Loe raamatut: «Huzursuz Adam»
İnsanlar her zaman arkalarında iz bırakırlar.
Gölgesiz kimse yoktur.
Hatırlamak istediğini unutursun
Unutmak istediğin ise hiç aklından çıkmaz.
New York Şehri duvarlarındaki grafitilerden
Giriş
Hikâye ani bir öfke patlamasıyla başlar.
Nedeni de başbakanın masadaki lambanın loş ışığında okumakta olduğu önceki akşam gönderilmiş bir rapordu; oysa öncesinde İsveç hükümet dairelerine bir sabah sessizliği hâkimdi.
1983 yılıydı. Stockholm’de baharın ilk günlerinden biriydi; şehrin üstüne yoğun bir sis bulutu çökmüş, ağaçlar henüz yapraklanmamıştı.
* * *
Başbakan Olof Palme, son sayfayı da okuduktan sonra kalkıp pencerenin yanına gitti. Dışarıda martılar daireler çiziyordu.
Rapor denizaltılarla ilgiliydi. Şu 1982 sonbaharında İsveç deniz sahasını ihlal ettiği iddia edilen o lanet olasıca denizaltılar… Bu gelişmelerin arasında bir de İsveç’te genel seçimler yapılmıştı. Sosyalist olmayan partiler sandalye kaybedip mecliste çoğunluğa sahip olamayınca Meclis Başkanı tarafından Olof Palme yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Başa gelir gelmez yeni hükümetin yaptığı ilk icraatsa su üstüne çıkmaya zorlanmamış denizaltılar skandalıyla ilgili bir araştırma komisyonu kurmak olmuştu. Eski Savunma bakanı Sven Andersson bu komisyonun başındaydı. Olof Palme raporu okuyup bitirmişti ama konuyla ilgili bilgisi hâlâ ilk başında olduğundan fazla değildi. Raporda sunulan bulgular havadaydı. Palme çok kızgındı.
* * *
Ama bu, Sven Andersson’un Olof Palme’yi ilk kızdırışı değildi. Palme’nin ona olan öfkesi aslında 1963 Haziran’ında, Yaz Dönümü’ne yakın günlerden birinde, iyi giyimli, kır saçlı, elli yedi yaşındaki bir adamın Stockholm’ün orta yerinde, Riksbron’da tutuklanışına dayanıyordu. Bu iş öyle sessiz sedasız gerçekleştirilmişti ki olay yerinde bulunanlar meydana gelen durumu fark etmemişti bile. Tutuklanan adamın adı Stig Wennerström’dü, İsveç Hava Kuvvetleri’nde bir albaydı. Bir Sovyet ajanı olduğu söyleniyordu.
Wennerström tutuklandığı sırada o dönemin başbakanı Tage Erlander yurt dışına yaptığı bir seyahatten dönmekteydi. Riva del Sole’de, Reso’nun sayfiye beldelerinde kırk yılda bir yaptığı o seyrek tatillerdendi. Erlander, uçaktan indiğinde büyük bir gazeteci kalabalığını karşısında görmeye hazırlıklı olmadığı gibi, olayla ilgili bilgisi de neredeyse sıfırdı. Ne kimse ona bu tutuklama olayından bahsetmişti ne de o güne kadar Albay Wennerström diye şüphelendikleri birinin olduğundan haberi vardı. Savunma bakanıyla başbakanın bir araya geldiği ara sıra gerçekleşen o bilgilendirme toplantılarından birinde, albayın adı ve onunla ilgili şüpheler olduğu konusu geçmişti mutlaka ama bu ciddi biçimde ve herhangi bir durumla bağlantılı olarak yapılmamıştı. Soğuk Savaş denilen dönemde, karanlık sularda gezinen şüpheli Rus ajanların olduğuna dair dolaşan söylentiler her zaman vardı. Dolayısıyla Erlander’in verdiği yanıt yeterince aydınlatıcı olamamıştı. İnsana sonsuzluk kadar uzun gelen bir zaman boyunca hiç aralıksız başbakanlık yapmış Erlander (tam olarak söylemek gerekirse yirmi üç yıl) sorular karşısında öylece ağzı açık kalmış, Savunma Bakanı Andersson ya da olayla ilgili bir başkası kendisine olan biteni aktarmadığı için ne diyeceğini bilememişti. Aslında istense Kopenhag’dan Stockholm’e eve dönüş yolculuğunun son kısmında bilgilendirilebilirdi (ki yolculuğu sadece bir saat kadardı) ve böylece Erlander de karşısına çıkan heyecanlı gazeteci ordusuna bir cevap vermeye hazırlıklı olurdu ama kimse Kastrup Havaalanı’nda kendisini karşılamamış ve uçuşun son ayağında eşlik etmemişti.
Bunu izleyen günlerde Erlander’in hem başbakanlıktan hem de Sosyal Demokratların liderliğinden istifa etmesine ramak kalmıştı. Daha önce hükümetteki parti arkadaşlarına karşı hiç bu şekilde bir hayal kırıklığı içinde olmamıştı. Bu arada Erlander’in yerine geçmesi için aday gösterilip seçilen Olof Palme, meslektaşlarının bu hayret verici kayıtsız tavırları karşısında eski akıl hocasının hissettiği öfkeyi tabii ki anlıyor ve paylaşıyordu ama bu durum Erlander’in daha da küçük düşmesine sebep oluyordu. Hükümete yakın olan çevrelerde Palme’nin, ustasının tepesinde kuduruk bir tazı köpeği gibi durup etrafı kolladığı söylenmekteydi.
Palme, Tage Erlander’e yaptıklarından dolayı Sven Andersson’u asla affetmeyecekti.
Bu nedenle Palme, sonradan Andersson’u kabinesine ekleyince birçok kişi nedenini doğal olarak merak etti. Oysa ki sebebi basitti. Palme onu elbette istemeyip reddedebilirdi ama pratikte bu pek mümkün değildi. Andersson çok güçlüydü ve partinin eski tüfekleri üstündeki etkisi de büyüktü; ayrıca bir işçi çocuğuydu. Baltık’ın soylularıyla doğrudan ilişkisi olan, ailesinde ordudan subaylar bulunan (aslında kendisi de bir yedek subaydı) ve İsveç sosyetesine mensup bir aileden gelen Palme gibi değildi. Palme’nin parti tabanından desteği yoktu. Olof Palme içinde büyüdüğü tabakaya sırtını dönerek saf değiştirmiş ve Sosyal Demokratlara olan bağlılığı su götürmeyen bir kişiydi, her şeye rağmen yine de dışarıdan gelen birisi olarak partiye giren siyasi bir göçmenden farksızdı.
* * *
Palme artık öfkesini gizlemiyordu. Başbakanlık ofisindeki kanepede kamburunu çıkarmış oturan Sven Andersson’un yüzüne bakmak için döndü. Kendi yüzü kıpkırmızıydı ve kolları sinirlendiği zaman hep olduğu gibi garip bir şekilde seğiriyordu.
“Hiç kanıt yok!” diye gürledi. “Sadece vefasız bir grup deniz subayının iddiaları, imaları, kaş göz işaretleri, hepsi o kadar! Bu araştırma hiçbir şeyi aydınlatmamış! Tam aksine bizi siyasi bir bataklığın ortasında savunmasız bırakıyor!”
Bundan iki yıl önce, 28 Ekim 1981 gününün erken saatlerinde, bir Sovyet denizaltısı Karlskrona açıklarında Gåsefjärden Koyu’nda karaya oturmuştu. Bu körfez İsveç karasuları içinde yer almakla birlikte aynı zamanda yasak askerî bölgeydi. Denizaltı U-137 tipiydi ve kaptanı, Anatoli Michailovitch Gushchin, cayro-pusulasında oluşan ve nedeni bilinmeyen bir arıza yüzünden denizaltısının rotasından çıktığını iddia etmişti. İsveç Deniz Kuvvetleri ile balıkçılar, adacıklarla dolu bir denizde karaya oturmadan kıyıya bu kadar yaklaşmaya, ancak sarhoş bir denizcinin cesaret edebileceğinde hemfikirdiler.
6 Kasım’da U-137, sıkıştığı yerden kurtarılıp uluslararası sulara kovalanmış ve gözden kaybolmuştu. O zamanlar İsveç karasularında gezinen bu geminin bir Rus denizaltısı olduğundan şüphe duyulmamıştı. Fakat bunun, İsveç karasularını ihlal edildiği bilinerek kasten mi yapıldığı, yoksa görev başında bir sarhoşluk hikâyesi mi olduğu asla anlaşılamamıştı. Amirallerinin görev başında sarhoş olduğunu, saygınlığı korumak isteyen hiçbir deniz kuvvetleri kabul etmezdi tabii ki; dolayısıyla onların olayı yadsıyışları kaptanın gerçekten de sarhoş olduğu şeklinde yorumlanmıştı. Evet ama, kanıtları neredeydi?
Eski Savunma Bakanı Andersson’un kendini savunmak için ne dediğini ve yürüttüğü bu araştırmayla ilgili neler söylediğini kimse bilmiyor. Hiçbir kayıt tutulmamış; ve Olof Palme bu olayın bir yıl kadar sonrasında suikaste uğruyor; bunun da ardında bir şahit yok.
* * *
İşte bu yüzden her şey bir öfke kriziyle başladı. Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularda yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.
1. BÖLÜM
Bataklıkların İşgali
1
Kurt Wallander, elli beşinci doğum gününü kutladığı yıl çoktandır yapmayı arzuladığı bir hayalini gerçekleştirmişti: On beş yıl önce Mona’dan boşandığı günden bu yana, duvarlarında bir sürü kötü anının yapışıp kaldığı Maria Caddesi’ndeki apartman dairesinden çıkıp, şehir dışına doğayla baş başa olacağı bir yere taşınmak. Ne zaman yıpratıcı, gergin geçen bir iş gününün ardından akşam eve gelse, bu daire ona bir zamanlar burada ailesiyle birlikte yaşamış olduğunu hatırlatıyordu. Eşi kendisini terk ettiği için eşyalar bile sanki suçlayan gözlerle bakar gibiydi.
* * *
Wallander kendine bakamayacak yaşlara gelene dek orada oturabileceğini sanmıyordu. Daha henüz altmışında bile değildi ama aklına sürekli babasının müzmin yaşlılık hâlleri geliyordu. Ona benzemeye hiç niyeti yoktu; yine de sabahları tıraş olurken aynaya bakmak bile giderek babasına benzediğini görmesine yetiyordu. Gençken yüzü annesini andırırdı fakat artık babası devreye giriyor gibiydi; tıpkı gerilerden gelip farkı kapayarak görünmez finiş çizgisine yaklaşan bir koşucu gibi.
Wallander’in hayat felsefesi aslında oldukça basitti. Yaşlanarak dünyadan kopuk, sadece kızı ve hâlâ hayatta olduğunu arada bir hatırlayan meslekten eski bir arkadaşının ziyaret ettiği, tek başına kalmış aksi bir bunak olmak istemiyordu. Dini inancı ise, karanlık Styx Nehri’nin1 öte tarafında onu bekleyen bir şeylerin olduğuna kendisini ikna edemeyecek kadar zayıftı. Bir zamanlar içinden çıkıp geldiği aynı karanlığa dönecekti bir gün. Ellinci doğum gününe kadar hep belli belirsiz bir ölüm korkusuyla yaşamış, bir ölü olarak geçirilecek sürenin bir ömürden daha uzun olduğu sözü2 neredeyse kendi görüşü hâline gelmişti. O güne dek çok fazla sayıda ceset görmüştü. İfadesiz yüzlerinden onların cennete gittiklerini söylemek zordu. Diğer polisler gibi kendisi de her türlü ölüm şekliyle karşılaşmıştı. Emniyette bir parti verip, kesilen pastadan sonra eski müdür Liza Holgersson’un yaptığı çok süslü ama bir sürü boş lafla dolu bir konuşmayla kutlanan ellinci doğum gününün hemen ardından gidip kendine yeni bir dizüstü bilgisayarı almış ve başından geçen ölüm vakalarında karşılaştığı bütün cesetlerle ilgili aklında kalanları not etmeye başlamıştı. Çok zahmetli bir işti ve neden böyle bir şeye kalkıştığını kendi de bilmiyordu. En sonunda, kırk yaşlarında, akla gelebilecek her türlü derdi olan problemli bir uyuşturucu bağımlısından bahsettiği onuncu intihar vakasına geldiğinde pes etti. Adam kendini yaşadığı o uğursuz evin çatı katında asmıştı; infazını, sallanırken boynu kırılıp, yavaş yavaş boğularak ölmek zorunda kalmayacak şekilde hazırlamıştı. Adı Welin’di. Patoloji uzmanı doktor, intihar eden adamın amacında başarılı olduğunu, böylelikle aynı zamanda yetenekli bir infazcı olduğunu da ortaya koyduğunu söylemişti. Bu işin ardından Wallander, intihar vakalarını bir kenara bırakıp, aptal gibi birkaç saatini de ölü olarak bulduğu gençlerle çocukları hatırlamaya çalışarak geçirdi ve kısa bir süre sonra bunu da bıraktı. Çirkin bir tarafı vardı bunun. Sanki yaptığı sapıkça, aykırı, yasa dışı bir şeymiş gibi giriştiği işten utanıp bilgisayarını yakarak yok etti. Normalde neşeli bir insandı aslında; sadece bir anlık, kişiliğinin başka bir yüzünün ortaya çıkmasına izin vermişti.
Ölüm, her dakika beraber olduğu bir refakatçiydi. Görev başında adam öldürdüğü de olmuştu ama ardından açılan soruşturmada, gereksiz yere şiddet uygulamadığı ortaya çıkmıştı.
İki kişiyi öldürmüş olduğu gerçeği, ölene dek vebalini boynunda taşıyacağı bir acıydı. Eğer yüzü çok az gülüyorsa bu katlanmak zorunda olduğu şeyler yüzündendi.
* * *
Derken bir gün çok önemli bir karar verdi. Löderup yakınlarında bir kasabaya gitmişti; babasının bir zamanlar oturduğu bölgeye yakın bir yerdi burası, başından tatsız bir hırsızlık olayı geçen bir çiftçiyle konuşması gerekiyordu. Dönüşte, Ystad’a gelirken, tali yol üstünde satılık ev ilanı veren bir emlakçı tabelası gördü.
Birden karar verip aniden arabayı durdurdu, geri döndü ve adrese giden yola saptı. Daha arabadan çıkmadan evin bakıma ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Müstakil olan ev ilk yapıldığında U şeklinde inşa edilmiş olduğu belliydi; alt yarısı ahşap kaplamaydı ama bugün evin bir kanadı yoktu, yanmıştı belki. Etrafını dolaştı. Sonbaharın ilk günlerinden biriydi. Başının üstünden uçarak güneye göç eden bir kaz sürüsü gördüğünü hâlâ hatırlıyordu. Pencereden içeri baktı, bir süre inceledikten sonra aslında sadece çatının onarıma ihtiyacı olduğunu anladı. Manzarası mükemmeldi; uzaklarda denizi seçebiliyordu ve hatta Polonya’dan Ystad’a sefer yapan feribotlardan biri bile görünüyordu. 2003 Eylül’ünün o öğleden sonrası, şehir dışında o ücra yerde bulduğu bu eve duyduğu aşkın başlangıcı olmuştu.
Doğruca Ystad’ın merkezine, emlakçının ofisine sürdü arabasını. Eve istenilen fiyat, taksitlerini karşılayabileceği kadardı. Ertesi gün pazarlık için yeniden emlakçıya gitti. Adam, taramalı tüfek gibi hızlı konuşan genç biriydi; başka bir evrende yaşıyordu sanki. Evin bir önceki sahiplerinin Stockholm’den Skåne’ye taşınan genç bir çift olduğunu söyledi ama taşınmalarının ardından, daha eve eşya almaya bile vakit bulamadan ayrılmaya karar vermişlerdi. Yine de bu boş evin duvarlarına sinmiş, kendisini korkutan bir şeyler yoktu. Ayrıca en önemli olan o konuda da hiç pürüz yoktu: İstediği an taşınabilirdi. Çatı daha bir iki sene dayanırdı; tek yapması gereken odalardan bazılarını yeniden döşemek, belki banyoya yeni bir küvet koydurmak ve mutfağa da yeni bir fırın almak olacaktı. Termosifon taş çatlasa on beş yıllıktı ve evin geri kalan boru döşemeleriyle elektrik donanımının durumu da bundan farklı değildi.
Oradan ayrılmadan önce Wallander başka alıcıların olup olmadığını sordu. Emlakçı bir kişinin olduğunu söyledi. Bariz şekilde endişelenmiş gibi davranıyordu, sanki evi gerçekten Wallander’in almasını istiyor ama bir an önce karar vermesinin de iyi olacağını ima ediyordu. Oysa Wallander’in böyle bir oldu bittiye getirilmeye niyeti yoktu. Kardeşi müteahhit olan iş arkadaşlarından biriyle görüştü ve hemen ertesi gün gelip evi inceleyerek durum tespiti yapması için bir bilirkişi ayarlardı. İncelemesi bittikten sonra adam da evde Wallander’in kendi tespitinden farklı bir şey bulamamıştı. Aynı gün içinde birikimlerini koruduğu bankanın müdürüyle görüşüp, evi satın alabilmesi için yeterli miktarda ipotekli kredi verilebileceğini öğrendi. Wallander, Ystad’da geçirdiği yıllarda, nerede kullanacağını bilmeden bir kenara para koyup birikim yapmıştı; bu da evin peşinatını ödemeye yetecekti.
O gece evde mutfak masasında oturup temiz bir hesap yaptı. Durum ciddi ve kayda değerdi. Gece yarısı olduğunda artık kararını vermişti: Kara Tepeler adı verilmiş o inanılmaz dramatik isimli evi alacaktı. Saat geç olmasına rağmen kızı Linda’yı aradı. Linda, Malmö otoyoluna yakın, yeni yapılan sitelerde oturuyordu. Genç kadın hâlâ uyanıktı.
“Hemen çık gel,” dedi Wallander heyecanla. “Sana haberlerim var.”
“Neymiş? Gecenin bu saatinde?”
“Yarın izin günün olduğunu biliyorum.”
Birkaç yıl önce Mossby Sahili’nde, kumsalda yaptıkları bir yürüyüş sırasında, Linda’nın kendi izinden giderek polis teşkilatına katılacağını söylemesi ona tam bir sürpriz olmuştu. Anında neşesinin yerine geldiğini hatırlıyordu. Sanki kızının verdiği bu karar, polis memuru olarak geçen yıllarına yeni bir anlam kazandırmıştı. Linda eğitimini tamamladıktan sonra Ystad Emniyeti’ne atanmıştı. İlk birkaç ayı Wallander’in yanında Maria Caddesi’nde bir apartman dairesinde geçirmişlerdi. Şartlar aslında çok ideal değildi; kendisinin belli bir yaşam tarzı vardı, ayrıca kızının büyüdüğünü kabullenmesi de çok güç oluyordu. Sonrasında Linda kendine küçük bir apartman dairesi bulup taşınınca sürtüşmeleri sona ermişti.
* * *
Sabahın ilk saatlerinde kızı çıkageldiğinde ona planlarını anlattı. Ertesi gün birlikte bakmaya gittiklerinde kızı evi görünce çok beğendini söylemişti. Başka hiçbir ev bu kadar uygun olamazdı; belki sadece şu denize inen hafif eğimli yokuşun tepesinde olan, toprak yolun ucundaki diğer ev dışında.
“Büyükbabam gaipten gelip seni bulacak,” dedi şakayla. “Ama korkmana gerek yok. Eminim koruyucu meleğin olur.”
Satış kontratını imzalamak Wallander’in hayatında önemli ve mutlu bir andı; elinde bir deste anahtarla buluvermişti kendini. 1 Kasım’da taşındı; iki odasını restore ettirmiş ama mutfağa yeni bir ocak almaktan vazgeçmişti. İçinde yanlış yaptığına dair hiçbir şüphe olmadan ayrılmıştı Maria Caddesi’nden. Taşındığı gün kuvvetli bir keşişleme vardı.
İlk akşam şiddeti artan fırtına yüzünden elektrikler gitmişti, Wallander yeni evinde zifiri karanlıkta oturuyordu. Kirişlerden çıtırtılar ve kapılardan gıcırtı sesleri geliyordu; tavanda bir yerin aktığını fark etti. Yine de pişman değildi. Burası onun yaşayacağı yerdi.
Evinin dışında bir köpek kulübesi vardı. Küçüklüğünden beri hep bir köpeği olsun istemiş, tam on üç yaşına basıp tam ümidini kesmişken anne babası hediye olarak ona bir tane almışlardı. O köpeği dünyadaki her şeyden çok sevmişti, hatta şöyle bir düşününce, sevginin ne demek olduğunu kendisine köpeği Saga’nın öğrettiğini söyleyebilirdi. Köpek üç yaşındayken bir kamyonun altında kalmıştı. Yaşadığı şok ve üzüntü, genç yaşında başına gelenler arasında en kötüsüydü. Neredeyse kırk yıl sonra bile bu olayla tattığı o karmaşık duygular Wallander’in hafızasında dün gibi tazeydi. Ölüm vuruyor, diye düşünürdü bazen. Güçlü ve affetmeyen bir yumruk gibi.
İki hafta sonra bir köpek aldı. Siyah, yavru bir Labrador. Tam olarak safkan değildi ama sahibi onun yine de iyi bir cins olduğunu söylemişti. Wallander köpeğe Jussi adını vermeye daha önceden karar vermişti. Jussi, kendisinin de büyük hayranlık beslediği dünyaca ünlü İsveçli tenorun adıydı.
* * *
Evi alışının üstünden neredeyse dört yıl geçtikten sonra, 12 Ocak 2007’de Wallander’in hayatı bir anda değişti.
Çevrede bir gören yokken ardından bakıp izlemekten zevk aldığı Kristina Magnusson’un birkaç adım peşinden gitmek üzere tam koridora çıkarken ofisinde telefon çaldı. Önce aldırmamayı düşündü ama sonra dönüp yeniden içeri girdi. Arayan Linda’ydı. Hane içi şiddet ve saldırı vakalarıyla Ystad’ın her zamankinden farklı bir hareketlilik içinde olduğu yeni yıl gecesinde mesai yapmış olduğu için birkaç günlük izni olduğunu söylüyordu.
“Bir dakikan var mı?”
“Yok aslında. Büyük bir olayın faillerini tespit etmek üzereydik.”
“Seni görmem gerekiyor.”
Wallander kızının sesinden gergin olduğunu fark etti. Endişelendi hemen, eskisi gibi başına bir şey geldiğini düşündü.
“Ciddi bir durum mu var?”
“Hayır, hiç değil.”
“Seninle saat birde buluşabilirim.”
“Mossby Sahil Plajı’na ne dersin?”
Wallander kızının dalga geçtiğini sandı.
“Mayomu da getireyim mi?”
“Ben ciddiyim. Mossby Sahili. Ama mayo yok.”
“Dışarıda buz gibi rüzgâr eserken bu havada oraya gidip ne yapacağız?”
“Saat birde orada olacağım. Sen de öyle!”
Genç kadın telefonu onun bir şey sormasına fırsat bırakmadan kapatmıştı. Linda ne istiyordu acaba? Orada bir süre dikilip bir cevap bulmaya çalıştı. Ardından, merkezin en iyi televizyon donanımına sahip konferans salonuna gitti; orada oturup iki saat boyunca eski bir silah kaçakçısı ile karısına karşı ölümle sonuçlanan saldırı ve soygunla ilgili üstünde çalıştıkları vakanın güvenlik kamerası görüntülerini izledi. Saat yarıma gelirken, işin henüz sadece yarısını halledebilmişlerdi. Wallander ayağa kalktı; bantların geri kalanını saat ikiden sonra izleyebileceklerini söyledi. Ystad’da en uzun süreli birlikte çalıştığı memurlardan olan Martinson şaşkınlıkla ona bakıyordu.
“Yani şimdi bırakalım mı diyorsun? Bu kadar çok iş varken? Sen genellikle öğle yemeği arası vermezsin.”
“Yemeğe gitmiyorum. Bir randevum var.”
Odadan çıktı; sesinin gereksiz yere sert çıktığını düşünüyordu. Martinson ile sadece iş arkadaşı değil, aynı zamanda dosttular. Löderup’ta yeni evine taşındığı için parti verdiği zaman, yeni evi, köpeği ve kendisi için övgü dolu konuşmayı yapan elbette ki Martinson olmuştu. Biz iki yaşlı, çok çalışan bir ekip gibiyiz, diye düşündü emniyetten çıkarken. Birbirini tetikte tutmak için sürekli didişen yaşlı bir çift gibi.
Arabasına yürüdü; son dört yıldır kullandığı bir Peugeot’ydu; ve oradan ayrıldı. Bu yoldan kim bilir kaç kez geçtim? Ve daha kaç kez geçeceğim? Kırmızı ışığın değişmesini beklerken hiç görmediği bir kuzeni hakkında babasının söylediği bir şey geldi aklına. Kuzeni, Stockholm’deki adacıklar arasında sefer yapan bir feribotun kaptanıydı. Kısa seferlerdi bunlar, her biri beşer dakikalıktı ama yıllarca hep aynı güzergâhta gidip gelirdi. Ekim ayının bir öğleden sonrasında, adam birden içinden gelen bir duyguyla rotasını değiştirmişti. Feribot tıka basa doluydu ama kuzeni gemiyi dosdoğru açık denize sürmüştü. Sonrasında verdiği ifadede, feribotun yakıt deposunda kendisini Baltık devletlerinden birine götürecek kadar mazot olduğunu bildiğini söylemişti. Öfkeli yolcular tarafından baskı altına alınmış, sahil güvenlik yetişip onu yeniden rotasına sokmuştu ama adam sonrasında sadece bu kadarını söylemiş, neden böyle davrandığını ise hiç açıklamamıştı.
Tuhaf bir sezgiyle Wallander kuzenini anladığını hissediyordu.
Arabasıyla sahil kıyısı boyunca batı yönünde ilerlerken, ufukta kapkara fırtına bulutlarının toplandığını gördü. Radyo akşama daha fazla kar yağabileceğinin uyarısını yapıyordu. Marsvinsholm’e sapan yan yola varmadan önce bir motorsiklet onu solladı. Motorsikletli yanından geçerken el sallamış, Wallander’in de aklından ister istemez kendisini en korkutan şey geçmişti: Linda’nın başına bir gün bir motorsiklet kazasının gelebileceği. Kızı birkaç yıl önce yeni aldığı, gıcır gıcır, krom Harley-Davidson motorsikletiyle apartmanının önünde bitiverince pek şaşırmış, kaskını çıkarırken kızına sorduğu ilk şey, aklını kaçırıp kaçırmadığı olmuştu.
Linda kocaman, mutlu mutlu sırıtarak, “Hayallerimin hepsinden haberin yok işte!” demişti. “Tıpkı benim de senin içinden geçenleri bilmediğim gibi.”
“Benim motorsiklet hayal etmediğim kesin.”
“Çok yazık. Oysa birlikte gezebilirdik.”
Eğer motorsikleti bırakırsa ona bir araba alıp, bütün benzin parasını da kendi vermeyi teklif etmiş ama kızı geri çevirmişti. Wallander bu savaşı kaybettiğini biliyordu. Kızı inatçılığını kendisinden almıştı; ettiği teklif ne kadar cazip olursa olsun motorsikleti onun elinden asla alamayacağını biliyordu.
Mossby Sahili’nde ıssız ve rüzgârlı otoparka saparken kızının kaskını çıkarmış, saçları rüzgârla savrulurken bir kum tepeciğinin üstünde kendisini beklediğini gördü. Wallander motoru durdurdu ve oturduğu yerden bir süre, üstüne koyu renk deri giysi ile Kaliforniya’da bir mağazadan belki bir aylık maaşına denk paraya satın aldığı, pahalı botlar çekmiş kızını izledi. Bir zamanlar kucağımda oturan küçücük bir kızdı, diye düşündü; ve ben onun hayatının en büyük kahramanıydım. Artık otuz altı yaşında ve tıpkı benim gibi bir polis, kendi aklı var ve yüzünde mutlu bir gülümseme. Daha ne isterim?
Arabanın kapısını açıp rüzgâra çıktı; kızının yanına varana kadar yumuşak kum zeminde güçlükle yürüyerek ilerledi. Kızı onu görünce gülümsedi.
“Tam burada bir şey olmuştu,” dedi kızı. “Ne olduğunu hatırlayabiliyor musun?”
“Bana polis olacağını söylemiştin. Tam bu noktada.”
“Benim aklımdaki başka bir şeydi.”
Kızının kastettiği şeyi hatırlamıştı.
“Burada kıyıya bir lastik bot sürüklenmişti; içinde iki erkek cesedi vardı,” dedi Wallander. “Uzun yıllar önceydi, tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamıyorum. Başka bir dünyada meydana gelmiş bir olay da diyebilirsin buna.”
“Bana o dünyadan bahset.”
“Beni buraya bunun için çağırmış olamazsın.”
“Sen yine de anlat.”
Wallander elini suya doğru uzatıp gösterdi.
“Denizaşırı ülkeler hakkında fazla bir şey bilmezdik. Hatta bazen başka Baltık ülkesi yokmuş gibi davranırdık. En yakın komşumuzla bile ilişkimiz yoktu. Onlar da bizden kopuktu. Derken bir gün kıyıya o lastik şişme bot vurdu ve soruşturmalar beni ta Letonya’da Riga’ya kadar götürdü. Artık var olmayan bir demir perdenin ötesine geçmiştim. O zaman dünya çok başkaydı. Daha kötüydü veya iyiydi diyemeyeceğim, farklıydı sadece.”
“Bir bebeğim olacak,” dedi Linda. “Hamileyim.”
Wallander kızının ne söylediğini sanki anlayamamış gibi nefesini tuttu. Sonra deri giysisinin altına gizli karnına indirdi gözlerini. Linda bir kahkaha patlattı.
“Görecek bir şey yok. Daha ikinci ayında henüz.”
Wallander eski günleri şöyle bir düşününce Linda’nın bu sersemletici haberi verdiği buluşmanın her bir detayını hatırladığını fark etti. Plaj boyunca sert esen rüzgâra karşı iki büklüm yürümüşler, kızı sorularına cevap vermişti. Bir saat sonra yeniden emniyete geri döndüğünde, kendi yetkisinde olan soruşturma konusunu neredeyse tamamen unutmuş olduğunu gördü.
O gün akşamüstü, tam yeniden kar yağmaya başladığında, silahlı soygun ve hunharca işlenen cinayete karıştığını düşündükleri iki adamın resimlerini buldular. Wallander hepsinin bildiği şeyi bir cümleyle toparladı: yani olayın çözülmesinde büyük bir adım atmış olduklarını.
Toplantıları bitip herkes önündeki kâğıtları toplarken, Wallander aldığı büyük ve güzel müjdeyi arkadaşlarıyla paylaşmak için içinde dayanılmaz bir istek duydu.
Ama bir şey söylemedi elbette.
Meslektaşlarının kendi özel hayatına bu derece girmesine izin veremezdi; asla olmazdı.