Loe raamatut: «Beyaz Aslan»
Ön Söz
Nelson Mandela 1990 yılında otuz yıldan beri siyasi tutuklu olarak bulunduğu Robben Adası’ndan tahliye edildi.
Dünya, Mandela’nın özgür kalışını kutlarken birçok Güney Afrikalı bunu net bir savaş ilanı olarak değerlendiriyordu. Başkan de Klerk ise kendisinden nefret edilen bir vatan haini olarak görülüyordu.
Mandela’nın tahliye edilmesi sırasında bir grup adam büyük bir gizlilik içinde buluşarak Güney Afrikalıların geleceğinin sorumluluğunu üstlendiler. Bu kişiler çok acımasızdı ve kendilerini kutsal bir misyon üstlenmiş olarak değerlendiriyorlardı. Asla boyun eğmeyeceklerdi.
Gizlice buluştular ve bir karar verdiler. Ülkenin kana boyanacağı bir iç savaş başlatacaklardı.
YSTAD’LI KADIN
1
Emlakçı Louise Åkerblom, 24 Nisan Cuma günü öğleden sonra saat üçte Skurup’taki Sparbanken’den çıktı. Kaldırımda bir an durup temiz havayı içine çekerek bundan sonra ne yapması gerektiğini düşündü. Aslında o anda işi unutup Ystad’daki evine gitmekten başka bir şey istemiyordu. Ne var ki o sabah kendisini arayan dul kadına, satmak istediği evini gidip göreceğine söz vermişti.
Oraya gitmesinin ne kadar süreceğini tahmin etmeye çalıştı. Belki bir saat, belki de biraz daha fazla. Ayrıca ekmek alması da gerekiyordu. Genellikle evin ekmeğini kocası Robert pişirirdi ama bu hafta fırsat bulamamıştı. Meydanın karşı tarafına geçti, sola dönüp fırına doğru yürüdü. Kapıyı açarken üstündeki eski moda çanın sesi duyuldu. Fırında kendisinden başka müşteri yoktu, tezgâhtaki kadın daha sonra, Louise Åkerblom’un o gün oldukça neşeli olduğunu ve sonunda baharın gelmesine ne denli sevindiğinden söz ettiğini hatırlayacaktı.
Çavdar ekmeği ve eşiyle çocuklarına sürpriz yapmak için bir miktar Napolyon pasta aldı. Sonra da bankaya, arabasının yanına döndü. Arabasına doğru giderken kısa süre önce bir ev sattığı Malmö’lü çiftle karşılaştı. Çift, evi satın aldıkları kişiye para ödemek, kredi sözleşmesini ve anlaşmayı imzalamak için bankaya gelmişti.
Artık kendi evlerinde oturacakları için çok mutluydular. Louise onlar adına seviniyordu ama aynı zamanda da içinde bir tedirginlik vardı: acaba hem krediyi hem de faizini ödeyebilecekler miydi? Zor günler yaşanıyordu, artık hiç kimse işinde kendini güvende hissetmiyordu. Ya adamı işinden atarlarsa? Çiftin parasal durumlarını çok dikkatle incelemişti. Diğer genç çiftlerin tersine bunlar kredi kartlarını düşüncesizce kullanmıyorlardı ve genç ev kadını tutumlu birine benziyordu. Kısacası evlerinin borcunu ödeyebilecek kişilere benziyorlardı. Ödeyemezlerse yakında evin satılığa çıktığını nasıl olsa duyardı. Belki evi satan kişi kendisi ya da Robert olurdu. Birkaç yıl içersinde aynı evi iki ya da üç kez sattığı çok olmuştu.
Arabasını açıp bindi, araç telefonundan Ystad bürosunu aradı. Robert eve gitmiş olmalıydı. Telesekreterden kocasının Åkerblom Emlak Şirketi’nin hafta sonu için kapalı olduğunu ama pazartesi sabahı saat sekizde işbaşı yapacaklarını bildiren sesini duydu.
Önce Robert’in büroyu bu denli erken kapatmasına şaşırdı. Sonra onun bugün öğleden sonra muhasebecileriyle buluşacağını hatırladı. Telesekretere mesaj bıraktı: “Selam! Krageholm’deki eve bakmaya gidiyorum. Sonra da eve geleceğim. Saat şimdi üçü çeyrek geçiyor. Beşte evde olurum.” Telefonu yerine koydu. Robert muhasebeciyle görüştükten sonra belki büroya uğrardı.
Koltuğun üstündeki plastik dosyayı aldı, dul kadının verdiği tarifle çizdiği haritayı çıkardı içinden. Ev, Krageholm ile Vollsjö arasındaki tali yolun üzerindeydi. Oraya gitmesi, eve ve çevresine bakması, sonra da Ystad’a geri dönmesi bir saatini alacaktı.
Birden duraksadı. Evi daha sonra da görürüm, diye geçirdi içinden. Eve sahilden giderim ve bir süre sahilde uygun bir yerde durarak denizi seyrederim. Bugün zaten bir ev sattım; şimdilik bu yeter.
Bir şarkı mırıldanmaya başladı, arabayı çalıştırdı ve Skurup’tan çıktı. Trelleborg çıkışına geldiğinde bir kez daha fikir değiştirdi. Pazartesi ve salı çok yoğun olduğundan kadının evine gidip bakamayacaktı. Bu yüzden kızıp başka bir emlakçıya gidebilirdi. Böylesi bir şeyin olmasına izin veremezlerdi. Ülkede zor günler yaşanıyordu. Rekabet her geçen gün daha da artıyordu. Hiç kimse elindeki işi kaçırmayı göze alamıyordu.
İç çekerek direksiyonu kırdı. Sahil yoluyla deniz bir süre daha bekleyebilirdi. Gelecek hafta haritayı dayayabileceği bir şey almaya karar verdi, böylece doğru yolda olup olmadığını kontrol etmek için başını sürekli çevirmek zorunda kalmayacaktı. Dul kadının oturduğu sokağa daha önce hiç gitmemişti, ancak sokağı bulmakta zorlanacağını sanmıyordu. Mahalleyi biliyordu. Gelecek yıl emlakçılıktaki onuncu yılları dolacaktı.
Bu düşünceyle birlikte başını şaşkınlıkla salladı. On yıl olmuş. Zaman çok çabuk geçiyordu, gereğinden fazla çabuk. Bu on yıl içinde iki çocuk doğurmuş ve emlak şirketini kurabilmek için Robert’le birlikte canla başla çalışmıştı. Firmayı ilk kurdukları yıllarda ülkenin ekonomik durumu şimdikine oranla çok daha iyiydi, bunu şimdi daha iyi görebiliyordu. İşe şimdi başlasalardı asla başarılı olamazlardı. Hâline şükretmeliydi. Tanrı hem kendisine hem de ailesine çok iyi ve cömert davranmıştı. Çocuklarımızı Kurtaralım Derneği’ne yaptıkları katkıyı arttırmaları konusunu Robert’le bir kez daha konuşmalıydı. Robert para konusunda Louise’ten daha titiz olduğundan elbette bu fikre önce karşı çıkacaktı. Ama yine de onunla konuşmalı ve ikna etmeliydi. Zaten son sözü genellikle kendisi söylerdi.
Birden yanlış sokağa saptığını fark ederek frene bastı. Ailesini ve şimşek gibi bir hızla geçen on yılı düşünürken yanlış sokağa sapmıştı. Kendi kendine güldü, başını iki yana salladı ve U dönüşü yapmadan önce dikkatle yola baktı.
Skåne çok güzel bir yer, diye geçirdi içinden. Güzel ve ferah. Ama aynı zamanda sırlarla dolu. İlk bakışta insana dümdüz bir yer gibi geliyordu ama sonra birden bu manzara değişiyor ve evlerle çiftlikler, ıssız adalar gibi ortaya çıkıyordu. Evlere bakmak ya da alıcılara göstermek için çevrede dolaştığında manzaranın sürekli değişen doğasına hep ilk kez keşfediyormuş gibi hayran kalıyordu.
Kadının verdiği tarife bakmak için Erikslund’u geçtikten sonra arabayı kenara çekerek durdu. Haklıydı. Sola döndükten hemen sonra Krageholm yoluna çıktı. Manzara çok güzeldi. Tepelerin arasındaki virajlı yol Krageholm ormanından geçiyor ve göle uzanıyordu. Louise bu yoldan geçmeyi çok severdi, defalarca geçmesine karşın yine de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanırdı.
Yedi kilometre gittikten sonra son sapağı aramaya koyuldu. Kadın, bu sapağın bozuk ve toprak bir yol olduğunu söylemişti. Sapağı gördüğünde yavaşladı ve sağa döndü; haritaya göre ev bir kilometre ileride, sol taraftaydı. Üç kilometre gittikten sonra yol bitince Louise yanlış yolda olduğunu fark etti.
Bir an için evi unutup dönmeyi düşündü. Ama bu düşünceyi bir kenara atarak yeniden Krageholm yoluna çıktı. Kuzeye doğru yaklaşık beş yüz metre gittikten sonra bir kez daha sağa saptı. Bu sokakta kendisine verilen tarife uygun tek bir ev bile yoktu. İç çekti, geri dönerek durup sormaya karar verdi. Kısa bir süre sonra ağaçların arasına gizlenmiş bir ev gördü.
Arabayı durdurdu, motoru kapattı ve arabadan indi. Ağaçlardan gelen kokuyu içine çekti. Skåne’de sık rastlanan beyaz boyalı, ahşap ve U şeklindeki eve doğru yürüdü. Panjurlardan biri açıktı. Bahçede bır kuyu vardı, kuyunun yanında da siyah bir tulumba.
Tereddüt etti ve durdu. Ev terk edilmişe benziyordu. Belki de evine dönse çok daha iyi olacaktı. Kadın da öfkelenmese ne güzel olurdu.
Ama kapıya vurabilirim, diye geçirdi içinden. Denemeye değer.
Eve gelmeden önce büyük ve kırmızıya boyanmış bir ahırın önünden geçti. Başını aralık kapıdan içeri uzattı.
Gördüklerine çok şaşırdı. İçerde iki araba vardı. Arabalar iyi durumda değildi ama biri son derece pahalı bir Mercedes, diğeriyse BMW’ydi. O hâlde ev ıssız olamaz, diye düşünerek beyaz badanalı eve doğru yürüdü.
Kapıyı vurdu ama içeriden bir ses gelmedi. Bir kez daha ama bu sefer biraz da sert bir şekilde vurdu, yine kapıyı açan olmadı. Kapının yanındaki pencereden içeri bakmaya çalıştı, perdeler kapalıydı. Evin arka kapısının olup olmadığına bakmak için oradan uzaklaşmadan önce son bir kez daha kapıya vurdu.
Evin arka tarafında bakımsız bir meyve bahçesi vardı. Elma ağaçları neredeyse yirmi ya da otuz yıldan beri budanmamış gibiydi. Pas içindeki bahçe sandalyeleriyle masası armut ağacının altında duruyordu. Bir saksağan kanatlarını çırparak uzaklaştı. Arka kapıyı bulamamıştı, evin ön tarafına geri döndü.
Bir kez daha vuracağım, dedi kendi kendine. Eğer yine açan olmazsa Ystad’a geri dönerim. Böylelikle akşam yemeği hazırlıklarına başlamadan sahilde biraz durup dinlenebilme şansım da olur.
Kapıya hızla vurdu. Hâlâ açan yoktu.
Birinin avludan gelip yanına yaklaştığını duymadı ama hissetti. Hızla döndü.
Bir adam ondan yaklaşık bir metre kadar ötede duruyordu. Kıpırdamadan gözlerini yüzüne dikmiş bakıyordu. Adamın alnında yara izi olduğunu gördü. Birden kendini çok huzursuz hissetti.
Bu adam nereden çıkmıştı? Avlu taşlı olduğu hâlde neden ayak seslerini duymamıştı? Acaba saldıracak mıydı?
Adama doğru bir adım atarak sakin bir sesle konuşmaya çalıştı.
“Sizi rahatsız etmedim, umarım,” dedi. “Ben emlakçıyım ve yolumu kaybettim. Gideceğim yerin adresini sormak istiyordum.”
Adam cevap vermedi.
Belki İsveçli değil, diye geçirdi içinden. Belki onun söylediklerini anlamamıştı. Adamın dış görünüşünde yabancı olduğunu hissettiren bir tavır vardı.
Birden bir an önce oradan uzaklaşması gerektiğini hissetti. Karşısında duran bu hareketsiz adam ve onun buz gibi bakışlarından ürkmüştü.
“Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim,” dedi. “Rahatsız ettiğim için özür dilerim.”
Yürümeye başladı ama bir iki adım attıktan sonra durdu. Adam bir anda canlandı. Ceketinin cebinden bir şey çıkardı. Louise önce bunun ne olduğunu göremedi. Sonra tabanca olduğunu fark etti.
Adam tabancayı yavaşça kaldırdı ve namluyu Louise’in başına doğrulttu.
Aman Tanrım, diye geçirdi içinden Louise.
Aman Tanrım, lütfen bana yardım et. Bu adam beni öldürecek. Tanrım, lütfen, lütfen bana yardım et.
24 Nisan 1992 günü öğleden sonra dörde çeyrek vardı.
2
27 Nisan Pazartesi sabahı Komiser Kurt Wallander, Ystad emniyetine geldiğinde öfkeliydi. En son ne zaman bu denli öfkeli olduğunu hatırlayamıyordu. Sabah tıraş olurken yüzünü kesmesi de zaten sinirli olan komiseri iyice çileden çıkarmıştı.
Kendisine günaydın diyen çalışma arkadaşlarına homurdanarak karşılık verdi. Odasına girer girmez kapıyı hızla kapattı, telefonu fişten çekti ve koltuğuna oturarak camdan dışarı bakmaya başladı.
Kurt Wallander kırk dört yaşındaydı. Çok başarılı, inatçı ve zeki bir polis olarak tanınırdı. O sabah kendini hem çok öfkeli hem de huzursuz hissediyordu. Hiç hatırlamak istemeyeceği bir pazar günü geçirmişti.
Öfkeli olmasının nedenlerinden biri Löderup’un dışında tek başına yaşayan babasıydı. Babasıyla her zaman sorunlu bir ilişkisi olmuştu. İlişkileri yıllar içersinde de düzelmemişti. Üstelik kendisinin de fark ettiği gibi her geçen gün babasına daha çok benziyordu. Acaba babası gibi asık suratlı, ne yapacağı önceden kestirilemeyen biri mi olacaktı yaşlanınca?
Pazar günü öğleden sonra Kurt Wallander yine her zamanki gibi babasını görmeye gitmişti. Ilık bahar güneşinin altında verandada kahve içip kâğıt oynamışlardı. Birdenbire babası evlenmeye karar verdiğini açıklamıştı. Kurt Wallander önce yanlış duyduğunu sanmıştı.
“Hayır,” demişti. “Benim evlenmeye niyetim yok.”
“Ben senden söz etmiyorum ki,” diye karşılık vermişti babası. “Evlenmeye karar veren benim.”
Kurt Wallander babasına şaşkınlıkla bakmıştı. “Seksen yaşındasın. Bu yaşta evlenilir mi?”
“Ölmedim daha,” diye üstelemişti babası öfkeyle. “İstediğim her şeyi yapabilirim. Kiminle evleneceğimi sormayacak mısın?”
Kurt Wallander kiminle evleneceğini sordu.
“Kendin bul. Polislerin sonuca ulaşmak için çaba gösterdiklerini sanırdım?”
“Sen yaşıtın hiç kimseyi tanımıyorsun ki.”
“Tanıdığım biri var,” demişti babası. “Ayrıca yaşıtımla evlenmem gerektiğini kim söylüyor ki?”
Kurt Wallander birden yalnızca tek bir olasılık olduğunu fark etmişti: Haftada üç kez gelip babasının ayaklarını yıkayan ve evi temizleyen elli yaşındaki Gertrud Anderson’dan başkası olamazdı.
“Gertrud’la mı evleneceksin?” diye sormuştu. “Ona evlenmek isteyip istemediğini sordun mu? Aranızda otuz yaş fark var. Başka biriyle yaşayabilecek misin? Bunu hiçbir zaman başaramadın ki. Annemle bile olmadı.”
“Yaşlılığımda huyum da değişti, artık iyi huylu biri oldum,” diye karşılık vermişti babası.
Kurt Wallander kulaklarına inanamamıştı. Babası evlenecekti, ha? Yaşlılığında daha iyi huylu olmuştu? Bu mümkün müydü?
Sonra da kavga etmeye başlamışlardı. Sonunda babası kahve fincanını lalelerin üstüne fırlatmış ve kendini resim stüdyosuna kapatmıştı. Yıllardan beri hep aynı resmi yapar dururdu; sonbahar manzarasında gün batımını resmederdi. Ara sıra da bu manzaraya bir horoz eklerdi. Kurt Wallander öfkeyle evine dönmüştü. Bu saçmalıklara bir nokta koymalıydı. Babasının yanında bir yıldan beri çalışan Gertrud Anderson, onunla yaşamanın olanaksız olduğunu nasıl olmuş da görememişti?
Arabasını evine oldukça yakın bir yere park etti. Eve gider gitmez Stockholm’de yaşayan kız kardeşi Kristina’yı aramaya karar vermişti. Ona mutlaka bir an önce Skåne’ye gelmesini söyleyecekti. Aslında hiç kimse babasının kararını değiştiremezdi. Ama belki Gertrud Anderson gerçekleri görür ve evlenmekten vazgeçerdi.
Kız kardeşini arayamadı. En üst kattaki dairesine vardığında kapının kırık olduğunu gördü. Birkaç dakika sonra hırsızların daha yeni aldığı müzik setini, CD’lerini, plaklarını, televizyonu, radyoyu, saatlerini ve kamerasını çaldıklarını fark etti. Ne yapması gerektiğini düşünerek kendini bir koltuğa atıp bir süre oturdu. Sonunda iş yerine telefon ederek o pazar günü nöbette olan Martinson’la konuşmak istediğini söyledi santrale.
Martinson’un telefona gelmesi bir hayli uzun sürmüştü. Wallander onun kahve içip diğer nöbetçi polislerle sohbet ettiğini tahmin etmişti.
“Ben Martinson. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Wallander. Kıçını kaldırıp buraya gel hemen.”
“Nereye? Odana mı? Bugün çalıştığını bilmiyordum.”
“Evdeyim. Derhâl buraya gel.”
Martinson sonunda konunun önemini fark etmişti. Daha fazla soru sormadan, “Peki,” demişti. “Hemen geliyorum.”
Pazar gününün geri kalan bölümü ise dairenin teknik açıdan aranması ve rapor yazılmasıyla geçmişti. Wallander’in zaman zaman birlikte çalıştığı Martinson, bazen alabildiğine dikkatsiz ve düşüncesizce hareket eden biriydi ama Wallander yine de onunla çalışmaktan hoşlanırdı. Bu da onun şaşırtıcı derece kuvvetli olan sezgilerinden kaynaklanıyordu. Martinson’la diğer polis, işlerini bitirip gittikten sonra Wallander kapıyı tamir etmişti.
Gece bir türlü uyuyamamış ve hırsızları yakalayacak olursa onları nasıl benzeteceğini düşünüp durmuştu. Çalınan eşyalarını düşünerek kendisine daha fazla işkence yapmak istemediğinden bu kez de babasının ne yapacağını, evlenmesine nasıl engel olacağını düşünmeye başlamıştı. Şafakla birlikte kalkarak kahve yapmış ve evinin sigorta poliçesini alarak mutfaktaki masaya oturup poliçeyi incelemeye koyulmuştu. Sigorta şirketinin kullandığı anlaşılmaz dilin karşısında kâğıtları öfkeyle bir kenara fırlatarak banyoya tıraş olmaya gitmişti. Yanağını kestiğinde emniyeti arayıp hasta olduğunu söylemeyi ve yatağa girip bir güzel uyumayı düşünmüştü. Ne var ki CD bile dinlemeden evde oturma düşüncesine dayanamamıştı.
Saat sabahın yedi buçuğuydu ve Wallander odasında, kapalı kapının ardında oturuyordu. Homurdanarak kendine polis olduğunu hatırlatıp telefonu yeniden fişe taktı.
Takar takmaz da çaldı. Arayan santral memuru Ebba’ydı.
“Evine hırsız girdiğini duydum, çok üzüldüm,” dedi. “Gerçekten de tüm plaklarını çalmışlar mı?”
“Birkaç tane 78’lik bırakmışlar. Onları bu akşam dinlemeyi düşünüyorum. Tabii birinden ödünç bir pikap bulabilirsem.”
“Vah vah vah, çok korkunç.”
“Hayat bu işte. Ne istemiştin?”
“Burada bir adam var, sizinle görüşmek istiyormuş.”
“Ne hakkında görüşecekmiş?”
“Biri mi kaybolmuş, ne?”
Wallander masanın üstündeki kâğıt yığınına baktı. “Svedberg onunla neden ilgilenmiyor?”
“Svedberg ava çıktı.”
“Ne?”
“Buna tam olarak ne dediğinizi bilmiyorum ama Svedberg, Marsvinsholm’deki bir çiftlikten kaçan yavru bir boğanın peşinde. Boğa E14 karayolunda trafiği birbirine katıyormuş.”
“Bu trafik polislerinin işi. Neden bizim adamlarımızın bu konuyla ilgilenmesi gerekti ki?”
“Svedberg’i Björk görevlendirdi.”
“Aman Tanrım!”
“O hâlde onu yanına göndereyim mi? Kayıp ihbarında bulunan şu adamı?”
Wallander telefona bakarak başını evet dercesine salladı.
“Gönder,” dedi.
Birkaç dakika sonra kapısı o denli yumuşak bir şekilde vuruldu ki Wallander önce kapının vurulduğundan emin olamadı. Yine de, “Gir,” diye bağırdığında kapı hemen açıldı.
Wallander ilk izlenimin her zaman son derece önemli olduğuna inanan insanlardandı.
Odasından içeri giren adam hiç de öyle hemen dikkatleri üstüne çekebilecek biri değildi. Wallander onun otuz beş yaşlarında olabileceğini tahmin etti. Adamın üstünde koyu kahverengi bir takım elbise vardı, saçları sarıydı ve gözlük takıyordu.
Dikkatini bir şey daha çekmişti.
Adam oldukça endişeliydi. Geceyi uykusuz geçiren bir tek Wallander değildi demek.
Ayağa kalkarak elini uzattı.
“Kurt Wallander, komiser.”
“Adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karım kayboldu.”
Wallander adamın hemen konuya girmesine şaşırmıştı.
“Başından başlayalım,” dedi. “Lütfen oturun. Koltuk biraz eski, sol kolu sürekli düşüyor, kusura bakmayın.”
Adam koltuğa oturdu. Oturur oturmaz da hıçkırarak ağlamaya başladı.
Wallander ayakta bekledi.
Ziyaretçi koltuğunda oturan adam birkaç dakika sonra sakinleşti. Gözlerini kuruladı, burnunu sildi.
“Özür dilerim,” dedi. “Louise’in başına bir şey gelmiş olmalı. Bugüne dek geceyi hiç dışarıda geçirmedi.”
“Kahve içer misiniz?” diye sordu Wallander. “İsterseniz yiyecek bir şeyler de getirtebilirim.”
“Hayır, teşekkür ederim.”
Wallander başını sallayarak masasının çekmecelerinden birini açıp not defterini çıkardı. Kentteki kırtasiyecilerden birinden kendi parasıyla aldığı not defterlerini kullanırdı. Emniyetin antetli kâğıtlarını kullanmaktan hiç hoşlanmazdı.
“Kişisel bilgilerinizi anlatmakla başlayın,” dedi Wallander.
“Benim adım Robert Åkerblom,” dedi adam. “Karımla birlikte Åkerblom Emlak Şirketi’ni yönetiyorum.”
Wallander yazarken bir yandan da başını evet dercesine salladı. Emlak şirketlerinin Saga sinemasına yakın bir yerde olduğunu biliyordu.
“İki çocuğumuz var,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “Biri dört, diğeri yedi yaşında. İkisi de kız. Åkarvägen’deki sıra evlerden 19 numarada oturuyoruz. Ben bu kasabada doğdum. Karım Ronneby’li.”
Konuşmasına ara vererek, ceketinin iç cebinden bir fotoğraf çıkarıp masanın üstüne koydu. Fotoğraftaki bir kadındı, kadının diğer kadınlardan bir farkı yoktu. Fotoğrafı çeken kişiye gülümsemişti, Wallander fotoğrafın bir fotoğraf stüdyosunda çekildiğini fark etti. Fotoğraftaki yüzü inceledi.
“Bu fotoğraf üç ay önce çekildi,” dedi Robert Åkerblom. “Yeni çekildiği için getirdim buraya.”
“Ve karınız kayboldu, değil mi?” diye sordu Wallander.
“Geçen cuma, bir emlak kredisi işi için Skurup’taki Sparbanken’e gitmişti. Daha sonra da birinin satmak istediği evi görmeye gidecekti. O gün tüm öğleden sonrayı muhasebecimizin bürosunda geçirdim. Eve gitmeden önce de bizim şirkete uğradım. Karım saat beş civarında evde olacağını bildiren bir mesaj bırakmıştı telesekretere. Aradığında saatin üçü çeyrek geçtiğini söylemiş. O andan beri de ondan bir haber alamadık.”
Wallander kaşlarını çattı. Pazartesiydi. Kadın üç günden beri ortada yoktu. İki küçük çocuğu üç gün boyunca annelerinin eve dönmesini beklemişti.
Wallander içgüdüsel bir şekilde bunun sıradan bir kaybolma olayı olmadığını hissetti. Ortadan kaybolan kişilerin genellikle bir süre sonra kaybolma nedenleriyle birlikte geri geldiklerini deneyimlerinden bilirdi. İnsanların birkaç günlüğüne, hatta bir haftalığına bir yerlere gittikleri ve bunu yakınlarına söylemeyi unuttukları bilinen bir gerçekti. Öte yandan çok az kadının çocuklarını bırakıp bir yerlere gittiği de bilinen bir diğer gerçekti. İşte bu, onu endişelendirmişti.
Not defterine bir şeyler yazdı.
“Telesekretere bıraktığı mesaj duruyor mu?” diye sordu.
“Evet,” dedi Robert Åkerblom. “Telesekreterin kasetini getirmeyi akıl edemedim.”
“Önemli değil, onu daha sonra alırız,” dedi Wallander. “Nereden aradığı belli mi?”
“Araba telefonundan.”
Wallander kalemini masanın üstüne koydu ve ziyaretçi koltuğunda oturan adamı incelemeye başladı. Endişeli tavırlarında yapmacık bir ifade kesinlikle yoktu.
“Bir yerlere gitmiş olabilir mi?” diye sordu Wallander.
“Hayır.”
“Arkadaşlarını görmeye gitmiş olabilir mi?”
“Hayır.”
“Akrabalarını?”
“Hayır.”
“Başka herhangi bir olasılık aklınıza geliyor mu?”
“Hayır.”
“Umarım özel bir iki soru sormam sorun olmaz.”
“Hiç kavga etmezdik. Eğer öğrenmek istediğiniz buysa.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Evet, ben de bunu soracaktım,” dedi.
Yeniden başladı.
“Karınızın geçen cuma günü öğleden sonra ortadan kaybolduğunu söylediniz. Ama bize gelmek için üç gün beklediniz.”
“Çok korkmuştum,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander şaşkınlıkla ona baktı.
“Polise gitmek başına korkunç bir şey geldiğini kabul etmek demektir,” diye sürdürdü konuşmasını Robert Åkerblom. “İşte bu yüzden buraya gelmeye cesaret edemedim.”
Wallander başını yavaşça salladı. Robert Åkerblom’un ne demek istediğini çok iyi anlıyordu.
“Tabii onu bulmak için bir şeyler yaptınız, değil mi?”
Robert Åkerblom evet dercesine başını salladı.
“Peki, onu bulmak için neler yaptınız?” diye sordu, yeniden not tutmaya başlamıştı.
“Tanrı’ya dua ettim,” diye karşılık verdi Robert Åkerblom içtenlikle.
Wallander kalemi bıraktı.
“Tanrı’ya dua mı ettiniz?”
“Ailem Metodist. Dün kilisede bir araya geldik ve Papaz Ture-son’la birlikte, Louise’in başına bir şey gelmemiş olması için dua ettik.”
Wallander endişelenmeye başlamıştı. Huzursuzluğunu karşısındaki koltukta oturan adamdan saklamaya çalıştı.
İki çocuklu bir anne, kilise üyesi, diye geçirdi içinden. Bu genç kadın kendi isteğiyle ortadan kaybolamazdı. Tabii, eğer aklını kaçırmamışsa. Ya da herhangi bir tarikata girmemişse. İki çocuklu bir annenin ormana dalıp intihar etmesi pek rastlanılan bir şey değildi. Elbette bu tür şeyler oluyordu ama çok ender.
Wallander nelerin olabileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyordu.
Ya bir kaza olmuştu ya da Louise Åkerblom bir cinayete kurban gitmişti.
“Bir kaza olmuş olabilir,” dedi.
“Skåne’deki tüm hastaneleri aradım,” dedi Robert Åkerblom. “Hiçbir hastanede yok. Ayrıca başına bir kaza gelmiş olsaydı hastaneden beni mutlaka ararlardı. Louise kimliğini her zaman yanında taşır.”
“Arabası ne markaydı?” diye sordu Wallander.
“Toyota Corolla. 1990 model. Lacivert. Plakası MHL 449.”
Wallander tüm bunları not defterine yazdı.
Sonra da yeniden başa dönerek o gün öğleden sonra Robert Åkerblom’un, karısının yaptıklarına ilişkin her şeyi ayrıntılarıyla anlatmasını istedi. Birlikte haritaları incelediler ve Wallander içindeki huzursuzluğun arttığını hissetmeye başladı.
Tanrı aşkına, bu bir cinayet olmasın, diye geçirdi içinden. Cinayet dışında ne olursa olsun.
Wallander on bire çeyrek kala kalemini masanın üstüne bıraktı.
“Karınızın bulunmayacağını düşünmenizin bir yararı yok,” dedi, kuşkusunun belli olmamasını dileyerek içinden. “Olayı çok büyük bir ciddiyetle ele alacağımızı söylememe gerek yok sanırım.”
Robert Åkerblom yüzünü ellerinin arasına aldı. Wallander onun yeniden ağlamaya başlayacağından korktu. Birden karşısındaki bu çaresiz adama çok acıdı. Onu teselli etmek isterdi. Ama içindeki bu huzursuzluğu ve endişeyi göstermeden onu nasıl teselli edebilirdi?
Ayağa kalktı.
“Karınızın telesekretere bıraktığı mesajı dinlemek isterim,” dedi. “Sonra da Skurup’a gidip bankayla görüşeceğim. Evde size yardım edecek biri var mı?”
“Yardıma ihtiyacım yok,” dedi Robert Åkerblom. “Kendi işimi kendim halledebilirim. Louise’in başına ne gelmiş olabilir dersiniz, Komiserim?”
“Şimdilik hiçbir şey bilmiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Yakında evine döneceğinden eminim.”
Yalan söylüyorum, diye geçirdi içinden. Söylediklerimin doğru olduğunu hiç sanmıyorum. Yalnızca böyle ümit ediyorum, o kadar.
Wallander, Robert Åkerblom’la birlikte kasabaya gitti. Telesekreterdeki mesajı dinledikten ve genç kadının çalışma masasına ve çekmecelerine baktıktan sonra Björk’le konuşmak için bürosuna geri döndü. Kayıp kişilerin nasıl aranacaklarına ilişkin tüm talimatlar alabildiğine açık seçik olmasına karşın Wallander yine de her türlü kaynağın elinin altında olmasını istiyordu. Louise Åkerblom’un ortadan kayboluş şekli bir cinayet işlendiğini daha başından belli ediyordu.
Åkerblom Emlak Şirketi’nin bulunduğu yerde eskiden büyük bir market vardı. Wallander henüz genç bir polisken Malmö’den Ystad’a geldiğinde bu marketten alışveriş yapardı. İçeride birkaç masayla satılık evlerin fotoğraflarıyla ayrıntılarını içeren küçük notların yazılı olduğu pano vardı. Odanın ortasında büyükçe bir masa vardı, burada gelen müşterilere satılık evlerin ayrıntılarına ilişkin bilgi veriliyordu. Duvarda civar kent ve kasabaların haritaları asılıydı. Odanın hemen arkasında da küçük bir mutfak vardı.
İçeriye arka kapıdan girmişlerdi ama ön kapının üstündeki, “Bugün Kapalıyız” yazısı Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Sizin masanız hangisi?” diye sordu Wallander.
Robert Åkerblom gösterdi. Wallander diğer masaya oturdu. Masanın üstünde bir ajanda, iki küçük kızın fotoğrafı, birkaç dosya ve kalemlik dışında başka bir şey yoktu. Wallander masanın yeni toplandığı izlenimine kapıldı.
“Burayı kim temizliyor?” diye sordu.
“Haftada üç gün gelen bir temizlikçimiz var,” diye yanıt verdi Robert Åkerblom. “Biz de her gün masaların tozunu alıp çöp kutularını boşaltırız.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da çevresine bakındı. Burada kendisini şaşırtan tek şey mutfak kapısının yanında duvara asılı olan çarmıha gerilmiş İsa figürüydü.
Sonra da başını telesekretere çevirdi.
“Cuma günü öğleden sonra aldığımız tek mesaj buydu,” dedi Robert Åkerblom.
İlk izlenimler, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdi şu mesajı can kulağıyla dinle.
Selam! Krageholm’deki eve bakmaya gidiyorum. Sonra da eve geleceğim. Saat şimdi üçü çeyrek geçiyor. Beşte evde olurum.
Neşe dolu, diye düşündü Wallander. Kadının sesi mutlu ve canlı geliyor. Ne korkmuş ne de tedirgin olmuş bir hâli var.
“Bir kez daha dinlemek istiyorum,” dedi Wallander. “Ama önce sizin mesajınızı dinlemek istiyorum. Tabii silmediyseniz?”
Robert Åkerblom başını salladı, bantı başa sararak, düğmeye bastı.
Åkerblom Emlak Şirketi’ne hoş geldiniz. Şu anda size yanıt veremiyoruz. Ama pazartesi sabahı yine her zamanki gibi saat sekizde burada olacağız. Eğer mesaj bırakmak ya da faks göndermek istiyorsanız lütfen sinyal sesini bekleyiniz. Bizi aradığınız için teşekkür ederiz.
Wallander, Robert Åkerblom’un pek de rahat konuşmadığını sezinlemişti. Adamın sesi biraz gergindi.
Dikkatini yeniden Louise Åkerblom’a çevirdi ve genç kadının kocasına bandı yeniden başa sarmasını söyledi.
Wallander mesajı defalarca dinledi, sözcüklerin arkasından bir anlam çıkarmaya çalıştı. Bunların ne olabileceğine ilişkin bir fikri yoktu ama yine de denemekten yanaydı.
Aynı mesajı yaklaşık on kez dinledikten sonra artık yeter dercesine başını salladı.
“Bu kaseti yanıma alacağım,” dedi. “Merkezde sesi daha da netleştirip arka planda neler olduğunu anlamaya çalışacağız.”
Robert Åkerblom cihazın içinden küçük kaseti çıkararak Wallander’e uzattı.
“Eşinizin masasının çekmecelerine bakarken benim için bir şey yapmanızı rica edeceğim,” dedi Wallander. “Geçen cuma günü eşinizin yaptığı ya da yapmayı planladığı her şeyi yazmanızı istiyorum. Kiminle, nerede buluşacaktı? Sizce o göreceği eve hangi yoldan gitmişti? Buluşma saatini de yazın. Ayrıca Krageholm civarındaki eve ilişkin tüm ayrıntıları da yazmanızı istiyorum.”
“Bunları bilmiyorum ki,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander ona şaşkınlıkla baktı.
“Evini satmak isteyen o kadınla Louise konuşmuştu,” diye açıkladı Robert Åkerblom. “Kadının verdiği açıklamaya göre bir harita çizdi ve onu da yanına alarak yola koyuldu. Ayrıntıları bugün dosyalayacaktı. Evi biz satmaya karar verirsek ya ben ya da o gidip evin fotoğraflarını çekecekti.
Wallander bir an bu söylenenleri kafasında tarttı.
“Bir başka deyişle, evin nerede olduğunu yalnızca Louise’in bildiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
Robert Åkerblom başını evet dercesine salladı.
“Evin sahibesi sizi ne zaman arayıp kararınızı öğrenecek dersiniz?” diye sürdürdü konuşmasını Wallander.
“Bugün arar diye düşünüyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Zaten bu yüzden Louise evi cuma günü görmek istemişti. Ayrıntıları hafta sonu konuşacaktık.”
“O kadın aradığında mutlaka burada olmalısınız,” dedi Wallander.
“Eşinizin eve baktığını ama ne yazık ki bugün hasta olduğunu söyleyin ona. Sonra da adresini ve telefon numarasını alın. Hemen ardından da beni arayın.”
Robert Åkerblom anladığını belirten bir şekilde başını salladı. Sonra da oturarak Wallander’in istediği ayrıntıları yazmaya koyuldu.
Wallander masanın çekmecelerini açmaya başladı. Önemli olabilecek bir şey bulamadı. Çekmecelerin neredeyse hepsi bomboştu. Yeşil kaplı not defterini çıkararak sayfalarını karıştırdı. Bir dergiden kesilmiş hamburger tarifini gördü. Sonra da bir süre iki küçük kızın fotoğrafını inceledi.
Yerinden kalkarak mutfağa gitti. Mutfak duvarlarından birinde bir takvim, diğerinde de İncil’den bir alıntı asılıydı. Raflardan birinde açılmamış bir kahve kavanozu duruyordu. Diğerinde ise çeşitli çay poşetleri vardı. Buzdolabını açtı. Bir litre sütle biraz margarin vardı.
Kadının ses tonunu ve bıraktığı mesajı düşündü. Telefon ettiğinde arabanın durduğundan emindi. Kadının sesi dingindi. Ses tonundan, bir yandan da arabayı kullanmadığı anlaşılıyordu, aksi hâlde sesi titreyebilir ya da dalgın bir ifade söz konusu olabilirdi. Merkezde sesi netleştirdiklerinde haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Ayrıca Louise Åkerblom kurallara uyan, dikkatli bir vatandaşa benziyordu, araba kullanırken telefonla konuşarak, ne kendisinin ne de başkalarının yaşamını tehlikeye atabilecek birine hiç benzemiyordu.