Loe raamatut: «Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret»
Sunuş
Güzide Sabri, 1883 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Çocukluğunu Çamlıca civarında bir köşkte, annesiyle birlikte geçirir. Babası, dönemin padişahı tarafından Sivas’a sürüldüğü için ailesinden uzaktadır.
Tüm çocukluğu boyunca babasından ayrı kalmanın acısını yaşayan Güzide Sabri, Münevver isimli bir kızla arkadaşlık etmeye başlar. Münevver’in genç yaşta ölmesi onu çok etkiler. Arkadaşının anısına ilk romanı Münevver’i yazar.
Genç yaşında, Ahmet Sabri Aygün’le evlenir. Ahmet Sabri Bey’in eşinin roman yazmasına karşı çıktığı, bu nedenle de Güzide Sabri’nin geceleri gizli gizli yazmak zorunda kaldığı söylenir.
Güzide Sabri, arkadaşı Münevver’den sonra eşi Ahmet Sabri Bey’i de kısa sürede kaybeder. Sonrasında kendini tamamen yazmaya verir. Özellikle karasevda konulu romanlarıyla tanınan yazarın kitapları Sırpça ve Ermenice gibi dillere çevrilir, pek çok kez beyazperdeye uyarlanır. 1940’lı yıllara kadar olan dönemin en çok okunan kadın yazarlarından biri haline gelir. 1946 yılında hayatını kaybeder.
Yazarın Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret adlı iki kitabını, Fikret ve Nedret adıyla tek bir kitapta birleştirip birkaç yıl önce yayımlamıştık. Diğer kitaplarını da yayımlama düşüncesi daima aklımızın bir köşesinde duruyordu. Ama kitaplara ulaşmanın zorluğu, ulaşabildiğimiz versiyonlarda gördüğümüz eksiklikler, bu sırada yayımlamaya devam ettiğimiz diğer kitaplarla uğraşma zorunluluğu ve hayatın her an karşımıza çıkarabildiği türlü türlü engellerle mücadele ederken bu kitapları istemeden de olsa ertelemek zorunda kaldık.
En sonunda hazırlıklarımızı tamamladık. Geçtiğimiz aylarda ilk olarak Yabangülü ve Necla’yı okurlarımıza sunmuştuk. Şimdi de Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret’i yine tek kitap olarak yayımlamanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Güzide Sabri’nin dilini günümüz Türkçesine çevirmeyi tercih etmedik. Tüm kitabı imla açısından günümüzde kullandığımız kılavuza uygun hale getirdik ama bunu yaparken yazarın sözcük seçimlerine mümkün olduğunca dokunmamaya çalıştık. Günümüzde kullanılmayan, az kullanılan ya da zamanla anlamı değişmiş sözcüklerin şu anki karşılıklarını dipnot olarak ekledik. Bu sözcükleri liste halinde bir arada görmeyi isteyenler için de kitabın en sonuna bir sözlük koyduk.
Uzun, biraz da meşakkatli ama aynı zamanda heyecanlı bir hazırlık sürecinin ardından Güzide Sabri kitaplarımız okurlarıyla buluşmaya hazır. Umarız siz de Güzide Sabri’yle tanışmaktan en az bizim kadar memnun olursunuz. İyi okumalar!
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi
Kânun-i evvelin1 soğuk ve karlı bir gecesinde, iki senedir görmediğim pek sevgili bir refikamın2 hanesinde bulunuyordum. Karla karışık şiddetli bir fırtına, müthiş tarrakalarla3 oturduğumuz odanın camlarını sarsıyor, hariçte4 şiddetli bir bürûdet5 hükümferma6 oluyordu.
Refikam Suat, Mısır’dan avdet edeli7 henüz yirmi gün kadar olmuştu. Teyzezadesinin nâ-kâbil-i ferâmuş8 vefatı, Suat’ı müddet-i medîde9 İstanbul’dan müfârakate10 mecbur eylemişti. Bu seyahat, gerek doktorlar tarafından tavsiye edilen bir deva, gerek kendisinin kederlerini hafifletmeye bir çare olması amacıyla ihtiyar edilmiş11 ise de, ne fayda ki Suat’ın yanında daima hüzün ve elemi olan minimini bir vücut12 vardı. Bu, hayata veda eden o zavallı kadının yadigârıydı.
Şimdi sobanın neşeli harareti, odanın sükûnunu ihlal ediyor, Suat’ın ihzar ettiği13 çayın keyfi ise bahsimizi derinleştiriyordu. Biraz ötede, halının üzerinde, üç yaşlarında olduğu tahmin edilen kıvırcık saçlı, iri kara gözlü, tombul ve sevimli bir çocuk bir şetâret-i tıflâne14 içinde uyanıyordu.
Suat, her ne kadar bu gece bana karşı ketumluk ederek acılarından bahsetmek ve tekrar onları tazelemek istemiyorsa da, ara sıra o minimini yavruya temas eden nazarlarında15 öyle derin bir elem vardı ki henüz kalbindeki yaranın iyi olmadığını ifhâm ediyordu.16 Bir aralık, onu kollarının arasına aldı. Çocuk, başını Suat’ın göğsüne dayadı; uyumak istiyordu. Refikam ona hazin sedasıyla ninni söylerken gözleri yaşarmıştı.
Nedret, o bedbaht çocuk, tombul kollarını analığının boynuna uzatmış; onların üzerine tevdi edilen17 buselerde aradığı şefkati bulduğu için masumane bir teslimiyetle tatlı bir uykunun rehaveti altında mahmurlaşan gözleri açılıp kapanmaya başlamıştı.
Bense bütün yaralarımı neşterleyen bu levhadan18 pek müteessir olmuştum. Ah, anasızlık! Hayatın en acı ve en büyük mahrumiyeti! Biliyordum ki bir yaşında öksüz kalan şu zavallı yavru yaşadığı müddetçe mevcudiyetinde bir boşluk, bütün muhitinde bir yalnızlık elemi duyacaktır.
Artık Nedret’in uzun kirpikleri güzel gözlerini kapamıştı. Bir anakucağı zannettiği kollar arasına sığınmış, mışıl mışıl uyuyordu.
Suat, benim şu hale karşı olan teessürümü anladı. İçini çekerek başını salladı.
“İşte,” dedi, “biz her gece böyleyiz. Ben zehirli gözyaşlarıyla ona ninni söylerken gülmeye gayret ederim. Halbuki o ağladığımı hisseder, mütemadiyen giryebar19 gözlerime bakar, minimini kollarıyla boynuma sarılır, kalbimin feveranını söndürmek istiyormuş gibi yüzümü öper ve masumane bir halle ‘Niçin ağlıyorsun anne? Sana bir bebek alayım da bari sus,’ der. Onu bağrıma basar, koklarım; bin türlü nevâzişler20 içinde uyuturum.”
Refikam gözyaşlarını silmek için sözlerine fasıla21 verdi. Sonra, nazarları duvarda asılı duran bir kadın fotoğrafına ilişti, kendi kendine söylendi.
“Ne tahammül edilmez bir hayat,” dedi, “ne edelim, akıbet!”
Bana dönerek “Kendisini tanırdın değil mi?” diye sordu.
“Evet, bir iki defa sizde görmüş çok beğenmiştim; ne latif bir kadındı.”
Hele ifadesindeki teessür, sedasındaki ihtizaz,22 duruşundaki vakar, nazarlarındaki cazibe, bende günlerce kendisini unutturmayacak bir hatıra bırakmıştı.
Suat, “Ah! Hayatının son demlerinde bile güzelliğini kaybetmemişti. Benim için asla unutulmayacak bir gece. Neyse, artık bu bahsi bırakalım. Seni rahatsız ediyorum kardeşim, beni affet!” dedi üzüntüyle.
“Bilakis, iştirak etmek bence bir vazifedir; mamafih23 seni müteessir etmezse bu uzun geceyi, dünyadan çekilmiş bir gecenin sergüzeşt-i hazinini24 dinleyerek geçirmek isterim. Cerihalarını25 kanatmak istemediğimden akşamdan beri bir şey sormaya cesaret edememiştim.”
“Onu yâd etmek benim için bir nevi tesellidir, lakin seneler sonra görüştüğümüz ilk geceyi elemli bir hatıranın tesiriyle geçirerek seni müteezzî etmek26 istemiyorum.”
“Bunu bilhassa istirham ederim Suat!”
Bu sırada fırtına şiddetini artırıyor, kar parçaları camlara çarpıyordu. Suat çocuğu karyolasına yatırdıktan sonra geldi, sobaya birkaç odun attı. Saat dördü vuruyordu. Sandalyelerimizi ateşin yanına doğru çekti, derin bir nefes aldıktan sonra söze başladı.
* * *
Fikret, zaten dünyaya bedbaht olarak gelmiş bir talihsizdi. Dudakları, Nedret gibi anne demeye doymadan o melce-i şefkatten27 ebediyen mahrum kalmıştı. Teyzemin vefatı üzerine zavallı büyük validemin sinesinde28 ölmüş anacığının şefkatini bulduğu için orası onun yuvası olmuştu. Bu zavallı kadın, evladının bergüzârı29 olan bu çocuğu kollarının arasına aldı. Ömrünü zehirleyen acıları çocuktan sakladı.
Pederi tarafından tahsil ve terbiyesine son derece dikkat ve ihtimam edilmişti. Bu adam zevcesinin kaybından sonra uzun seneler kayınvalidesini terk etmemiş, onunla yaşamıştı. Fikret bir şevk ve hevesle kitaplarını, hocalarını seviyor; yegâne meşgalesi, yegâne zevki çalışmaktan ibaret kalıyordu. Bu kızda mevcut olan zekâ ve irfan, günden güne daha seri hatvelerle30 tecelli ediyordu. Gayet parlak tedrisat31 hayatının takdir edildiğinin bir nişânesi olarak pederi tarafından Fikret’e bir altın kalem ile gayet zarif bir yazıhane hediye edilmişti. Bu, bir genç kız için ne tatlı, ne masumane bir hayattı! Fikret’in musikiye de fevkalade istidadı32 vardı. Piyanoyu büyük bir maharetle çalar, daima muallimesinin takdirlerine mazhar olurdu.
Bu kızda mütemadi33 bir müstesnalık görürdüm. Terbiyesi ve fazileti, onu ulvi bir mevkiye yükseltiyordu. Halim, nazik, mütevazı ve hassastı, insan onun karşısında bir başka hisle mütehassis olur;34 sözlerine, sedasına, etvarına,35 büyük bir kadının huzurundaymış gibi mecburi bir saygı duyardı. Pederinin memuriyeti sebebiyle taşraya tayini onu günlerce ağlattı, kimse onu teskin ve teselliye muvaffak olamıyordu. Bu ilk mufârakat36 bütün hararetiyle onu yakmıştı. Bütün vaktini babasına mektup yazmakla harcıyor, bu dert ona pek ağır geliyordu. Altı ay kadar bir zaman geçmişti. Artık Fikret, baharı babasının nezdinde geçirmek istiyordu. Buna validem de muvafakat37 etmiş olduğundan nihayetsiz bir şevk ve meserretle38 hazırlanıyor, hareket gününü tayin edecek olan bir parça kâğıda muntazır39 bulunuyordu. Nihayet beklenen mektup ele geçmişti, heyhat! Bunda Fikret’in düşüncelerini paramparça edecek bir kuvvet vardı.
Pederi teehhülden40 bahsediyordu. Yalnızlığın verdiği meşakkat yüzünden buna mecbur kaldığını münasip bir lisanla kızına beyan eyliyordu.
Fikret bu acı hakikat karşısında derin derin düşündü. Pederinin kendisine tahsis ettiği muhabbete bir rakibe çıkıyordu, fakat fikrin ciddiyeti onu bu acı haberi bir teslimiyetle kabul ve telakkiye sevk ediyordu. “Bütün ömrünü bana hasretmesi muhal!”41 diyordu. “Ben henüz hayatın mahiyetini incelemeyi düşünememişim, mademki anneciğimin hatırasını senelerce muhafaza etmiştir, şu halde yaşamak ve hususen bakılmak için pederimin kararını muahezeye42 hakkım yoktur,” diye düşünüyordu ve “Sebepleriniz neye bağlı ise onu icra ediniz. Yegâne temennim saadetinizdir babacığım. Ancak tehir-i43 hareketimi af buyuracağınızdan eminim. Şimdilik hafif bir rahatsızlığım, bu saadete katılmama mâni olmuştur,” mealinde bir mektupla hissiyatını beyan eyledi.
Lakin onun meyus44 ve mahzun olduğunu anlıyordum. Fakat Fikret, üzüntülerinden kimseye şikâyet eylememeyi itiyat45 edinmişti.
Odasına çekilir, bazen piyano çalar, bazen kitap okur, bazen saatlerce mütefekkir46 bir halde kalırdı. Fikret’in roman okuduğuna pek nadir olarak tesadüf ederdim. Tetebbüât-ı ciddiye,47 en tatlı meşgalesiydi. Fikrini hayallerle işgal etmekten hoşlanmazdı.
Fikret, pederinin ikinci daveti üzerine, üç ay kadar gidip gelmişti. Validesinden yana ne şikâyet etmiş ne de memnuniyetini söylemişti. Pederinin refika-i hayatı48 olduğu için hürmet göstermişti. Bu esnalarda Fikret’in sıhhatini pek mütegayyir49 görüyordum. Günden güne soluyor, gözlerinin tabii feri sönüyordu. Göğsünün sol tarafında ara sıra hafif bir sancı hissediyordu. Büyük validem bundan son derece telaşa gark olmuş, derhal bana haber göndermişti. Ertesi günü kendisini ziyarete gittim.
“Kızım, Fikret’in hasta olduğuna sen de dikkat etmiştin. Benim şu ihtiyarlığım o çocuğun sıhhatine itina etmeye müsait değildir. Sen onun büyük hemşiresi olduğun için, üzerine düşen vazifeyi ifa et. Hangi doktoru tensib edersek50 onu çağırt, tedavi ettir ve zevcinle beraber birkaç ay yanımda oturunuz. Ben de bundan iki suretle istifade etmiş bulunurum; hem huzurunuzla teselli bulur hem de iki sevgili hafidem51 arasında yaşarım; zannedersem yeğenin de buna muvafakat eder, değil mi yavrum?” dedi.
“Hay hay efendim. Mademki öyle emrediyorsunuz…”
“Rica ediyorum kızım!”
Fikret bunu işittiği zaman nihayetsiz bir sevinçle boynuma sarılmış, defaatle52 yanaklarımdan öpmüştü.
Büyükannemin nezdinde bir müddet kalmak üzere geldiğimizin ertesi günü Fikret’in tedavisine başlanmıştı. Muayene eden doktor, hastalığın ehemmiyetsiz bir bronşitten ibaret olduğunu ifade eyledi. Verilen ilaçlara muntazaman53 devam olunduğu halde bir tesir hâsıl olmadı. Kızcağız kalbinin üzerinde derin bir sancı hissediyor, şiddetli nöbetler altında eziliyordu.
Ben ne yapacağımdan mütehayyir,54 meyus bir haldeyken zevcim bize bir doktor tavsiye etti. Kendi arkadaşlarından birinde aynı mevzun55 bir ahenk, etrafında sade bir letafet mevcuttu. Kendisi müteehhil,56 aynı zamanda iki evlada malik bulunuyordu. Fakat hiçbir vakit bundan bahsetmemiş, daima Fikret’in kalp ve ruhunun sevinci için sözler etmişti. Doktorun devamı, hastalığın imtidadı57 teyzezadem üzerinde garip bir tesir husule getirmeye başladı.
Bir gece Fikret şiddetli bir buhran geçirmişti. Anut58 bir nöbetin tesirinde çok ıstırap çekmişti. Gece doktora bir telgraf gönderdik. Ertesi gün geldi. Merdivenleri çıkarken çehresi sapsarı idi. Kendisini istikbal ettim.59 Tanıyormuşçasına bir heyecanla sordu:
“Ne oldu? Fikret Hanım nasıl?”
“Biraz fazla rahatsızdır efendim.”
Nejat Kemal, tehalükle60 Fikret’in yatak odasına doğru gidiyor, daha doğrusu koşuyordu. Aynı anda metanetini de muhafazaya çalışıyordu.
Fikret uzun bir koltuğa uzanmıştı. Bir gece evvel çektiği ıstırap onu bimecal61 bırakmıştı. Nejat Bey’in odaya girmesi üzerine davrandı. Onu görünce çehresi gül rengi bir vaziyet aldı. Elleri titriyordu. Düşer gibi tekrar koltuğun üzerine oturdu. Doktor yavaş yavaş yanına gelmişti. Nabzını tutmak için elini uzatırken müsterih bulunmaya gayret ediyordu.
“Sizi böyle rahatsız görmek istemiyorum. Öyle zannediyordum ki bugün sizi yine mor leylakların, beyaz yaseminlerin ruha rahatlık vermeye mahsus rayihaları arasında sâyenişin62 olarak bulacağım.”
Fikret başını kaldırdı, iri siyah gözlerini onun gözlerine atfetti, nazarları tesadüf etmişti. Zavallı kızcağız hemen bir elini kalbi üzerine bastırdı. Zaten hasta olan bu uzvun pür helecan63 çırpınmaya takati yoktu.
Hazin bir seda ile “Bilseniz, ne kadar mustaribim,” dedi.
“Emin olunuz ki geçecektir. Bütün kuvvetimi, hatta (yavaşça ve sevinçli bir seda ile) bütün hayatımı bu uğurda fedaya amadeyim; hayatta asla geçmeyecek yalnız bir ıstırap vardır.”
Fikret’in dudakları üzerinde acı bir tebessüm göründü. Onun ne söylemek istediğini keşfetmişti, öylece yüzüne baktı. Bu güzel gözlerde sükûneti talep eden gizli bir istirham manası vardı.
Ben odanın bir köşesine çekilmiştim. Müphem bir endişenin tesirinde bulunuyordum. “Acaba?” diyordum. “Eğer böyleyse elim bir felaketin kıyısında bulunuyoruz.” Fikret gibi ciddi, hassas bir kadının ruhuna aşkın bütün varlığıyla hükmedebileceğini de düşünüyordum. Bununla beraber, Nejat’ın bir zevç64 ve aynı zamanda bir peder olması, saadetlerine ne büyük bir mâniydi. Zannetmem ki Fikret bunları düşünmemiş olsun. Atide65 zuhur edebilecek bir felaketin önünü ne suretle almak lazım geleceğini mülahaza ediyordum.66 Nejat’ın tedavisinden onu mahrum etmek için büyükanneme karşı ne gibi sebepler gösterebilirdim? O kadar durendiş67 bir kadın olmasa bile, Fikret’in sıhhati uğrunda her şeyi ve bütün hayatını fedaya hazır bulunduğunu da bilirdim. Bunu doğrudan doğruya Fikret’e açmanın; aşkın amansız, insafsız pençelerine henüz teslim olmamış ise onu kurtarmak istediğimi kendisine söylemenin daha münasip olduğunu görüyordum. Herhalde teenni68 ile hareket etmek lazım geliyordu. Çünkü Fikret şu zaafından dolayı benim karşımda fena halde sıkılacaktı ve bundan mütevellit69 bir heyecanın tesiri onda belki birtakım ahvâli gayri muntazıraya70 sebebiyet verebilirdi.
Ben bu düşüncelere dalmışken Doktor reçetelerini yazıyordu. Fikret’e baktım, dalgın nazarlarını ona dikmiş, öyle derin derin bakıyordu ki sanki bütün amâk-ı ruhunu71 keşfetmeye uğraşıyordu.
Fikret yine sıhhatine kavuşmuştu. Bazen Doktor bize geliyor, bazen de biz Fikret’le muayenehaneye gidiyorduk; bütün dikkatime rağmen hareketlerinde şüphelerimi takviye edecek hiçbir alamet ve emare göremiyordum. Her şeyi tabii bir haldeydi. Aldandığıma hükmederek artık müsterih olmuştum. Fikret’in öyle her baktığını beğenecek, her gördüğünü sevecek sadedil,72 hoppa kızlardan olmadığını zaten bilirdim. Belki Nejat’a karşı karşı koyması imkânsız bir his duymuştur zannı, fikrimi tedhiş73 etmişti. Bunun doğruluğuna emin olsaydım dahi, Fikret’e bir söz edemezdim. Yalnız onun bedbaht olacağına acırdım çünkü Nejat, bir kadın tarafından cidden sevilmeye layık bir gençti.
Onların mevcudiyetlerinde bir müşâbehet,74 bütün duygularında nazara çarpan bir ayniyet75 vardı. Bu ise ruhların ezeli tanışıklığı demek değil miydi? İşte beni korkutan cihet76 burasıydı. Bir an evvel Fikret’in tamamıyla iyi olmasını Cenabı Allah’tan niyaz ediyordum. Lakin heyhat! Bu zavallı kızın hayatını tehdit eden marazın,77 en nazik uzvu üzerinde hüküm sürmesi bana atisinin vahim olacağını söylemekteydi.
Mevsim artık sonbahar olmuştu. Hazan, yaprakları sarartıyor, kışın gelişini hissettiren sisli havalar ve yağmurlu günler göklerdeki kasveti artırıyordu.
Fikret, ilaçlarına devam ediyor, lakin derin bir düşüncenin tesirinde dalgın, müteellim,78 mahzun ya-şıyordu. Onun bu halini neye hamledeceğimi79 bilmiyordum. Kendisinin Doktor’a karşı fevkalade ciddi tavırlarında, Nejat’ın ise ona karşı terbiyesi gereği nezaket etmesinde şüphe edilecek bir hal yoktu. Hatta birkaç defa benim bazı mânilerden ötürü gidemediğim zamanlarda Fikret hizmetçisiyle yalnız olarak muayenehaneye gitmeye mecbur olmuştu.
Artık Erenköy’de büyükannemle Fikret’in sıkılmaya başladıklarını anladığım için kışlık evin tertibatını ihzar etmek80 üzere beş altı gün kadar İstanbul’da kalmıştım. Avdetimde81 Fikret’i göremediğimden büyükanneme sordum.
“Kaç gündür seni bekledi. Nihayet ilaçları kalmadığı için bugün doktora gitti,” cevabını verdi. Akşam on birde Fikret geldi. Kendisini bahçede istikbal ettim.82 Rengi o kadar bozulmuştu ki tarif edemem. Korktum.
“Ne oldun, hasta mısın?” dedim. Yüzümü, ellerimi öperek, “Yorgunum, merak etme,” diye cevap verdi.
“Doktor seni nasıl buldu?”
“Her zamankinden daha iyi.”
“Oh, çok şükür ya Rabbim!”
Acı acı güldü ve elimi tutarak tekrar öptü, gözleri yaşla dolmuştu.
“Çılgın kız, hem gülüyor hem ağlıyorsun. Ne demek istediğini anlayamıyorum.”
“Anlayacak ne var ki kardeşim, müsaade eder misin yukarı çıkayım?” diyerek yanımdan ayrıldı.
Bilmem ki niçin o dakikada ona o kadar acımıştım. Kemali83 teessürle arkasından bakıyordum; yürüyüşünde öyle bir zarafet, bütün hareketlerinde öyle bir incelik vardı ki kadınlığın, daha doğrusu bütün genç kızlığın güzelliği onda tecessüm etmiş84 zannedilirdi.
Başının ağrıdığını bahane ederek o akşam sofraya inmedi. Yemekten sonra yanına çıktım. Yazıhanenin önüne oturmuş mektup yazıyordu. Beni görünce ayağa kalktı; gözlerine baktım, ağlamış olduğunu anladım.
“Mektup mu yazıyorsun?” dedim.
“Evet.”
“Kime?”
“Pederime!”
“Bu kadar aceleye ne lüzum var? Rahatsız olduğunu söylediler. Biraz istirahat lazım değil mi, iki gözüm?”
Sükût ederek önüne baktı.
“Mektubunu görebilir miyim?” dedim.
Râşedar85 elleriyle uzattı. İkinci satırını okur okumaz hayretle haykırdım:
“Nasıl? Fikret gidiyor musun? Buna sebep?”
İnler gibi bir sesle “Suat, bana bir şey sorma, yalnız senden istirham edeceğim bir şey var ise o da ninemi teskin ve teselli etmendir,” dedi.
“Lakin bu ani duruma nasıl mana verilecek?”
“Of… Sus! Zira hissettiğim manevi azap beni öldürüyor. Bir müddet olsun buradan gitmek, buradan kaçmak istiyorum.”
“Ya Rabbim, neler işitiyorum! Fikret, metanetini topla, iyi düşün kardeşim, seni mukedder86 ve meyus görüyorum.”
Birdenbire yerinden kalkarak kollarımın arasına düştü, başını göğsüme dayadı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
“Evet,” diyordu, “zannettiğinden daha mukedder ve meyusum. Ne yapayım, buradan kaçmaktan, ondan uzaklaşmaktan başka çare ve ümit var mı? Söyle…” demesiyle o anda zihnimi işgal eden müthiş fikrin şimdi hakikat olduğunu kemali teessürlerle görüyordum; biraz zaman evvel Doktor Nejat hakkında hisseylediğim şüphe, şimdi tamamıyla bir hakikat suretinde nazarımda tecessüs ediyor ve bütün asabımı lerzedâr87 eyliyordu.
Ne söylediğimi bilmez bir halde “Şimdi ne yapacaksın?” dedim.
“Gideceğim… Babamın yanına!”
“Ona söyledin mi?”
“Evet, hepsini.”
“Ne dedi?”
“Son derecede yalvardı, hatta ağladı. Evet Suat, sorma artık!”
“Hiçbir şeyi gizleme, seni candan seven hemşirene bütün esrarını dök. Fikret, o seni kurtarmak için hayatını hiç sakınmadan fedaya hazırdır. Zaten evvelden beri bu işte mevcut olan şüphelerimi takip ederek hakikati keşfe ve ondan sonra sana bir enis88 olamayışıma pek teessüf ediyorum. Peki senin bu arzuna karşı ne yolda mukabele etti?”
“İzdivaç teklifinde bulundu.”
“Ne yaptın?”
“Reddettim… Aşkıma, saadetime, ellerimle derin bir mezar kazdım; uzak hayatımı oraya defnettim.”
“Fikret… Kalbini tebrik ve seni takdir ederim!”
“Ne suretle telakki edersen et kardeşim, ben hareketlerimin iyi veya fena olduğunu temyiz edecek89 muhakeme kuvvetinden mahrumum; yalnız o anda vicdanımın sedasına ittibâ ettim.90 İnsaniyetime terettüb eden91 bir vazifeden başka bir şey yapmadığım itikadındayım. Şiddetli bir buhran içindeyim. Hissiyatım ölüm kadar acı, hisler ölüyormuş da insan yine tahammül ediyormuş,” diyordu.
Başını omzuma dayadı. Uzun, kıvrık kirpiklerinin üzerinde gözyaşları parlıyordu. Mevcudiyetini kaplayan yeis ve nevmidi92 içinde âdeta hayattan tecerrüt etmiş93 bulunuyordu; onun bu hal-i pürmelaline94 karşı, “Rica ederim büyük valideciğime acı; onu düşün. Senin firakınla95 o zavallı ne elim ıstıraplara duçar96 olacak,” dedim.
“Evet,” diyordu, “bütün sevdiğim vücutları da kendimle beraber felaket girdabına atıyorum. Lakin eminim ki sen ninemi yalnız bırakmazsın, benim yerime onu meşgul edersin, değil mi Suat? Ben kendisine bir zaman için gidip tekrar geleceğimi söylerim; yalnız bana müsaade et, iki güne kadar babamın yanına gideyim.”
“Allah aşkına etme, düşün.”
“Bir şey düşünemeyeceğim; burada birkaç gün ikametim bütün azmimi, kararımı mahvedebilir; mevkiimin vahametini niçin takdir etmiyorsun Suat? Bırak buradan uzaklaşayım; zira üç vücudun harap olmasınaben sebep olacağım: Çocukları, zevcesi.”
Başını ellerinin arasına aldı. Derin bir ah çekti. Kalbi parçalanıyor zannettim.
Onun sözlerinde nâ-kâbil-i itiraz97 bir katiyet mevcuttu. Artık arzusuna itaatten başka benim için çare kalmamıştı. Bir hafta sonra Fikret cümlemize veda ederek pederinin nezdine azimet etmişti.98
Aradan altı ay kadar zaman geçti. Bu müddet zarfında onunla muhabere ediyorduk.99 Mektuplar gözyaşlarıyla yazılmıştı. Pek ıstıraplı bir ömür geçiriyordu. Artık bu kız manen harap olmuştu.
* * *
Burada Suat sükût etti. Pek müteessir olmuştu. Ayağa kalktı. Yazıhanesinin kilitli bir gözünden bir defterle bir mektup çıkardı. Bana uzatarak “Şimdi bunu oku,” dedi.
Kâğıdı aldım, merakla açtım; münderecatı100 şöyleydi:
Kardeşim,
Sana bu mektubu yazarken idam hükmünü bekleyen mazlumlar gibi ben de bana verecekleri son kararın tebliğini bekliyorum. Üvey validem beni başından defetmek için vücudumu derin bir girdaba atıyor. Zaten zehirlenmiş ömrüme bir de işkence ilave ediyor. Dört beş gün sonra benden büyük bir adamın zevcesi oluyorum. Ne olduğumdan ve de ne olacağımdan bihaber denecek kadar idrakten mahrumum.
Bu ölmüş vücudu sürüklüyorlar. Bir şey duymuyorum, hayattan tecerrüt etmiş gibiyim; pederimin emrine uymaktan gayri çarem kalmadı, kemali tahassürle101 yanaklarından, ellerinden öperim kardeşim.
“Bir ay sonra pederinden aldığımız bir mektupta izdivacın icra edildiği; Fikret’in arzusu üzerine ziynet ve külfet olmadan sade, sessiz bir cemiyet102 yapıldığı; zevci yaşlı ise de faziletleri ve ahlakıyla temayüz etmiş103 bir zat olduğu, nihayetsiz bir servete, müteaddit104 çiftliklere malik bulunduğu ve kendisinin aslen İstanbullu olup birkaç senedir çiftliğin birinde ikamet ettiği yazıyordu.”
* * *
Bu mektup üzerine Fikret’in hayatını düşündüm. Demek o da zevciyle beraber çiftliğe çekilerek münzevi bir ömür geçiriyordu. Suat artık sükût etmişti. İkimiz de derin bir düşünceye dalmış gibi duruyorduk. Ben gözlerimi duvardaki resme dikmiştim. Aşkın zehirli pençeleri altında senelerce çırpınan, nihayet yorgun ve ümitsiz tebah edip105 giden şu genç kadını düşünüyordum. Hakikaten ne müstesna, ne cezbedici bir güzelliğe malikti. Onu Suat’ın evinde gördüğüm zaman ne kadar beğenmiştim. Kumral saçlarının parlak rengi, çehresine bir letafet bahşediyordu.
Hele uzun kirpiklerle muhat106 iri siyah gözlerinin mahzun nazarında öyle müessir107 bir kuvvet, öyle derin bir cazibe vardı ki bunlar insanın ruhunda hazin ve ulvi bir his uyandırıyordu. Suat, yanında duran defteri bana uzatarak “Seni müteessir ettim kardeşim; fakat sen öyle istedin! İşte bu defter Fikret’in evrak-ı metrukesidir. Benden öğrenemeyeceğin şeyleri burada okur anlarsın; ömür sergüzeştinin108 bazı safahatı109 burada yazmaktadır,” dedi.
Defteri aldım. Sayfalarını bir bir açıp gözden geçirmeye başladım; çoğu satırda eller titremiş, bazı yerler ise gözyaşlarıyla silinmişti. Sandalyemi sobadan biraz öteye çektim. Lambanın pembe abajurundan bu siyah satırlar üzerine hüzünlü bir ziya aksediyordu. Şu yazıları yazan, şimdi bir avuç türap110 olmuştu, heyhat!
Fırtına biraz sükûnet etmiş, camları kamçılayan kar parçaları kafeslerin arasında kümecikler teşkil eylemişti. Uzaktan köpeklerin kavgası işitiliyor, gecenin zifiri karanlığı içinde evlerin beyaz taşları görünüyordu.
10 MayısÇiftlik
Şafak vakti uyandım; penceremin önündeki leylak dalı üzerinde gizlenen bir yaramaz sakanın ötüşü ne kadar güzeldi. Seher vaktinin gönülçelen renkleri semayı boyamaya başlıyorken, bütün etraf ümit kadar tatlı, sevda kadar hazin bir letafete bürünmüştü. Güneşin ışıkları yavaş yavaş ovalara kadar yayılıyor, her yerde neşeli bir hayatı uyandırıyordu. Ah! Benim emellerim, benim sabah ümidim, böyle ebediyen karanlık, ebediyen siyah mı kalacaktı?
Kalktım, bir bornoza sarıldım, kimseye görünmeden aşağı indim. Zevcime tesadüf etmek istemiyordum, kapıyı açtım, serin bir rüzgâr çehremi okşadı, yavaş yavaş yürüdüm. Sabaha mahsus olan bu sükûtu, ırmağın çağıltısı ihlal ediyordu.
İnce bir yoldan ufak bir tepeye çıktım; burada rayihalı bir ıhlamur ağacının sayesinde111 oturdum. Burası gözyaşlarımın, bitmez elemlerimin tek istirahatgâhıdır. Her gün burada oturur ve vatandan gelen rüzgârla ruhumun tesirli ateşini teskin etmeye uğraşırım; İstanbul buraya sekiz dokuz saat kadar uzaktır. Ta derinlerden gelen neşedar bulutlardan her gün ümitli bir haber beklerim, vadileri tahdit eden112 yüksek dağların sisli tepelerine bakar ve oradan bir hayal gözlerim… Ne boş intizar!113 Ne vahi114 ümit! Heyhat!
Yarım! Hayatın zehirlerini muvakkat115 bir zaman için tathir eden116 gözyaşları olmasaydı, insanlar için rahatlatan bir nefes duymak, bir teselli bulmak acaba nasıl mümkün olurdu?
Zevcimden, bu muhterem adamdan, yeisimi gizlerken ne müthiş azap çekiyorum. Vicdanım bu azabın yükü altında eziliyor. Onun müşfik müsamahası karşısında ölmek istiyorum. Memnuniyetimin temini için bütün fedakârlıklarda bulunuyor, acaba benden ne bekliyor?
Ah! Ben yaşadığımdan bihaber şu sefil ömrü sürüklüyorum. Ona ebediyen veda ettiğim günden beri hayat, nazarımda hiçbir şafağı olmayan ıssız, karanlık bir çölden ibaret kalmıştır. Ne acı, ne unutulmaz bir gündü. O gün ikimiz bir odada yalnızdık. Bütün kalbinin samimi sedasıyla “Fikret!” diyordu. “Sizin için her şeyi fedaya hazırım; sizi ilk gördüğüm günden beri çekmekte olduğum ıstıraba artık bir nihayet vermek, bana sonsuz hayatı bahşetmek dudaklarınız arasından çıkacak bir kelimeye mütevakkıftır.”117
Gözlerim kararmıştı. Sükût ediyordum.
O mütemadiyen söylüyordu:
“Hiç dikkat etmiyor musunuz? Sekiz aydan beri her gün huzurunuzda biraz daha ölüyorum, biraz daha eriyorum; heyecanlarımı, gözyaşlarımı etrafımızdakilerden saklarken ayaklarınızın altına düşmekten korkuyordum. Siz de aynı marazla malul olmuştunuz, siz de benim duyduğum acıları hissetmiştiniz. Bütün sâfiyet-i vicdanınıza,118 bütün masumiyet-i ruhunuza119 bir ayna olan bu güzel gözlerinizde kalbimin aksini gördüğüm zaman bütün mevcudiyetimi sarsan bir mestle ayaklarınıza kapanmak ihtiyacını duymuştum.
Ah! Fikret sizi o kadar sevmiştim ki, ruhumu tesrir eden120 sedanızı işitmekten mahrum, huzurunuzda yaşadığım kıymetli zamanın bahtiyarlığından uzak bulunduğum günlerde, muhitin boşluğu ve kimsesizliği içinde nasıl bir öksüzlük hissiyle melul ve perişan kaldığımı bilseydiniz! Fikret! Otuz üç yaşındayım, hiçbir vakit hayatın bu kadar sevimli, yaşamanın bu derece tatlı, dünyanın bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Söyleyin, bunları bana hissetiren sizin aşkınız mıdır?
Fakat niçin sükût ediyorsunuz? Niçin boynunuzu bükerek ümitsiz bir nazarla yüzüme bakıyorsunuz?
İşte size meşru bir âguş-ı muhabbet121 açıyorum, Fikret! Tevhid-i hayat122 edelim diyorum. Niçin cevap vermiyorsunuz?”
Gecelerin siyahından daha muzlim123 gördüğüm hayat resmi, şimdi sihir bulutlarından münakis124 bir pembelik içinde en gönülçelen tebessümlerle gülüyordu. Galiba burada bir şafak başlıyor, burada tulu edecek125 bir saadetin ilk nurları görünür oluyordu. Lakin birdenbire gözlerim kararmaya, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Ruhu besleyen o levha nazarımdan silinmişti, her tarafım siyah bir duman, kesif bir zulmet126 içinde kalmıştı. Çeşm-i mükedderimin127 önünde sanki yıkılmış, söndürülmüş bir saadet yuvasının harabesi vardı; o zaman tüylerimi ürperten bir çaresizlikle, ağlayan aşkımın bütün merâretlerini128 hissederek çırpındım, inledim!
İki çocukla bir kadının hayali bana doğru takarrüp ediyorlardı.129 Dişlerini gıcırdatarak, gözlerini açarak sanki beni boğmak, parçalamak istiyorlardı. Kulaklarımda ise “Saadetimizi çaldın, hazinemizi gasp ettin,” diyen bir ses uğulduyordu. Buna peyrev130 olan diğer bir seda ise “Şu üç vücudu kendi saadetine feda etme, eğer aşka mağlup olursan emin ol ki mesut olamazsın. Buradan kaç!” diyordu.
Ayağa kalktım. Sallanıyordum, düşmemek için bir sandalyeye dayandım. Ya Rabbim; pek acı bir hakikat karşısında bütün ümitlerim sönmüş, istikbalim kararmış, hayatın saadetinden mahrum ve binasip131 kalmıştım.
O şaşırmıştı. Ağlayan bir sedayla “Nasıl? Gidiyor musunuz? Bana bir ümit vermeden öyle mi?” diyordu.
Karanlık bir uçuruma doğru sükût ediyorum zannetmiştim; idama hükmettiğim o dakika, çektiğim ıstırapların en tahammül-güdazı132 idi, ona doğru döndüm:
“Ümit mi dediniz? Ben bu kelimenin manasını bilmekten kendimi mahrum ediyorum. Benim için yalnız bir intizar varsa, o da ölümdür!”
“Ya Rabbim, neler söylüyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Demek meşru bir surette sizin için açılan kollarımın arasına atılmaktan istinkâf133 ediyorsunuz?”
“Hayır, Nejat hayır. Orası benim saadetimin yuvası olacaktı. Fakat! Sen yalnız olaydın, hayatın diğer hayatlara merbut134 olmayaydı.”
Nejat başını elleri arasına alarak bir sandalye üzerine yığılmış kalmıştı. Kendisine bu son sözleri söylerken, onun öyle mağmum135 bir bekleyişi, öyle meftur136 bir dinleyişi vardı ki… Bütün kararımı mahvediyordu. O dakika oraya düşüp helak olmadığıma hâlâ hayretteyim.