Loe raamatut: «Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan»
ÖNSÖZ
Tüm zamanların efendisi, ulu önderimiz, “evrenin övüncü bayımız”, şanı yüce peygamberimiz, fahri kâinat efendimizin, dünyaya teşrif edip tüm zamanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura, zilletten izzete, isyandan kıyama, cehaletten ilme yönelttiği zaman diliminde, doğu ve batı, kuzey ve güney tam bir başıboşluk, sefillik, aymazlık, cehalet, zulüm, isyan, tuğyan ve şaşkınlık içindeydi.
Teşrifiyle insanlığın feraha erdiği, yeniden insan olmayı hatırladığı ve hatta “fıtrat ayarlarına” dönmeyi idrak ettiği o dönemde insanlık, tabiri caizse sınıfta kalmıştı. Cahiliye Dönemi’nin Arabistan’ında kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülmüyor, kız çocuğu doğurma ihtimali olan anneler çöle götürülerek kız çocuğu doğurması hâlinde hazır mezarlarda doğurduğu çocuğuyla birlikte hunharca katlediliyordu. Miladi takvimle milenyumun orta yüzyıllarında dünyanın başka coğrafyalarında da kadınların fıtri özelliklerinin tebarüz ettiği dönemlerde onların ellerinin değdiği “kap kacaklara” dokunmanın caiz olup olmadığı tartışılıyor, onlarla aynı sofraya oturmanın imkânsız olduğuna dair görüşler tezahür ediyordu.
Arabistan dâhil tüm beşeriyetin delalet ve zillet içerisinde kadını hor ve hakir görerek tahkir ettiği bir dönemde peygamberimiz, efendimiz, müjdecimiz; Veda Haccı için Mekke’ye kalabalık bir kervanla ilerlerken kadınların taşındığı develeri süratli ve hoyratça sürerek onların sarsılmasına ve rahatsızlığına yol açan Habeşli köle Enceşe’ye taşıdıklarının kıymetini, asaletlerini, zarafetlerini vurgulamak için “Enceşe! Kristallere iyi davran!” diyerek kendisine dünyada sevdirilen üç güzellikten kadının kendi döneminde ve kendisinden sonra da tüm devirlerde statüsünü tayin etmiştir. (“Hadislerle İslam”, 1 Baskı, Ankara 2013, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Cilt 1, Sayfa 107)
“Kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının” çocuğu olan ulu önderimiz, peygamberimiz, efendimiz, vahye muhatap olduğunda bir kadının, bütün kadınların kıskandığı Hatice validemizin müşfik kollarına sığınıyor, şefkati onun kollarında buluyor ve ilk olarak onun tarafından peygamberliğine iman ediliyordu.
Bütün kelimelerin, bütün cümlelerin, bütün naatların, bütün kasidelerin, bütün şiirlerin, bütün övgülerin, bütün takdim ve takdislerin yetersiz kaldığı peygamberimiz, efendimiz 23 yılda, dünyayı tüm zamanlar boyunca aydınlatacak bir dinî öğretiyi “yaşayan Kur’an” olarak vazettikten sonra “Dünyada ebediyen kalmakla Rabb’ine dönmek” arasında muhayyer bırakıldığı hâlde Rabb’ine dönmeyi seçerek bize kıyamete kadar yetecek olan bir aydınlığı, Kur’an’ı, berrak yaşantısını miras olarak bırakmıştır.
Ulu önderimizin, peygamberimizin 23 yıllık nübüvvetinden sonra dünya asla eskisi gibi olamamış ve göz kamaştıran bir medeniyet, bütün ihtişamı ile gelecek bütün zamanları “insanlık teknesinde” yoğurmuştur.
Başka hiçbir medeniyetin hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağı düzeyde bir tasavvur, bir âlem fikri, bazen Müslümanlara rağmen gerçek olmuştur.
Son zamanlarda ortaya çıkan “Muhammedsiz İslam” projesi, yeni bir medeniyet inşasına başlayan bütün Müslümanların karşısına çıkan en sinsi, en nobran, en içeriden, en kalleşçe projelerden biridir.
Türkiye’de önceleri Fazlur Rahman’ın sinsi fikirleri ile başlayan bu cereyan, daha sonraları Tel Aviv-Londra-Washington merkezli Fethullah Gülen hareketi tarafından uygulanmaya başlamıştır.
Türkiye’de ki Risale-i Nur hareketini bu bağlamda dikkatlice değerlendirmekte büyük fayda vardır.
Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyet ideolojisinin kendine hasım olarak bellediği dine karşı hunharca -ve özellikle tek parti döneminde ortaya çıkan- davranışlar, Said-i Nursi’nin ön plana çıkmasına ve isminin kamuoyuna mal olmasına yol açtı.
Bugün Fethullah Gülen’in narsist kişilik bozukluklarının ve belagatli dinî retorik yönteminin kökeni esas olarak Said-i Nursi’ye dayanmaktadır.
“Emirdağ Lahikası” isimli kitabında Said-i Nursi kendisine sorulan bir soruyu cevaplarken şöyle der:
Mühim Bir Suale Hakikatli Bir Cevaptır
Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki:
“Mustafa Kemal’in sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye, Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun!” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki:
“Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim; eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim!” (“Emirdağ Lahikası 1”, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2010, Sayfa 8)
Risale-i Nur hareketinin önde gelen kurumlarından Suffa Vakfı ve Feyyaz Bilim ve Gelişim Derneğinin desteklediği http://www.sorularlarisale.com sitesinin “Nurcu anlayışın” Kur’an okunmasına dair yaklaşımını ortaya seren ibretlik bir soru ve cevabı şu şekildedir:
Soru: “Risale-i Nur’u anlamıyoruz, Kur’an-ı Kerim meali okunsa yeterli olmaz mı?” diyenlere nasıl cevap vermeliyiz? Yalnızca meal okumak sakıncalı mıdır?
Cevap: Kur’an-ı Kerim, sadece mealle anlaşılabilecek bir kitap değil. Çünkü Kur’an’da bulunan yüzlerce müteşabih ayet, İslam âlimlerinin Kur’an ve hadis ışığında yaptıkları yorumlarla ancak tam olarak anlaşılabilir. Kısa bir meal bu manayı veremez. Resulullah’tan (sav) bu yana yaklaşık dört yüz bin tefsir yazılmış, bu tefsirler bile Kur’an’ı tam açıklamaktan acizdir.
Çünkü Kur’an, dibi olmayan bir deniz, okyanus gibi olduğundan ancak bu ilimde rusuhiyet peyda eden müfessirlerin yardımıyla anlaşılabilir. Kur’an meali sadece bizlere dar bir bakış açısı vermekten öteye geçememekte. Birçok anlamamız gereken manalar örtülü kalmaktadır. Tabii “hiç meal okumayalım” demiyoruz. Elbette meal okunmalı ama sadece mealle yetinilirse birçok Kur’anî bilgiden de mahrum kalınacağı unutulmamalıdır. Kur’an’ın tam tercüme edilemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de ifade buyurmuş.
Bugünden düne “flashback” yaparsak dünü daha iyi anlayabilir ve yarını Kur’an’ın kutlu ışığında Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliriz.
Peygamber Efendimiz’in vefatı ile birlikte başlayan iktidar kavgası, dönemin otoritesi Hz. Ebubekir’in yaşlılığı yüzünden itibar görmesi ve Cenab-ı Peygamber’e yakın bir şahsiyet olması sayesinde uhuletle yatıştırılır. Hz. Ebubekir’in kısa süren hilafetinde kayda değer problemler yaşanmaz. Vefatından sonra hilafete gelen diğer üç halifenin hem dönemleri hem de hayatları için ise aynı şey söylenemez.
Hz. Ömer (634-644), Farisi bir köle olan ve azmettirilen süfli ve de sefil Ebu Lüle tarafından suikasta uğrayarak sabah namazında; Hz. Osman (644-656), şaki ve bağiler tarafından muhasara altında su gönderilmesine dahi müsaade edilmeyen, hunharca bir saldırıya uğradığı evinde Kur’an okurken; Hz. Ali (644-661), Haricî suikastçılardan Abdurrahman b. Mülcem isimli bir alçak tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmasıyla birkaç gün içerisinde vefat etmiştir.
Hulefa-i Raşidin içinde en uzun süre halifelik görevini üstlenen Hz. Ali, hilafet döneminde bir gün bile rahat nefes alamamış, haricî ve dâhilî İslam düşmanları ile yoğun bir mücadele içerisine girmiştir.
Hz. Ali’nin vefatı ile Şam’da yerleşik tiranın iktidarının tahkimi, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ile başlamıştır. Oğlu Yezid’in, tarihin en büyük katliamlarından biri olan Kerbela faciasında, Hz. Hüseyin’i hunharca, adice ve bayağı bir şekilde şehit etmesi de İslam tarihinde iktidar kavgasının en müşahhas örneklerinden biridir.
Seçilmiş halife Hz. Ali’ye sinsi planları nedeniyle biat etmeyen Muaviye, Dört Halife Dönemi’nde görevden uzaklaştırılan tüm yöneticileri ve menfaat gruplarını Şam’da toplayarak Medine yönetimine karşı önce muhalefet, ardından da isyan etti.
Bu ilk fitne döneminin ardından halifelik müessesesi hızla bir iktidar aygıtına dönüştürülmüş ve bir kısım halifeler döneminde pek çok olumsuzluk yaşanmıştır.
Bu kitap “Halifeler” başlıklı 6 kitaptan oluşan serinin ilkidir.
Bugün yaşadıklarımızın temeli olan “halifeler tarihi”, önemli hakikatleri gün yüzüne çıkarmayı gaye edinmektedir.
Yasin TopaloğluMart 2016, Ankara
HZ. MUHAMMED
Arabistan Yarımadası sıcak iklime sahip, geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, tarım ve hayvancılığa elverişli yerleşim yerleri azdır. İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’nda göçebe olarak hayatlarını süren Araplar, atalarının âdetleri ve inançları üzere yaşıyorlardı. Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluk çapulculuk yapardı. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri idi. Birçoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak para kazanıyorlardı.
İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse aile bağlarını önceleyen kabile sistemi idi. Kabile, bir Arap’ın her şeyi idi. O nedenle soyculuk aralarında çok yaygındı. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Bu nedenle, kendisine kimlik veren, güvenliğini sağlayan kabilesi için bir Arap hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Kabile; fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilan ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.
Özel mülkiyetin olmadığı bu sistemde kabilenin ileri gelenlerinden oluşan bir meclis vardı. Önemli kararlar bu mecliste alınırdı. Mekke’yi, kabilelerin temsilcilerinden oluşan bir meclis yönetiyordu. Mecliste, yetkileri babadan oğula geçen on kabile lideri bulunuyordu. Genelde en çok mal ile çocuğa sahip bulunan ve kabilenin yaşça da en büyüğü olan kişi kabilenin başkanı olurdu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı.
Coğrafi konumu gereği, Mekke’de oturanlar çoklukla ticaretle, Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ziraatla uğraşırlardı. Kervan yolları üzerinde olması nedeniyle Mekke’nin stratejik bir önemi vardı. Bu nedenle Mekke’de hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a ticari seyahatler yapılırdı. Mekke’nin en canlı olduğu dönem, kabileler arası savaşın yasaklandığı ve günümüzde üç aylar denilen dönem idi. Bu dönemde kabileler hac görevini ifa etmek için Mekke’ye geliyor ve ticaret yapıyorlardı. Bu dönemde Arap Yarımadası’nda suç oranları en düşük seviyeye iniyordu. Kölelik sisteminin olduğu bu dönemde köleler üretimden çok ev işlerinde, kervanların korunmasında çalıştırılıyor ve cariye olarak kullanılıyordu.
Tüccarlar vasıtasıyla Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin girdiği Arabistan Yarımadası’nda, yaygın olan inanç biçimi puta tapıcılıktı. Bunların yanı sıra, kayda değer ağırlıkları olmasa da Yemen’de ve Şam çevresinde yıldızlara tapınanlar vardı. Bahreyn, İran ve Irak’ta Mecusi denilen, ateşe tapan insanlar yaşıyordu.
Taştan, ağaçtan veya yiyecek maddelerinden yaptıkları putlarından, sıkıntılı durumlarda yardım isteyen Araplar, Kâbe’yi de onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, kurban kesmek için ziyaret ederlerdi. Önemli bir işe başlamadan veya bir yolculuğa çıkmadan önce Kâbe’yi ziyaret edip, onlara kurban keser ve başladıkları işin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için fal okları çekerlerdi.
Yahudiler, Hristiyanlar ve Hanif inancında olanlar dışında o dönemin Arapları, öldükten sonra hayata inanmazlardı.
Kadının adının olmadığı o dönemde bir erkek istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İki kız kardeşle aynı anda evlenme, üvey anne ile evlenme gibi âdetlerin olduğu o dönemde, kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı. O dönemde yaşayan Arap, karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu.
Ekonomik ve sosyal nedenlerle kadının adının olmadığı o dönemde kız çocukları da ayıplı görülür, doğumlarından utanç duyulurdu. Bir aile, erkek çocuğunun çokluğu oranında kendini güçlü hissettiği için kız çocukları tüketici ve zayıflatıcı bir birey olarak görülürdü. Erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlardı. Bedevi Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun sürülerini güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.
İslam öncesinde Arap toplumunda kumar düşkünlüğü ve alkol tüketimi çok yaygındı. Herkes kumar oynayamazdı. Kumar oynamak için kabilenin ileri geleni ve zengini olmak gerekiyordu.
Asabiyesi yüksek olan Arap toplumunda cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi iyi âdetler olsa bile kan davası da çok yaygındı. Bazen sudan sebeplerle başlayan kabile savaşları kırk yıl boyunca devam edebiliyordu.
Ebedî Işık 571’de Doğdu
İnsanlara gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed böyle bir toplumun içinden çıktı. Kur’an’da da anlatılan Fil olayından elli beş gün sonra, 571 yılında, 20 Nisan gününe karşılık gelen Rebiyülevvel’in 12’sinde, pazartesi günü Mekke’de dünyaya geldi.
Soyu, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e nispetle İsmailîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnaniler’e dayanmaktadır.
Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin en değerli su kaynağı olan Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından hakarete uğrayınca, Allah’a yemin etti ve on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adadı. Çocukları dünyaya gelip verdiği sözü yerine getirmek istediğinde aralarında kura çekti ve kura en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmek istedi. Kararını uygulamak için harekete geçtiğinde yakınlarının tepkisiyle karşılaştı. O da sözüne diyet olarak oğlunun yerine yüz deve kurban etti. Hz. Muhammed, bu olayı ve büyük dedesi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kastederek kendisini, “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum.” diye tanıtmıştır.
Abdullah da babası gibi ticaret ile uğraşan bir insandı. On sekiz yaşına geldiğinde Amine ile evlendi. Amine, Kureyş kabilesi’nin Beni Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenaf’ın kızıdır. Abdullah, Amine ile evlendikten kısa bir süre sonra ticaret yapmak için gittiği Şam’dan dönerken Medine’de vefat etti.
Dünyaya gelmeden önce babasını kaybeden Hz. Muhammed’in adı, annesine rüyasında telkin edilmiştir. Doğumu öncesinde görülen olağanüstü olaylar dışında sünnetli bir şekilde dünyaya gelmesi nedeniyle onun özel bir kişi olduğu konuşulmuştur. Abdülmuttalib torununun doğumu şerefine bir ziyafet vermiştir.
Araplar arasında yeni doğan çocukları süt anneye verme âdetine Amine de uymuş ve emzirmesi için oğlunu önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’ye vermiştir. Daha sonra çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmesi için Hevazin kabilesi’nden Halime’ye verildi.
Hz. Muhammed’e iki yıl süreyle bakan Halime, iki yılın sonunda annesine teslim etmek üzere onu Mekke’ye getirir. O sırada Mekke’de veba salgını olduğu için oğlunu korumak isteyen Amine, oğlunun bir süre daha Halime’de kalmasını ister. Hz. Muhammed’i yanına aldıktan sonra bolluğa kavuşan Halime, beş yaşına kadar ona bakar.
Hz. Muhammed altı yaşına girdiğinde cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte onu yanına alan Amine, akrabalarını ve eşinin kabrini ziyaret etmek üzere Medine’ye gitti. Eski adı Yesrib olan Medine’de bir ay kadar kalan Amine, Mekke’ye dönmek için yola çıktığında Medine’nin 190 kilometre dışında kalan Ebva mevkisinde hastalanıp hayatını kaybetti. Böylece Hz. Muhammed, yetim olarak geldiği dünyada altı yaşında öksüz kaldı.
Torununun sorumluluğunu üstlenen Abdülmuttalib, ona öksüzlüğü hissettirmemeye çalıştı. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed sekiz yaşına geldiğinde hayata gözlerini kapadı. Ölmeden önce de torununu oğlu Ebu Talib’e emanet etti. Ebu Talib, çocukları çok seven biriydi. Muhammed’i de kendi çocuklarından ayrı tutmadı.
Mensubu olduğu Kureyş Kabilesi’nden olan kişiler ticaretle uğraşıyordu. O da kumaş ve tahıl ticareti yapan amcası Ebu Talib’e yardım ederek ticaret hayatına başladı. Mekkeli diğer erkekler gibi ilk ticaret seferine dokuz yaşında çıktı. Suriye’ye giden bir kervan ile yola çıkan Hz. Muhammed, burada Busra denilen köyde konakladı. O konaklama esnasında kendisindeki olağanüstü özellikleri fark eden Bahira adındaki rahibin, Şam’da bulunan Yahudilerin ona zarar verebilecekleri uyarısıyla Busra’dan daha ileri gitmedi.
Büyüdüğü ortamda Ebu Talib’in işlerine yardım etti. On yaşında iken onun koyunlarını da güttü. Peygamber olduktan sonra kendisine yöneltilen bir soru üzerine her peygamberin koyun güttüğünü söylemiştir.
Mekke, coğrafi konumu yanında toprak yapısı ve bitki örtüsü yönünden ziraat ve hayvancılık yapmaya uygun değildi. Aşırı sıcak oluşu ve yeterli su kaynağı bulunmaması nedeniyle tarım ve hayvancılık yapmak mümkün değildi. İnsanlar, bu nedenle ticaret yaparak geçimlerini temin etmek zorundaydı. Tarım, daha çok güneyde, doğuda ve Hicaz’ın Medine, Hayber, Taif ve Vadilkura gibi vahalarında yapılabiliyordu.
Arabistan’da ticaretin en canlı olduğu dönemler, fuar zamanları idi. Habeşistan ve Yemen gibi Mekke’den uzak bölgelerde yapılan fuarlara katılmak için o da yolculuklar yaptı. Böylece bir yandan ticaret ile uğraşırken, diğer yandan Arabistan’ın ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını öğrenme imkânı buldu.
Yaşı yirmiye geldiğinde büyük mal sahiplerinden, kendi malını işletmesi için ona teklifte bulunanlar oldu. Dürüstlüğü, samimiyeti ve emaneti koruması ona olan güveni giderek arttırdı. Onun Hz. Hatice ile evlenmesine de ticaret vesile oldu.
Hz. Hatice, önceki iki kocasını kaybetmiş, dul bir kadındı. Zengin ve soylu bir hanım olan Hz. Hatice, çevresindeki insanların tavsiyesi ile Hz. Muhammed’e malını işletmesi karşılığında ortaklık teklifinde bulundu. Aralarında yaptıkları anlaşma sonrasında Suriye’ye götürdüğü kervanla kârlı bir ticaret yaptı. Sonuç Hz. Hatice’nin ona olan güvenini arttırdı. Hz. Muhammed 25 yaşına girdiğinde Hz. Hatice’den, Nefise binti Ümeyye adlı kadın aracılığı ile evlilik teklifi aldı. Evlendikten sonra Hz. Muhammed, bir rivayete göre kendisinden 15, diğer bir rivayete göre 3 yaş büyük olan Hz. Hatice’nin evine taşındı.
Hz. Muhammed, kendisine peygamberlik görevi verilene kadar adına leke getirmeden yaşamış bir insandı. Hep doğruyu söylemesi sebebiyle “Emin” lakabını alan Hz. Muhammed’in hayatında peygamberlikten önceki en önemli olaylardan biri 605 yılında meydana geldi. O yıl, Kâbe, Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilmeye başlandı. İnşaat tamamlanınca Hacerülesved denilen siyah taşı yerine kimin koyacağı konusunda anlaşmazlık çıktı ve bu nedenle kabileler birbiriyle çatışma noktasına geldi. Kureyş Kabilesi’nin önde gelen isimlerinden Ebu Ümeyye b. Mugire, Beni Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulmasını teklif etti. Beni Şeybe kapısından ilk giren kişi Hz. Muhammed oldu. Hacerülesved ona verildi. O da taşı bir örtü içine koyup, bütün kabile üyelerine örtünün bir ucundan tutturarak kaldırdıktan sonra taşı bugünkü yerine koydu. Böylece anlaşmazlığı sona erdirmiş oldu.
“Yaradan Rabb’inin Adıyla Oku!” Emri Geldiğinde Çok Korktu
Ünlü İslam bilginlerinden Muhammed Hamidullah, Hz. Muhammed’e ilk ayet indirilmeden önce Mekke ortamını şöyle anlatmıştır:
“İslam’ın ortaya çıkışından önce Mekkeliler putperest olmakla birlikte, aslında mutlak kudret sahibi, yüce ve tek bir Allah düşüncesine de sahiptiler. Putlar ise Allah’la aralarında aracı durumundaydılar. Merak duygusu, tabii olarak çok az sayıda insanı kendisine çeken Hristiyanlık, Zerdüşt ateşperestliği gibi ‘yabancı’ dinlerin ve ateizm vb. felsefi düşüncelerin girişini kolaylaştırıyordu. Ne tuhaftır ki bu insanlar arasında hiç beklenmeyen bir hoşgörü vardı. Nitekim aynı aile farklı dinlerden bireyleri barındırabiliyordu. Dahası Kâbe’nin çevresinde, Arabistan’ın çok sayıda kabilesini temsil eden yüzlerce put bulunuyordu. Kâbe’nin iç duvarlarına işlenmiş resimler arasında İbrahim’i (a.s.), İsmail’i, (a.s), İsa’yı (a.s), Hz. Meryem’i tasvir eden resimler de bulunmaktaydı.”
Kâbe’de Arabistan’daki her bir kabileye ait üç yüz altmış put bulunmaktaydı ve o, hiçbir putun önünde eğilmedi. Bu putların en büyükleri, Lat, Uzza, Menat ve Hubel idi. Menat’a; Ensar kabileleri, Sa’d ve Huza kabileleri tapardı. Lat putu Taiflilerindi. Uzza; Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerine aitti. Kırmızı akikten yapılmış Hubel ise Kureyş Kabilesi’ne aitti. Bunların dışında İs’af, Naile, Vedd, Suva, Yağûs ve Ya’ûk vb. adlarla meşhur başka putları da vardı.
O, Hz. İbrahim’in dini üzere yaşamaya çalışan az sayıdaki Hanif inancına mensup insan gibi inanıyordu. Hanifler, Allah’ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesap gününe itikat ederler, cahiliye âdetlerini kabul etmezlerdi. O nedenle ibadet etmek için çoklukla Mekke dışına çıkarlardı. Hz. Muhammed de ibadet etmek istediği zaman Hira Dağı’nda kendisiyle baş başa kalıyordu. Peygamberlik görevinden birkaç yıl önce Hira Dağı’na daha sık çıkmaya başladı. Yiyeceği tükenince Mekke’ye iniyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve yiyecek alarak mağaraya dönüyordu. Bazı zamanlar Hz. Hatice’yi de yanına alıyordu.
610 yılının Ramazan ayında, Kadir Gecesi ilk vahiy indirildi. Vahiy meleği olan Cebrail, Hira Dağı’nda bulunduğu gün, “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” anlamındaki ilk ayeti ona tebliğ etti. Bu olay onda korku, endişe ve heyecan uyandırdı. Hira Dağı’ndan inip Hz. Hatice’nin yanına gitti ve yatağa girerek Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istedi. Kalktığında sakinleşti ve başına gelenleri teker teker anlattı. Ona ilk inanan Hz. Hatice oldu.
Hz. Hatice’nin amcası Varaka bin Nevfel, kutsal inançları bilen, bilge bir kişiydi. Hz. Hatice, Hz. Muhammed’i ona götürdü. Hira Dağı’nda başından geçenleri dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi.
Varaka bin Nevfel’in açıklamalarıyla gönlü sakinleşen Hz. Muhammed, Cebrail’in ikici kez gelişini beklemek için sık sık Hira Dağı’na gitmeye başladı. Uzun süre Cebrail’in gelmeyişinden ümitsizliğe kapılan Hz. Muhammed, bir gün Hira’daki mağaradan dönerken Cebrail’i tekrar görünce korku ile evine gitti. Cebrail evinde karşısına çıkarak ona Müddessir suresi’nin ilk ayetlerini okudu. Bu ayetlerde artık ilahi tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği haber verildi.
Hz. Peygamber, o andan itibaren insanları gizli gizli İslam’a davet etmeye başladı. Üç yıl süren bu davet sırasında İslam’a ilk inananlar, eşi Hz. Hatice, ardından yakın dostu Ebu Bekir, amcası Ebu Talib’in oğlu Ali, Zeyd b. Harise, kızları Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm oldu.
Üç yıl süren gizli davet sırasında cennetle müjdelenen sahibiler de ona inandılar. Bu dönemde kendine inananlarla evinde veya Mekke dışındaki tenha yerlerde buluşan Hz. Muhammed, kendisine gönderilen ayetleri de onlara izah ediyordu.
İslam inancının gizli gizli yayılışı Ömer b. Hattab’ın Müslüman olmasına kadar devam etti. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ile birlikte İslam’a davet açıktan yapılmaya başlandı. Müslümanlar ile müşriklerin ilk çatışmaları da bu aşamada başladı.
Mekke bir ticaret merkeziydi. Kâbe, Mekke dışındaki kabilelerin putlarını sakladıkları merkez idi. Kureyşliler, Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini idare ediyor ve bu faaliyetten dolayı ciddi bir gelir elde ediyorlardı. Hz. Muhammed’in Allah’a şirk koşulmamasını tebliğ etmesi, Mekke’nin iktisadi gelir kapısına bir darbe anlamına da geliyordu.
Hz. Muhammed hakikat sözcülüğüne, akrabalarını davet ile başladı. Kureyş kabilesi’nden Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’ndan kırk beş kişiyi bir davette buluşturdu ve peygamberliğini tebliğ etti. Amcası Ebu Leheb, “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim!” diyerek ortamı terörize edip daha fazla konuşmasına fırsat vermedi. Hz. Muhammed’in bu davetini, Mekke’nin diğer ileri gelenlerine verdiği davetler takip etti. Bu davetlerde her seferinde karşısına amcası Ebu Leheb çıktı. Onu amcasının muhalefetine karşı koruyan ise diğer amcası Ebu Talib oldu.
Kur’an’da da anlatıldığı üzere Ebu Leheb karısıyla birlikte Resul-i Ekrem’e daima muhalefet etti. Mekke’ye dışarıdan gelen kişilerin onunla temasını engellemeye çalıştılar. Onlar karşı çıktıkça insanların Hz. Muhammed’in anlattıklarına ilgisi giderek artıyordu. İnsanların artan ilgisi, Kureyş’in ileri gelenlerini iyice endişeye sevk ediyordu. Puta tapıcılığın ortadan kalkması, Araplar arasındaki saygınlıklarının ve ticari gelir kapılarının yitirilmesi demekti. Onlar ısrarla atalarının dininde yaşamak istiyorlardı.
Dönemin Arap toplumunda maddi güç ve kabile asabiyesine dayalı bir üstünlük anlayışı hâkimdi. Fakirlerin emeğinin sömürüldüğü adaletsiz bir düzen vardı. Hz. Muhammed, toplumun ezilen kesimlerinin sözcüsü gibi ortaya çıkınca, değişim için bir umut ışığı doğmuştu. Alkolizmin, kadın istismarının yaygın olduğu toplumdaki bu davranışları yeni peygamber eleştiriyordu. Bütün insanların doğuştan birbirlerine eşit oldukları söylemi Arap toplumundaki dengeleri sarsacak nitelikteydi. Bu nedenle statükoyu korumak isteyenler yeni dine inananlara eziyet etmeye başlamışlardı. Öncelikle onu hakaret ve alay yoluyla sindirmeye çalışanlar, süreç içinde tepkilerinin dozunu şiddet boyutuna ulaştırdılar.
Kureyşliler, yaptıkları eziyetlerden sonuç alamayınca bir çare olarak Ebu Talib’den yardım istediler. Ebu Talib, yardım taleplerinin ilkini gönül alıcı sözlerle geçiştirdi. Yardım talebinde bulunanlar ikinci seferde tehdit edici ifadeler kullandılar. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Muhammed’i yanına davet etti ve baskılara daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının da kendisini yalnız bıraktığı hissine kapılan Hz. Muhammed o an, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim!” dedi. Yeğeninin sözlerinden etkilenen Ebu Talib, ona hak verdi ve “Git istediğini söyle, Allah’a and olsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim!” dedi.
Ebu Talib’e son gelişlerinde Hz. Muhammed’i kendilerine teslim etmesini isteyen Kureyşliler, “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velid b. Mugire’nin oğlu Umare’yi sana evlat olarak verelim.” dediler. Tabii Ebu Talib, bu öneriyi de reddetti. Bunun üzerine Kureyşliler Hz. Muhammed’e doğrudan öneride bulunup, Mekke’deki düzeni bozmaması karşılığında her türlü imkânı kendisi için seferber edecekleri sözünü verdiler. Yaptıkları tüm bu girişimlerden sonuç alamayınca Müslümanlara karşı tavırlarını sertleştirmeye başladılar. Sertleşen tavırların başında Müslümanlarla her türlü temasın kesilmesi, onların tecrit edilmesi ve yaşadıkları mahallenin ablukaya alınıp aç bırakılması da vardı.
Hz. Muhammed, kendisine inanan kimselere yapılan işkencelerin dozu artınca, Hz. Osman ve eşi Rukiyye’nin de aralarında bulunduğu on beş kişilik grubun 615 yılında Habeşistan’a göç etmesine izin verdi. İslam’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu olay üzerine İslam inanışının ilk mesajları da Afrika’ya ulaşmış oldu. Hz. Osman bir yıl sonra Mekke’ye döndükten sonra karşılaştıkları durumu Hz. Muhammed’e anlattı. Bunun üzerine yüz sekiz kişilik ikinci bir grup Habeşistan’a göç etti.
Kureyşliler, maddi ve manevi işkencelerle Hz. Muhammed’e inananların önünü kesmeye çalışırken, diğer yandan Habeşistan’a göç edenleri geri almak için Kral Necaşi’ye elçi gönderdiler. Necaşi’nin kendisine sığınanları iade etmemesi üzerine hayal kırıklığına uğrayan Mekkeliler, bir süre sonra Ebu Talib’in mahallesindeki ablukayı gevşettiler. Müslümanlara karşı boykotun gevşemesi üzerine Habeşistan’a giden göçmenlerden otuz üçü 620 yılında Mekke’ye döndü. Habeşistan’daki göçmenlerin kalan kısmı da 628 yılında Medine’ye döndü.
Hz. Hamza ile Hz. Ömer’in Müslüman olması ile Mekkelilerin morali çok bozulmuştu. Bu nedenle Hz. Muhammed taraftarlarına karşı daha şiddetli mücadele kararı aldılar. Gözlerini iyice karartan Mekkeliler, Hz. Muhammed’in mensup olduğu Haşimoğulları ve Muttaliboğulları ailelerini de düşman ilan ettiler. Hz. Muhammed’in, inadından ötürü peygamberlik iddiasında bulunduğunu düşünen Mekkeliler, akrabalarına baskı yaptıkları takdirde sonuç alabilecekleri vehmine kapıldılar. Mekkelilerin ilan ettiği düşmanlık çerçevesinde Ebu Leheb ve ailesi dışında bütün Haşimoğulları ve Muttaliboğulları ablukaya alındı. 616 yılında başlayan abluka döneminde Hz. Hatice’nin ve Ebu Talib’in bütün serveti tükendi. Hac mevsimi dışında onlarla her türlü ticari ilişki yasaklandı. Büyük yokluk ve açlığa sebep olan abluka, 619 yılında kaldırıldı.