Loe raamatut: «Amanhor»
Kitabı Atayurdum Kızlar’a armağan ediyorum.
Yazar
Yiğidin kendisi ölse de adı ölmüyor.
Kumuk Halk deyişi
ÖNSÖZ
Amanhor, bu gün yoğunlukla Kuzey Kafkasya’nın, Dağıstan bölgesinde yaşayan Kumuk Türklerinin konuştukları Türkçe’nin, Kumukça lehçesinde yazılan, modern anlamdaki ilk roman olarak kabul edilmektedir. Hatta Amanhor, bütün Dağıstan’da yazılan ilk roman olarak da kabul görmektedir
Fikir ve estetik bakımından kendisinden önce yazılan Nuhay Batırmurzayevin anlatımlarından hayli öne çıktığı, anlatım gücünü ve estetiğini de hayli geliştirdiği görülüyor.
Kumuk Edebiyatının, çok eski yıllarda yazıya alınmış şiirlere, anlatımlara ve diğer el yazması eserlere sahip olması, şüphesiz Kumukça’nın sınırlarını genişletmekte, tarihi değerini ortaya koymaktadır.
Günümüz Türkiye Türkçesinin, Macarların-Kumanların ana dillerinin kökenlerinin araştırılmasında, eski dönemlerde konuşulan Türk dillerinin araştırılmasında, önemli bir kaynak olan Kumukça, çağdaş bir Türk lehçesi olarak varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir.
“Amanhor”, bir roman olarak, kendi ana fikri çerçevesinde incelendiğinde Kumuk edebiyatının, edebi gücü ve kaynaklarının çok öncelerden var olduğu, geleneksel yapısını bu gün bile korunduğu görülüyor.
Kumukça üzerinde çalışan değerli bilim adamlarından, Prof. Zeki Velidi Togan, Ünlü Macar dil bilimci Prof. Dr. Gyula Nemeth, Prof. İstvan Mandoki Kongur ve Prof. Çetin Pekaçar’ın tespitlerinden anladığımız kadarıyla Kumukça, Kıpçak Türkçesini günümüze taşıyan en iyi Türk Lehçesidir.
Halen, Venedik şehrindeki San Marco Kütüphanesinde bulunan ve 1303-1362 yılları arasında, Latin harfleri ile yazılan ilk Türkçe metin kabul edilen, Codex Cumanicus (Kuman kitabı)’nı, Kumukça anadili biri olarak, birkaç kelime takviyesi ile rahatlıkla anlamlandırdığımı belirtmek isterim.
Romanın çevrisi sürecinde bilmediğim sözcüklerle karşılaştım. Sözlüklerde de bulamadığım bu kelimelerin, yüz yıldan fazla bir zaman önce Anadolu’ya göç etmiş bu halkın çocukları arasında hala, özellikle de hanımların dilindeki Kumukça’da yaşadıklarını mutlulukla fark ettim.
Amanhor’un yazarı Zaynulabidin’in oğlu Abdul Hüseyin İbrahimov 1890 yılda Dağıstan’ın kuzeyinde yer alan Kızlarkala şehrinde doğmuştur. Abdul Hüseyin dedesinin, abisinin ve diğer aile fertlerinin kütüphanelerindeki kitapları 13-14 yaşından itibaren okumaya başlamış ve bu kitaplardan etkilenmiştir.
Özellikle, Arap ve Fars klasiklerini okumak için duyduğu büyük istek, O’nu Osmanlı Türkçesi, Rus, Arap, Fars ve Kalmuk dillerini genç yaşta çok iyi derecede öğrenmeye itmiştir. Yazar, o dillerde yazılan çok önemli kitaplarla tanışmış ve dönemin halklarına ilişkin birçok haberi toplamış ve kayıt altına almıştır.
Yazar bir konuşmasında: “Akılda kalır sözüne inanmaktansa, basit de olsa alınan notlara inanmak daha doğru”, demiş ve Gerçekten de Abdul Hüseyin, yaşamında başından geçenleri, her duyduğunu, her gördüğünü, önemli gördüğü her şeyi not defterine kaydetmiştir.
Abdul Hüseyin 1910 yılından itibaren, Kızlar şehrinde “Yaşav (Hayat)” adıyla açılan okulda, Türk dillerini öğretmek üzere öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Açılan okulda Arap, Fars, Kumuk dillerine ilave olarak Rus dilinde de öğretim yapılıyor ve dünyanın yeni ilimlerinden dersler veriliyordu.
1917 yılına geldiğimizde, Abdul Hüseyin’i, Sovyetler Birliğinin kurucu yapıları içerisinde işçilerin, çiftçilerin, sözcüsü olarak görüyoruz. Sovyet devriminin askeri Abdul-Hüseyin Kızlar bölgesi ve diğer bölgelerde Kumuk partizan komiserliği yapmış, 1957 yılında emekliye ayrılmıştır.
Başlıca serleri; Amanhor – roman, Absiyahkentin tarihi, Tatar Han’ın vilayet tarihi, Şiir mecmua – Türkçe, Nasihat haberler: Kötü gelin ve iyi kaynana, İyi gelin ve kötü kaynana, Serdtse materi – Rusça, Zapisi komissara – Rusça olarak yayınlanmıştır.
Ata yurdum Kızlar ve diğer şiirlerinin yer aldığı eserleri; Arap, Fars, Türkçe dillerinde yayınlanmıştır.
Abdul Hüseyin’in Benim çocukluğum, Ananın yüreği ve Amanhor romanlarını ayrıca değerlendirmek gerekiyor.
“Amanhor” Abdul Hüseyin İbrahimov’un 1915 yılında yazdığı önemli eserlerinden biridir. Yazılış tarzına bakıldığında bu esere, halk romanı denilebilir. Romanı yazmak için Abdul Hüseyin, halkın kültürünün sözlü kaynaklarından, efsaneler, şiirler, el yazması kitaplardan ve Evliya Çelebinin “Seyahat-Name” kitaplarından materyaller toplamıştır. Farsça, Türkçe, Rusça yazılan kitaplardan yararlanmıştır.
Romanın kahramanı Amanhor, tarihi kayıtlara göre 17nci yüzyılda yaşamış, yaşadığı zamandaki Hanların zalimliklerini, halkın çektiği çileleri, çocuk yaşında hissetmiştir. Daha sonra da Tatar Han’ın Han sarayında memurluk yaptığı yıllarda, hâkimiyet sürdüren kişilerin halka yaptıklarını kendi gözleri ile görmüş, kendi yoldaşlarıyla birlikte zalimliğe karşı mücadeleyi başlatmıştır. Kızlar civarındaki fakir halkın beylere, hanlara karşı ayaklanmasında hareketin başını çekmiştir. Kendisi yalnız olarak Tatar Han’ın Han sarayına girip, onu öldürmüştür. Halk kahramanı, şair ve tarihçi olan Amanhor, beyler tarafından yakalanarak 1706 yılında asılarak idam edilmiştir.
Amanhor ismi iki kelimeden oluşmaktadır. Aman; sağlam, selametle, emin, esen anlamlarımda, hor siyah anlamında kullanılmaktadır. Her iki kelime birlikte “esmer güzeli” anlamında kullanılmaktadır. Kafkasya’dan Hindistan’a kadar olan coğrafyada hem erkek hem kadınlar için ancak günümüzde daha çok hanımlar için kullanılan bir isimdir.
Amanhor’un yazdığı şiirler, verdiği haberler el yazması kitaplarda saklanmıştır. Onun hakkında, o dönemde yaşayan âlim Mahammat Efendi, kitaplarında bu bilgilere yer veriyor. Bu gün bile Dağıstan’ın kuzeyindeki Terik boy Kumukları ve yerleşik Nogaylar gibi diğer halkların arasında da onunla ilgili sözlü anlatımlara, şiirlerine, yırçıların (halk ozanlarının) yırlarına (deyişlerine) rastlanmaktadır.
Kızlar şehrinin güneyinde, Terek nehrinin eski yatağının olduğu yerde bir yükselti var, o yere şimdi de “Aman-hor töbe (Amanhor tepe)” denilmekte ve Kızlar şehrinde yaşayan gençler “Amanhor tepeye” gezeme, eğlenmeye gidiyorlar.
Romanın asıl motifi, kötü yöneticilere karşı verilen mücadelede, Amanhor’un en önünde yer alması, fakir çocukların güçlü savaşçılar olabilmeleri ve gösterdikleri yiğitliklerdir.
Eleştirilere baktığımızda kitabın, Dağıstan’da yoğun olarak incelendiğini ve her seviyede öğretildiğini anlıyoruz.
Yazarın, romanın başlangıç bölümünde kendi topladığı materyalleri ve tarihi ögeleri ön plana çıkararak, dönemin ahvalinin anlaşılması için bir çaba içerisinde olduğu görülüyor. Ortalara doğru yazar, romanı bu türlü anlatılardan kurtarmaya çalışsa da tarih anlatımların devam ettiğine rastlıyoruz.
Sonraki bölümlerde ise romanın manasını güçlendirmek için ana temaya odaklandığı görülmektedir. Asırlardır verilen değerli ve büyük mücadelelerin, üretilen fikirlerin, halkın fakir kitlelerinin yüreklerinde hiç sönmeyen dostluk ve zalime karşı mücadelelerde birlik, halkın refahı için çalışma, iyi insan olma, dürüst ve temiz duygular ve sevgi, romanın bütününde korunuyor.
Yazar devrin gerçekliklerinden sapmamıştır. Amanhor’un dışındaki diğer kişilere ilişkin tasvir ve tanımlamalar ustaca başarmıştır. Romanın her kahramanı, eski dünyanın zalimlerine karşı kendince başkaldıran yiğitler oluyorlar.
Amanhorun, günümüze kadar söylene gelen derin manalı şiirleri, nasihatleri, halktan verdiği haberleri korunmuş ve kolay okunan bir roman olarak ortaya konulmuştur.
Bu çevri için açıklanması gereken bir husus da bu romanda da geçen ve Dağıstan da Sultan Mahmut isminin çok yaygın oluşudur. Tarihi kişiliklerin anlaşılması konusunda karışıklığa neden olmaktadır. Bunlardan birisinin diğerlerinden ayrılması için Kumuklar özellikle Sultan Mahmut yerine Şeyh Sultan Mut ismini kullanmaktadırlar. Sultan Mut (1560-1643) sadece Kafkasya tarihinde değil, aynı zamanda dünya tarihinin önde gelen komutanlardan ve devlet adamlarından birisidir. Sultan Mut Tarkovsky, anavatanının bağımsızlığının korunmasına, İslam’ın Kuzey Kafkasya’nın birçok bölgesinde yayılmasına, bilim ve eğitimin gelişmesine, birçok farklı kabile ve halkın birleşmesine, Kafkasya ve diğer bölge halkları arasındaki dostane ilişkilerin güçlendirilmesine büyük katkı sağlamıştır. Yazarın tarihler vererek, bu karışıklığı önleme çabası içinde olduğunu gözlemliyoruz.
Yeri gelmişken, Muhteşem Kumuk Komutanı Şeyh Sultan Mut’un genel Türk tarihi bakımından önemini anlamak için, onun komutasındaki Dağıstan ordusunun Kazandığı Karaman savaşı için ünlü Rus tarihçilerinden Karamzin’in, “biz 6 binden 7 bine kadar askerimizi ve 118 yıllığına bölgedeki hâkimiyetimizi kaybettik” diye yaptığı tespiti bilmek yeterli olacaktır.
Eserin kahramanlarının adları bu kitapta Türkiye Türkçesine çevrilmeden, Türkiye Türkçesi alfabesinin imkânları dahilinde, Kumuk Türkçesinde söylenilen şekliyle kullanılmıştır. Ayrıca çeviri yapılırken, bu kitaba paralel olarak Türkiye Türkçesi alfabesi ile bir Kumukça baskının da hazırlanmış olması nedeniyle, orijinal metne mümkün olduğunca yakın olmaya çalışılmıştır. Bilindiği gibi iyi bir çeviriyi mümkün olduğunca orijinal metne yakın tutarak yapmak kolay bir iş değildir. Bu nedenle çeviride bazı deyimler ve cümleler doğallıklarını, özellikle de şiirlerdeki sesler güzelliklerini kaybetmiş olabilir.
Kitabın Kumukça baskısı, bugüne kadar Kumukça lehçesini koruyan, yaşatan ve konuşan, Türkiye Kumuklarının, kelime hazinelerini geliştireceğine, taşıyıcılık görevlerine katkı sağlayacağına ve Dağıstan Kumuklarıyla anlaşmalarına olumlu katkı sağlayacağına inanıyorum. Bu kitap ile Türkiye’de yaşayan pek çok Kumuk ilk defa Kumukça’yı yazılı bir metinden okuyacaklardır. Anlayış gösteren ve katkı sağlayanlara şükranlarımı arz etmek istiyorum.
Bu kitabın hazırlanması ve yayınlanmasındaki katkıları nedeniyle Avrasya Yazarlar Birliğinin mensupları ve Değeri Genel Başkanı Sayın Dr. Yakup Ömeroğlu'na, Kumuk Türkçesi Sözlüğünü Yazan Prof. Çetin Pekaçar’a, Agarahin Soltan Muratova, teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç biliyorum.
Tevfik Zengin
AMANHOR
* Çevirenin Notu: Metinde, her sayfanın altında, verilen açıklamalar çoğunlukla S.M.-S. Aliyev’in notlarıdır. Kitabın farklı dillere tercümelerinin ve baskılarının yapılması durumunda daha kolay anlaşılmasına yöneliktir.
Buevi1 ben kurmuşum
Eski-püskü2 ağaçlardan
İçinebezekler yapmışım
Allı-güllü kumaşlardan.
Dam çatının altından
Dört direği3 kakmışım,
Kaktığım herbir direğe
Türlü bir at takmışım.
Bu kurduğum evimde
Sevinç devar, alkış da var,
Bu kurduğum evimde
Gözyaşı da var, yas da var.
Ben evimde sevindim,
Yüreğimi büyütüp.
Vatanımın çırasını4
Şimdi yaktım hür edip.
Dağda otlasın oğlaklar,
Şar-şar aksın pınarlar.
Umudum var sönmez,
Benim yaktığımışıklar.
Sağ olunuz, evlerim,
Sizi terk edip gidiyorum.
Benden sonra kalanlara
Hak emanet ediyorum.
Hacıtarhan5 önceki zamanlardan itibaren her taraftan tüccarların geldiği büyük bir şehir imiş.
Bin altı yüz altmışıncıyılın son baharında bu şehre İran’dan tüccarlar6 geliyor. Onların arasında Horasan şehrinden yirmi beş yaşlarındaki Amangulininoğlu Said Mahammat da varmış.
İran’dan gelen diğer tüccarlar, alıp geldikleri mal ve eşyalarını da satıp, Hacıtarhanın pazarından atlar, develer ve sığır-malları da alıp, gersin geriye dönüp gitmişler. Said Mahammat ise burada, Hacıtarhanda, İranlı Mirza Hüseyin’in kervensarayında kalmış. O ticaret etmek için çok defalar Kalmuk illerinde bulunmuş ve orada adı yiğitlikle anılan Tarhan Mirza ile tanışmış. Sonra da Said onun ile yakınlık kurmuş, iki yakın arkadaş kendilerinin ticaretle ilgili işlerini birleştirmişler. Böylece ticaret yaparak, çok yakın illere degitmeye başlamışlar. Onlar atlar, develerve sığır-malları alıp İran’a, Afganistan’a, Hindistan’a gitmişler. Bu iki arkadaş da iyi mallı-halli adamlar olarak bilinir olmuşlar.
Said Mahammat İranlı MirzaHüseyin’in kervansarayına gelip-gidip, saray hizmetçisi Hakimcan ile yakınlık kurmuş.
Hakimcan yalnız adam, onun biricik kızı Şamsukumar’dan başka dahakimsesi yokmuş. Şamsukumar yetişmiş, güzel kız, o da babasına yardımcı olarak, saraya gelen misafirlere hizmet edip yaşıyormuş.
Said Mahammat’ın Şamsukumara görür görmez âşıkolduğunu bilmiyor olsa da, o günün akşamı kızını istemeye Saidlerden dünürcüler gelecegi Hakimcan’a önceden bildiriliyor. Hakimcan kendisinin inandığı yakını Mahammat Efendiyi7 görüşmeye çağırmak için vardığında, onu Kafkasya’ya sefere çıkma hazırlığı yapar halde buluyor.
Mahammat Efendi Hakimcanı gördüğünde, çok seviniyor, selamını alıp, buyur edip evinin baş köşesine çıkartıp oturduttuktan sonra:
– Buyur, efendim, nasıl oldu da geldin? Deyip sormuş. Hakimcankendi muradını söylemiş. Mahammat Efendi Şamsukumarın Said Mahammat ile evlenmesini iyi görmüş ve iyilik dilemiş.
Arkadaşının isteğine göre Mahammat Efendi varacağı yoculuğunu iki gün sonraya bırakmış ve hürmeti, âdeti ile Şamsukumarın nikâhını ve düğününü geçirmiş.
İki günün sonunda Mahammat Efendi Kafkas vilayetlerine gitmek için gemilere binip, yola düşmüş. O gemi ile üç gün Hazar denizinde seyahat ettikten sonra, dördüncü günde karşı yakada, Tatarhanın8 vilayetine, çıkmış.
Tatarhanın sarayına beşyüz metre kala bir yerde yer alan Toytöbekent var. Oraya varıp birilerine misafir olmuş. Bu büyük kentin bir tarafında ayakla döndürülen ve un çeken bir değirmen varmış. Mahammat Efendi “ayak değirmeni” denildiğinde, hayret ediyor, ona bakmaya gidiyor. Gittiğinde değirmeni döndürenin on beş-on altı yaşlarında kız çocuklarının çalıştıklarını görüyor. Bu çocukların başlarındaki halleri gördüğünde efendinin her yerini titreme almış. O kız çocuklarından, yaşantılarını sorduğunda, onlar söylüyorlar:
– Dedeciğim, hanımız bize acımıyor, biz onu karavaşlarıyız9. Bizi buraya gönderdiğine iki ay oluyor. Ata-analarımız öldüğümüzü de sağ olduğumuzu da bilmiyorlar. Başlangıçta biz on bir kız idik, şimdi sen görüyorsun, dördümüz kalmışız: Zulfiya, Aynisa, Pahtahanım, Tacihanım. Biz de ayağımızdan, kolumuzdan ayrılıp bitmişiz. Mahammat efendi:
– Önceleri de Tatarhanın pek zalim bir han olduğunun söylentilerini işitmiştim, şimdi ise gözümle görüp inandım, deyip üzülmüş ve kız çocuklarına da çok acımış, onlardan ayrılmış.
Mahammat Efendi bu kentten10 başka Tatarhanın başka kentlerine, köylerine, kırlarına yaylalarına da varıp dolaşmış, çalışan insanları çok görmüş.Birileri su kanalları kazıyor, birileri ekilmiş ekinleri suluyor, birileri pirinç desteleri bağlıyor, bellerine kadar suyun içinde dolaşıp duruyorlar. Yaşadıkları yerleri yerden kazılıp yapılmış damlar. Yedikleri yemekleri arpa unuyla karıştırılmış iri çekim buğday unu, tuzla kurutulmuş balık, kırlarda yetişen yeşil otlardan yapılmış çorbalar, içtikleri kuyulardan alınan sızıntı suları. Üzerlerine giydikleri yamalı pılı pırtıdan elbiseler.
Mahammat Efendibu gördüğü zorluklardan kolaylıklardan konuştuğunda, hanın ve onun vezirlerinin sövüp küfür etmelerinden hiçbir şey söylemeseler de Mahammat Efendi onların sebebini çok çabuk anlamış. Sonra birileri Mahammat Efendi ile açık-açık böyle konuşmalar yapmışlar:
– Eğer biz hanın ve onun vezirlerine sövüp söyleyecek olsak, bize büyük kadirlikler yapılıyor. Hanımız, sarayına da çağırıp, örmelerle dövüvor. Dövdüğünden başka dahan zorlu cezalarveriyor.
Gecen yıl bu zamanlarda, yazın ilk ayında, günahsız üç adamı saraya götürüp köpeklere dalatmıştı. Zavallılar yaralanıp gelip yatmıştılar. Biri sağ olup, ikisi iseakıntılı yaraları yaz sıcağından ateşlenip, kurtlanıp öldüler.Mahammat Efendi Tatarhanın kentlerinde dolaşırken, Absiyahkente11 geliyor. Efendinin bu köyde bir günden fazla kalma düşüncesi yokmuş. Amma adamları misafire pek hürmetli olmakla bilinen o halkın yaşantısından, adetlerinden, kılıklarından bilgiler toplayarak12, sekiz gün kalmış. Efendinin misafiri olduğu Dombracı Abduraşit Bey alçak gönüllü adammış. Ona Dombracı adının takılmasının nedeni de şöyle imiş: idare tarafından, ya da başka işler için halkın çağrılması gerektiğinde, halk Abduraşitin zurnasının ve definin sesini işitince, idareye gitmenin gerekli olduğunu anlarmış. Bunun dışında, Abduraşit zurnasının sesi ile ramazan ayında kentlileri uykudan uyandırırmış. Abduraşit haberleri, konuşmayı pek seven adam. Efendi gelip misafir olunca ise Abduraşit laflamaya daha da adamlar toplamış. Efendinin anlattıklarından Kazan, Afganistan, İran, Turan13, Arap seferlerinden haberler almalarına, o uzak yerlerde gördükleri, halklarının yaşantıları, adetleri ve söylediği diğer şeyler Abduraşit ve onun yakınlarında pek büyük hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyormuş.
Efendi de kendine sıra geldiğinde onlara yaşantılarını, hallerini sormuş, Absiyahlı tanışlarının söylediklerini yazarak kayıt altına almış:
– Bizim üç büyük zorluğumuz var: birincisi, Tatarhanın koyduğu ağır vergiler. İkincisi, her yıl Terek nehrinin taşıp, ekilmiş ekinlerimizi sel alması. Üçüncüsü de yağmaya gelen kaçaklar.
Erenler kış yaz demeden kırlarda tarlalarda savrulmuş atılmış gibi yayılıp kalıyoruz, yiyecekler ekiyoruz, suyolları açıyoruz, hasat ediyoruz. Kadınlarımız da bizim gibi bağda bahçede, dolanıp bütün günlerini harcıyorlar.
Köyde çoluk-çocuk, kızlar, gelinler kalıyor. Bu kaçaklar yılkımızı, hayvanlarımızı sürüp götürdüklerinden başka, kentde yanlız kalan kızlarımızı, gelinlerimizi çalıp gidiyorlar, onları şerefsiz hale koyup, namuslarını kirletiyorlar. Bizim Absiyahdan uzak değil, Absiyahın idaresine tabi bir küçük kent var. Biz şu kente Bayramali kent diyorduk. Gecen yıl Kaçaklar bizim kentli pehlivan Kazimbeyin kızı Nurcahanı kaçırıp alıp giderken, Bayramali kentliler onların arkasından kovalamışlar, kaçaklar, kızıp, Nurca-hanı soyup atıp gitmişler. Biz şimdi o kente Nurcahankent diyoruz. Absiyahlıların muradı böyle: ekinlerini sel baskınından korumak için bu yılın içinde Terekin yakası boyunca bent yapmak. Kadınlar onun için çok kerpiç kesip hazırlanmışlar. Ondan başka da idare binasını çevreleyip sur yapacağız, kale kurmaya niyetimiz var. Kaçaklar, yağmacılar baskın yapsa, kadın-kız şu kalenin içine sığınır hiç değilse… Şöyle umutlarımız var, demişler.
Mahammat Efendi Absiyahda sekiz gün kalıyor ve oradan Taşgeçiv boyuna doğru seferine devam etmiş. Taşgeçiv’den Endirey hanların vilayetine çıkıp ve daha ırmak ötesindeki diğer Kumukların çoğu yurtlarında bulunmuş. Bütün Kumuk’un yolunu, patikasını tanıdıktan sonra, Mahammat Efendi Kubana14 doğru yola çıkıyor. O Kubanda iki yıla yakın kalıyor.İki yıldan sonra ise şu kendisinin geldiği yol ile Tatarhanın vilayetinden, bir daha yol üstündeki Absiyahdaki misafirliğe kaldıkları yerlere uğrayıp, Hacitarhana dönüyor.
* * *
Said Mahammat Şamsukumarla evlendikten sonra da mesleğini bırakmıyor, Tarhan Mirza ile birlikte yakın ve uzak vilayetlere ticaret içingidip gelip duruyorlar.
Sonraki seferlerinde onlar hatta başka başka yerlere de gitmişler. Oradan alıp getirdikleri cevher taşları ve başka türlü pahalı taşları sattıklarında, onlaraçok dakazanç kalıyor. Arkadaşlar böyle Ticaret seyahatleri sonucunda hayli mal-mülk sahibi olup, her ikisi de öz yurtlarında: Tarhan – Kalmukda, Sait Mahammat – Hacıtarhan’da büyük binalar da yapıp oturmuşlar.
Bugün Said Mahammatın ocağında büyük sevinç, düğün var. Şamsukumar oğlan doğurmuş. Bunun sevincine, bu nasipli ev ahalisinin dost ve arkadaşları, Hacitarhanın bilgili insanları toplanmış. Onların arasında Kalmukdan gelen Tarhan Mirza ve iki-üç gün önce Kuban seyahatinden Hacıtarhan’a dönen Mahammat Efendi de var. Tarhan Mirza bu düğüne kendisinin hediyesi-selamı ile gelmiş, Said Mahammatın bir gece-bir günlük düğününden sonra, Tarhan Mirza sonraki geceyi de kendi gayreti ve katkılarıyla düğün yapıp, uzatmış.
Çağırılan misafirleri, arkadaşına bırakmadan, Tarhan kendisi yola uğurlamış ve dörtüncü gün atını da eğrleyip, gitmeye hazırlanmış. Gelini ile vedalaşmak için O Şamsukumarın otağına girmiş. Şamsukumar Tarhan Mirzayı görünce, kuçağındaki çocuğunu, adetlerine göre saygı göstermek için yere koyumuş. Tarhan Mirza çocuğu eline alıp, ağlamasını durdurmak için sevip okşamış. Tarhan Mirza çocuğun adını sorduğunda, Şamsukumar “bilmmiyorum” diye cevapvarmiş. Ad da koymamışsınız daha?
– Koymuşuz, ben unutuğumdan, bilmiyorum.
Tarhan Mirza çocuğu kucağında tuttuğu vaziyette, aradaki kapıyı açıp, diğer odadan Said Mahammat’ı çağırmış, çocuğun ismini sormuş.
– Amankul diye koymuşum.
– Annesi niye bilmiyor çocuğun adını?
Said Mahammat söylüyor:
– Annesi de biliyor, adetlerimize bağlılığından söylemiyor, benim babamın adı olduğu için.
Tarhan Mirza bu adeti öğrenince, şaşırıyor. Bu çocuk büyüyüverir, yetişkin olur, evlenir; annesi de adını söylemek ister, – diye düşünüyor ve yüzünü açıp, dikkatli bir şekilde çocuğun yüzüne bakıyor. Yavrucak annesine benzemiyor, babasını andırıyor, karayağız. Tarhan Mirza Şamsukumara:
– Ben çocuğa bir başka ad koysam, benim koyduğum adı söylermisin? diyor.
– Söylerim.
Şamsukumar yakınlarının yada misafirin koyduğu adın her zaman saklanmasının gerektğini biliyor.
Çocuk babasına benziyor, karayağız. Kalmukda karaya “hor” deniyor, ben çocuğa Amankul değil, Amanhor diye ad koyuyorum. Bu çocuğun adı bugünden sonra Amanhor olsun! Bizde de Kalmukda da şöyle bir şey var: oğlan doğsa, köydeki çok uzun yaşamış birini çağırıp, çocuğun ağzına tükürtürler. Bu, çocuk ölmesin, uzan yaşasın demek oluyor. Yada köydeki en zengin adamı getirip bu adeti yaptırıyorlar. Bu, çocuk zengin olsun denilen manada. Ya da köydeki en yigit adanı getirip, öyle yaptırıyorlar. Bu, çocuk yigit olsun diye söyleniyor, böyle diyerek sözünü bitirdikten sonra, Tarhan Mirza kendi halkının adetine göre çocuğa birdaha maşallah deyip tükürüyor, tükürüğünü toplayıp parmağını çocuğun dudaklarına sürüyor, kucağındaki küçük Amanhoru annesnin kucağına varip, Said Mahammat ve Şamsukumar ile vedalaşıp ve atına binip Kalmuk’a giden yola düşüyor.
Birde Amanhorun seyrine daldığı dalgalar onun yaşamını değişmek için içine çekti.
* * *
Ondan sonra, aradan çok yıllar geçmiş. Babasının arkadaşının koydığu ad Amanhora ad olup kalmış. Aman-hor büyüyor, babasının niyetine göre Müslüman medreselere, Hacıtarhandaki Rus okullarına gidip okuyup, yetişkin bir erkek oluyor.Amanhor okumaya pek meraklı ve bilgili birçocuk olup çıkıyor. O her şeyde pek dikkatli, yaşamında karşılaştığı zorluklar karşısında, kendi başına netice çıkarmaya becerikli olmuş. Tarhan Mirzanın kendilerine misafirliğe geldiği günler Amanhora bir büyük bayram. Tarhan Mirzanın haberleri ona pek dinçlik getiriyor.
Amanhor babasıyla gide gele, Mahammat Efendi lerde de çok defalar bulunmuş. Onunkendisinin yaptığı seyahatlerinden yaptığı sohbetleri çok dinlemiş ve anlayışı arttıkça Amanhor Mahammat Efendi gibi büyük alim olmayı kendisine gelecek olarak tasarlıyor ve umut ediyormuş.
Amma Amanhorun kaderi kendiliğinden oluşuyor. Babası Said Mahammat ve dedesi Hakimcanın arkalı önlü kısa bir süre içerisinde dünyalarını değişiyorlar. Şamsukumar oğlu Amanhor ve kızı Said Kavsar ile kocasından ve babasından kalan mal-mülke sahip çıkıp yaşıyor.
Babası ve kocasının ölümünün ardından çok geçmeden, Şamsukumara Han’dan vergiyazısı gönderiliyor. Han’ın vergileri çok ağır, yazıda yazılan bin altın, bin gümüş, yüz ölçü buğday, yüz ölçü de arpa ve başka şeyleri de verse, bunlar aç-açıkta kalacak, daha yapacak bir şey kalmamış. Şamsukumar, pek çırpınıp, hanın makamına arz için varıyor.
Önünde, başvurup ne kadar talepte bulunsa, yalavlsa da Han ona:
– Hanın sözü iki olmaz, senin vergilerini vermen gerekiyor, diyor. Han Şamsukumarı boylu-boyunca süzüp yoklayıp, onun güzelliğinin ve vücudunun çekiciliğinin geçmediğini fark edip, daha da şöyle konuşmuş:
– Ya vergiyi verirsin, ya da malını-mülkünü, çocuklarını da alıp bana karım olarak gelersin. İkisinin biri, hangisini kabül edersen, şunu yap.
Şamsukumar Handan yardım olmayacaını bildikten sonra, düşünüp bakmak için bir ay mühlet istemiş. Handan yirmi gün de mühlet de alıp çıkıp gitmiş.
Şamsukumar evine gelip: Eğer ben bu vergiyi versem, arkası bununla bitip kalmaz. Handan başka da Hanın bağlıları çok var. Sonra da benim yaşantımı bozarlar, çocuklarımı aç-biilaç koyarlar; kocamla babamın öldüğüne üç ay olmuyor, gözümün önünden gölgeleri gitmedi, kocaya variyorum diyebilirmiyim. Gözyaşıma bulanmış mendillerim kuruyup bitmemiş, Hanın gücü bana ve benden başka hizmetçilerine yetiyor. Ben Han ile de evlenip, kendim de, kızımı da onun karılarına hizmetçi de yapıp, oğlumu da onlara kul edip. Benim becereceğim iş değil, başımı alıp bir tarafa gidip kalsam iyi, deyip düşünüyor.
Şamsukumar Hanın teleplerini çocuklarına, yürekleri bozulur diye, söyleyemeyip, içinde dert edip saklamış. O akşam babasının yakını Mahammat Efendi nin yanına danışmaya varmış. Hanın vergisi Mahammat Efendi yi hiç de şaşırtmamış; Hanların hepisinin de bir gibi zalimce olduğunu, onların taraftarı adamları olmayanlarınmallarını zorla, yalan ileşeriatın gerekleri deyip yalanlarla almayı çok iyi biliyorlar. Bu maksatla Şamsukumarın niyetini bilmek için ona dönerek yoklamak için soruyor: Ya vergiyi vereceksin, ya da nikâhlanıp Hana eş oacaksın yada başını ve çocuklarını alıp çıkıp bir tarafa gitmen gerekiyor. Geniş dünyanın darlığı böyle durumlarda biliniyor, dünya çark gibi dönüyor amma düzlük yok. Gidip de nereye varacaksın?
– Tatarhanın vilayetinde babamın kardeşleri adamları var, oraya mı gidiyorum , diyor Şamsukumar.
– Ben, kızım, şu Hanın vilayetinde nice defalar bulundum, kentlerini gezip amelelerini, hizmetçilerini gördüm. Tatarhan da pek zalim Han, çocuklarınla oraya gidip perişan olup kalmayasın. Kadın başınla öte-beri göçüp, konup yaşarmısın. Sen tez Kalmuk’a atlı gönder, Tarhan Mirzayı çağırsın. Düşünüp bakıp, bir harekette bulunalım.
Tarhan Mirza üç günde Hacitarhana yetişip geliyor. Mahammat efendi ve Tarhan Mirza birlikte düşünüp Şamsukumarın Tatarhanın vilayetine göçmesini değerlendiriyorlar. Hacitarhan Hanı Kalmukun Hanı Ayukla ve Targunu Hanının arasında dostluk var. Elinin kiriniyıkar gibi, Han Hanın tarafını tutacak. Şayet Şamsukumarın Kalmuk, ya da Dağıstan vilayetine çağrılır ise Hacitarhanın Hanı ondan ne edip edip intikam alacaktır. Bu nedenle Şamsukumarın, bir birine düşmanlık yurüten Hacitarhan hanlığından Tatarhan vilayatine göçülmesini uygun görmüş.
Tarhan Mirza tez Müşteriler bulup, Şamsukumara kocasından ve babasından kalan mülkleri, Han bilmesin diye, gizliden satıp, onu altına gümüşe çevirip vermiş. Sonraki gün bir gemi de tutup Şamsukumarı çocukları ile denizin beri yakasına çıkarıyor. Tatarhanın Toytöbe(Toytepe) denen kentinde ev de alıp,onları rahat ettirip, kendisi de dönüp gitmiş.
* * *
Şamsukumar Tatarhanın vilayetine gittikten sonra, babasının kardeşlerinden hiç birini bulamıyor. O Toytöbe kentde kalarak buradaki insanlarla kaynaşarak, onlar ile yakınlıklar kurmuş.
Amanhor bu kentteki gençlerin arasına çabucak girerek,onları her türlü işlerinde: oyunlarında, yarışlarında, meclislerinde olmasa olmayan biri şimdi gelmiş. Amanhorun av avlamaya, şarkı, türkü, masal ve karşılıklı konuşmaya ustalığı arkadaşlarını şaşkına çeviriyordu. Gide gele kent içindeki hiç bir toplantı Amanhorsuz olmaz hale gelmiş. Amanhordaki anlayış, hüner, bilim çoğu arkadaşları arasında homurdanmalara neden oluyor ancak Amanhor üstünlük, kibirin ne olduğunu bilmeden, her şeyde eşitliği seçiyor.Bu nedenle arkadaşları huzuru, dostluğu, doğruluğu Amanhorun hayranlık uyandıran hallerinden olarak görüyorlar.
Kentdeki ileri gelenlerAmanhora kendilerinden biri gibi hürmet ediyorlar, cematin arasındaki meselelerde onun fikrine de danışıyorlar. Her türlü ilimden, her türlü halklardan, vilayetlerden haber almak istediklerinde Amanhoronlar için bir hazine gibiydi. Böyle durumlarda Amanhora dedesinin kitaplığında sakladıkları, Mahammat Efendi nin kitapları ona çok yardımcı oluyor.O kitapları Toytöbe kentinin ileri gelenleri çok beğenmişler. Hatta onlardan birileri Mahammat Efendi nin kitaplarınıkendi el yazısı ile kopyasını alıp, kıymet verip saklıyorlar.
Aradan zamanlar geçti. Birde Amanhorun seyrine daldığı dalgalar onun yaşamını değişmek için içine çekti.
* * *
Hansarayın yazı işleri sorumlusu Vahap bey, Han’ın İdaresinde vergi işini yürütmek için bilgili, anlayışlı bir adamın en kısa zamanda bulunması için görevlendirilmiş. O Amanhorun hakında duyduklarını Hana söyleyip, Amanhor için yazılan davet yazısını çabucak Toytöbe’ye göndermiş.
Amanhoru önceVahapbey karşılamış, görüşmüş ve onu Hanın makamına alıp götürmüş. Amanhoru, yerlere kadar eğilmeden, ayakta durur vaziyette olsa da Han selamını almış ve kendisince kurcalayıcı sorular sormuş:
– Okumadan, yazmadan, hesaptan anlıyormuşsun, ne okumuşsun?
Amanhor, Tatarhanın Rusları görmeyi sevmediğini ve “Rus” denen sözü işittiğinde, sinirlenip, öfkelendiğini birilerinin söylediğini duymuş. Şimdi o Handan öç alacak gibi, Rusu sözünün başına getirip şöyle diyor:
– Rusça biliyurum, rusça ve Müslümanca okudum, hesaptan da anlıyorum.
Amanhorun sözleri Hanın iliklerine kadar iğne olup batsada Han bu sefer öfkesini bastırıp, pek istekli biri gibi görünmeye çalışıyor. Şöyle cevap veriyor:
– Benim idareme okuma yazma bilen adam lazım. Benim kentlerimden Absiyah denen bir kentim var, Buradan altmış-yetmiş kilometre uzakta, Terek suyun yakasında, İnsanların hepsi de çiftçilikle uğraşıyor. Benim sarayıma verginin hepsinin geldiği yer Absiyahkent, yılda bir defa, sonbahar aylarında gidip, oradan vergi toplayıp göndermek gerekiyor. Böyle bir işi anlayan adam gerekli oldu, kimi olsa da göndermek olmuyor. Absiyahkentin halkı ile anlaşmak zor, kendimiz kendimize başız deyip durmayı seviyorlar. Biriken bu gâvur kazaklar ile de… Sen hansarayın vergi memuru olursan, ben ve benim vezirlerimin söylediği söz, buyruk hiç bir zaman arkaya bırakmaya gelmez.
Absiyahda vergi topladıktan sonra, iş-hizmet bitmiyor, benim başka kentlerim de var, onlara da gitmen gerekiyor.
– Eğer sen benim sarayımda üç yıl hizmette bulunursan, benim hizmetlerimi usanmadan, erinmeden yaparsan, idarenin hizmet edenlerine hiyanet etmezsen, dört yıl sonra ben de senin dereceni tarhanlığa çıkarırım, kendin istediğin şekilde, öz keyfince yaşarsın.
– Hanım, ben gencim, becerebilir miyim ki? İmkân olsa, okumayı seviyorum.
Han kendi sözüne cevap verilmesini sevmiyor, onun bütün kızgınlığı dışına vurmuş, kızgınlığından ayağını yere vurup:
– Aha. Küçüksün? Beceremiyorsun? Hacıtarhanın Hanını aldatıp kaçmayı beceriyorsunuz. Benim verdiğim görevleri beceremiyorsun? Beceremiyorsan sana üç gün müsaade, üç günün içinde benim Hanlığımdan çıkıp defolup git! Sen benim adamım değilsin! Eger gitmesen, zindana attırırım, ömür boyu orada çürüyüp yatarsın!
Tasuta katkend on lõppenud.