Loe raamatut: «Savaş ve Barış II. Cilt»
Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
DOKUZUNCU BÖLÜM
I
Batı Avrupa kuvvetlerinin tam anlamıyla silahlanması ve bir araya toplanması, 1811’in sonunda başladı ve 1812’de bu kuvvetler -orduyu nakledenler ve besleyenler de dâhil milyonlarca insan- Rus sınırlarına doğru batıdan doğuya yürümeye koyuldular. 1811’den başlayarak Rus kuvvetleri de aynı yönde sınırlara yığılmışlardı. 12 Haziran’da, Batı Avrupa kuvvetleri Rus sınırlarını aştı ve savaş başladı; yani akla ve insan doğasına aykırı bir olay gerçekleşti. Milyonlarca insan, birbirlerine, bütün dünya mahkemelerinin yüzyıllar boyunca benzerlerini bir araya getiremeyeceği sayısız alçaklık, hıyanet, hilekârlık, hırsızlık, sahtekârlık yaptı, kalp para çıkardı, yağmaladı, yakıp yıktı ve can aldı. Ama bu dönem boyunca suçları işleyenler, onları birer cürüm olarak görmüyorlardı.
Bu olağanüstü olayı doğuran neydi? Olaya hangi nedenler yol açmıştı? Tarihçiler safdillikle şu nedenleri ileri sürerler: Oldenburg Dukası’na yapılan hakaret, kıta ablukasına uyulmaması, Napolyon’un egemenlik tutkusu, Aleksandr’ın sebatkârlığı, diplomatların yaptıkları yanlışlar vs.
Onlara göre Metternich’in, Rumyantsef’in ya da Talleyrand’ın, bir kabul töreni ile bir ziyaret arasında daha ustaca bir nota kaleme almaları ya da Napolyon’un, Aleksandr’a “Monsieur mon Frère; je consens à rend re le duché au Duc d’Oldenbourg.”1 diye yazması, savaşın patlak vermemesine yetecekti.
Çağdaşların, olayları böyle görmeleri anlaşılabilir bir şey. Napolyon’un, savaşın nedenini İngiltere’nin çevirdiği dolaplarda bulması (Saint-Helena’da söylemiştir bunu.); İngiliz Parlamentosu üyelerinin aynı nedeni Napolyon’un egemenlik tutkusuna, Oldenburg Prensi’nin kendisine karşı zor kullanılmasına, tüccarların Avrupa’yı yıkıma uğratan kıta ablukasına, eski askerlerin ve generallerin her şeyden önce kendilerine bir iş verilmesi zorunluluğuna, lejitimistlerin les bons principes2 uygulama gerekliliğine, diplomatların ise 1809’da Rusya ile Avusturya arasında gerçekleştirilen ittifakın Napolyon’dan yeterince ustalıkla gizlenmemesine ve 178 no.’lu memorandumun acemice yazılmasına bağlamaları da anlaşılabilir bir şeydir. Çağdaşların, görüş açılarının sonsuz çeşitliliğinden kaynaklanan bu nedenleri ve sayısız başka nedeni ileri sürmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Ama bu büyük olayı bütün genişliği içinde gören, apaçık ve korkunç anlamını irdeleyen bizler; yani sonraki kuşaklar için bu nedenler yeterli değildir. Milyonlarca Hristiyan’ın Napolyon egemenlik hırsıyla yanıp tutuştuğu, Aleksandr sebatkârlık gösterdiği, İngiliz siyaseti kurnazlıkla dolu olduğu, Oldenburg Dukası hakarete uğradığı için birbirini boğazlaması ve acı çekmesi, bizce anlaşılabilir bir şey değil. Biz, bu olay ve şartlar ile cana kıymalar ve şiddet hareketleri arasında bir bağlantı olabileceğini anlayamıyoruz; bir düke hakaret edilmesinin, Avrupa’nın öteki ucundan gelen milyonlarca insanın, Smolensk ve Moskova eyaletlerini yakıp yıkmasına ve buralarda oturanları öldürmesine ve onlar tarafından öldürülmesine yol açabileceğini kavrayamıyoruz.
Tarihçi olmayan, araştırma tutkusuna kapılmayan ve bundan ötürü olayı gölgelenmemiş bir sağduyuyla görebilen bizler, yani daha sonraki kuşaklar için bu nedenler, sayısız denecek kadar çoktur. Bu nedenleri irdelemeyi derinleştirdikçe sayılarının arttığını görüyoruz ve bunlar arasından tek başına ele aldığımız biri ya da bir dizisi, kendi başına doğru ama olayın büyüklüğüne oranla önemsiz ve bu olayı belirlemesi (öteki bağlantılı nedenlerin etkisi olmaksızın) bakımından yetersiz olması dolayısıyla yanlış görünüyor. Fransız onbaşılarından rastgele birinin yeniden hizmete girmeyi isteyip istememesi; Napolyon’un, ordusunu Vistül’ün gerisine çekmeyi ya da Oldenburg Dukalığı’nı geri vermeyi reddetmesi kadar geçerli bir neden olarak görünüyor bize. Çünkü şu ya da bu asker, ondan sonra bir ikincisi, bir üçüncüsü ve binlercesi orduya katılmayı reddetseydi, Napolyon’un ordusunda o miktarda asker eksik olacaktı ve savaş da yapılamayacaktı.
Napolyon, Vistül gerisine çekilmeyi şüpheyle karşılamasaydı ve birliklerini ileri sürmeseydi, savaş olmazdı ama bütün çavuşlar hizmete girmeyi reddetselerdi yine savaş yapılamazdı. Aynı şekilde İngiltere’nin entrikaları, Oldenburg Prensi, Aleksandr’ın onuru, Rusya’daki mutlakiyetçi yönetim, Fransız Devrimi ve ardından gelen diktatörlük ve imparatorluk; devrime yol açmış olan bütün gerçekler ve benzerleri de olmasa savaş olmazdı. Bu nedenlerden herhangi biri olmadan hiçbir şey gerçekleşemezdi. Demek ki bütün bu nedenler -milyarlarca neden- olayın ortaya çıkması için bir araya gelmişti. Bundan ötürü de nedenlerin hiçbiri birinci neden değildi ve olay, gerçekleşmesi gerektiği için gerçekleşti. Birkaç yüzyıl önce yığınlarca insanın doğudan batıya yürüyerek benzerlerini öldürmelerinin gerektiği gibi milyonlarca insanın, aklı ve bütün insanca duyguları bir yana bırakarak batıdan doğuya yürümeleri ve benzerlerini öldürmeleri gerekiyordu; olayın ortaya çıkıp çıkmamasının, söyleyecekleri bir tek sözcüğe bağlı gibi göründüğü Napolyon’un ve Aleksandr’ın davranışları, kura ya da toplama erlerinin davranışları kadar az özgürdü. Başka türlü de olamazdı. Çünkü olayın dış görünüş bakımından bağlı olduğu bu kimselerin iradesinin gerçekleşebilmesi için sayısız durum ve şartın bir araya gelmesi gerekiyordu. Bunlardan biri olmasa olay gerçekleşmezdi. Gerçek güce sahip olan milyonlarca insanın; silah kullanan, erzak ve topları taşıyan askerlerin; yalnız ve güçsüz bireylerin iradesini kullanmayı kabul etmesi ve bunu, çeşitli ve karmaşık sayısız nedenin etkisinde yapması gerekiyordu.
Akıl dışı (yani anlamını kavrayamadığımız) olayları açıklayabilmek için tarih alanında kaderciliği kabul etmek gereklidir. Bu olayları mantıklı bir şekilde açıklamaya ne kadar çabalarsak onlar, aynı ölçüde akıl dışı ve kavranamaz görünürler bize.
Her insan kendisi için yaşar, özel amaçlarına ulaşmak için kullanır özgürlüğünü ve şu ya da bu hareketi gerçekleştirebileceğini ya da gerçekleştiremeyeceğini kesinlikle hisseder. Ama gerçekleştirir gerçekleştirmez bu hareket artık geri alınamaz ve tarihin malı olur, özgür olmaktan çıkar ve önceden belirlenmiş bir anlam kazanır.
Her insanın hayatında iki yan vardır: Duyduğu ilgiler ne kadar soyutsa o kadar özgür olan bireysel hayat ve insanoğlunun kendine dikte edilmiş yasalara boyun eğdiği ve öncelik taşıyan topluluk hayatı.
İnsan şuurlu olarak kendisi için yaşar fakat tarihî, sosyal gayelere ulaşmak için şuursuz bir alet olarak hizmet eder. Gerçekleştirilmiş hareket geri alınamaz ve öteki insanların gerçekleştirdiği milyonlarca hareketle aynı zamanda ortaya çıkarak tarihî bir önem kazanır. İnsan, toplumsal merdivende ne kadar yukarılardaysa ve ilişkisi olduğu kimselerin sayısı ne kadar fazlaysa öteki insanlar üzerindeki etkisi ve hareketlerinin önceden belirlenmişliği ve kaçınılmazlığı o ölçüde açık seçiktir.
“Kralların yüreği, Tanrı’nın ellerindedir.”
“Kral, tarihin kölesidir.”
Tarih; yani insanlığın bilinçsiz, ortaklaşa ve topluluğa dayanan hayatı, tasarılarını gerçekleştirmek için kralların hayatından bir araç olarak her an yararlanır.
Şu 1812 yılında Napolyon verser ya da ne pas verser le sang de ses peuples’ün3 (Aleksandr, son mektubunda böyle yazmıştı ona) kendi elinde olduğuna her zamankinden fazla inanmış olduğu hâlde, gerçekleşecek olan şeyi; umumi dava için, tarih için yerine getirmeye kendisini zorlayan yasalara (oysa istediği gibi davrandığına inanıyordu o) her zamankinden daha fazla boyun eğmiş durumdaydı.
Batının insanları, boğazlaşmak üzere doğunun insanlarına doğru yürüyordu. Nedenlerin bir araya gelmesi yasası uyarınca bu hareketin ve savaşın binlerce küçük nedeni ortaya çıktı ve bu olayla aynı zamanda kendini gösterdi: Kıta ablukasına uyulmaması suçlamaları, Oldenburg Dukası, silahlı barışı gerçekleştirmek için orduların Prusya’ya girişi (amacın sadece bu olduğuna inanıyordu Napolyon), Fransa İmparatoru’nun, halkının eğilimlerine denk düşen savaş aşkı ve alışkanlığı, büyük hazırlıkların doğurduğu coşkunluk, bunların yol açtığı masraflar ve bunları karşılayacak avantajların sağlanması zorunluluğu, Dresden’deki baş döndürücü tazim gösterileri, çağdaşların inancına göre içten gelen bir barış isteğiyle yürütülmüş olan ama iki tarafın da onurunu zedelemekten başka sonuç vermeyen diplomatik görüşmeler ve bu olayın ortaya çıkmasına katkıda bulunan milyonlarca başka neden, onunla aynı zamanda kendini gösterdi.
Bir elma olgunlaşıp düşünce bu düşüşün nedeni nedir? Ağırlığının elmayı yere doğru çekmesi, sapının kuruması, güneşin yakması, çok ağırlaşmış olması, rüzgârın etkisi ya da dibinde duran çocuğun onu yemek istemesi midir?
Neden, bunların hiçbiri değildir. Burada söz konusu olan; her hayati, organik, temel olayın gerçekleşmesine yol açan şartların bir araya gelmesidir sadece. Ve hücre dokusunun çürümesinden ötürü elmanın düştüğünü söyleyen botanik bilgini, elma ağacının altında duran ve elmayı yemek istediği ve bunu Tanrı’dan dilediği için meyvenin düştüğünü söyleyen çocuk kadar haklıdır. Napolyon’un istediği için Moskova üzerine yürüdüğünü ve Aleksandr’ın istediği için orada mahvolduğunu söyleyen kimse de milyonlarca ton ağırlığı olan ve altı kazılmış bir dağın, son işçinin vurduğu son kazma darbesiyle yıkıldığını söyleyen kimse kadar haklı ya da haksızdır. Büyük dediğimiz adamlar, tarihî olaylarda, bu olaylara adlarını veren birer yaftadır sadece ve tıpkı yaftalar gibi olayla pek az bir ilgileri vardır.
Kendilerine özgür görünen hareketlerin her biri, tarihî anlamda irade dışıdır; tarihin genel gidişatına bağlıdır ve ezelden beri belirlenmiştir.
II
Napolyon; prenslerin, dukaların, kralların ve hatta bir imparatorun oluşturduğu bir saray halkıyla çevrili olarak üç hafta geçirdiği Dresden’den 29 Mayıs’ta ayrıldı. Yola çıkmadan önce hoşnut kaldığı prenslere, krallara ve İmparator’a iltifat etti; kızdığı kralları ve prensleri de haşladı, Avusturya İmparatoriçesi’ne kendi inci ve elmaslarından, yani başka krallardan aldığı inci ve elmaslardan armağan etti ve İmparatoriçe Marié-Louise’i şefkatle kucakladı ve tarihçisinin yazdığına göre Marié-Louise’i (Paris’te bir başka eşi olmasına rağmen bu da eşi olarak kabul ediliyordu.) dayanamayacak gibi göründüğü bir ayrılık acısıyla baş başa bıraktı. Diplomatların, barışı koruma konusunda umutsuzluğa düşmemiş olmalarına ve bu yönde büyük çaba harcamalarına, İmparator Napolyon’un, Aleksandr’a bir kişisel mektup göndererek ona “Sayın Kardeşim” diye hitap etmesine, savaşı içtenlikle istemediği konusunda şüphelerini gidermesine, kendisini her zaman sevip sayacağını belirtmesine rağmen aynı Napolyon; Rusya’ya doğru yola çıkmıştı ve her konakta, birliklerin batıdan doğuya hareketini hızlandırmaktan başka amacı olmayan yeni buyruklar veriyordu. Çevresinde genç hizmet subayları, yaverler ve muhafız birliği olduğu hâlde; altı atın çektiği bir uzun yol arabasıyla Posen, Thorn, Danzig, Königsberg ana yolunda ilerliyordu. Bu kentlerin hepsinde, binlerce insan, coşku ve korku içinde karşılıyordu onu.
Ordu, batıdan doğuya ilerliyordu ve Napolyon her konakta değiştirilen altı atlı arabayla aynı yönde gidiyordu. 10 Haziran’da orduya yetişti ve geceyi Vilkoviski Ormanı’nda, bir Leh kontunun malikânesinde, kendisi için hazırlanmış dairede geçirdi.
Ertesi gün orduyu geride bırakarak arabayla Niemen’e vardı ve bir geçit yeri tespit etmek üzere Leh üniforması giyerek ırmağın kıyısına gitti.
Öteki kıyıda kazakları ve derinlerinde, Büyük İskender’in istila ettiği İskitlerin başkentine benzeyen Moskova’nın, kutsal kentin bulunduğu stepleri gören Napolyon; büyük bir şaşkınlık yaratarak ve bütün stratejik, diplomatik sorunları hiçe sayarak ileri yürüyüş emri verdi ve ertesi gün birlikler Niemen’i geçti.
12 Haziran günü erken saatte Niemen’in sarp sol kıyısında o gün kurulmuş olan çadırından çıktı ve ırmak üzerinde kurulmuş üç köprüye yönelmek için Vilkoviski Ormanı’ndan dalgalar hâlinde çıkan birliklerini bir dürbünle seyretti. Askerler, İmparator’un orada olduğunu biliyorlar ve gözleriyle arıyorlardı onu; tepede, çadırın önünde, yanındakilerden ayrı duran redingotlu ve şapkalı silüetini görünce başlıklarını havaya fırlatarak “Vive l’Empereur!”4 diye haykırıyorlar; sonra, birbirleri peşinden sonsuz bir dizi oluşturarak oraya kadar kendilerini gözden saklayan ormandan dışarı atıyorlar ve kümelere ayrılarak üç köprüden öteki kıyıya geçiyorlardı.
Genç, ihtiyar, her mizaçtan ve toplumsal tabakadan insanlar:
“On fera du ehemin cette foisci. Oh! quand il s’en mêle luimême, ça chauffe… Nom de Dieu!.. Le voilà… Vive l’Empereur!.. Nous voilà dans les steppes de l’Asie! Vilain pays tout de même. Au revoir, Beauché, je te réserve le plus beau palais de Moscou. Au revoir! Bonne chance… L’astu vu, l’Empereur? Vive l’Empereur… pereur! Si on me fait gouverneur aux Indes, Gérard, je te fais ministre du Cachemire, c’est arrêté. Vive l’Empereur! Vive! vive! vive! Les gredins de cosaques, commes ils filent. Vive l’Empereur! Le voilà! Le voistu? Je l’ai vu deux fois comme je te vois. Le petit caporal!.. Je l’ai vu donner, la croix à l’un des vieux… Vive l’Empereur!..”5 deyip duruyorlardı. Bütün bu insanların yüzünde, çoktandır beklenen seferin başlamasından doğan aynı neşe ve tepenin üzerinde ayakta duran redingotlu adam için duyulan aynı coşku ve bağlılık okunuyordu.
13 Haziran’da, kendisine safkan bir Arap atı getirilen Napolyon, ata binip Niemen köprülerinden birine doğru dörtnala uzaklaştı. Adamların coşkulu sesleri sürekli olarak kulaklarını dolduruyordu ve bunların kendisine duydukları sevgiyi dile getirmelerini yasaklamak imkânsız olduğu için sesini çıkarmıyor gibi görünüyordu. Ama her yerde karşılaştığı bu alkışlar içini sıkıyor ve orduya katıldığından beri aklından çıkmayan askerî sorunlardan başka yöne çeviriyordu düşüncelerini. Kayıklar üzerinde sallanan köprülerin birinden öteki kıyıya geçti, birden sola döndü ve atını Kovno yönünde dörtnala kaldırdı. Mutluluktan çılgına dönmüş muhafız atlı avcı askerleri, önünden giderek birlikler arasından yol açıyordu ona. Geniş Vilno Irmağı’na varınca orada yer almış olan Leh Uhlan Alayı’nın yanında durdu.
Lehler, onu görmek için sıralarını bozarak ve itişerek aynı coşkuyla “Yaşasın!” diye haykırdılar. Napolyon; ırmağı inceledi, atından indi ve kıyıdaki bir ağaç kütüğünün üzerine oturdu. Bir işareti üzerine, tek borulu uzun bir dürbün getirdiler; dürbünü, büyük bir mutluluk içinde koşup gelen genç bir hizmet askerinin omuzuna dayadı ve öteki kıyıyı inceledi. Sonra, ağaç kütükleri arasına yayılmış haritaya daldı.
Biraz sonra, başını kaldırmadan bir şeyler söyledi ve iki yaver, atlarını Leh Uhlanlarına doğru dörtnala sürdüler.
Yaverlerden biri Uhlanların yanına varınca askerler, “Ne oldu? Ne dedi?” diye sormaya başladılar.
Bir geçit bulma ve öteki kıyıya geçme emri verilmişti. Pembe yüzlü bir ihtiyarcık olan ve heyecandan ne dediğini bilmeyen Uhlanların albayı, bir geçit aramadan at sürüp askerleriyle ırmağı yüzerek geçme izninin verilip verilmeyeceğini sordu yavere. Ata binme izni isteyen bir oğlan çocuğu gibi reddedilme korkusunun bütün izleri yüzünde okunarak bunu İmparator’un, gözleri önünde yapma iznini rica ediyordu. Yaver, İmparator’un, bu ateşli girişimden hoşnutsuzluk duymayacağının kesin olduğunu söyledi.
Bu sözü duyar duymaz bıyıklı ihtiyar subay, mutlu bir yüz ve parlayan gözlerle, kılıcını havaya kaldırıp “Yaşasın!” diye haykırdı ve Uhlanlarına kendisini izlemeleri emrini vererek atını mahmuzlayıp dörtnala ırmağa yöneltti. Şaşıran hayvanı hırsla sürdü, akıntının hızlı olduğu yere yönelerek suya gömüldü. Yüzlerce Uhlan, atlarını dörtnala sürerek onu izledi. Akıntının ortasında soğuktan âdeta donmuşlar ve korkuya kapılmışlardı. Uhlanlar, birbirlerine yapışıp atlarından yuvarlanıyorlardı. Birkaç at boğuldu, askerlerden de boğulan oldu ve ötekiler kıyıya ulaşmaya çalıştılar. Oradan yarım verst uzakta bir geçit olmasına rağmen ağaç kütüğünün üzerine oturmuş olan ve yaptıklarına pek bakmayan adamın gözleri önünde yüzmekten ve boğulmaktan gurur duyuyorlardı. Yaver geri döndü ve uygun bir anda Polonyalıların kendisine ne kadar bağlı olduklarına İmparator’un dikkatini çekme cesaretini buldu. Kurşuni renkli redingotlu ufak tefek adam ayağa kalktı ve Berthier’yi yanına çağırdı; emirler vererek boğulan ve dikkatini dağıtan Uhlanlara hoşnutsuzlukla ara sıra bakarak birlikte ırmak kıyısında dolaşmaya koyuldu.
Afrika’dan Moskova steplerine kadar dünyanın her bucağında, kendi varlığının aynı etkiyi doğurduğu ve insanları fedakârlık çılgınlığına sürüklediği inancı, onun için yeni bir şey değildi. Atını getirtti ve konak yerine döndü.
Kayıkların yardıma gönderilmelerine rağmen kırk kadar Uhlan, ırmakta boğulmuştu. Çoğu gerisin geriye kıyıya dönmüştü. Albay ve birkaç asker öte kıyıya ulaştılar ve sudan güç bela çıktılar. Ama sırılsıklam karaya ayak basar basmaz Napolyon’un duraklamış olduğu ama artık bulunmadığı yere coşkuyla bakarak “Yaşasın!” diye haykırdılar ve o an, mutlu olduklarına inanıyorlardı. Napolyon kendisinin başkanlık ettiği Legion d’honneur’e, akşamüzeri, iki emire -biri, Rusya’ya sokulmak üzere hazırlanan sahte Rus banknotlarının gönderilmesini hızlandırmaya; öteki, Fransız ordusunun yer değiştirmelerine ilişkin bilgileri kapsayan bir mektupla yakalanan bir Saksonyalının kurşuna dizilmesine ilişkindi- ek olarak, zorunlu olmadığı hâlde ırmağa atlayan Leh albayının da katılmasını öngören bir üçüncü emir verdi.
“Quos vult perelere dementat.”6
III
Bu sırada Rus İmparatoru, iki aydan fazladır Vilno’da bulunuyor, resmigeçitlere ve manevralara katılıyordu. Herkesin beklediği ve hazırlıkları dolayısıyla İmparator’un Petersburg’dan ayrılmış olduğu savaş için hiçbir şey hazır değildi. Genel harekât planı yoktu. İmparator genel karargâhta bir ay geçirdikten sonra, teklif edilmekte olan planlar arasında bir seçim yapma konusundaki tereddütü daha da arttı. Üç ordunun her birinin kendi başkomutanı vardı ama hepsinin başında tek bir komutan yoktu ve İmparator, kendisi bu görevi üstüne almıyordu.
İmparator’un Vilno’da kalışı uzadıkça savaş hazırlıkları daha az yapılıyordu ve savaşı beklemek bezginlik vermişti. Çevresindekilerin bütün çabası, zamanını hoş geçirterek İmparator’un yaklaşan savaşı unutmasını sağlamaya yönelmiş gibi görünüyordu.
Leh devlet adamlarının, saraylıların ve İmparator’un kendisinin verdiği birçok balo ve yaptığı şenlikten sonra haziran ayında, Polonyalı general yaverlerden birinin aklına, kendi meslektaşları adına, İmparator’a bir şölen ve balo vermek fikri geldi. Herkes, bu fikri sevinçle karşıladı. İmparator da onayladı. General yaverler imzayla para toplamaya başladılar. Seçilmesinden İmparator’un en fazla hoşnut kalacağı hanım, ev sahibeliği yapmaya davet edildi. Vilno eyaletinde toprakları olan Kont Bennigsen, Zakreta’daki bu şenlik için yazlık konağını teklif etti ve balonun, şölenin, sandal gezintisinin ve donanma şenliğinin 13 Haziran’da yapılması kararlaştırıldı.
Napolyon’un Niemen’i geçme emrini verdiği ve öncü birliklerinin, kazakları püskürterek Rus sınırını aştıkları gün Aleksandr; geceyi, Bennigsen’in yazlık konağında, general yaverlerinin kendisine verdiği baloda geçiriyordu.
Çok neşeli ve parlak bir eğlence oldu bu; işin erbabı, bu kadar güzel kadının bir araya gelmesinin pek az görüldüğünü söylüyorlardı. Başka Rus hanımları arasında Petersburg’dan Vilno’ya kadar İmparator’un peşinden gelmiş olan Kontes Bezuhova, Ruslara özgü denen biraz kabaca güzelliği ile narin Polonyalı hanımları gölgede bırakarak dikkati çekiyordu. Nitekim göze çarptı ve İmparator tarafından dansa kaldırılarak onurlandırıldı.
Boris Drubetskoy, karısını Moskova’da bırakıp kendi dediği gibi en garçon7 baloya gelmiş ve general yaver olmadığı hâlde, balo için para toplanırken büyük bir miktar vermişti. Boris iyice yükselmiş olan, kimseden yardım istemeyen ve kendisini, yaşıtları arasında en yüksek yerlerde bulunanlarla eşit tutan bir kimseydi artık.
Gece yarısı hâlâ dans ediliyordu. Kendisine layık bir kavalye bulamayan Helen, Boris’i, mazurkaya bizzat davet etmişti. Böylece üçüncü çifti oluşturdular. Boris, Helen’in sırma işlemeli koyu renk tül tuvaletinden taşan göz kamaştırıcı çıplak omuzlarına kayıtsızca bakarak eski ortak tanıdıklarından söz ediyor ve hiç kimse farkına varmadan aynı salonda bulunan İmparator’u gözlemekten de geri kalmıyordu. İmparator dans etmiyordu, bir kapının yanında duruyor ve kendisinden başkasının söyleyemeyeceği tatlı sözlerle bazı kimseleri durduruyor ve konuşmaya dalıyordu.
Boris, mazurka başladığında İmparator’un en yakınlarından biri olan General Yaver Balaşef’in, genç bir Polonyalı hanımla konuşan Hükümdar’a yaklaştığını ve kurallara uymayacak kadar yakınında durduğunu gördü. Hanımla birkaç kelime konuşan İmparator, “Ne var?” der gibi Balaşef’e baktı ve şüphesiz ciddi bir neden olmasa böyle davranmayacağını düşünerek hanımı başıyla hafifçe selamlayıp yaverine döndü. Balaşef konuşmaya başlar başlamaz İmparator’un yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Yaverinin koluna girip kendisine geniş bir yol açan davetlilere bakmadan salondan geçti. İmparator kendisiyle birlikte giderken Arakçeyef’in yüzünde beliren heyecan, Balaşef’in gözünden kaçmamıştı. Arakçeyef, İmparator’a göz altından bakarak ve kırmızı burnundan soluyarak kendisine bir şeyler söylemesini bekliyormuş gibi kalabalıktan sıyrıldı. (Boris, Arakçeyef’in Balaşef’i kıskandığını ve önemli olduğu apaçık belli olan bir haberin, kendisinden başka biri tarafından İmparator’a iletilmesinden huzursuzluk duyduğunu anlamıştı.)
Ama İmparator ve Balaşef; onu fark etmeden dışarıya, aydınlık bahçeye çıktılar. Kılıcını tutan ve çevresine öfkeyle bakan Arakçeyef yirmi adım kadar geriden onları izledi.
Boris, bir yandan mazurka figürlerini yaparken bir yandan da Balaşef’in getirdiği bu haberin ne olduğunu ve onu, ötekilerden önce nasıl öğrenebileceğini düşünüp kıvranıyordu.
Dansın, kendisine yeni bir dam seçmesini gerektirdiği yerde Boris; Kontes Pototskaya’yı seçeceğini ve onun, balkona çıkmış olduğunu Helen’e fısıldayarak bahçeye açılan kapıya doğru hızla ilerledi ve taraçanın merdivenlerinden yanında Balaşef’le çıkan İmparator’u görünce durdu. İmparator ve Balaşef, giriş kapısına yöneliyorlardı. Boris, kenara çekilmeye vakit bulamamış gibi aceleyle kapı kenarına çekildi ve başını önüne eğdi.
İmparator, kendisine hakaret edilmiş bir kimse gibi heyecanla konuşmanın sonunu şu sözlerle bitiriyordu:
“Savaş ilan etmeden Rusya’ya girmek ha! Topraklarım üzerinde silahlı tek bir düşman kalsa bile barış yapmayacağım!”
Boris, İmparator’un bu sözleri belli bir tat alarak söylediği izlenimine kapıldı; düşündüklerini böyle güzel bir şekilde dile getirmiş olmasından memnundu ama bu sözleri duymak hoşuna gitmemişti.
İmparator, kaşlarını çatarak “Kimse duymasın!” diye ekledi.
Boris, bunun kendisine söylenmiş olduğunu anladı ve gözlerini kapayarak başını hafifçe eğdi. İmparator salona döndü ve daha yarım saat baloda kaldı.
Boris, Fransız birliklerinin Niemen’i aştıklarını öğrenen ilk kişi olmuştu ve böylece yüksek görevlerde bulunan bazı kimselere, başkalarından saklanan birçok şeyi bildiğini gösterme fırsatını elde etmiş ve onların gözünde daha da büyümüştü.
Fransızların Niemen’i geçtikleri haberi, bir aylık beyhude beklemeden sonra ve tam balonun ortasında ulaştığı için daha da şaşırtıcı olmuştu. İmparator, öfke ve kırgınlık duygularının etkisinde ilk arada; daha sonra ün kazanan, kendisinin çok hoşuna giden ve duygularını tastamam dile getiren o vecizeyi bulmuştu. Balodan dönünce sabahın ikisinde, Sekreter Şişkof’a adam yolladı ve birliklere bir günlük emir, Feldmareşal Prens Saltikof’a da bir emirname yazmasını emretti. Rus topraklarında silahlı tek bir Fransız kalsa bile barış yapmayacağı sözünün emirnameye konmasını kesinlikle istedi.
Ertesi gün, Napolyon’a şu mektup yazıldı:
Monsieur mon Frère. J’ai appris hier que malgré la loyauté avec laquelle j’ai maintenu mes engagements envers Votre Majesté, ses troupes ont franchi les frontières de la Russie, et je reçois à l’instant de Pctersbourg une note par laquelle le comte Lauriston, pour causé de cette agression, annonce que Votre Majesté s’est considéré comme en état de guerre avec moi dès le moment oû le Prince Kourakine a fait 2a demande de ses passeports. Les motifs sur lesquels le duc de Bassano fondait son refus de les lui délivrer n’auraient jamais pu me faire supposer que cette démarche servirait jamais de prétexte à l’agression. En effet, cet ambassadeur n’y a jamais été autorisé comme il Ta déclaré luimême, et aussitôt que j’en fus informé, je lui ai fait connaître combien je le désapprouvais en lui donnant l’ordre de rester à son poste. Si Votre Majesté n’est pas intentionnée de verser le sang de nos peuples pour un malentendu de ce genre et qu’elle consente à retirer ses troupes du territoire russe je regarderai ce qui s’est passé comme non avenu et un accommodement entre nous sera possible. Dans le cas contraire. Votre Majesté, je me verrai forcé de repousser une attaque que rien n’a provoquée de ma part. Il dépend encore de Votre Majesté d’éviter à l’humanité les calamités d’une nouvelle guerre.
Je suis, etc. (signé) ALEXANDRE. 8
Aziz Kardeşim. Majestelerine karşı taahhütlerimi dürüstlükle tutmama rağmen birliklerinizin, dün Rusya sınırını aştıklarını öğrendim. Petersburg’dan şimdi aldığım bir notta, Kont Lauriston, bu saldırıya neden olarak Majestelerinin, Prens Kuragin, pasaportlarını istediği için benimle savaş durumuna girdiğini düşündüğünü bildirdi. Dük Bassano’nun ona pasaportları vermek istemeyişinin dayandığı nedenlerin, böyle bir girişimin saldırı için bir bahane oluşturacağı aklıma hiç gelmezdi. Gerçekten de bu elçi, söylediği yetkileri taşımıyordu ve bu konuda bilgi edinir edinmez kendisini onaylamadığımı bildirdim ve görevinde kalması talimatını verdim. Majesteleri, böyle bir anlaşmazlık dolayısıyla halkımızın kanını dökmek niyetinde değillerse ve birliklerini Rus topraklarından çekmeyi kabul ederlerse bütün bunlara olmamış gözüyle bakacağım ve aramızda bir uzlaşma imkânı doğacak. Ama böyle olmazsa hiçbir şekilde sorumlu olmadığım bir saldırıyı püskürtmek zorunda kalacağım. İnsanlığı, yeni bir savaşın felaketlerinden korumak, yine de Majestelerinize kalıyor.
Ben, vs. (İmza) Aleksandr.
[Закрыть]