh, dostlarına akıl vermesini bilir. Neşe içinde yaşar, en güçlü kuvvetli kimselerin bile taşımakta zorluk çektikleri hayat yükünün ağırlığını pek duymaz. Hatta bazen, Plautus’un iyi ihtiyarının yaptığını yapar; o güzelim “seni seviyorum” sözünü de söylemesini öğrenir. Oysaki bütün aklını kullansaydı ne acınacak hâli olurdu!

Ama benim iyiliklerimle mesut ihtiyar dostları tarafından sevilmektedir, neşeli bir söyleşiye de pekâlâ katılabilir. Çünkü o Homeros’un sözlerine bakılırsa, ihtiyar Nestor’un ağzından baldan daha tatlı sözler dökülürken öfkeli, kızgın Akhilleus acı sözler püskürüyormuş. Yine aynı şaire göre, ihtiyarlar, duvarları gerisinde emniyette, şen ve şakacı söyleşiler ederlermiş. Bu bakımdan, ihtiyarlık çocukluğa da üstün gelir. Çünkü ne kadar hoş olursa olsun çocukluk, hayatın pek tatlı zevklerinden biri olan dedikodu zevkinden yoksundur.

Hem sonra, ihtiyarlar çocukların meclisinden pek hoşlanırlar; çocuklar da ihtiyarların meclisinden; çünkü tanrılar benzerleri bir araya getirmeyi severler. İhtiyarlığın özelliği olan yüzdeki buruşuklarla yılların sayısı bir yana bırakılırsa gerçekten, ihtiyarla çocuktan daha çok birbirine benzeyen iki şey var mıdır? Her ikisinin de ak saçları, dişsiz bir ağzı, çelimsiz bir vücudu vardır; her ikisi de sütü sever, kekeler, durmadan çene çalar; budalalık, unutma, boşboğazlık, hasılı her şey bu iki çağ arasında tam bir benzerlik vücuda getirmeye yardım eder. İnsanlar ihtiyarladıkça, çocuklara daha çok benzerler; ta ki gerçek çocuklar gibi, hayattan iğrenmeden ve ölümü görmeden bu dünyadan göçüp gidene kadar…

14. İnsanlara dağıttığım bu iyiliği, isterlerse şimdi öteki tanrıların bir şekilden başka bir şekle sokmalarıyla kıyaslasınlar. Burada kızgınlık anlarındaki o bir şekilden başka bir şekle sokmaların hiç lafını etmeyeceğim; teveccühlerinin en büyük belgesi sayılanları inceleyelim. Ölüm döşeğindeki dostları için ne yapıyorlar? Onları ağaç, kuş, ağustos böceği, hatta yılan şekline sokuyorlar. Ama böyle tabiat değiştirmek de ölmek değil midir? Bense bozmadan, insanı hayatının en mesut ve tatlı çağına doğru geri götürüyorum. Ah, insanlar bilgelikten büsbütün yüz çevirip bütün ömürlerini benimle beraber geçirselerdi, kasvetli ihtiyarlığın tatsızlıklarını bilmezler, sürekli bir gençliğin büyüsü onlara her an sevinç ve saadet saçardı.

Felsefe veya güç ve ciddi başka bir şeyin incelemesine kendini veren şu kuru, kederli ve tasalı kimselere bakın; türlü türlü düşüncelerle durmadan çalkalanan ruhları, mizaçları üzerinde etki yapar; vücutlarındaki ruhların çoğu uçar gider, nemli kökleri kurur ve genel olarak, gençliği görmeden ihtiyarlarlar. Hep semiz ve tombul olan benim delilerimse, tersine, yüzlerinde sağlığın ve gürbüzlüğün parlak hayalini taşırlar; görünce Arcania domuzu dersiniz. Bilgelerin illeti bunlara hiç bulaşmamış olsaydı elbette ki ihtiyarlığın sakatlıklarından hiçbirini duymayacaklardı. Ama insanoğlu yeryüzünde tamamıyla mesut olsun diye yaratılmamıştır ki…

1.Yunancada, Latincede “delilik” kelimesinin karşılıkları dişi kelimeler olduğundan bu yüzden Erasmus deliliğin kendisini “tanrıça” olarak adlandırıyor. (ç.n.)

Tasuta katkend on lõppenud.

2,09 €
Žanrid ja sildid
Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
11 juuli 2023
ISBN:
978-625-6865-80-8
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap

Selle raamatuga loetakse