Savaş ve Barış I. Cilt

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

XXI

Katerina’nın portresi altında oturmuş hararetle konuşmakta olan Prens Vasili ile Büyük Prenses dışında hiç kimse kalmamıştı kabul salonunda. Piyer’i ve delikanlıya yol gösteren Anna Mihailovna’yı görünce ikisi de sustu. Ve Prenses bir şeyler sakladı (ya da Piyer’e öyle geldi), sonra da fısıldayarak konuştu:

“Bu kadını görünce tüylerim diken diken oluyor!”

Prens Vasili, Anna Mihailovna’ya “Catiche a fait donner du thé dans le petit salon.”223 dedi. “Allez, ma pauvre Anna Mihailovna, prenez quelque chose autrement vous ne suffirez pas.”224 dedi.

Piyer’e ise hiçbir şey söylememişti Prens Vasili; sadece genç adamın kolunu, omuzunun hemen altından dostça sıkmakla yetinmişti.

Piyer ve Anna Mihailovna, petit salona225 geçtiler.

Küçük, yuvarlak salonda Fransız Hekim Lorrain; üzerinde bir çay servisiyle soğuk yiyecekler bulunan masanın önünde ayakta durmakta ve incecik kulpsuz bir Çin fincanından, heyecanını gizlemeye çalışarak çay yudumlamaktaydı. Alçak sesle konuştu:

“Il n’y a rien qui restaure comme une tasse de cet excellent thé russe après une nuit Manche.”226

Kont Bezuhof’un konağında herkes, güç tazelemek amacıyla semaverin başına toplanmıştı o gece. Piyer, bu küçük salonu çok iyi hatırlıyordu. Kont’un evinde balo verildiği geceler, dans etmesini bilmeyen Piyer; bu küçük, aynalı salonda oturur ve sırtlarında balo giysileri, çıplak omuzlarında elmaslar, pırlantalarla salonu kateden hanımların hayallerini defalarca yansıtan parlak ve zengin ışıklarla aydınlatılmış aynalarda kendilerini nasıl süzdüklerini seyrederdi büyük bir zevkle…

Şimdi aynı salon sadece iki mumla aydınlatılmıştı. Vakit gece yarısı olduğu hâlde, küçük bir masanın üzerine karmakarışık bir şekilde bir çay servisiyle birtakım tabaklar konulmuştu. İçeride eğlence dışında bir amaç için buraya gelmiş çeşit çeşit insanlar oturuyor, fısıldayarak birbirleriyle konuşuyordu. Ve hiçbirinin o anda yatak odasında olup bitenleri (ve daha sonra olup bitecek olanları da) katiyen unutmayacağı her hareketlerinden, her sözlerinden belliydi.

Çok istediği hâlde hiçbir şey yemedi Piyer. Kendisini buraya getirmiş olan Anna Mihailovna’yı aradı gözleriyle, bir şey sormak istermiş gibi. Ve kadının, yeniden Prens Vasili ile Büyük Prenses’in baş başa kaldığı kabul salonuna doğru gittiğini gördü. Herhâlde gitmesi gerektiği için gidiyor diye düşündü Piyer, bir an bekledikten sonra da onun arkasından gitti. Delikanlı içeri girdiğinde iki kadın yan yana ayaktaydılar, fısıltıyla konuşuyorlardı. Tartıştıkları belliydi yüz ifadelerinden.

Gerçekten de Büyük Prenses, sinirli sinirli şöyle diyordu:

“Özür dilerim ama Prenses, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu ben de biliyorum herhâlde!”

Bunu söylerken tıpkı biraz önce odasının kapısını çarparak kapadığı zaman olduğu gibi aşırı gergin olduğu hemen anlaşılıyordu.

Prenses’in, Kont’un yatak odasına gitmesini engelleyecek bir şekilde durmuştu Anna Mihailovna. Yumuşak bir sesle ve inandırıcı olmasına çalıştığı bir tavırla konuşmaktaydı:

“Elbette ama pek değerli Prensesim, talihsiz büyüğümüzün kesinlikle dinlenmesi gereken şu sırada böyle bir şey yersiz olmaz mı acaba? Ruhunun iyice arınıp meleklerle buluşmak üzere hazırlanmış bulunduğu bir anda tutup da dünya işlerinden söz açmak, pek ağır gelmez mi ona?”

Her zamanki kayıtsız tavrıyla bacak bacak üzerine atmış olan Prens Vasili, bir koltuğa oturmuştu. Sinirden, elinde olmaksızın durmadan oynayan yanakları aşağıya doğru sarktığı için alt taraftan bakılınca daha dolgun görünmekteydi. Yanı başındaki heyecanlı tartışma, onu hiç ilgilendirmiyordu adetâ. Nitekim öyle bir rahatlık içinde konuştu:

“Voyons, ma bonne Anna Mihailovna, laissez faire Catiche.227 Kont’un onu ne kadar sevdiğini bilmez değilsiniz.”

Bunun üzerine Büyük Prenses ona doğru döndü ve elinde tuttuğu çantayı göstererek “Bu kâğıtta ne yazılı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da gerçek vasiyetnamenin çalışma odasında bulunduğudur. Öylece unutulup kalmış bir kâğıt bu çantadaki…”

Bir yandan konuşurken bir yandan da atılıp Anna Mihailovna’nın öbür tarafından geçmek istemişti Prenses ama Anna Mihailovna bunu beklediğinden onun yolunu kesmeyi başardı yeniden. Sonra da tatlı bir sesle “Biliyorum, pek değerli Prensesim.” dedi. “Bilmez olur muyum hiç? Ama inanın, sırası değil…”

Bu arada sımsıkı yakalamıştı çantayı ve kolay kolay bırakacak gibi de değildi. Sözlerinin hiçbir olumlu sonuç vermeyeceğini gayet iyi bildiği hâlde:

“Çok rica ediyorum, Sevgili Prenses, yalvarıyorum size… Ona acıyın lütfen! Je vous en conjure…”228 dedi.

Susuyordu Prenses. Şimdi artık çantayı kapmak için girişilen çekişmenin çıkardığı sesten başka hiçbir ses işitilmemekteydi. Yüz ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla Prenses, konuşmaya başladığı takdirde, Anna Mihailovna için herhâlde pek iyi şeyler söylemeyecekti. Anna Mihailovna ise çantayı büyük bir güç harcayarak sımsıkı tuttuğu hâlde, yine de çok tatlı ve yumuşak bir sesle delikanlıya “Piyer!” dedi. “Buraya gelir misiniz lütfen yavrucuğum.”

Hemen Prens’e dönerek ekledi sonra:

“Sanırım, o da bu aile toplantısında söz sahibidir! Yanılıyor muyum Prens? Öyle değil mi?”

Cevap olarak Prenses hiç beklenmedik bir şekilde “Ne susuyorsunuz, mon cousin?”229 diye bağırdı.

Kendi sesinden korkacak kadar yüksek sesle söylemişti bunu. Ama artık işitilmek önemli değildi:

“Herkes işimize karışmak cüretinde bulunuyor! Can çekişen hastanın kapısında kavga çıkıyor! Ve siz hâlâ susuyorsunuz!”

Bunu söyledikten sonra, çantayı şiddetle çekti. Sonra da ıslık gibi bir sesle “Düzenbaz kadın!” diye fısıldadı.

Anna Mihailovna ise çantayı kaptırmamak için birkaç adım atıp Prenses’in kolunu yakalamıştı ve bırakmıyordu. Prens Vasili şaşkınlık içindeydi. Ayıpladığını gösteren bir tavırla ayağa kalkarak “Aaaa!..” dedi. “C’est ridicule.”230

Sesini biraz daha sertleştirerek devam etti:

“Voyons,231 bırakın! Size söylüyorum…”

Prenses çantayı bıraktı.

Anna Mihailovna’ya döndü Prens Vasili:

“Siz de…”

Dinlemiyordu Anna Mihailovna. Katiyen bırakmak niyetinde değildi çantayı ve susuşuyla bunu belli ediyordu.

Prens Vasili, “Bırakın diyorum size!” dedi yeniden. “Bütün sorumluluğu ben alıyorum üstüme. Gidip kendisine soracağım. Artık yeter!”

Anna Mihailovna, aynı tatlı sesle:

“Mais, mon Prince…”232 diye başladı. “Böylesine yüce ve kutsal bir törenden sonra birazcık olsun dinlenebilmesine imkân verelim, doğrusu bu değil mi? Yanılıyor muyum?”

Delikanlıya dönüp ekledi hemen:

“Ne dersiniz Piyer? Siz de düşüncenizi söyleyin lütfen!”

 

O sırada Büyük Prenses’in yanına gelmiş olan Piyer, kadının eski terbiyeli ifadesini tümden yitirmiş yüzüne ve Prens Vasili’nin ikide bir kasları çekilen yanaklarına şaşkın şaşkın bakıyordu. Dalgınlıktan cevap vermedi.

Prens Vasili iyice sert bir tonda:

“Şurasını unutmayınız ki bütün sonuçlardan siz sorumlu olacaksınız…” dedi. “Ne yaptığınızı elbette biliyorsunuzdur.”

Prens Vasili sözlerini henüz bitirmişti ki Büyük Prenses hiç beklenmedik bir şekilde Anna Mihailovna’nın aniden üzerine atılıp çantayı kaparak “Rezil kadın!” diye bağırdı.

Başını önüne eğip kollarını iki yana açtı Prens Vasili. O sırada Piyer’in bir süredir gözlerini ayıramadığı odanın kapısı, birdenbire korkunç bir hızla duvara çarparak açıldı. Ve böylece dışarı fırlayan Ortanca Prenses, ellerini dizlerine vurup bağırdı:

“Ne yapıyorsunuz siz? II s’en va et vous me Iaissez seule!”233

Büyük Prenses bunu işitince çantayı yere düşürdü. Anna Mihailovna hemen eğilip o müthiş tartışmaya yol açan şeyi kaptı, sonra da koşarak yatak odasına daldı.

Büyük Prenses’le Prens Vasili, çabucak toparlanıp onun ardından hızla ilerlediler.

Böylece, sessiz birkaç dakika geçti. Sonra da içeriden ilkin Büyük Prenses çıktı. Yüzü solgundu. Alt dudağını ısırıyordu durmadan. Salonda bulunanları yeni fark etmişti sanki. Öteden beri zar zor zapt edip de artık hâkim olamadığı bir öfke dalgalandı yüzünde.

“Artık sevinebilirsiniz…” dedi. “Burada el ele vererek bekleyip durmanızın nedeni bu değil miydi zaten?..”

Ve elindeki mendili hıçkırarak yüzüne kapayıp koşa koşa çıkıp gitti salondan.

Prenses’in ardından Prens Vasili de çıkmıştı. Piyer’in oturmakta olduğu divana doğru sarsıla sarsıla yürüdü. Oturmadı, çöktü divana ve elleriyle yüzünü kapadı. Yüzünün sapsarı kesildiğini, alt çenesinin de sıtma nöbeti tutmuşçasına titrediğini gördü Piyer. Sonra da Prens, delikanlıyı dirseğinden kavrayarak:

“Ah, evladım!” diye başladı konuşmaya.

Sesinde Piyer’in daha önce hiç fark etmediği bir içtenlik, ondan hiç beklemediği bir yumuşaklık vardı. Şöyle devam etti:

“Ne kadar günah işliyor, ne kadar aldatıyoruz birbirimizi! Niçin peki bütün bunlar? Neye yarıyor, nereye varıyor sonu?”

Bir an durdu ve şöyle sürdürdü konuşmasını:

“Yaşım geldi altmışa dayandı oğlum! Ve işte ben de… Ben de evet… Her şeyin sonu ölüm dostum, her şeyin! Ölüm korkunç bir şey!”

Ağlamaya başladı.

En son olarak Anna Mihailovna çıktı odadan; yumuşak, ağır adımlarla Piyer’e yaklaştı.

“Piyer.” dedi tatlı bir sesle.

Piyer bir şey sormak ister gibi gözlerini ona dikti. Ve Anna Mihailovna eğilip genç adamın alnını gözyaşlarıyla ıslatarak öptü. Kısa bir süre sessizlik içinde bekledikten sonra “II n’est plus.”234 dedi.

Delikanlı, gözlüklerinin ardından bakmaya devam ediyordu yine ona. Anna Mihailovna fısıldayarak konuştu:

“Allons, je vous rcconduirai. Tâchez de pleurer. Rien ne soulage comme les larmes.”235

Karanlık bir salona götürdü Piyer’i. Ve Piyer, burada hiç kimse yüzünü göremeyeceği için rahatladı. Anna Mihailovna bir süre için yalnız bıraktı onu. Kadın döndüğünde Piyer, başını koluna yaslayarak derin bir uykuya dalmıştı.

Ertesi sabah Anna Mihailovna, “Oui, mon cher, c’cst une grande perte pour nous tous!”236 diyordu Piyer’e hüzünlü bir sesle.

Ve şöyle devam ediyordu:

“Je ne parle pas de vous. Mais Dieu vous soutiendra, vous êtes jeune et vous voilà à la tête d’une immense fortune, je l’espère. Le testament n’a pas encore été ouvert. Je vous connais assez pour savoir que cela ne vous tournera pas la tête, mais cela vous impose des devoirs, et il faut être homme.”237

Susuyordu Piyer.

“Peutêtre plus tard je vous dirai, mon cher, que si je n’avais pas été là, Dieu sait ce qui serait arrivé. Vous savez, mon oncle avanthier encore me promettait de ne pas oublier Boris. Mais il n’a pas eu le temps. J’espère, mon cher ami, que vous remplirez le désir de votre père.”238 diye sürdürdü konuşmasını Anna Mihailovna.

Anlamıyordu Piyer, susuyordu. Utancından kızarmış, Prenses Anna Mihailovna’ya bakıyordu öylece.

Piyer’e bunları söyledikten sonra Rostoflara döndü, Anna Mihailovna ve yattı. Uyanır uyanmaz da Rostoflar başta olmak üzere bütün ahbaplarına Kont Bezuhof’un ölümü hakkında ayrıntılı bilgi vermeye başladı.

Dediğine bakılırsa o da tıpkı Kont gibi ölmek isterdi, onunki kadar dokunaklı ve aynı zamanda da ibret verici bir ölümle… Hele baba ile oğulun son görüşmesi öylesine iç parçalayıcı olmuştu ki şimdi hatırlarken bile gözleri doluyordu. Bu konuda bir türlü kestiremediği, kesin karar veremediği biricik nokta şuydu: O korkunç veda boyunca herkesi ve her şeyi kusursuz bir şekilde hatırlayan ve oğluna o derece dokunaklı sözler etmiş olan baba mı daha gönlü yüce idi davranışında, yoksa o perişan hâliyle kendisini her görende acıma uyandıran ve buna rağmen üzüntüsünü, ölmek üzere olan babasına azap vermemek için gizlemeye çalışan Piyer mi? İşte bu erdemli tablo karşısında yüreğinden taşıp gelen duyguları da şu sözlerle dile getiriyordu:

“C’est pénible, mais cela fait du bien: ça élève l’âme de voir des hommes, comme le vieux comte et son digne fils.”239

Anna Mihailovna, Büyük Prenses’le Prens Vasili’nin o geceki davranışlarını ve kendisinin bu konudaki olumsuz düşüncelerini de açıklamaktan geri durmuyordu. Ama bunu ancak kulağa fısıldanabilecek büyük bir sır gibi söylemekteydi.

XXII

Prens Nikolay Andreyeviç Bolkonski’nin çiftliği Lisi Gori’de, genç Prens Andrey ile karısının her an çıkıp gelmeleri beklenmekteydi. Ama bu sürüp giden bekleyiş, İhtiyar Prens’in konağındaki şaşmaz düzene uygun şekilde akıp giden hayatı hiç mi hiç sarsıntıya uğratmamıştı.

Sosyetede le roi de Prusse240 diye anılan Korgeneral Prens Nikolay Andreyeviç; Çar Pavel zamanında köye sürgün edildiğinden beri, kızı Mariya ve kızının nedimesi Matmezel Bourienne’le birlikte Lisi Gori Çiftliği’nde oturmaktaydı. Gerçi yeni çar tahta çıktığında Prens’in de başkente gitmesine izin verilmişti ama o yine de buradan başka bir yere adımını atmaksızın köyde oturmaya devam ediyor, buna gerekçe olarak da şöyle diyordu:

“Lisi Gori’yi Moskova’ya bağlayan yüz elli verstlik yol, bana gerçekten ihtiyaç duyan birine hiç de uzun gelmez; benimse hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacım yok!”

İnsana özgü kötülüklerin iki ana kaynağı vardı Prens’e göre: Tembellik ile kör inançlar. İnsanın iki temel erdemi de çalışkanlık ve zekâydı.

Prens, kızının eğitimiyle doğrudan kendisi ilgilenmekte; onda, söz konusu iki temel erdemi geliştirmek için de genç kıza cebir ve geometri dersleri vermekte; Mariya’nın tüm hayatını aralıksız sürüp giden bir uğraşlar dizisi hâlinde düzenlemekteydi. Kendisi de daima değişik bir işle uğraşıyordu; örneğin anılarını yazıyor, yüksek matematik problemleri çözüyor, torna tezgâhında bir sigara kutusu yapıyor, bahçede çalışıyor ya da çiftliğinde birbiri ardı sıra yükselen yapıların inşaatını denetliyordu.

Her türlü çalışmanın ilk şartının düzenlilik olduğunu kendi adı gibi bellemiş bulunan Prens’in bütün hayatında, noktası noktasına uygulanan bir disiplin gözetilmekteydi. Öyle ki sofraya gelişi bile hep aynı değişmez düzen içindeydi; her gün aynı saatte değil, aynı dakikada sofranın başında olurdu! Kızından uşaklara kadar çevresindeki bütün insanlara daima sert davranan ve onlardan her zaman ve her yerde çok çaba göstermelerini bekleyen Prens; aslında acıma duygusundan yoksun bir adam olmamakla birlikte sırf bu sertliği yüzünden, karşısında bulunanlarda en katı yürekli insanın dahi uyandıramayacağı korkuyla karışık bir saygı uyandırmaktaydı hep. Emekliydi ve artık devlet işlerinde hiçbir önemli rol oynamıyordu. Buna rağmen çiftliğinin bağlı olduğu eyaletteki her yüksek memur, belirli konularda ona fikir danışmayı bir görev sayar ve tıpkı mimarın, bahçıvanın ya da Prenses Mariya’nın yaptığı gibi görüşmenin kararlaştırıldığı saatte gelip o yüksek tavanlı bekleme salonunda, Prens’in çalışma odasından çıkmasını beklerdi.

Gerçekten de bekleme salonuna alınan her konuk; çalışma odasının o büyük kapısı açılıp da içeriden başında pudralı perukası, küçük, kupkuru elleri ve somurttuğu vakit zeki bakışlarını perdeleyecek kadar aşağıya inen sarkık ağarmış kaşlarıyla o orta boylu ihtiyarın çıktığını görür görmez yüreğinde aynı korkuyla karışık saygıyı duymadan edemezdi…

Nitekim Prenses Mariya da genç evlilerin gelecekleri günün sabahı her zamanki gibi kararlaştırılan saatte, babasına “günaydın” demek için bekleme salonunda korkuyla haç çıkararak dua ediyordu. Her gün aynı saatte buraya gelir ve babasıyla yapacağı günlük görüşme kazasız belasız sona ersin diye böyle için için dua ederdi.

Bekleme salonunda görevli, perukası pudralı ihtiyar uşak ağır bir hareketle doğruldu yerinden ve genç kıza, fısıldayarak “Buyurunuz.” dedi.

Kapının öbür tarafından bir tornanın monoton sesi gelmekteydi. Kayar gibi hareket eden kapıyı çekingen bir tavırla hafifçe çekip açtı Prenses, eşikte durup bekledi.

Prens, tornanın başında çalışmaktaydı. Kapının açıldığını işitince başını şöyle bir çevirip arkaya baktı, sonra işine devam etti.

Büyüktü çalışma odası ve sürekli kullanıldıkları belli olan eşyalarla doluydu. Üzerinde yığınla kitap ve planın durduğu büyük masa, kapıları camlı ve anahtarlı yüksek kitap dolapları, üzerinde açık bir defter olan yüksek yazı masası, yan yana konulmuş aletlerle torna tezgâhı, etrafa saçılmış yongalar… Sözün kısası her şey, burada sürekli olarak çeşitli işler yapıldığını ve çok çalışıldığını göstermekteydi.

 

Sırma işlemeli Tatar çizmesinin içinde pek büyük durmayan ayağının hareketlerinden, kuru ve damarlı elinin sert bastırışından, Prens’te hâlâ kolay kolay boyun eğmeyen ve daha birçok şeye karşı direnmeye hazır bekleyen zinde bir gücün varlığı sezilmekteydi.

Prens, birkaç devir yaptıktan sonra ayağını tezgâhın pedalından kaldırıp oyma kalemini sildikten sonra tezgâha bitişik deri cebin içine attı ve masaya doğru ilerleyerek kızını bir baş işaretiyle yanına çağırdı. Hiçbir zaman haç çıkararak kutsamazdı çocuklarını. Dolayısıyla da Mariya’ya, sadece henüz tıraşsız yanağını uzattı. Ciddi ve titiz ama bir o kadar da şefkatli bir bakışla tepeden tırnağa süzdü kızını.

“İyisin ya?” diye sordu.

Ve cevap beklemeden ekledi:

“Hadi gel otur!”

Üzerine kendi eliyle bir şeyler yazmış olduğu geometri defterini aldı, koltuğunu ayağıyla kendisine çekti. Aceleyle aradığı yaprağı buldu; kalın tırnağıyla bir paragrafın başından öteki paragrafa kadar bir çizgi çekerek işaretledikten sonra “Bu, yarına.” dedi.

Deftere doğru eğildi Prenses. Aynı anda İhtiyar Prens, masanın üst kısmındaki çekmeceden çıkardığı bir zarfı birdenbire masanın üzerine fırlatarak “Dur!” dedi. “Sana bir mektup var.”

Prenses mektubu görünce kıpkırmızı olmuştu. Zarfı aldı, eğilerek baktı. Prens hâlâ sağlam, sarımtrak dişlerini gösteren soğuk bir gülümseyişle sordu:

“Heloise’den mi?”

Çekingen bir tavırla baktı mektuba Prenses, aynı çekingen tavırla belli belirsiz gülümseyerek cevap verdi:

“Jülia’dan, evet.”

Prens, “Bundan sonraki iki mektubu açmam.” dedi. “Ama üçüncüyü mutlaka okuyacağım. Birbirinize saçma sapan şeyler yazmanızdan korkuyorum, anlıyor musun? Bilmiş ol, üçüncüyü okuyacağım!”

Daha da kızaran Prenses, zarfı babasına uzatarak “Arzu ederseniz bunu da okuyunuz mon pere.”241 diye karşılık verdi.

Kızının elini itmekle yetindi Prens. Kesin bir tavırla konuştu:

“Dedim ya, üçüncüyü okuyacağım!”

Dirseğini masaya dayayıp üzerine geometrik şekiller çizilmiş defteri kendisine doğru çekmişti. Kızına uzanarak bir elini onun oturduğu koltuğun arkasına koyarken “Hadi bakalım…” dedi.

Yıllardır alıştığı bir kokunun, ihtiyarlara özgü yakıcı tütün kokusunun dört bir yandan kendisini sardığını hissetti Prenses. Prens tamamıyla kendi havasında “Hadi bakalım, küçük hanım…” diye sürdürdü konuşmasını. “Bu üçgenler eşittir. Hemen farkına varırsın biraz dikkat ettiğin takdirde…”

Prenses, babasının gözlerine bakıyordu korkuyla. Yüzünde yer yer kırmızı lekeler belirmişti. Hiçbir şey anlamadığı ve çok korktuğu hemen belli oluyordu. Bu korku yüzünden, babasının daha sonra söyleyeceklerini anlayamayacağı da belliydi. Suç acaba öğretmende miydi bu işte, yoksa öğrencide mi? Zordu bunu kestirmek. Kesin olan, aynı sahnenin her gün tekrarlandığıydı. Gerçekten de her sabah burada, bu odada, Prenses’in gözleri bulanmaktaydı; hiçbir şey söylemiyordu genç kız, hiçbir şey işitemiyordu; babasının kupkuru sert ifadeli çehresini hissediyordu sadece yanında, tütün kokan soluğunu işitiyordu ve bir an önce çalışma odasından çıkıp giderek problemi kendi odasında rahatça çözmekten başka bir şey düşünemez oluyordu. Bunun üzerine ihtiyar da çileden çıkmaya, koltuğunu gürültüyle bir ileri bir geri çekmeye başlıyor ve öfkeye kapılıp patlamamak için kendisini tutmaya çalışıyordu. Yine de her seferinde öfkeleniyor, genç kızı şiddetle paylıyor, hatta bazen bununla da yatışmayarak defteri elinden alıp duvara fırlatıyordu.

O sabah da öyle oldu. Prenses yanlış cevap verdi yine ve Prens, defteri elinin tersiyle iterek “Ne budala şeysin sen!” diye bağırdı.

Hızla arkasını dönüp yerinden kalkmıştı hemen. Bir aşağı bir yukarı dolaştı bir süre, sonra gelip kızının saçlarına şöyle bir dokundu ve yeniden oturdu. Koltuğunu genç kızın koltuğunun yanı başına çekti ve problemi sükûnetle açıklamaya başladı.

Bir süre sonra Prenses, kendisine verilmiş olan ödevlerin yazıldığı defteri almış çıkmaya hazırlanıyordu ki babası, “Bu iş istediğim gibi yürümüyor Prenses!” dedi. “Matematik son derece önemli bir iştir küçük hanım! Senin, çevremizi dolduran o ahmak bayanlara benzemeni istemiyorum katiyen… Ve katiyen unutma: İnsan sabrederse matematikten de hoşlanır!”

Sonra da “Kafanı dolduran bütün o saçmalıklar günün birinde uçar gider, görürsün…” diye bağladı sözlerini.

Yeniden çıkmaya hazırlandı Prenses. Babası, bir el hareketiyle yine durdurdu onu. Yüksek masasının çekmecesinden, yaprakları henüz açılmamış bir kitap çıkarıp uzattı.

“Al bakalım…” dedi. “Senin Heloise bir kitap daha göndermiş sana. Gizemin Anahtarı adlı bir din kitabı. Hiç kimsenin dindarlığı beni ilgilendirmez. Şöyle bir karıştırdım, o kadar! Al. Ve artık gidebilirsin, hadi!”

Hafifçe vurdu kızının omuzuna. O çıktıktan sonra da kapıyı arkasından kilitledi.

Prenses Mariya, yüzünde hüzünlü ve korkulu bir ifadeyle dönmüştü odasına. Bu ifade, aslında pek ender kaybolur ve genç kızın zaten güzel olmayan hastalıklı yüzünü daha da sevimsiz gösterirdi.

Her yanı küçük fotoğraflar ve bir sürü defter kitapla dolu olan yazı masasının başına oturdu. Babası ne kadar düzene düşkünse Prenses de bir o kadar dağınık ve savruktu. Geometri defterini masanın üzerine koyup sabırsızlıkla açtı zarfı… Mektup, Prenses Mariya’nın en yakın çocukluk arkadaşından geliyordu; Rostofların isim gününde de bulunmuş olan Jülia Karagina’dan..

Jülia şöyle başlamaktaydı:

Chère et excellente amie, quelle chose terrible et effrayante que l’absence! J’ai beau me dire que la moitié de mon existence et de mon bonheur est en vous, que, malgré la distance qui nous sépare, nos coeurs sont unis par des liens indossolubles; le mien se révolte contre la destinée, et je ne puis, malgré les plaisirs et les distractions qui m’entourent, vaincre une certaine tristesse cachée que je ressens au fond du coeur depuis notre séparation. Pourquoi ne sommesnous pas réunies, comme cet été, dans votre grand cabinet sur le canapé bleu, le canapé à confidences? Pourquoi ne puisje, comme il y a trois mois, puiser de nouvelles forces mora-les dans votre regard si doux, si calme et si pénétrant, regard que j’aimais tant et que je crois voir devant moi quand je vous écris?

Sevgili ve eşsiz dostum, biricik arkadaşım, ayrılık denilen şey ne kadar da korkunçmuş meğer! Hayatımın ve mutluluğumun yarısını sizde bulduğumu kendi kendime ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım, kalplerimizin bizi ayıran mesafeye rağmen kopmaz bağlarla bağlı olduğunu ne kadar söylersem söyleyeyim, yine de benim kalbim kadere isyan ediyor ve çevremdeki bütün eğlence ve oyalanma fırsatlarına rağmen ayrıldığımızdan beri içimde derin bir hüzün duymaktan kendimi alamıyorum. Neden şu anda da tıpkı yazın yaptığımız gibi sizin o geniş çalışma odanızdaki mavi sedirin, yüreklerimizi birbirimize açtığımız “sır sediri”nin, üzerinde yan yana oturmuş değiliz? Ve niçin bundan üç ay önce olduğu gibi şimdi de o tatlı, o sakin, o insanın derinliklerine ulaşan bakışlarınızdan, size bu mektubu yazdığım sırada karşımda görür gibi olduğum bakışlarınızdan, kuvvet alamıyorum?

Prenses Mariya, mektubun burasına gelince içini çekti ve sağındaki yuvarlak aynaya baktı. Sevimsiz solgun yüzünü ve çelimsiz bedenini gördü aynada. Zaten daima hüzünlü bir ifade taşıyan gözleri, şimdi aynadaki görüntüsüne daha da umutsuz bakıyordu. Beni pohpohluyor! diye düşündü Prenses ve aynaya sırtını dönüp tekrar okumaya başladı. Oysa Prenses’in gerçekten iri, derin ve aydınlık bakışlı gözleri vardı (Güneşin ışınları, ışıldayan bir demet hâlinde bu gözlerden taşıp tüm çevreye yayılıyordu sanki.). Yani Jülia, arkadaşını katiyen pohpohlamamıştı aslında. Öyle güzel gözleri vardı ki çoğu zaman, yüzünün tüm çirkinliğine rağmen bakışlarıyla güzelliğin etkisini kat kat aşan bir etki yaratırdı… Ama o, kendi gözlerindeki bu ifadeyi hiç bilmiyordu; bu ifade ancak kendisini düşünmediği zamanlar gelir yerleşirdi bakışlarına. Kendisini aynada seyretmeye başlar başlamaz da yüzü, bütün insanlarda olduğu gibi anormal, gergin, sevimsiz bir ifadeye bürünürdü… Şöyle devam ediyordu Jülia:

Tout Moscou ne parle que guerre, i’un de mes deux frères est déjà à l’étranger, l’autre est avec la garde, qui se met en marche vers la frontière. Notre cher empereur a quitté Petersbourg et, à ce qu’on prétend, compte luimême exposer sa précieuse existence aux chances de la guerre. Dieu veuille que le monstre corsicain, qui détruit le repos de l’Europe, soit terrassé par l’ange que le Tout-Puissant, dans le siècle oû nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a mes frères, cette guerre m’a privée d’une relation des plus chères à mon coeur. Je parle du jeune Nicolas Rostoff, qui avec son enthousiasme n’a pu supporter l’inaction et a quitté l’université pour aller s’enrôler dans l’armée. Eh bien, chère Marié, je vous avoureai que, malgré son extrême jeunesse son départ pour l’armée a été un grand chagrin pour moi. Le jeune homme, dont je vous parlais cet été, a tant de noblesse de véritable jeunesse qu’on rencontre si rarement dans le siècle où nous vivons parmi nos vieillards de vingt ans, il a surtout tant de franchise et de coeur, il est tellement pur et poétique que mes relations avec lui, quelques passagères qu’elles fussent, ont été l’une des plus douces jouissances de mon pauvre coeur, qui a déjà tant souffert. Je vous raconterai un jour nos adieux et tout ce qui s’est dit en partant. Tout cela est encore trop frais. Ah, chère amie, vous êtes heureuse de ne pas connaître ces jouissances et ces peines si poignantes. Vous êtes heureuse de ne pas connaître ces jouissances et ces peines si poignantes. Vous êtes heureuse puisque les dernières sont ordinairement les plus fortes! Je sais fort bien que le comte Nicolas est trop jeune pour pouvoir jamais devenir pour moi quelque chose de plus qu’un ami, mais cette douce amitié, ces relations si poétiques et si pures ont été un besoin, pour mon coeur. Mais n’en parlons plus. La grande nouvelle du jour qui occupe tout Moscou est la mort du vieux comte Bezoukhov et son héritage. Figurezvous que les trois princesses n’ont reçu très peu de chose le Prince Basile rien, et que c’est M. Piyer qui a tout hérité, et qui pardessus le marché a été reconnu pour fils légitime, par conséquent comte Bezoukhov et possesseur de la plus belle fortune de Russie. On prétend que le princa Basile (Vassili) a joué un très vilain rôle dans toute cette histoire et qu’il est reparti tout penaud pour Pétersbourg.

Je vous avoue que je comprends très peu toutes ces affaires de legs et de testament; ce que je sais, c’est que, depuis que le jeune homme que nous connaissions tous sous le nom de M. Pierre tout court est devenu comte Bezoukhov et possesseur de l’une des plus grandes fortunes de la Russie, je m’amuse fort a observer les changements de ton et de manières des mamans accablées de filles à marier et des demoiselles ellesmêmes à l’égard de cet individu qui, par paranthèse m’a paru toujours être un pauvre sire. Comme on s’amuse de puis deux ans à me donner des promis que je ne connais pas le plus souvent, la chronique matrimoniale de Moscou me fait comtesse Bezoukhov. Mais vous sentez bien que je ne me soucie nullement de le devenir. A propos de mariage savezvous que tout dernièrement la tante en général! Anna Mikhailovna, m’a confié sous le sceau du plus grand secret un projet de mariage pour vous. Ce n’est ni plus ni moins que le fils du Prince Basile. Anatole, qu’on voudrait ranger en le mariant à une personne riche et distinguée. Je ne sais comment vous envisagerez la chose mais j’ai cru de mon devoir de vous en avertir.

On le dit très beau et très mauvais sujet; c’est tout ce que j’ai pu savoir sur son compte.

Mais assez de bavardage comme cela. Je finis mon second feuillet, et maman me fait chercher pour aller dîner chez les Apraksine. Lisez le livre mystique que je vous envoie, et qui fureur chez nous. Quoi qu’il y ait des choses dans ce livre difficiles à atteindre avec la faible conception humaine, c’est un livre admirable dont la lecture calme et élève l’âme. Adieu. Mes respects à monsieur votre père et mes compliments à Mlle Bourienne. Je vous embrasse comme je vous aime.

JULIE

P.S. Donnezmoi des nouvelles de votre frère et de sa charmante petite femme’.

Bütün Moskova savaştan söz etmekte. Kardeşlerimin biri yurt dışındaki cephenin yolunu tuttu çoktan; öbürü ise sınıra doğru hareket eden Süvari Alayı’nda. Herkesin söylediğine göre Sevgili Hükümdar’ımız da Petersburg’dan ayrılıp paha biçilmez varlığını savaşın tehlikeleri içine atmaya karar vermiş. Ulu Tanrı’nın büyük bir lütfu olarak başımıza getirdiği melek, bütün Avrupa’nın huzurunu kaçıran Korsikalı canavarı ümit ederim ki tepetaklak edecektir. Bu savaş, kardeşlerimin yanı sıra beni yürekten bağlı bulunduğum birinden daha ayırdı. O sınırsız heyecanı içinde hareketsiz ve eli kolu bağlı kalamayarak üniversiteyi bırakıp orduya katılan genç Nikolay Rostof’tan söz etmek istiyorum. Size hemen itiraf edeyim ki sevgili Mariyacığım, onun çok genç olmasına rağmen orduya katılışı benim için son derece acı bir şey oldu. Geçen yaz size anlattığım bu gençte öylesine asil bir ruh ve öylesine bir gençlik tutkusu var ki çağımızda, bizim yirmi yaşındaki ihtiyarların arasında bu tür bir heyecana doğrusu pek az rastlanır! O kadar açık yürekli ve iyi kalpli bir insan ki! Aynı zamanda da o kadar temiz ve o kadar şiir dolu bir varlık ki onunla olan ilişkilerim, tüm gençliğine rağmen şimdiye kadar bunca acı çekmiş olan yüreğim için en tatlı teselli kaynağını meydana getirdi. Bir gün size onunla nasıl vedalaştığımızı ve bu vedalaşma sırasında birbirimize neler söylediğimizi anlatırım uzun uzun. Şimdilik her şey henüz o kadar taze ki! Ah sevgili kardeşim, aynı zamanda yakıcı birer dert olan bu zevkleri tatmadığınız için ne denli mutlu olduğunuzu bilemezsiniz! Mutlusunuz çünkü o dertler, verdiği zevkten çok daha büyük ve kahredici… Bilmez değilim, Kont Nikolay o kadar genç ki benim için bir arkadaştan başka bir şey olamaz. Ama bu arkadaşlık çok tatlı bir şey… Kaldı ki o şiir dolu, o tertemiz duygular yüreğim için gerçek bir ihtiyaçtı… Neyse, bu konuda yeterince konuştum… Şu anda bütün Moskova’yı çalkalandıran en önemli haber, ihtiyar Kont Bezuhof’un ölümü ve mirası… Düşünün ki üç prensese pek az bir şey kalmış bu mirastan, Prens Vasili ise hiçbir şey alamamış. Bay Piyer’e gelince: İnanır mısınız ki bu işten en kârlı çıkan o! Gerçekten de Bay Piyer, Kont’un tek mirasçısı olarak kabul edildi; ayrıca Kont’un yasal oğlu olduğu da İmparatorca onaylandı. Böylece Bay Piyer, Kont Bezuhof unvanını resmen aldığı gibi Rusya’nın en büyük servetine de sahip oldu! Dendiğine göre Prens Vasili bütün bu hikâyede pek çirkin bir rol oynamış, dolayısıyla da Petersburg’a utana sıkıla dönmek zorunda kalmış!

Bütün bu miras ve vasiyetname işlerinden hemen hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Bildiğim bir şey varsa o da hepimizin sadece Bay Piyer olarak tanıdığımız genç adamın Kont Bezuhof unvanını alıp da Rusya’nın en büyük servetlerinden birine sahip olduğundan beri, gelinlik çağda kızı olan annelerin onunla konuşurken seslerinin tonunu belirgin bir şekilde değiştirdikleri ve söz konusu genç kızların da söz konusu baya karşı çok farklı bir şekilde davranmaya başladıklarıdır! Bunları görerek eğleniyorum için için. Sırası gelmişken söyleyeyim ki o bay bana daha ilk gördüğümden bu yana üzerinde durulmaya değmeyen bir kişi duygusu vermiştir. İki yıldır bana hemen herkes, çoğunun yüzünü bile görmediğim nişanlılar bulup yakıştırmayı bir çeşit alışkanlık hâline getirdiği için Moskovalı çöpçatanlar takımı bu sefer de Kontes Bezuhovalığa yakıştırıyor beni! Böyle bir şeyi katiyen istemediğimi tabii anlıyorsunuzdur… Hazır evlenme konusundan söz açılmışken şunu da söyleyeyim: Biliniz ki “herkesin teyzesi” Anna Mihailovna, sizi evlendirmek için tasarladığı planı, bu büyük sırrı hiç kimseye aktarmamam şartıyla, bana açıklamış bulunuyor! Prens Vasili’nin oğlu Anatol. Zengin ve asil bir genç kızla evlendirmek istiyorlarmış delikanlıyı, annesiyle babası da sizi seçmiş… Böyle bir şeyi nasıl karşılayacağınızı bilemiyorum ama bunu size bildirmeyi bir ödev saydım. Dendiğine göre Genç Prens çok yakışıklı ve bir o kadar da çapkınmış. Hakkında bütün öğrenebildiğim bundan ibaret…

Bir hayli gevezelik ettim yine. İkinci yaprağı da doldurmak üzereyim. Annemse öğle yemeğine Apraksinlere gitmek üzere beni beklemekte…

Size mektupla birlikte yolladığım mistik kitabı mutlaka okuyunuz. Bu kitap bizim burada büyük bir ilgi uyandırdı, okumayan kalmadı diyebilirim! Güçsüz insan aklının güçlükle kavrayabileceği konuları ele alıyor gerçi ama yine de çok güzel bir eser. İnsanın ruhunu hem sakinleştiriyor hem de yüceltiyor. Görüşmek üzere. Babanıza saygılar, Matmazel Bourienne’e de iyi dileklerimi sunarım. Sizi sevgiyle kucaklıyorum.

JULIE

Not: Erkek kardeşinizle o şirin eşinden bana haberler iletmenizi bekliyorum.

Prenses Mariya daldı bir an, düşünceli bir edayla gülümsedi (Işıl ışıl gözleriyle aydınlanan yüzü değişivermişti birden.). Çok geçmeden cevap yazmaya karar verip doğruldu. Masaya yaklaştı ağır adımlarla, bir kâğıt aldı. Biraz sonra eli, hızlı hızlı gidip geliyordu kâğıdın üzerinde. Arkadaşına verdiği cevapta şunları yazmaktaydı:

223“Katiş küçük salonda çay hazırlattı.”
224“Hadi, Anna Mihailovnacığım, bir şeyler yiyip için yoksa yorgunluğa dayanamazsınız.”
225Küçük salon.
226“Uykusuz bir geceden sonra, insanı bu enfes Rus çayı kadar zinde tutan hiçbir şey yoktur.”
227“Kuzum Anna Mihailovna, bırakın Katiş’i ne istiyorsa yapsın.”
228“Yalvarıyorum size…”
229“Kuzenim?”
230“Gülünç bu!”
231Hadi.
232“Ama Prensim…”
233“O ölüyor ve siz beni yapayalnız bırakıyorsunuz!”
234“O artık yok.”
235“Götüreyim sizi, haydi. Ağlamayı deneyin. Birkaç damla gözyaşı kadar insanı rahatlatan bir şey yoktur.”
236“Evet sevgili yavrum, hepimiz için büyük bir kayıp bu!”
237“Sizden söz etmiyorum. Tanrı size yardım edecektir. Gençsiniz ve bu yaşta çok büyük bir servete sahip oldunuz. Umarım, bu konuda yanılmıyorumdur. Gerçi vasiyetname açılmadı henüz. Yeterince tanıyorum sizi ve biliyorum ki bu durum başınızı döndürmeyecektir. Ama yine bu durum size belirli birtakım ödevler de yüklüyor. Dolayısıyla da erkeklere yakışır bir şekilde davranmanız gerekmekte.”
238“Ben orada bulunmamış olsaydım başımıza kim bilir neler gelirdi? Bunu belki bir gün sırası gelir de söylerim size yavrum… Biliyor musunuz ki daha evvelki gün Kont, Boris’i unutmayacağını söylemişti bana. Ama vakti yokmuş işte. Babanızın ödev bildiği bir şeyi sizin yerine getireceğinizi umuyorum sevgili çocuğum.”
239“Acı bir şey bu ama iyi yanı da var: Kont ile asil ruhlu oğlu gibi insanların yaşadığını görmek insanı yüceltiyor.”
240Prusya Kralı.
241“Baba.”