Loe raamatut: «Antik mısır»
Önsöz
MISIR! Bu büyülü kelimeyi duyunca zihnimizde ne muazzam görüntüler canlanıyor. İhtişamlı bir müzik eşliğinde, sütunlarla çevrili koridorlarda yürüyen beyaz cüppeli rahiplerin kutsal kafilesi; yakıcı düzlükler üzerinde sık bir nizam içinde toplanmış ya da düşman saflarına karşı konulamaz biçimde hücum eden, ışıltılı zırhlar kuşanmış askerler; baştan aşağı mücevher bezeli ipeklerle ve altın renkli kıyafetlerle donanmış kral ve kraliçenin saltanat alayının, onlara övgüler yağdıran halkın kalabalığı arasından geçişi; hayranlık uyandıran, hatta içimize bir huşu düşüren ışığın, yaşamın ve çeşitli renklerin görüntüsü… İşte bu mistik ismi duyduğumuzda gözümüzün önünde canlanan manzaralardan bazıları.
Düşüncelerimiz her defasında da tek bir konuya dönüp duruyor: Mısır’a dair fikirlerimizi şekillendiren o devasa yapılara. Düşlerimizde canlandırdığımız ister bir piramit ya da tapınak, ister bir dikilitaş veya sfenks olsun, her defasında içimize bir gizem düşüyor ve bu yapıları yeryüzünde yükselten insanlara karşı hayretle karışık bir saygı duyuyoruz. Bu insanlar kimdi, dayanıklı taşlarla inşa edilen bu devasa yapılar ne için tasarlanmıştı diye kendimize soruyoruz. Tanrıları uğruna bu denli muazzam tapınaklar inşa etmeleri için onlara ilham veren inançları nasıl bir inançtı? Bu sırların bir kısmı son yüzyılda gün yüzüne çıkarıldı, ama henüz ortaya çıkmayan çok gizem var.
Halkların erken dönem inançlarıyla bağdaştırılmış efsaneler, bu insanların nasıl büyüyüp geliştiklerini, karanlıktan ışığa nasıl ulaştıklarını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu gelenek içinde ırkımızın köken hikâyeleri de bolca bulunuyor, Yunan ve Roma mitleri zaten herkesçe biliniyor. Ancak Mısır hikâyelerinde, yavaş yavaş gelişmeye başlayan bu halkın çocukluk çağıyla alakalı anlatılabilecek çok az şey buluyoruz. Tuttukları kayıtlarda ne kadar geriye gidersek gidelim, Mısır’ı, söylence evresinin neredeyse tamamen ötesine geçmiş diniyle birlikte, gelişmiş bir medeniyet döneminde görüyoruz. İsis’in çektiği acılar ve eşi Osiris’i arayışı, Mısır inançlarıyla alakalı çok büyük bir efsaneyi oluşturuyor; ancak muhtemelen bu anlatı bile bir efsaneden çok bir alegori niteliği taşıyor.
Mısırlıların inancı, dünya üzerindeki tüm inançlar kadar asil ve yüce bir öze sahipti. Daha sonradan sonsuz sayıdaki ikincil tanrıların dahil olduğu karmaşık bir inanca dönüştü, fakat bunun sebebi inancın kendisi değil rahiplerdi. Mısırlılar, Tanrı’nın izlerini dört bir yanda görüyorlardı: Nil’in yükselişinde, toprağın bereketlenmesinde, kuşlarda, hayvanlarda, güneşte, ayda, gökyüzünde, yeryüzünde ve denizde. Tabii ki yalnızca doğaya tapan insanlar değildiler. İçlerinde bir merak yahut hürmet uyandıran doğanın bu farklı yönleri, aslında yarattığı her eserde kendisine dair bir iz bulunabilecek “Yüce Tanrı”nın bir nişanesiydi. İnsanlar, en güzel eserlerini bu tanrıya armağan ederek onu şereflendirmeliydi.
İşte Mısır halkı böyle böyle gelişerek güç sahibi oldu, zaman içinde de yerlerini başkalarına devretti. Buna rağmen yaptıkları eserler daimiydi. İnsanların günlük yaşamlarına yön veren inanç, gerçekten de sonsuza dek yaşayacak gibi görünen anıtların doğmasını sağladı. Mısır’ın ihtişamlı zamanları çoktan son buldu; lakin bu anıtlar, o halkın geçmişteki büyüklüğüne şahit olmuş sessiz birer tanık olarak yeryüzünde yükselmeye devam ediyor.
F. H. B.
Doğumumuz, uyku ve unutuştan başka bir şey değil;
Bizimle yükselen ruh, yaşamımızın yıldızı,
Işıkla başka bir yerde buluştu,
Ve çok uzak diyarlardan gelip bize kavuştu.
Bütünüyle bir unutulmuşluktan
Yahut mutlak bir çıplaklıktan değil!
Geliyoruz, bulutların o ihtişamlı patikasından,
Yuvamız olan Tanrı’nın yanından.
W. M. WORDSWORTH
ANTİK MISIR
1. BÖLÜM
Antik Mısır Halkı
Uçsuz bucaksız, çorak bir çöl… Her iki tarafı da bu çölle çevrili, verimli topraklara ev sahipliği yapan dar bir toprak şeridi… Bu şeridin ortasından akan ve ağız kısmında geniş bir delta yapan büyük, gri bir nehir… İşte Mısır. Hikâyemizin geçtiği eski çağlarda bu deltada şimdikinden daha fazla nehir kolu bulunuyor, bu kollar da sazlıklar ve çimenlerle dolu geniş bataklıklara dökülüyordu, şimdiki hoş topraklardan eser yoktu.
O zamanlarda ülkenin esas merkezi deltanın üst tarafında yer alan uzun kıyı şeridiydi, insanların çoğu burada yaşıyordu. Gece gündüz harıl harıl çalışıyor, nehrin çok cömert davrandığı topraklar üstünde harcadıkları çabanın meyveleriyle hayatta kalıyorlardı. Ancak bununla birlikte savaşçı bir ırktılar; zaman içinde öylesine geniş ve uzak toprakları fethettiler ki başka hiçbir halk zenginlikte, güçte ve egemenlikte onlarla boy ölçüşemiyordu. Mısırlılar, sahip oldukları bilge insanların mühim öğretileri, yetenekleri, bilgileri; her şeyin ötesinde de inançları ve bugün medeniyet olarak adlandırdığımız tüm şeyler sayesinde güçlerine güç katıyorlardı. Sözün özü, altı bin yıl önce dünyevi bilgelik ve semavi ilimde diğer halklara kıyasla çok ilerideydiler.
İnsanlar, ülkedeki mesleklerine ve konumlarına göre sınıflara ayrılmıştı, hiç kimse hükümdarın izni olmadan bir üst sınıfa geçemezdi. Buna rağmen fakir doğmak, hayatın tümünü kölelikle geçirmek anlamına gelmiyordu. Mütevazı bir başlangıca rağmen ülkedeki en yüksek mertebelere ulaşmayı başaran birçok insan vardı.
Ulusun başında bir hükümdar vardı. Kanunda, savaşta ve dinde en üstün yetki onundu. Onun rızası olmadan hiçbir şey yapılamazdı. İstekleri kanun hükmündeydi, hiç kimse onun emirlerini sorgulamayı düşünemezdi. Tanrının temsilcisiydi, dahası soyunu bizzat Güneş Tanrısı’na dayandırmıştı. Bu sebeple Mısırlı hükümdarlar, “Güneşin Oğlu” olarak da anılıyorlardı. Hanedanda bir prens dünyaya geldiğinde bu semavi ruhun bir kısmı ona geçerdi. Eğer bu prens başa geçemezse, bu ruh özel bir güç sergilemezdi; yani prensin diğer insanlardan bir farkı olmazdı. Bu prens tahtı ele geçirdiği anda ise ruh kendini gösterir, böylece prens, tebaasının gözünde onların taptığı tanrılar kadar ulu bir kişilik halini alırdı. Hatta ölümünden sonra bu hükümdar, bir tanrı olarak onurlandırılır, heykeli de tapınaktaki tanrı heykellerinin arasına yerleştirilirdi.
Hükümdarın birçok adı vardı, ama halk tarafından genel hükümdarlık unvanlarıyla nitelendirilemeyecek kadar kutsal bir kişilikti, bu nedenle insanlar ona özel isimler türettiler ve genelde bu isimleri kullandılar. Bunlardan en yaygını, “tüm insanların bir arada yaşadığı büyük yuva” ya da “halkına yaşam bahşeden yüce kişi” anlamına gelen “firavun”du.
Firavunlar, savaşta orduların başında bulunmadıkları zamanlarda başkentteki dini festivalleri yönetiyor, yargılama süreçlerini yürütüyorlardı. Çok kısıtlı boş vakitlerini avlanarak geçirmeyi seviyorlardı. Zaman zaman emrindeki sanatçılara, kendilerini savaş arabası içinde, ülkenin etrafını çevreleyen çölü mesken tutmuş aslanları ya da başka vahşi hayvanları katlederken resmetmelerini emrediyorlardı.
İtibar konusunda firavunun hemen ardından, yönetim konusunda eşiyle eşit haklara sahip olduğu varsayılan kraliçeler geliyordu. Yine de böyle olduğu çok az görülürdü; daha sessiz mizaçları, daha münzevi bir hayat sürmelerine sebep oluyor, bu yüzden halkın önüne daha az çıkıyorlardı. Buna rağmen kimi zaman bu topraklarda büyük bir güç haline gelen kadın hükümdarların yükseldiği de olurdu. Bu örneklerden ikisini bu kitapta göreceğiz.
Kraliyet ailesindeki prensler devletin başlıca mevkilerinde görevlendiriyorlardı. Kimisi rahip oluyor, kimisi ordunun başına geçip bir general görevini üstleniyor, kimisi de ülkenin bölündüğü idari bölgeleri yönetiyordu. Neredeyse hükümdarlara yaraşır şartlara sahiptiler, sürdükleri yaşam ise her açıdan firavunun saraydaki yaşamıyla hemen hemen aynıydı.
Bir sonraki sınıfı güçlü soylular ve savaşçılar oluşturuyordu. Bu kişiler özellikle ayrıcalıklı kimselerdi, çünkü askeri hizmetlerinin karşılığında her birine vergilerden tamamıyla muaf toprak parçaları veriliyordu. Ayrıca içlerinde öne çıkanlar, devlet vazifelerinde ya da hükümdarın ordusunda başarıyla tamamladıkları görevler sayesinde, büyük kazançlar elde edebiliyorlardı.
Bunlarla neredeyse eşit bir sosyal öneme ve çok daha büyük bir güce sahip kişiler ise rahipler, yani ülkenin bilgin sınıfıydı. Kutsal ayinlerin, dinlerinin gerektirdiği törenlerin ve gizemlerin bilgisine yalnızca onlar vâkıftı, günlük meşgalelerinin büyük bir kısmı da yine bu tür işlerden oluşuyordu. Yüksek rahiplere karşı konuşmaya cüret edebilecek tek kişi firavundu, zira arsız kişilerin üstüne tanrının gazabını sevk edebileceklerinden korkuluyordu. Tüm eylemlerine tanrılara duydukları inançları rehberlik eden insanlar, böylesi bir felaketten ne pahasına olursa olsun kaçınmalıydı. Rahipler, insanlara batıl inançlardan doğma bir korku duygusu aşılayarak onların üzerindeki etkilerini aralıksız sürdürüyorlardı. Bir zamanlar tümüyle yabancı olan bu olguları yavaş yavaş dinin içine soktular; dolayısıyla eskinin içten ve hakiki inancının, komşu milletlere alay konusu haline gelmesine sebep oldular.
Tüm kayıtlar, yalnızca dini meselelerle ilgili olanlar değil, ülke tarihinde yaşanmış tüm olayların kayıtları da rahiplerin ellerinde bulunuyordu. Bu kayıtlar, deltanın bataklıklarında bolca yetişen uzun ve geniş kamışların, yani papirüs bitkilerinin ipliklerinden elde edilen son ürünün üzerine yazılıyordu. İplik şeritleri yan yana diziliyor, diğer iplikler de bu şeritlerin üstüne doğru açıda yerleştiriliyordu; ipliklerin arası bir tür sıvı zamk kullanılarak dolduruluyor, derli toplu bir kâğıt tabakası yapılmış oluyordu. Bu sayfalar yaklaşık olarak otuz beş santim genişliğindeydi, uzunluklarıysa farklılık gösteriyordu. Bir tanesi dolduğunda, yazılan mesele için bir başka papirüs sayfanın sonuna ekleniyordu, nihayetinde bu papirüs şeritleri zaman zaman metrelerce uzunluğa ulaşabiliyordu. Yazım tamamlandığında papirüs dürülüp bu şekilde saklanıyordu.
Yazıları resimli yazıydı; yani insanlar ya da hayvanlar, kuşlar ya da bitkiler gibi varlıklar farklı düşünceleri temsil ediyordu. Daha sonrasında bu resimlerden fonetik bir alfabe türettiler, yani tasvirler artık belli ses değerleri taşıyordu; böylece Mısırlılar kendine has bir tasviri olmayan düşünceleri de yazıya geçirebildiler. İlk mimarlar da bu tarzı benimsemişti, ülkenin antik kalıntılarına bakılırsa, taşların üstüne derince oyulmuş bu tuhaf sembollere rastlanılabilir. Kazınmış harflere rahiplerin nezaretinde şekil verilmişti ve en başta kutsal bilginin kaydedilmesi için kullanılmışlardı. Onlara, taşlara kazınmış kutsal öğretiler, yani “hiyeroglifler” adını veriyoruz.
Bu tür bir yazma süreci, kolaylıkla görülebileceği üzere, epey yavaş ve zaman gerektiren bir uğraştı. Bu sebeple sonradan başka bir yazı türü, hiyeroglifin kısaltılmış bir biçimi türetildi. Bu yazma tarzına, yalnızca rahipler kullandığı için, rahip yazısı anlamına gelen “hieratik” adı verildi. Daha sonradan halkın kullanımı ya da okuyup yazmak için çok daha kısa bir biçim daha türetildi. Bu yazım türüne ise “demotik”, yani halk yazısı adı verildi. British Museum’daki Mısır galerisinin hemen girişinde, üstünde birçok tuhaf karakterin kazılı olduğu siyah renkli kırık bir taş levha bulunuyor; bu taş levhada hiyeroglif, demotik ve antik Yunanca dillerinde yazılmış bir Eski Mısır yasası bulunuyor. İnsanlığın taş ve papirüs üzerine işlenmiş hiyeroglifler üstünde çalışmaya başlaması, bu taşın yaklaşık yüz yıl önce1 keşfedilmesi sayesinde gerçekleşti. Böylece binlerce yıllık bir bilmecenin anahtarı bulunmuş oldu.
Bir diğer sınıfı ise esnaflar, çiftçiler ve çobanlar oluşturuyordu. Esnaflar zanaatlarına göre loncalar kurmuşlar, istek ve taleplerini firavunun görevli memurlarına bu loncanın başındaki kişi aracılığıyla iletiyorlardı. Toprağı süren çiftçiler, çalışkan ve genellikle ağır vergilere tabi kimselerdi. İşçilerin çoğu, vergi toplayıcıları gerekli payı aldıktan sonra, ağır vergiler sebebiyle, erkenden kalkıp geç saatlere kadar çalışsalar da sarf ettikleri emekle yalnızca karınlarını doyurabiliyorlardı.
Buna rağmen zor yaşam şartları ve büyük dertler, onları kara kara düşünmeye sevk etmiyordu. Gece olunca elindeki gereçleri bir kenara bırakan Mısırlılar, dostlarıyla görüşüp onlarla sohbet etmekten, gün içinde yaşadıklarını anlatıp gülmekten ve kadehler elden ele dolaşırken neşeli şarkılar söylemekten büyük keyif alıyorlardı. Onların içini sızlatan tek şey karşılaştıkları iğrenç adaletsizliklerdi, bu durumlarda da ülkenin yüksek rütbeli memurlarına, hatta zaman zaman bizzat hükümdarın kendisine başvurarak dertlerine çare bulabiliyorlardı.
Esnafların ve çiftçilerin evleri kamıştan, kerpiçten, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılıyordu. Böylesi evleri şimdilerde bile herhangi bir Mısır köyünde görebilirsiniz. Bazılarının yalnızca büyük, tek bir odası olurdu, ama daha varlıklı kişilerin evlerinde genelde dört beş oda bulunurdu. Bu evler sade bir tarzda döşenirdi ve içinde çok az eşya bulunurdu. Çoğunlukla, kaba saba tahta bir masa, oturak olarak kullanılan birkaç taş blok, son olarak da kamıştan ve ipliklerden yapılmış bir yatak başlıca mobilyalar olarak kullanılırdı.
Asiller ve zengin insanlar çok daha iyi şartlarda yaşıyordu. Evleri genelde taştan, biçimli ve muntazam yapılardı. Bu evlerin etrafını bir dolu çiçeğin açtığı, güneşte ışıl ışıl parıldayan çeşmelerin bulunduğu büyük bahçeler çevreliyordu. Her şey onların rahatlığına ve mutluluğuna hizmet ediyordu, saray yavrusunu andıran evleri ise daha fakir yurttaşların meskenlerine karşı çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Yine de içinde yaşadıkları lüks, onları dünyevi görevlere karşı bir aymazlığa itmiyordu. Mısır’daki gerçek yaşam, yani Mısır’ı antik zamanların en muhteşem ülkesi, sonraki çağlardaysa bir dünya harikası haline getiren o yaşam, yine bu insanların arasında filizlenmişti.
2. BÖLÜM
Mısırlıların İnançları
İncil’deki “Mısır’dan Çıkış” bölümünde Musa ve Harun peygamberlerin Firavun’a gittiğini, ondan Tanrı adına, İsraillilerin çölde bayram yapması için izin vermesini istediklerini görüyoruz. “Bunun üzerine Firavun şöyle dedi,” diye devam ediyor bölüm. “Tanrınız kim oluyor da onun buyruklarına boyun eğip İsrail halkını salıvereyim? Tanrınızı tanımıyorum, İsraillileri de salmayacağım.”
Bu tür pasajlar sebebiyle insanlar, Antik Mısır halkının kâfir bir kavim olduğunu, putlara ve taş üstündeki tasvirlere tapındığını, büyücülükle uğraştığını ve şeytana dostluk ettiğini düşündüler. Ancak bu düşünce asıl gerçekten çok uzaktı. Mısırlılar, ömürlerindeki tüm eylemlerin ve düşüncelerin hesabını verecekleri, kendilerinin tüm hareketlerini gözeten yüce bir tanrıya kesin bir inanç duyuyorlardı. Hiçbir şeye, günlük uğraşlarındaki en ufak bir işe bile, kendilerine rehber olması için bu tanrının birçok suretinden birinin adını anmadan başlamazlardı.
Lahitlerdeki ve papirüslerdeki metinlerin titizlikle araştırılması sonucunda, ahiret inancına ilişkin düşüncelerine dair gerçeğin bir kısmı sonunda ortaya çıkarılabildi. Bu düşünceleri öne süren birçok kutsal metin bulunuyor, Mısırlıların fikirleri hakkında en iyi ve en dolu bilgiyi veren metin ise Mısır’ın Ölüler Kitabı olarak biliniyor. Bu metnin Mısır dilindeki özgün adı aslında “Günden Dışarı Gidenler” anlamına geliyor. Yazıt, ruhun ölümden sonra yeraltı dünyasındaki yolculuğunu, karşılaşacağı tehlikeleri ve imtihanları, yine bu imtihanların üstesinden gelmenin yollarını içeriyor. Genelde papirüs üzerine hoş tasvirlerin de çizildiği bu metnin bütünü ya da bazı bölümleri, cesetle birlikte mezarın içine konulurdu; ne kadar çok bölüm dahil edilirse, kişinin ruhu aşağıdaki kasvetli diyarlarda o kadar rahat yolculuk ederdi, sonunda şafak sökünce öte tarafta Güneş Tanrısı’yla birlikte “Huzur Tarlaları”na varırdı.
Bu kitap bizlere Mısırlıların inandıkları tanrıların çok kalabalık olduğunu gösteriyor; öyle ki, eğer bu kadar tanrının nasıl ortaya çıktığını bilmeseydik sayıları karşısında büyük bir şaşkınlığa düşerdik. Kutsal yazıtların en eskileri, yaklaşık altı bin yıl önce kayda geçirilenleri, yaşamın ve tüm şeylerin kaynağı olan yüce, tek bir yaratıcıdan bahsediyor. İnsanlar, yalnızca tek bir varlığın, bu varlık bir tanrı olsa bile, kendisine atfedilen sonsuz sayıda niteliğe nasıl sahip olduğunu anlayamamışlardı. Rahipler bu konuya bir açıklama getirdiler, tek tanrının her bir niteliğinin aslında ayrı benliklere sahip farklı tanrılar oluşturduğunu ve bu tanrıların da genelde birbirlerinden bağımsız hareket ettiklerini söylediler. Bu şekilde Mısır tanrıları koca bir ordu halini aldı, amaçlarını ve görevlerini ise bırakın diğer milletleri, Mısırlıların kendisi bile anlayamayabiliyordu. Yine de rahipler ve bilgin insanlar, bu tanrıların aslında tek bir tanrının farklı suretleri olduğunu biliyor, diğer tanrıların benliklerini bizzat bu tanrıdan aldığını anlıyorlardı.
Tanrıların en yücesi Güneş Tanrısı Ra’ydı. Her sabah, karanlığın güçlerine karşı verdiği mücadeleden muzaffer bir şekilde çıkıp doğu ufkunda beliriyor, “Milyonlarca Yıllık Kayık” adıyla anılan saltanat kayığı içindeki günlük yolculuğuna başlıyordu. Seyahati boyunca insanlarını izleyip onların iyiliklerine ve kötülüklerine şahit oluyor, onlara tüm yaşamın ve gücün kaynağı olan ışığı ve sıcaklığı bahşediyordu. Akşam olunca batı dağlarının ardına geçerek yeraltı diyarına iniyordu; önündeki karanlık ve korkunç yol boyunca kendisini alıkoymak isteyen sayısız düşmanını alt ediyor, Osiris’in yargı salonundan başarıyla geçen kişilerin ruhlarını kayığına alıp taşıyordu. Tam şafak sökerken öne çıkıyor, göklerdeki yolculuğuna en baştan başlıyordu.
Ra her gün bu şekilde karanlığın, pusun ve bulutların üstesinden geliyordu. Buna öykünen Mısırlılar, gerçeğin yanlışa karşı, doğrunun da yalana karşı zaferine ilişkin bir etik düşünce oluşturdular. Güneş, bu zaferin sembolüydü.
Ra’nın baş tapınağı delta üzerindeki Heliopolis şehrinde bulunuyordu, ona olan inanç buradan yayılmaya başlamış, nihayetinde Mısır’daki tüm yerleşim yerlerini etkisi altına almıştı. Thebes2 kentinin tanrısı Amon’un daha çok önem kazandığı zamanlarda bile Ra, halkın gözünde güçten düşmedi. Güçleri Thebes tanrısı Amon’un güçleriyle birleştirildi, böylece ikisi Amon-Ra olarak anılmaya başladı. Bu tanrı genelde insan şeklinde, bazen bir insan başıyla, bazense bir şahin başıyla tasvir edildi.
En başta Tanrı Amon’a bu isim altında yalnızca Thebes kentinde tapılıyordu, ama daha sonra şanı öylesine yayıldı ki kuzeydeki ve güneydeki tüm topraklarda bilinir oldu; Mısır kent ve kasabalarının her birinde, günlük yaşamda onun adına ilahiler söylenmeye, övgüler düzülmeye başlandı. Mısırlıların ona olan inançlarının kökeni, ırkın hayat bulduğu çok eski çağların karanlığı ve pusu içinde kaybolmuş durumda. Adı, “Saklı Olan” anlamına geliyor. Mısırlıların hakkında açık bir fikre sahip olduğu ilk tanrı, yani çeşitli nitelikleriyle diğer tanrılara can veren yüce ve biricik tanrı da muhtemelen oydu. Yazının henüz keşfedilmediği eski çağlarda bu tanrıya inanan insanlar, ona dualar edip şükürde bulunuyorlardı. İnsanlar, kendilerinin ne görebileceği ne de tanıyabileceği, ama kendilerini daima gözetleyen ve dualarına kulak veren, sonsuz bilgiye sahip yüce ve ebedi bir yaratıcıya inanıyorlardı. Sonrasında yavaş yavaş, fikirleri gitgide olgunlaşıp geliştikçe, ona dair düşüncelerini yazıya dökmeye başladılar. Thebes kentindeki büyük tapınakta bu tanrıya adanan gündelik ilahinin bir kısmı şöyle dizeler içeriyordu:
Tanrı birdir ve tektir, ondan başka tanrı yoktur.
Tanrı birdir ve tektir, o tüm canlıların yaratıcısıdır.
Tanrı bir ruhtur, insanların ve canlıların gözüne görünmeyecek kadar saklıdır.
Tanrı ruhların ruhu, Kutsal Mısır Ruhu’dur.
Tanrı ezelden beri tanrıdır. O, henüz hiçbir şey yokken bile bir tanrıydı.
Varoluşun efendisidir, herkesin babasıdır, ebedi ilahtır.
Tanrı sonsuza dek yaşayacak olandır; bakidir, ebedidir, sonu olmayandır.
Sonsuz zaman sahibidir, bundan öncesinde olduğu gibi bundan sonrasında da sürekli var olacaktır.
Tanrı saklıdır, onun şeklini ya da neye benzediğini hiçbir insan kavrayamaz.
İnsanlar ve tanrısal varlıklar için bilinmeyendir, gizemlidir, kavranamazdır.
Tanrı hakikattir, hakikatte yaşar. O hakikatin kutsal efendisidir.
Tanrı yaşamdır. İnsanlar, kadim ve biricik olan onun marifetiyle yaşarlar.
Geniş kitlelerin taptığı tanrılardan bir diğeri, insanlığa barışın inceliklerini ve kardeşçe yaşamayı öğretmek için insan formunda dünyaya inen Osiris’ti. Erkek kardeşi Set (yahut diğer ismiyle Tifon), ondan ölümüne nefret ediyordu ve onu sinsice öldürmüştü. Bunun üzerine Osiris’in eşi İsis, kocasını bulmak için yola çıkıp kutsal gücüyle onu tekrar diriltti. Yavaş yavaş yetişkinliğe adım atan oğulları Horus, Tifon’a savaş açarak birkaç amansız mücadelenin ardından deltada yapılan bir savaşta onu alt etti. Mısır halkının büyük bir efsane olarak gördüğü ve çok sevdiği bu hikâyeyi sonraki sayfalarda ayrıntısıyla ele alacağız.
Osiris yaşamında çok acılar çekmiş ve birçok haksızlığa uğramıştı, bu yüzden diğer tanrılar onu “Ölülerin Yargıcı” olarak seçtiler. Osiris, tahtının yükseldiği yeraltı diyarında her gece bekliyor, Ra’yla birlikte Ölüm Gölgesi Vadisi’ne varan ruhlar için hükümde bulunuyordu.
Fazlasıyla hürmet gören bir diğer tanrı da Thoth’tu. Kutsal zekâyı temsil ediyordu, bu sayede bilgelik ve ilim tanrısı olmuştu. Osiris’in huzurundaki yargı sahnesini işleyen tasvirlerde Thoth, insanın kalbinin tartıldığı kantarın yanında dikilmekte, elindeki tablet ve kamıştan kalemle, verilen yargıyı kaydetmek için beklemektedir. Bu sebeple ona “Kâtip” dendiği de oluyordu. Resimlerde bir kelaynak başıyla resmedilmiş. Kelaynak başının üstünde ise hilal şeklini almış ay da bulunuyor; bu, onun ayrıca zamanı da ölçtüğü anlamına geliyor.
Tanrı Thoth
Diğer tanrılar hakkında söyleyebileceğimiz çok fazla bir şey yok. Kheper-Ra adı doğudan yükselen Ra için kullanılan özel bir isimdi. İsis’in kız kardeşi Neftis, ölülerin tanrıçasıydı. İsis ve Osiris’in oğlu, üçüncü dereceden bir ilah olan Anubis, mezarların efendisiydi. Osiris’in erkek kardeşi Set, kötü güçlerin başı olarak nitelendiriliyordu. En başta dostane bir tanrı olarak görülmüş, ancak Osiris’le olan mücadelesi ve Horus’a karşı nihai yenilgisini işleyen mit sebebiyle kötü bir figür ve insanlığın düşmanı haline gelmişti, Horus ise insanlığın kurtarıcısı olmuştu.
Mısır inançlarının alışılmamış bir tarafı var: Tanrılar, insanların eylemlerini gözlemek için genelde dünyayı ziyaret eder, bunu yaparken de farklı hayvanların kılığına girerlerdi. Dolayısıyla neredeyse tüm hayvanlar, tanrılardan biri veya birkaçıyla ilişkili görülüp kutsal kabul edilirdi. Skarabe3 ya da kınkanatlı böcek, Kheper-Ra’yla; çakal, Anubis’le; kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilirdi. Kutsal sayılan herhangi bir canlıyı öldürmenin cezası ölümdü, fakat eğer bu eylem kazara yapılırsa rahipler ölüm cezası yerine para cezası keserlerdi. Bahsi geçen hayvan türlerinin her birini bu iş için özel olarak atanmış muhafızlar koruyordu, yiyecekleri ise tapınağa gelen insanların ikramlarından sağlanıyordu. Ölenlerin bedenleri özenle gömülüyor, hatta bazen mumyalanıyor ve belli başlı şehirlere götürülüp oradaki tapınaklara defnediliyorlardı; örneğin Bubastis kentinde kediler için inşa edilmiş bir tapınak mezar bulunuyordu.
Hayvanların en kutsalı, Tanrıça Hathor’un sembolü olarak görülen inekti. Öküz de özel bir tapınmanın nesnesi konumundaydı, zira bu hayvan, Ölülerin Yargıcı Osiris’le ilişkilendirilmişti. Apis Öküzü adıyla anılan bu hayvan -sahip olması gereken belli işaretlere bakılarak-rahiplerce özenle seçiliyordu. Postu siyahtı, alnında üçgen şeklinde beyaz bir leke olurdu. Sırtındaki kıllar bir kartalın kanatlarını andırırdı, sağ yanında hilale benzer beyaz renkli bir benek göze çarpardı. Dilinin altında ise Mısır’ın kutsal böceğinin nişanesi yer alırdı. Tüm bu özellikleri taşıyan hayvan bulunduğunda toplumsal bir sevinç yaşanırdı, Mısır topraklarının her bir yanında onun onuruna şenlikler düzenlenirdi.
Annesinden ayrılma vakti gelen Apis Öküzü, rahipler ve bilgin insanlar tarafından nehir kenarına indirilir ve Memfis kentine giden varaklı bir filikaya bindirilirdi. Kentte bu hayvan için inşa edilmiş, bağlı, bahçeli ve çeşmeli özel bir tapınak bulunurdu. Apis, hayatının son gününe dek bu tapınakta yaşardı. Doğduğu günün yıldönümlerinde büyük bir festival düzenlenirdi. Öldüğünde tüm ülke onun için yas tutardı, bu yas bir sonraki Apis bulunana dek devam ederdi. Bedeni mumyalanıp gömülürdü, cenaze merasimine katılanlara onun gömüldüğü yeri açığa vurmayı yasaklanmıştı. Bu yer yalnızca birkaç yıl önce keşfedilebildi: Yaşamı boyunca büyük bir onura ve tapınmaya nail olmuş bu hayvanın nihai dinlenme yeri kayalıkların içine oyulmuş, her geçitte özel odalar ve bu odalar içinde de devasa taştan lahitler bulunuyor.
Saf olarak görülmeyen birkaç hayvan türü de vardı. Örneğin domuzlar bu türdendi, onlarla domuz çobanları hariç kimsenin bir işi olmazdı. Elbisesinin etekleri yanından geçen domuza değen bir adam, koştura koştura nehre iner ve kiri temizlemek için hiç düşünmeden tüm kıyafetleriyle birlikte suya atlardı.
Yılanlar ve benzer hayvanlar da genelde kötü yaratıklar olarak görülüyor ve yok ediliyorlardı. Ruhun yeraltı diyarında karşılaşacağı en büyük düşman, dini yazıtlarda devasa bir yılan olarak tasvir edilen Apep ismindeki sürüngendi. Yine de birkaç türün kutsal kabul edildiği ve bu türe karşı derin bir saygı beslendiği de oluyordu, bunlardan biri uraeus4 yahut basilisk yılanlarıydı. Resmi, Mısır’daki tapınakların neredeyse tümünün kapılarının üstüne oyuluyordu. Altından yapılma tasviri ise Mısır tacının başlıca süsü olarak kullanılıyordu.
Kuş türlerinin birçoğu da kutsal sayılıyordu. En başta şahin, sonrasındaysa beyaz tüylü, uzun siyah kuyruklu, leylek bacaklı kelaynak geliyordu. Şahin Horus’la, kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilmişti. Bu kuşlardan herhangi biri kasten ya da kazara öldürülürse, öldüren kişi ölümle cezalandırılıyordu.
Velhasıl Antik Mısırlılar, Tanrı ve onun varlığını çevreleyen tüm canlılara dair kesin ve düzenli bir inanca sahipti. İnançlarına göre kendilerini, dünya üzerinde yaptıkları iyi veya kötü işlere göre, ahirette mükâfatlar yahut cezalar bekliyordu. Ahiret inançları, tüm düşüncelerini ve eylemlerini etkiliyordu. Tanrılara başvurmadan hiçbir işe girişmezlerdi. Tüm işlerini tanrıların gözetlediğini düşünerek yaparlardı. Dolayısıyla çok ahlâklı bir yaşam sürüyorlardı, öğretileri ise asil ve saf bir nitelik taşıyordu.
Bu insanlar, cennete gidecek olanın yalnızca ruh olduğuna inanmıyorlardı: Bedenin de yükseleceğini ve çok daha kusursuz bir diyarda varlığını sürdüreceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ölümden sonra bedene büyük bir önem veriliyordu; böylece ruh geri dönüp onu talep ettiğinde beden hazır olabilecekti. Cansız beden, mumyalama konusunda özel bir eğitim görmüş kişilere teslim edilirdi. Bu kişiler güzel kokuları ve gizemli ilaçları kullanarak cansız bedenleri çürümeye karşı dayanaklı bir hale getiriyordu. Bu insanların maharetleri, bugün müzelerimizde bulunan birçok mumyada açıkça görülebilir. Bu mumyalar, dinlenmeye çekildikleri günden binlerce yıl sonrasında bile, sanki canlı gibi görünüyor.
Eğer mumyalanan bir firavunun ya da yüce bir soylunun bedeniyse mumya, yan taraflarında ölünün yeraltı diyarındaki yolculuğunu tasvir eden oymaların yer aldığı, granitten yapılma ihtişamlı lahitlere yatırılırdı. Onu bekleyen yolda ruha yardımcı olması maksadıyla mezarın çevresine ölünün koruyucu tanrılarının heykelleri yerleştirilir, duvarlar kutsal metinlerle kaplanır ve parlak renklere boyanırdı. Bu denli pahalı cenazelerin altından kalkamayacak kimseler, üzerine kutsal metinlerle birlikte ölünün resminin de çizildiği ahşap tabutlarla yetinirlerdi. Müzelerde çok sık rastladığımız tabutlar genelde bu türden tabutlardır. Lakin tabut ister granit ister ahşap olsun, hatta isterse ölünün etrafını çevreleyen şey yalnızca dostane çöl kumları olsun; bunlar çok da büyük bir önem arz etmiyordu. Beden orada, sakin ve dingin bir huzur içinde, tekrar birleşmek üzere yolculuğundan ve mücadelelerinden dönecek ruhu bekliyordu. Bu birleşme gerçekleştiğinde saflık ve hakikat özüyle dolacak, “Muhteşem Huzur Tarlaları” diye adlandırılan topraklara gideceklerdi.