Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Özbek Hikâye ve Kıssaları»

Font:

ÖNSÖZ

Özbekistan, tarih ve coğrafya yönünden Türk dünyasının merkezi konumundadır. Özbekistan’ın 2017 yılında otuz iki milyon civarında olan nüfusunun büyük bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti ve diğer kardeş ülkeler hakkında yüzeysel de olsa bilgi sahibidir. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu bütün kardeş ülkelere sempatiyle bakmaktadır.

Her insan yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı ister. Ancak hayat şartları buna izin vermez. Edebiyat sayesinde hayatın önümüze koyduğu engelleri aşarak Özbekistan’ı ve Özbekleri tanıtmaya çalıştığımız bu kitapta yabancı bir halk değil, kendinizi bulacaksınız.

Hikâyelerin seçiminde Türkistan istiklal mücadelesi döneminden bugüne kadar hikâye alanında kendini gösteren yazarların seçilmesine çalışılmıştır. Özbekistan edebi hayatında hikâye ve kıssa (uzun hikâye) yazarı o kadar çoktur ki otuz – kırk örnekle Özbek edebiyatında hikâye hakkında ancak bir fikir verilebilir.

Bundan kırk – elli yıl önce Türk milletinin en önemli hasletlerinden biri olan misafirperverlik, köyden şehre göç, diğer sosyal ve ekonomik şartlar yüzünden önemli ölçüde kaybolmaktadır. Bu kitabın sayfalarında bu hasleti dünyada en iyi yaşatan ülkenin insanlarının hikâyeleriyle karşılaşacaksınız. Hikâyelerdeki misafirperverlik, büyüğe saygı gibi milli hasletlerimizin yazarlar eliyle abartıldığını düşünebilirsiniz. Ancak bu iki milli hasletimizi anlatan hikâyelerde kesinlikle abartma yoktur.

Özbekistan’da Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanından başlamak üzere Türk edebiyatından yapılan çeviriler büyük ilgi görmektedir. Üniversitelerde okuyan Özbek gençleri, imkân bulduklarında Türkiye Türkçesi öğrenmeye isteklidirler. Türkiye’de de Özbekistan’ı tanıtmak, Özbek insanını tanıtmak, iki kardeş ülke arasındaki köprülerin daha sağlam olmasını sağlayacaktır.

Türkiye’de Özbekistan’ın tarihi değerlerinin tanıtımı bile iki kardeş halkı kaynaştırmada yeterli olacaktır. Semerkand’da ünlü hadis âlimi İmam Buhari’nin, Buhara’da Abdülhâlık Gijduvanî, Bahaeddin Buhari ve adını saymakla bitiremeyeceğimiz ilim ve gönül adamlarının yattığını; Rus çarlarının, Stalin zulmünün ve yer yer yetmiş yıldan yüz yirmi altı yıla kadar süren işgal döneminde yapılan baskıların bile Özbek halkını bu değerlerinden koparamadığını, bu değerlerin ortak değerlerimiz olduğunu da belirtmeliyiz.

Bu kitap, iki kardeş halk arasındaki mesafeleri aradan kaldırmak gibi bir yüce gayeye küçük de olsa bir hizmette bulunmak için hazırlanmıştır.

Mahir Ünlü

ABDURRAUF FITRAT

Abdurrauf Abdurrahimoğlu Fıtrat, çağdaş Özbek edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden biri olarak tanınmıştır.

1886 Yılında Buhara’da doğan Fıtrat, İstanbul medrese ve darülfünunlarında öğrenim gördü. Arap, Fars ve Türk dillerini öğrendi. Doğu klasiklerini okudu.

İlk eserlerini 1911 yılında Sayha (Çağrı) adlı kitabında yayımladı. Hint Seyyahı, Münazara gibi eserleri Türkiye’de basıldı. Bu yıllarda Ceditçilik akımıyla tanıştı. Bu akıma uygun eserler verdi. Bu dönemde Fıtrat mahlasıyla tanındı.

Fıtrat’ın eser verdiği yıllarda Türkistan’da yenilikçi hareketler güçlenmişti. 1913 Yılında yazdığı Münazara adlı eserinde halkının zulümden kurtuluşunu ifade ediyordu. Avrupa’da yükselen müsbet ilimler Fıtrat’ın eğitime yönelmesini teşvik etti.

1917 Yılında Rusya’da gerçekleşen ihtilalden sonra Hürriyet gazetesini kurdu. Bu gazetede Türkistan’ın bağımsızlığını isteyen yazı ve şiirleri yayımlandı. Fıtrat bir eserinde Türkistan için, “Ben senin için doğdum, senin için yaşıyorum, senin için öleceğim ey Türk’ün mukaddes ocağı!” diyordu.

1922 Yılında yayımladığı Genç Özbek Şairleri Antolojisi’nde Çolpan ve Elbek’in şiirleriyle birlikte kendi şiirlerini de okuyucularına sundu. Ekim ihtilalinden sonra gerçekleşen insanlık dışı olayları açıkladı.

Edebiyatçı olarak Edebiyat Kuralları, Eski Özbek Edebiyatı Örnekleri, Aruz Hakkında gibi ilmi eserlerini yayımladı. Ömer Hayyam, Firdevsi, Ali Şir Nevai, Ahmet Yesevi ve Süleyman Bakırgani gibi büyükler hakkında makaleler yazdı.

1921-1923 yıllarında Buhara Halk Cumhuriyeti’nde Halk Eğitimi Bakanı olarak görev yaptı. Bu devlet yıkılınca 1924 Yılında Moskova’da Doğu Dilleri Enstitüsü’nde ilmi faaliyetlerde bulundu.

Özbek dili ile ilgili yazdığı ders kitapları 1925-1930 arasında okullarda okutuldu. İlk Özbek profesörü unvanını aldı.

1938 Yılında Stalin rejimi tarafından Abdullah Kadiri, Çolpan ve binlerce aydın gibi katledildi.

Müslümanların Sevgisi

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın gazalarından birinin sonunda bir Müslüman kadın yere düşen yaralıları bulup yardım etmek istedi: Ölenlerin arasına girdi. Etrafa bakınırken bir taraftan “Ah! Su!..” diye bir ses işitti. Elindeki suyla yaralının yanına geldi. Yaralının başını kaldırıp ona su içirmek istedi. Yaralı Müslüman tam suya dudağını uzatırken başka bir taraftan “Su!..” diye bir inleme işitildi. Yaralı ağzını sudan uzaklaştırıp kadına:

– Suyu benden önce o sesin sahibine verin. Yoldaşım yaralı ve susuz yatarken ben içemem, dedi.

Kadın suyu alıp diğer yaralının yanına gitti. O da suyu içeyim derken yine “Ah!.. Su!..” diyen bir ses işitti. Kadına dedi ki:

– O arkadaşım susuzken ben su içemem. Suyu ona ver.

Kadın suyu üçüncü yaralıya götürdü. O da suyu içerken birinci yaralının “Ah!.. Öldüm susuzluktan” diyen sesi geldi. O da kadına:

– Suyu benden önce o seslenene ver, dedi ve içmedi.

Kadın yine geri dönüp birinci yaralının yanına geldiğinde zavallının ölmüş olduğunu gördü. İkinci yaralının yanına gitti, o da ölmüştü. Üçüncü yaralı da susuzluktan ölmesin diye koştu.

– Eyvah… Bu da ölmüş, diyerek suyu döktü.

Müslümanların ölüm anında bile birbirlerini ne kadar sevdiklerini düşünerek gözyaşı döktü.

ABDULHAMİD SÜLEYMANOĞLU (ÇOLPAN)

Asıl adı, Abdülhamid Süleymanoğlu’dur. Eserlerinde “Çolpan” mahlasını kullandı. 1893 yılında Andican şehrinde doğdu. Babası Süleymankul Yunusoğlu, medrese eğitimi görmüş, mürettep divan sahibi bir şairdir. Abdülhamid, önce mahalle mektebinde, sonra Andican medresesinde eğitim gördü. Bütün Türk şivelerini, Arap ve Fars dillerini, dini ve müsbet ilimleri öğrendi. Devam ettiği Rus-Tüzem mektebinde Rusçayı, bu dil vasıtasıyla Batı edebiyatını ve düşüncesini taradı.

Türkistan’da 1905 yılından sonra Ceditçiler tarafından çıkarılan gazete ve dergilerle İsmail Gaspıralı, Mahmudhoca Behbûdî ve Münevver Kârî gibi Ceditçilerin tesiri altında kaldı. Türk dünyasının ve bilhassa Türkiye’nin hayat tarzı ve kültürünü öğrenmeye çalıştı.

1913 yılından itibaren eser vermeye başladı. İlk makalelerini Sadâ-yı Türkistan, Sadâ-yı Fergana ve Türkistan gazetelerinde neşretti. 1914-1917 yıllarında, milliyetperver bir gazeteci olarak tanındı. Devrinin önemli meselelerini, Bahar Avulları, Vatanımız Türkistan’da Temir Yollar, Oş, Doktor Muhammedyar, Yılda Bir Kiçe, Şark Poyezdi Keldi, Şark Uyğangan, Çimkent, Kuturgan Müstemlekeçiler, Yol Hâtırası gibi eserlerinde ortaya koydu.

Çolpan’ın sanatkâr olarak tanınmasını sağlayan eserleri, şiirleridir. İlk şiirleri, 1922 yılında, Özbek Yaş (Genç) Şâirleri adlı antolojide yayımlandı. Aynı yıl, ilk şiir kitabı olan Bulaklar neşredildi. Sonraki yıllarda Uyğanış (1924) ve Tan Sırları (1926), 1930’lu yıllarda Saz adlı şiir kitapları basıldı. İlk üç şiir kitabında, Şark ülkelerini işgal eden sömürgeci Ruslarla İngilizlere duyulan nefret, onlara karşı mücadele duygusu, Rusların baskı, zulüm ve katliamları, Hokand ve Türkistan’ın diğer şehirlerinde dökülen kanlar, Türkistan’ın parçalanması, halkın açlık, sefalet ve çaresizliği, esir Türkistanlıların ümitleri ve yüksek millî şuuru, açık veya mecaz yoluyla ve sanatkârane bir üslûpla dile getirildi.

Türkistan’ın parçalanıp Özbek Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra takip edilen politikalar karşısında, diğer millî aydınlarla birlikte Çolpan da çaresiz susmak zorunda kalmıştır. 1925 yılında kendisi, “etraftakiler güçlüymüş, eğdim boynumu” demek suretiyle sanat anlayışındaki zoraki değişikliği itiraf etmiştir.

Aralıksız devam eden baskı ve tehditlerin ardından 14 Haziran 1937 tarihinde, milliyetçi olmak suçundan dolayı “halk düşmanı” olarak tutuklandı ve bir yıldan fazla süren sorgu ve işkencelerden sonra 4 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilmek suretiyle idam edildi.

Kar Koynunda Lale

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

I

Bir, iki, üç, dört… Beş; beş… Altı! Yedi, sekiz, dokuz, on…

Küçücük, kırmızı iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza düştü…

Kızlar hep birden:

– Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.

Top, suya batıp sonra havuzun ortasından çıktı ve kızların hevesli, fıldır fıldır gözlerinin önünde ağır ağır, kasıla kasıla yüzmeye başladı.

Kızlar, suyun üstünde hiçbir şeye aldırış etmeden yüzen topa bakakaldılar ve bu sırada birbirlerine bakıp gülümsediler.

Kasap Taci’nin küçük kızı Turgunbuş koşarak gidip ağılın damına çıktı. Bir kenara yığılmış dut odunlarının arasından uzun bir dalı kırıp havuz kenarına geldi ve o dal ile suyu kendine doğru çekmeye başladı. Kızlar onun etrafına toplanarak topun sudan kurtarılmasını beklemeye başladılar.

Su, suni akıntıyla kızlara doğru akmaya başladıktan sonra yarıya kadar suya gömülen top bazen batıp bazen çıkarak yavaş yavaş kenara geldi. Kızlar çığlıklar atarak topu yakaladılar.

Suda iyice ıslanan topu Şerafet aldı ve “Hey, kaçamazsın. Yakalandın işte!” diyerek yere vurdu. Onun bu yaptığına tacir Abdullah’ın kızı Tuti üzüldü. Hemen gidip yerden topu aldı ve:

– Hey! Bunun ne suçu var? Canı mı var bunun? Siz düşürdünüz. Şimdi zavallıya beddua mı ediyorsunuz? diyerek topu suya daldırıp silkeledikten sonra dudağını ısırarak bütün gücüyle sıkmaya başladı.

Şerafet kızlara bakarak:

– Ne kadar sıksak da ıslak top zıplamaz. Şimdi başka kimde top var?

– Vay! Canım çıkmasın. Kimsede yok mu? Saltanat! Sende vardı ya…

– Bende vardı ya, dün canı çıkmayası Gülnare kaybetti.

– Yoksa oyun bitti.

– Olmaz. Başka oyun oynarız.

– Hey, Canı çıkmayasıca! Top oyunundan iyisi var mı?

– Hey, Şerafet! Eve gidip Rus topunu alsan olmaz mı?

– Rus malı topum yarıldı.

– Vay akılsız! Ne zaman?

O sırada bağın küçük kapısından hızla koşarak küçük bir kız geliyordu. Turgunbuş birdenbire:

– Hah işte kızkardeşim geldi. Eve top almaya göndereyim, dedi.

Bütün kızlar:

– Evet! Evet! Fazilet’i gönderelim, dediler.

Küçük kız Fazilet, koşarak gelip ablasının boynuna asıldı.

– Biraz kenara gel abla. Sana çok mühim bir şey söyleyeceğim.

Bütün kızlar birden:

– Heyecanlı olsun, heyecanlı. Hepimize söyleyiver!

– Yok, ablama söyleyeceğim.

– O zaman ablan bize söylesin.

Abla-kardeş, havuz kenarına gittiler. Bekçi İşmet’in çokbilmiş, her şeyden haberi olan kızı Tillahan dikildi:

– Mühim meselenin ne olduğunu söylemese de biliyorum.

– Biliyorsan söyle bakalım…

– Ne olacak, Turgunbuş’a güvey gelmiştir.

Hepsi birden gülüştüler. Kızların yanına dönen Turgunbuş:

– Olmaz olsun. Bana güvey değil, Şerafet’e görücü gelmiş, dedi.

Kızlar birbirlerine baktı. Şerafet kızarmış, olduğu yerde donup kalmıştı.

II

Şerafet’in babası Semender Ağa eskiden meşhur bir tüccardı. Onca sıkıntılı yıllarda, kâr zarar zamanlarında işini yürütmüştü. Sonunda geçen yıl bahar başlarında batmıştı. Varını yoğunu satıp borçlarını ödedikten sonra iyice sofu olup şeyhin dergâhına kapılanmıştı.

Sabahları erkenden şeyhin dergâhına gider, zikir yoksa da şeyhin işlerini yapar, akşam geç vakitte evine gelirdi. Eve geldikten sonra da bir kaşık katı kuru ne varsa yer, sarık bezinden yapılmış seccadesinin üstüne oturup kehribar tesbihini defalarca çekerek “vazife”lerini yerine getirir, sonra ta seher vaktine kadar hüngür hüngür ağlardı.

Bir gün şeyhin dergâhında heyecanlı bir zikir oldu. Zikir merasimine başka şehirlerden de ateşli ilahiler okuyan hafızlar gelmişti. Dergâhın içerisi hınca hınç doldu. Sabah namazından sonra başlayan zikir yatsıya kadar ancak sona erdi. Birçok insan kendinden geçip yerlerde yuvarlandı. Cezbesi yüksek olup yanan sofulardan bir iki tanesi kendilerini havuza attılar. Kısacası o gün kıyamet günü oldu.

Ertesi gün erkenden mihrabın önünde şeyh hazretleri oturuyordu. İki yanında üçer olmak üzere altı tane hafız vardı. On beş kadar da mürit içerdeydi…

Şeyh, mübarek başını eğmiş, sessizliğe dalmıştı.

Dışarıda kalabalık, bağırış çağırış… Biri koyun getirmiş, biri ekmek yüklenmiş, biri giyim kuşam…

Semender Ağa dergâhtan çıktı. Gelen adakların hepsini gördü, gözden geçirdi.

– Hey maşallah… Sultan Arif’in güzel yüzünü görün, diye gülümseyerek dergâhtan şeyh hazretlerinin kucak dolusu dualarını getiren sofu gülerek Semender Ağa’ya baktı ve kapıdan çıkmakta olan Semender Ağa’ya:

– Ey ağam, adaklardan ne haber? diye sordu.

– Bir şeyler oluyor sofu, dedi.

Semender Ağa eve gelene kadar gönlündeki duygularla boğuştu. Kendisinin piri ve üstadı olan adama büyük, imkânı olsa başka müritlerin veremeyeceği bir şey vermek istiyordu. Yalnız, evde ona layık bir şey yoktu. Ona layık bir şeyler vardı ya hepsi borçlarının ödenmesine gitmişti. Çok düşündü lakin gönlü hiçbir şeyde karar kılmadı. “Eğer eski zamanlarım olsa ala sakar atımı verirdim…”

İçi sıkıldı. Bir zamanlar var olan zenginliği, serveti aklına geldi. Ala sakar atı, rahvan doru atı, deve gibi boy bosuyla Rus yük atı… Üç faytonu, sulak arazileri…

Neyi vereceğine karar veremedi. Başkalarının verdiği adakların, hediyelerin üstünde bir şey vermeyi düşünüyordu.

Aklına birden bire zengin çocuğu Yoldaş geldi. “Yoldaş, on batman pirinç, bir tane iyi cins oğlak kapma yarışı kazanmış at, baştan ayağa giyim kuşam verdi…”

Böyle hayallerle evine varıp içeri giriyordu ki hanımı durdurdu.

– İçerde kadınlar var. Siz diğer odaya girin. Misafirlere pilav ve içecek hazırladım. Şimdi size de pilav alıp geliyorum.

Semender Ağa, küçük tabaktaki pilavı tek başına oturup yemeye başladı. Pilavı yarılamıştı ki hanımı gelip karşısına oturdu:

– İyi ki geldiniz babası. Kızınıza görücüler geldi. Ben ne diyeceğimi bilemedim.

– Gelenler kimmiş? Nereden gelmişler?

– Hani şu Azize kadınla Rüstem ağanın hanımı… Sizin şeyhiniz adına görücü gelmişler. Şimdi “yaşlanıp durulmayan, acıyıp sevilmeyen” şeyh, iki karısının üstüne bu…

Bu sözleri işiten Semender Ağa’nın gözleri parladı:

– Doğru mu? Şeyhin görücüleri mi? Şeyh neden bana hiç belli etmemiş ki?

– Kocaman adam. Ben görücülere kızım daha küçük, on yedi yaşına girdi dedim. Böyle cevap vereyim mi?

O sırada dışarıdan bir kadın sesi işitildi:

– Kumrubaş! Misafirler kalktılar!

Kumrubaş yerinden kalktı. Kocasına bir şeyler söylemek ister gibi baktı. Semender Ağa bir gencecik kızını, bir şeyhi, aklındaki hediye meselesini ve en sonunda da koskoca şeyh hazretlerinin güveyi olacağını düşünerek:

– Biricik kızımızı şeyhimiz hazretlerine verdik. Başımızın gözümüzün sadakası olsun deyiver, dedi.

Kumrubaş, beklemediği bu sözü işitince kızarıp bozardı. Resim gibi kaskatı kesilerek duvara dayanıp kaldı.

III

Şerafet, Semender Ağa’nın biricik kızıydı. Bu kız, bu çevrenin güzellikte, hamaratlıkta, işve ve nazda, el çabukluğunda bir tanesiydi. Mahallenin delikanlılarından iki üç tanesi bir yerde toplansalar konuştukları en önemli konu Şerafet olurdu. “Bu kız Allah’ın hangi bahtlı kulunun olur acaba? Kimin evini abad eder?” diye kafa yorarlardı.

Şerafet’in şeyhe verildiğinin haberi duyulduktan sonra bütün mahalle halkı günlerce bunun dedikodusunu yaptılar.

Sokakta sıra sıra arabalar sürülüp geçmeye çalışıyordu. On-onbeş arabaya doluşan kadınların düzensizce söylediği “Yâr yâr” türküleri ortalığı yıkıyor, göklere yükseliyordu. Sandık, yorgan, halı, bohça ve başka şeyler yüklemiş; yüklerin üstüne de bir iki koca karı oturtmuş olan arabacılar öndekiler gibi birbirlerini geçmek için yarışıyordu.

Bu gürültü patırtıyla gitmekte olan göç en sonunda şeyhin kapısına yaklaştı. Sokağın ortasında gürül gürül yanan, alevleri göklere yükselen ateşin etrafında toplanmış bir grup erkek sesleri çıktığı kadar “Yâr yâr” türküleri söylüyordu. Onların berisinde başına çarşaf örtmüş, çapan giymiş, başörtüsü takmış kadınlar, gelinler, küçük kızlar… Önlerinde kocaman kumaş topları almışlar; onlar da “Yâr yâr” türküleri tutturtmuşlardı:

 
“Tahta tahta köprüler tahtın olsun yâr yâr
Fatmana gibi senin bahtın olsun yâr yâr
Uzun uzun sicimlerden salıncaklar yâr yâr
Kısa entari giyerler gelincikler yâr yâr…”
 

Ateşin etrafında toplanan kadın erkek hep birden “gelin geldi, gelin geldi!” diye bağrıştılar. Birkaç delikanlı kucak kucak kurumuş pamuk sapı alıp ateşin ortasına attılar. Ateş güçlendi, alevleri yine yükseldi.

Herkes sabırsızlanmaya, kımıldanmaya başlamıştı. Çocuklar kızın geleceği tarafa doğru koştular. Gürültü patırtı arasında arabalar geldi. Halk arasında:

– İşte gelin. İşte kızın ineceği araba, diye konuşmalar başladı.

Arabacı, gelini getiren arabayı gösterişli bir tarzda ateşin üzerine sürüp atı kamçıladı. Araba ateşi geçip kapıya yakın bir yerde durdu.

“Güvey!”, “Enişte!”, “Efendimiz nerde?”, “Çekilin! Çekilin!” diye sesler işitildi.

Biraz sonra apak sakallı, gücü kuvveti bitmiş bir ihtiyar olan güvey beyefendi üzerinde altın işlemeli elbisesi; kocaman bel kuşağı bağlamış halde birkaç aksakallı müridinin arasında yavaş yavaş ilerleyerek arabaya yaklaştı. Yine halk arasında sesler yükseldi:

– Gelini elinden tutup indir enişte! Haydi kaldır!

– Haydi efendim! Elinden tutun!

Yaşlı adam titreyen ellerini arabaya uzatıp kızı oturduğu yerden kaldırdı ve bir iki adım attıktan sonra yere bıraktı.

Kalabalıktan yine sesler yükseldi:

– Maşallah efendim! Maşallah!

– Efendimiz boş adam değilmiş.

– Hala belinde kuvvet varmış efendimin!

Bu gürültü patırtı, hır gür gece yarısı sona erdi. Eğlenceye sahne olan sokaktan insanlar çekildi, ortalık kapkaranlık ve sessiz bir mezarlığa döndü.

IV

O sırada şeyhin evinden iki delikanlı çıktı.

– Eh, sokak çok karanlıkmış yahu!

– Şuna bak ey! Gökte bir tek yıldız yok.

– Yürü hadi! Bu gece sanki şeyh dedenin gönlü gibi olmuş.

– Doğru ya. Ben kıza acıyorum. Zavallı bula bula kimi buldu ya…

– Ne demezsin. Babasının ocağına ateş düşsün. Adam değilmiş.

– Sakalı pamuk gibi ağarmış, torunu yaşta kızı arabadan alışına bak. İnsanın yüreği dayanmıyor. Bunu bir şeye benzeteceğim ya benzetecek bir şey bulamadım.

O sırada bir köşede sokağı gözetleyen Bekçi Memet ağlamaklı bir halde düdüğünü çaldı ve:

– Ne diyorsunuz gençler! Dünya böyle ters bir dünya işte… Lalenin üstüne kar yağdı, dedi.

Gençler cevap vermediler, karanlığın kucağına girip kayboldular.

ABDULLA KADİRİ

20. yüzyıl Özbek öncülerinden Abdulla Kâdirî, 1894 yılında Taşkent şehrinde doğdu. İlk okuma-yazmayı mahalle mektebinde öğrendi. Kendisinin yazdığına göre, fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olduğu için eski mektepte tam bir eğitim görememiş ve bir zenginin yanına hizmetkâr olarak verilmiştir. Hizmet ettiği efendisi, Rusça okuma-yazma bilen birisine ihtiyacı olduğu için Abdulla Kâdirî’yi Rus-Tüzem mektebine vermiştir. 1907- 1915 yılları arasında Türkistanlı tüccarların yanında kâtip olarak çalıştı. Bu arada devamlı okuyarak kendisini yetiştirdi. 1913 yılında çıkmaya başlayan Sadâ-yı Türkistan, Semerkand, Ayna gibi Türkistan’da neşredilen gazete ve dergileri okuyucu olarak yakından takip etti ve bir süre sonra kendisi de bu yayın organlarında çeşitli konularla ilgili yazılar kaleme almaya başladı. Mahmudhoca Behbûdî’nin 1913 yılında yayımlanan Pederküş (Baba Katili) piyesinden etkilenerek kendisi de 1915 yılında Bahtsız Küyav (Talihsiz Güvey) piyesini yazdı. 1914 yılında Ahvâlimiz, Milletime ve Toy (Düğün) gibi şiirleri yayımlandı. 1915-1916 yıllarında Cüvanbaz ve Ulakda adlı hikâyeleri basıldı. Hâl tercümesinde verdiği bilgiye göre, 1917-1924 yılları arasında çeşitli Sovyet idarelerinde, gazete ve dergilerde çalıştı. Onun bu devrede bilhassa Muştum dergisindeki faaliyeti ve hiciv alanındaki eserleri önemlidir.

1925-1926 yıllarında, Moskova’daki Edebiyat Enstitüsü’nde okudu, devamlı eser yazmakla meşgul oldu. Abdulla Kâdirî, Ötken Künler adlı meşhur romanını da bu dönemde, 1925-1926 yıllarında üç bölüm hâlinde yayımladı. 1928 yılında, diğer meşhur romanı olan Kürsüdeki Çıyan yayımlandı. Her iki roman da kısa süre içersinde büyük şöhret kazandı. 1930’lu yıllarda bu romanlar tekrar yayımlandı. Ancak bu romanlar şöhretini artırdıkça Sovyet sistemi, yazarı bazen meslektaşlarının yardımlarıyla, bazen de başka yollarla sorgu ve işkencelere alarak yasaklar getirmeye ve tehdit etmeye başladı. Mahkeme karşısına çıkarılarak hapis cezasına çarptırıldı. Bu durum karşısında Kâdirî, mecburen Sovyet tarafına “geçmeye başladı” ve Sovyet ideologlarının direktiflerine uyarak bazı eserler de yazdı.

Kâdirî, yukarıda adı geçen iki romanını, 1920-1926 yılları arasında yazmıştır. Sonraki yıllarda devamlı baskı altında yaşadı. Nihayet 31 Aralık 1937 tarihinde tutuklanarak hapse alındı ve “halk düşmanı” ilân edildi. Bir yıl kadar devam eden sorgulama ve işkencelerden sonra belli bir suçu olmadığı hâlde 4 Ekim 1938 günü akşamı gizlice Taşkent dışına çıkarılarak kendisi gibi birçok aydınla birlikte kurşuna dizildi.

1956 yılında Komünist Partisinin 20. Kurultayında, 1930’larda suçsuz oldukları hâlde öldürülenlerin aklanması yolunda bir karar alındı. Bu karardan sonra Kâdirî’nin eserleri yeniden yayımlandı. Önce Ötken Künler romanı kısmen değiştirilerek 1958 yılında yayımlandı. Daha sonra Mehrabdan Çayan ve Âbid Ketman neşredildi. Hikâyeleri ve hicviyeleri de Kiçik Eserler (1969) ve Gırvanlik Mallavay (1987) adlı eserleri de yeniden basıldı. Romanları, 1992 yılında, ilk orijinal baskıları dikkate alınarak tekrar yayımlandı.

Ötken Künler romanı, daha sonra Türkiye Türkçesine aktarılarak Türkiye’de de yayımlandı. Abdullah Kâdirî’nin hayatı ve sanatı hakkında çok eser yazılmıştır. Aybek, İzzet Sultan ve Metyakub Koşcanov’un eserleri, Kâdirî hakkındaki hatıraları ihtiva etmektedir.

1990’larda çıkan Abdulla Kâdiriy Zamandaşları Hâtırasıda adlı kitap, oğlu Habibullah Kâdirî’nin yazdığı Atam Hakıda adlı eser ve Nebican Bâkî’nin devlet arşivindeki belgelere dayanarak hazırladığı Katlnâme adlı kitap, Kâdirî hakkında önemli kaynak eserler olarak değerlendirilebilir.

Bugün Kamalan mezarlığında sembolik bir kabri bulunan Kâdirî’nin yaşadığı evi de müze hâline getirilmiştir. Adı, çeşitli enstitü, yayın evi ve caddelere verilmiştir. 1990 yılında, Kâdirî adına devlet ödülü ihdas edilmiş ve 1991 yılında, Ali Şîr Nevâî devlet ödülü, Abdulla Kâdirî’ye verilmiştir. 1994 yılında, doğumunun yüzüncü yıldönümü dolayısıyla törenler düzenlenen Kâdirî hakkında bir film hazırlanmış, eserleri yedi cilt hâlinde yayımlanmış ve bazı eserleri senaryolaştırılarak filmleri çekilmiştir.