Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Bağrı Yanık Ömer»

Font:

Yurdumun Çocuklarına…

M.Y.

Başlangıç

Söğütçük

Şoseden gidersek gün kararmadan kasabaya varamayacaktık. Her adımda ayaklarımız kayarak fundalara, dikenli, sert yabani otlara tutunmaktan avuçlarımız kanaya kanaya tırmandığımız Sazlıtepe’de bir ağaç altı arıyordum.

Aşağıdan bakıldığı zaman, sık, bodur ağaç kümeleri gibi görünen koyu yeşillikler, uçları diken diken sivri sazlıklardan başka bir şey değildi. Bu sazlar, üstleri küflü, kızıl benekli kaya diplerinde bitmişti.

“Ağaç filan yok… Bu ne iş böyle?”

Yoldaşım, bir ihtiyar köylüydü.

“Sazlıtepe burası.” dedi. “Ağaç değil ot bitmez, çimen yeşermez…”

“Bu sazlar sulak yerlerde yetişir… Dağ başında görmemiştim.”

“Haklısın ağa… Bura zamanıylan sulak yermiş…”

“Öyle ise aşağıki ova da göldü!”

“Onu bilmem! Bu taraflarda kime sorsan sana böyle der.”

“Sazlıtepe’yi su bastığını sen gördün mü?”

“Ne ben ne babam ne dedem ne de dedemin dedesi görmüş!.. Eski bir masaldır, kulaktan kulağa duymuşuzdur.”

Kara taşlı dağlar üstünde havuzlar ve bu havuzlarda canlı balıklar olduğunu işitmiştim.

“Epiy dinlendik.” dedim. “Yolcu yolunda gerek…”

Sazlıklar arasında, kasaba yoluna inen patikayı arıyorduk. Kol kol, ince, dar keçi yolları bizi şaşırtıyordu. Biraz ilerledikten sonra bir çıkmaza düşmekten hem yorulmuş hem de bıkmıştım.

“Kararlamadan yürüyelim, nasıl olsa kasaba yolunu buluruz.”

İhtiyar, sözümü işitmemiş gibiydi. Vakit vakit elini alnına siper edip ayaklarının ucuna basarak ileriye, geriye bakıyor, saz diplerinde kıvrılmış yılankavi kurtlara benzeyen keçi yollarını muayene ediyordu.

Tekrarladım:

“Şöyle, iniş aşağı, iniverelim.”

Israrım, ihtiyarı kızdırmış olacaktı, gözlerinin kırış kırış, düşük kapakları bir saniye oynadı:

“Kasaba yolu, dağın eteğindedir. Sekiz on adım kalmadan gözükmez.”

“İniş aşağı inemez miyiz?”

“Sazlıtepe’nin bir yanı keskin kayalık uçurumdur.”

İhtiyarın işaret ettiği tarafa dikkatli bakınca hayret ettim. Üzerleri sarı, yeşil tüylü bir kışır bağlamış kayalıkların kenarından, ince, pürüzsüz bir yol kıvrıla kıvrıla aşağıya süzülerek iniyordu.

“Nafile boşuna aranma, ben yolu buldum.”

Kâh toprağın rengine kâh sazlıkların aldıkları sıra istikametlerine bakarak patikayı keşfe uğraşan ihtiyar köylü, ağır ağır doğruldu, baktı:

“Onu ben de biliyorum ama vazgeç…”

“Acayip! Neden vazgeçeyim?”

İhtiyarın sesi, kuru bir sertlik almıştı:

“O yoldan gidemeyiz!”

“Neye? Kasabaya çıkmaz mı?”

“Çıkmasına çıkar…”

“Peki, ne duruyoruz?”

“Söğütçük’ten geçmek lazım!”

“Geçeriz, ne olur?”

Kenarları mor, ortası kırmızı benekli geniş mendiline, şakaklarında toplanan terleri içiriyordu; burun delikleri kalka kalka soluyuşu, zaman zaman durup nefes alarak dinlenişinden, onun benden fazla yorulduğunu anlamıştım.

İhtiyar, yanıma yaklaştı:

“Ağam, buralara yeni geldiğin için Söğütçük’ü bilmezsin.”

“Söğütçük, köy müdür?”

“Hayır” demek ister gibi kaşlarını kaldırdı:

“Oraya Kızılpınar da derler…”

“Kızılpınar mı?”

İhtiyar içini çekti:

“Söğütçük, Kızılpınar’a, hepsi birbirine bağlıdır… Kızılpınar, Söğütçük’ün eski ismidir.”

Güneş, kızgın bir yakı gibi dokunduğu yeri dağlıyor, yüzümüzü, ensemizi, derimizi, acıtacak kadar yakıyordu.

Susuzluktan dilim bir köseleye dönmüş, kuruyan damağıma dokundukça garip bir gıcıklanma duyuyordum:

“Akarsu var mı?”

“Ne diyorsun ağam? Öyle su nerede var ki?.. İçinde yüzünü görürsün, öyle temiz, berraktır… İçerken adamın dişlerini dondurur…”

Kızma sırası bana gelmişti:

“Aşk olsun!.. Ne diye, güneşin alnında insanı yakıyorsun… Seni de yanımıza yol, iz biliyor diye aldıktı… Tam adamına çatmışız…”

İhtiyar köylü düşünceliydi; kayalıkların kenarındaki yola doğru yürüyeceğim zaman, yavaşça omzuma dokundu:

“Ağam, kızma, bir şey soracağım?”

“Çabuk sor!”

“Evli misin?”

Anlamayarak bakıyordum:

“Hayır…”

“Demek dünyaevine girmedin?”

“Hayır dedik ya!..”

“Doğru diyindi; başından hiç nikâh geçmedi mi?”

“Ama ahret suali sordun!.. Hayır, hayır…”

İhtiyarın gözlerindeki endişe karartısı açılıvermişti:

“Sen yolu bilmezsin; ben önden gideyim ağa…”

“Biraz dur… Niçin evli misin, başından nikâh geçti mi diye sordun.”

O, başını salladı:

“Hele bir pınar başına varalım da…”

İhtiyatlı adımlarla, dar yoldan yürümeye başladı.

Bu yol, tatlı inhinalarla sağa sola çevrile çevrile, dik bir meyille, sel çukurlarından ziyade, geniş arklara benzeyen, iki tarafı kesme kaya bir uçuruma iniyordu.

İhtiyar köylü hem yürüyor hem titrek bir sesle bir köy havası tutturmuş gidiyordu. Bu hava ne kayabaşına ne mâniye ne kesik kereme benziyordu. Her nağmesinde esrarlı bir titreyiş, uçuş, kanatlanış vardı. Bir destana da benzeyen bu şarkının esrarlı havasını, iliklerimi sarmış, kalbim burkula burkula, içimde ığıltılarla dinliyordum:

 
Kızılpınar kurudu mu?
Yoksam gene çağlıyor mu?
Boyuncağın büktü söğüt,
Anacığım ağlıyor mu?
 
 
Ah, yolcular yolcular!
Verdiğim öğüt değil!
Kanayan yüreğimdir,
Ağlayan söğüt değil!
 

Arada bir duruyor, nefes alıyor, tekrar şarkıya başlıyor, yoluna devam ediyordu:

 
Pınarbaşı serin olur.
İç yarası derin olur.
Sen ağlama, ben ağlayım,
Gene anam gelin olur!
 
 
Ah, yolcular, yolcular!
Verdiğim öğüt değil!
Kaynayan yüreğimdir,
Ağlayan söğüt değil!
 

Üzerleri kızıl kızıl, garip bir küf tutmuş ve araları beyaz, koyu kurşuni menevişli bir sıra taşların önüne gelince ihtiyar durakladı, yol da o noktada birdenbire inceleşivermişti:

“Buradan geçerken tetikli bulun, ayaklarını denk bas… Aşağısı dikine yardır.”

İhtiyar, göğsünü çıplak kayalara bastırıp tırnaklarıyla taşların kertiklerine tutunarak geçmişti. Ben de aynı vaziyette, aynı dikkatle onun ardı sıra geçtim.

Avuçlarımı birbirine sürtüp ellerimi temizlerken gözlerimin sıcağın, yorgunluğun tesiriyle hayalî manzaralar görmeye başladığını sandım.

O dar, tehlikeli yol birden genişlemiş, sonu uçurum tahmin ettiğim ark kayboluvermiş, dümdüz, yeşil bir ova, nazlı bir meyille dalgalana dalgalana uzanarak kasaba yoluyla birleşiyordu.

Sazlıtepe’nin eteğinde, şemsiye şeklinde mühip1 bir kayanın altında, şırıltısı kulağa efsaneler mırıldayan berrak bir su akıyor, pınarın yatağının kenarındaki büyük bir tek salkım söğüdün büyük dallarından sarkan yapraklar, öper gibi suyu yalıyordu.

Güneş Sazlıtepe’nin arkasında kalmıştı, yalnız kaya yarıkları arasından sızan keskin hüzmeler, pınarın sularına, söğüdün yapraklarına tunç oklar atıyordu.

Pınarın şırıltısı, gölgelerin serinliği, yorgunluğumu bir anda gidermiş, unutturmuştu.

Koşar gibi suya yaklaştım, çenemden göğsüme sular akıtarak, avuç avuç, kana kana içtim.

İhtiyar köylü de yere kapanır gibi yatmış, dudaklarını suya saldırmış, içinin ateşini söndürüyordu.

Yüzümü, gözümü, bol su ile yıkadıktan sonra söğüde sırtımı dayayarak oturdum:

“Baba, Söğütçük burası ha?”

İhtiyar, yorgun yorgun doğrulmuştu.

“Burası.” dedi.

Fakat doğrulur doğrulmaz alnı buruştu:

“Ağam, söğütçüğe dayanmasan iyi edersin…”

Tütün kesesini çıkarırken yalvaran bir bakışla, gözlerimin içine bakıyordu.

“Hiç… Sanki… Uğur saymazlar da…”

Yola çıktığımız zamandan beri, her sözüme “Evet.” diyen ve umulmaz bir uysallık gösteren ihtiyar köylünün Sazlıtepe’de başlayan sinsi hırçınlığına bir sebep bulamıyordum.

Onda, köylü ile şehirli arasındaki anlaşmazlık, yadırgayış, nispeten az hatta yok gibiydi. Yol arkadaşlığına, köylünün, şehirliden daha fazla ehemmiyet verdiğini de biliyordum. Zıddına gitmek istemedim, söğüdün beri yana düşen gölgesine çekildim.

O da yanıma gelmişti. Uzattığı örme keseden bir tutam tütün aldım:

“Ne diye uğur saymazlar?”

Gene Sazlıtepe’de, yol ararken ağır ağır doğrularak baktığı gibi baktı:

“Çok, çok eski bir masaldır dedim ya…”

“Evli olup olmadığımı niçin sormuştun?”

Sigarasını uzun bir kiraz çubuğa taktı. Derin derin göğüs geçirdi:

“Birkaç karı almış, boşamış olabilirsin diye.”

Sazlıtepe’yi sular basması, Söğütçük’ten geçmek için evli olup olmamak, yanık köy türküsü, söğüde dayanmanın uğur sayılmaması… Hep birbirine bağlı efsaneler, belki de uzun bir efsane zincirinin halkalarıydı.

İhtiyar köylü gözleri sigarasının dumanlarına dalarak masal anlatanlara mahsus edalı bir tavırla söylüyordu:

“Demin tutturduğum türkü yok mu?.. Koca bir destandır ağa… Ömer’in destanı… Bu havayı kim çıkarmış bilinmez… Yalnız elden ele, dilden dile dolaşır. Destanın yazılısını köyde arasan belki ele geçirebilirsin. Hoş komşu köylerde de Ömer’in destanını bilirler ya… Anadolu’da şayet uzun boylu dolaşmışlığın varsa rastlamışındır. Birçok köylerin adı ‘Ömerli’dir… İşte bu destandan ötürü…”

Sigarasının külünü avcunda toplayıp yere silkiyordu:

“Söğütçük’e eskiden daha itibar ederlermiş… Baş göz edilecek delikanlılar, söğüdün gölgesinde iki rikât namaz kılmazlar, üç İhlas bir Fatiha ile üç avuç su içmezlerse kimse kız vermezmiş… Yeni gelinleri de buraya getirirlermiş. Yüzlerinin yapıştırmalarını burada yapıştırırlar, ellerine kınalar burada konurmuş. Gelin götürürlerken köyün çocukları davul, zurnanın önünde, hep bir ağızdan Ömer’in türküsünü çağırırlarmış.”

Geçmiş günlerin yükünden kurtulmak isteyen bir canlılıkla başını kaldırmıştı:

“O, düğün alayları artık unutuldu. Çocuk kısmı, bilir mi ya bazı bazı çağıran olur. Hemen sustururlar. Düğünlerden gayri zamanlarda uğursuzluk sayılır. Şayet çocuk yetim, öksüz kalır da kendiliğinden söyleyecek olursa ona ses çıkarılmaz.”

“Söğütçük’e, şimdi nasıl itibar ediyorlar?”

“Değişmeyen bir âdet vardır. Her yeni gelin, güvey, kasaba yolundan geçerlerken Söğütçük görünüp de gözden kayboluncaya kadar ona arkalarını dönmezler. Başından iki nikâh geçmiş kadın, erkek, Söğütçük’e uğramaz, Kızılpınar’dan su içmezler… Kasaba yolundan da başlarını iğerek Söğütçük’e bakmadan geçerler. Bahtsız insanlar da buraya gelir, söğütten kırk bir yaprak koparıp suya atarlar, akarsu bütün dilekleri Allah’a götürür…”

***

Kasabada “Ömer’in destanı”nı aradım, ak sakallı, mazi külçesi hâline gelmiş bir ihtiyar hem okudu hem anlattı:

“Yüzlerce yıl evveldi. Geçtiğin ovada bir şehir kuruluydu; şimdiki bu kurak, çatlak yaylalar vaktiyle bol, geniş gölgelerini salan ağaçlar, körpe fidanlar, bağlar, bahçeler, çimler, çiçeklerle süslü idi… Tütmeyen bir ocak, ekilmemiş bir karış toprak, sürülmemiş bir dilim tarla yoktu. Bağlar arasından ırmaklar geçer, bahçelerden kaynaklar fışkırır, çeşmelerden tatlı sular akardı. Ucu bucağı görünmeyen meralarda otlayan koyunların hesabı bilinmez, saymakla da tükenmezdi. Herkes hâlinden memnundu. Komşu köylerden buraya ondalığa gelen rençperler, birkaç yıl sonra zengin dönerlerdi. Aç, yoksul, fakir yoktu. Herkesin karnı toktu. İşte bu şehir, bir gecenin içinde battı, mahvoldu! Bir gece baştan başa meraları, yaylaları, tarlaları, bahçeleri su bastı. Ağıllardaki hayvanları sular boğdu, götürdü. Tarlalarda ekinleri sular aldı, götürdü… Çatılar uçtu, bacalar yıkıldı… Taş taş üstüne kalmadı…”

BAĞRI YANIK ÖMER

1

Bakır Efe iç avlunun kapısını açarken karısına bağırdı:

“Emine! Ömer nerede?”

Emine merdivenin başına gelmişti, parmağını ağzına götürdü:

“Bağırma, küçük uyuyor…”

Bakır Efe yumruklarını sıktı, karısına hiddetle baktı ve bir şey söylemeden homurdana homurdana ters geri dışarı çıktı.

Ömer, uyumuyordu… Emine yalan söylemişti. Ömer, arka odada kedi yavrusuyla sessiz sessiz oynuyordu. Bu yalan da sebepsiz değildi. Kocası kapıyı çarparak bağıra bağıra eve girdi mi Emine’nin yüreği ölüme yaklaşmış hasta bir kuş gibi bezgin bezgin çırpınıyordu. Bakır Efe’nin ne örsle ne kurşunla kırılmayan o iki kaşı arasına gerilen çelik yay, bir tek sözle hamurlaşıveriyordu.

“Ömer uyuyor…”

Her şeye kızan ve kızınca gözü kararıp etrafını kasıp kavuran Efe, yalnız çocuğuna karşı zayıftı. Ömer’i uyandırmaya korkardı. Ömer diye içi titrerdi. Emine onu bildiği için Efe’nin hiddetle geldiği zamanlarda hiç düşünmeden bu yalanı söyleyiveriyordu. Yalanının tutulmasından da korkmuyordu. Bakır Efe binde bir, milyonda bir ihtimali hesap edecek, gene bu yalana inanacaktı. Bakır Efe kim bilir gene niye kızmıştı?.. Ne gün, ne zaman eve güler yüzle geliyordu? Artık huy etmişti, bir hiç için ateş püskürüyor, kanlı gözlerini devirerek bağırıyor, taşıp köpürüyordu. Dudakları gülmek âdetinden vazgeçmişti. Gözleri yalnız Ömer’e tatlı bakıyordu. Bakır Efe eskiden böyle değildi. Gayet az ve tartılı söyler, ev işlerine karışmaz, sakin, uysal bir erkekti. Ömer doğduktan sonra, ona bir hâl olmuştu. Durduğu yerde kavga arıyor hatta bir vesile, bir bahane bulmayınca hiddeti bütün bütün artıyordu. Vara yoğa sinirlenip hiddetleniyordu. Emine de bıkmıştı, artık bu yaşayış böyle sürmezdi ve bunun sürmeyeceğini Emine gibi Bakır Efe de anlıyordu. Ayrılık ikisi için de düğün bayram olacaktı. Birbirinin hasretini mi çekeceklerdi? Ne gezer!..

Kurtulduk diye sevinecek, ferahlayacak, kaçan keyifleri, uçan neşeleri yerine gelecek, dünyaya yeniden doğmuş gibi olacaklardı.

Fakat Ömer?..

Arada Ömer vardı. İkisinin de bellerini büken o idi. Ömer’den ayrılmak ölümden beter, ölümden acı, ölümden firaklı2 idi. İkisi de bu acıya tahammül edemeyeceklerdi. Emi-ne, Ömer’i ne kadar çok seviyorsa Bakır Efe de çocuğuna o kadar bağlıydı. Çocuk, ikisine de düşkündü. Belki bu ayrılık en çok onu vuracak, onu ezecek, hırpalayacaktı. Anası sağken öksüz, babası varken yetim kalacaktı. Emine çocuğunu Efe’ye terk edemezdi. Lakin Bakır Efe de Ömer’i, Emine’ye bırakamazdı.

Ömer, ne anasına ne de babasına benziyordu. Emine’nin gözleri koyu mavi, Bakır Efe’nin koyu siyahtı. Emine’nin saçları açık sarı, Bakır Efe’nin simsiyahtı.

Efe, esmerdi, adına da Bakır Efe demişlerdi. Emine beyaz, süt beyazdı, saçlarının tatlı sarılığı ak yüzünü daha ılık, daha tatlı, daha ak gösteriyordu. Kasabada da Ak Emine diye anılırdı.

Ömer bu iki zıt renklerin güzelliğini toplamıştı. Gözleri koyu lacivert, saçları kumral, teni buğdaydı. Birbirini sevmeyen, sevmek değil, birbirinin gözünü oymak isteyen bu ana baba bütün zıt taraflarını sanki çocuklarında anlaşıp birleştirebilmişti.

Emine ile Bakır Efe’nin geçimsizliklerindeki esbap3 ne idi? Bu bir değil, birkaç kaynaktan taşıyordu.

Emine densiz, Bakır Efe huysuzdu. Gün geçtikçe birinin hırçınlığı, öbürünün de titizliği artıyordu. Bakır Efe çocukluğunda bile emretmeye, çocukluğunda bile efeliğe alışıktı. Ama Emine de nazlı büyümüştü. O da buyruk kendisinde olsun istiyordu. Bu iki ateş arasında yanan Ömer’di!..

Ömer, daha ikisini doldurmadan karı koca yataklarını ayırmışlardı. Babası Ömer’i kendi döşeğine çekiyor, annesi kucağından ayırmamak için çırpınıyordu. Ömer annesinin yastığına başını koyarken, babasının kolları onu çekip alıyor, babasının koynunda mışıl mışıl uyurken onu annesi çekiyordu ve Ömer bu arada eziliyor, eziliyordu…

***

Anasının tekrar odaya girdiğini gören Ömer, oynadığı kedi yavrusunu bırakmıştı.

Fıslar gibi “Ana…” dedi. “Babam mı geldi?”

Emine, onu kollarının arasına aldı, sıkı sıkı bağrına bastırdı:

“Gitti Ömer, gitti…”

“Niye bağırıyor gene?”

Ömer’in göz pınarları dolu dolu, ince bükük sesi dokunaklıydı.

Bu yaşlı gözler, bu dokunaklı ses Emine’nin yüreğini sızım sızım sızlattı.

“Korktun mu Ömer?”

“Yok ana korkmadım… Babam bana kötü demez ki… Sana çıkışıyor da tasam o…”

Emine Ömer’i uyutmak ister gibi sallıyordu:

“Vah Ömer’im!.. Benim biricik Ömer’im!”

Fakat ana oğlun böyle baş başa kalışı, dert yanışı çok sürmeyecekti. Bakır Efe, az sonra tekrar gelecekti. Belki de ilkinden daha hiddetli, daha şiddetli gelecekti. Emine, onun niye tutulduğunu bilmiyordu. Kahvede, çarşıda kim bilir kime kızmıştı da gelip Emine’den mi hınç alacaktı? Yoksa tarladaki rençperlerden alamadığı hiddetini Emine’den mi çıkaracaktı? Emine yalnız bir şeyi anlayamamıştı. Her vakit odalardan birine çekilir, kendi kendine söylenerek oturur ve çocuğun uyanmasını beklerdi. Bugün neye tekrar sokağa çıkmıştı?

***

Bakır Efe gün kararırken eve geldi. Gözleri dönük, suratı asıktı. Kapının gürültüsünü duyan Ömer, babasını karşıladı. Bakır Efe oğlunu kollarından tutup kaldırdı, yüzünden, gözünden, yanaklarından, boynundan, bileklerinden öptü.

Sanki bir dakika evvel yüzünden düşen bin parça olan adam odeğildi, neşeliydi, onu görenler âdeta gülüyor derlerdi. Biraz sonra Emine de taşlığa çıkmıştı. Efe’nin rengi deviriverdi. Ömer’i ağır ağır yere bıraktı. Karısına dişleyen, ısıran bir sesle haykırdı:

“Dün gece Fakı Hasan’ın kızı buraya gelmiş!”

“Geldi idi, ne olacak?”

Bakır Efe, yumruğunu salladı:

“O kahpe buraya adımını atmayacak demedim mi? Bahtı varmış, ben rastlamadım. Yoksa kırardım o uğursuz ayaklarını!”

Karısı onun köpürmesine hiç aldırmıyordu:

“Ayşe, neden kahpe oluyormuş? Kahpeliğini gözünle gördün mü?”

“Gözümle görmedim emme kulaklarımın duyduklarını ne ideyim?”

“Elin ağazı torba değil.”

“Niye herkes için söylemiyorlar?”

“Neler diyorlar?”

“Hacı Şakirgillerin güveysi Sarı Süleyman söyledi. Ayşe kahpesini yerdi, yerdi de lafı tasımına getirip dün seni kadına misafir gitmiş dedi… Ne ağzı karadır o… Artık kasabada bilmeyen, duymayan bir tek kişi kalırsa şu bıyıklar bana haram olsun!”

Sağ eliyle bıyıklarının burulu uçlarını koparacak kadar çekiyordu:

“Ettiğin haltı gördün mü bir yol?”

Emine sinirlerini idareye uğraşan bir ihtiyatla cevap verdi:

“Misafir… Kovamazdım ya…”

Bakır Efe taşları kıracakmış gibi topuklarını yere vuruyordu:

“Sen yüz veriyorsun! Sen yüz veriyorsun! Senden yüz bulmasa gelemez.”

“Sen gene kavga arıyorsun…”

“Senin bir suçun yok!..”

Bakır Efe bunu söyler söylemez ilerledi. Emine’yi saçlarından yakalayıp dövecek, yerlerde sürüye sürüye tekmeleyip tokatlayacaktı. Fakat karısına fazla yaklaşmadı, geriledi.

Ömer, aralarına girmiş, küçük ellerini uzatarak yalvarıyordu:

“Buba… Etmeyindi… Etmeyindi Efe!”

Bakır Efe’nin, dirseğine vurulmuş gibi kalkan eli düşüvermişti.

“Ömer… Sen git… Bağda biraz dolan… Haydi Ömer, sıyrıl ayaklarımın dibinden… Var, dolaş…”

Ömer boynunu bükmüş, gözleri nemli, babasına bakıyordu. Efe’nin fazla zıddına gitmenin çocuk aklı ile bile fenaya varacağını anlamış, korkudan sesini çıkarmıyordu. Dizleri titreye titreye gitti, iç avlunun kapısını açtı, dışarıya çıktı. Fakat bağa doğru yürümedi, orada, kapının yanında, tümsek taşların üzerine oturdu, başını duvara dayadı.

O çıkar çıkmaz müthiş bir tokat şakırtısı ve tiz bir kadın çığlığı kopmuş, taş avluyu akislerle doldurmuştu. Ömer, yüreği ağzında, alt dudağı titreyerek korkak korkak bakındı, elini göğsüne bastırdı, çarpınan kalbini sıktı. Gözlerinden sessizce dökülen iri taneler, yanaklarında pırıltılı birer iz bırakarak çenesinden mintanına damlıyordu. Taşlıkta tokatlar, tekmeler hiç durak, ara vermiyor, Emine’nin feryatları kâh yorgun bir soluk gibi çıkıyor kâh acı bir boğukluk alıyordu. Ömer, daha fazla dinleyemedi, kalktı gözlerini sile sile bağın yolunu tuttu, kapının yanında oturup dinlediğini, duyduğunu anasının bilmesini istemiyordu, zaten buna babası da kızacaktı.

Ömer bağın ortasında avare dolaşıyordu. Güneş gölgelerle kütükleri taraya taraya çekilmişti. Gökyüzünün esmerliği gittikçe koyulaşıyor, kurşunilikler kararıyordu. Bu sinsi sinsi basan akşam karanlığı, bağın boşluğu, ıssızlığı, vahşi bir ıslık gibi ovayı kıvrıla kıvrıla dolaşan rüzgâr, Ömer’i korkutmuyordu.

Korku hissinin kalbine gelebilmesi için başka şeyler düşünmemesi lazımdı. Hâlbuki o, küçük kafası göğsüne düşmüş, hayalindeki seslere dalmıştı. Dayağı yiyen anası değil Ömer’di… Kalbi kırılan Emine değil Ömer’di…

Eve erken dönmek istemiyordu. Anası gözlerini kurutsun, berelerini sarsın, yüzene renk gelsin, Ömer, o zaman karşılarına çıkacaktı. Ömer, anasını gözleri çakmak çakmak, kolları bacakları yara, tırmık içinde görmeyi içi götürmüyordu. O vakit babasına diş biliyordu fakat bu da çok sürmüyordu çünkü babasını sevmiyor değildi ki…

Ömer döneldi durdu, dolaştı, ağıllara dönen sürülerin çan sesleri ovaların esrarlı sessizliğini çınlatırken Ömer, eve doğru yürüyordu.

Bakır Efe iki eli arkasında, geniş adımlarıyla dış avluyu arşınlıyordu.

“Nerede kaldın be Ömer?”

“Bağın alt başına kadar uzandım da…”

“Kuruntuya saldın bizi…”

Ömer, küskün küskün duruyordu, cevap vermedi.

“Haydi, anan siniyi hazırladı, çorba soğumasın…”

Ömer sininin kenarında anasıyla babasının ortasına oturmuş, vakit vakit anasına bakıyor ve bu bakışlarla onun yüreğindeki zehirleri içmek, sızıları dindirmek istiyordu.

2

Bakır Efe’nin hakkı vardı; Efe yerden göğe kadar haklıydı. Emine’ye kaç kere söylemiş, Ayşe kahpesini eve sokma, yanına varma, yüz çevir, konuşma diye sıkı sıkı tembih etmişti. Emi-ne’ninki münasebetsizlikti. Ayşe’nin ne kahpe ne oynak ne fettan, cıvalı olduğunu da herkesten iyi biliyordu. Ona yüz vermesi hatta eve çağırması kocasının damarına basmaktan başka bir niyetle değildi. Emine kocasını çileden, dinden, imandan çıkarmak için elinden geleni yapıyor, fırsat kaçırmıyordu. Bakır Efe de fark etmişti… Azdıkça azıyor, Emine’ye bir ettiğini bırakmıyordu. Hacı Şakirgillerin güveysi Sarı Süleyman artık diline dolamıştı, üste üstlük kim bilir neler de uydurup bire bin katacaktı.

Bakır Efe, dövmekle değil öldürse Emine’den hiddetini alamayacaktı. Canına tak demişti. Emine’den ayrılacaktı. Bakır Efe bu ayrılmanın kolay olmadığını biliyordu. Emine ile evlendikleri zaman bütün malları birleştirmişlerdi. Sonra bazılarını satmışlar, yerine bir başka bağ, başka tarla almışlardı. Emine’nin Aldağ eteklerindeki ağılını bozmuşlar, davarları bir dam altında toplamışlardı. Yalnız tarlalar, bağlar, bahçeler değildi, çarşıdaki dükkânlarla, kasabadaki evler de hep böyle birbirine karışmıştı.

Bunları ayırmak, arada hak geçirmemek mesele idi. Bakır Efe, bütün bu müşkülleri, bütün bu güçlükleri düşündükçe keyifleniyor, için için seviniyordu. Çıkacak güçlük, pürüz ve ilişik nispetinde, iki tarafın davası ateşlenip alevlenecekti. İki taraf da her ne bahaya olursa olsun bu işten ayrılmak isteyeceği için adam sen de diyecekti ama arada menfaati olanlar, bütün anlaşma yollarını keseceklerdi. Bakır Efe’nin sevindiği de bu idi. O bütün müşküllere omuz silkecek, bütün zararları sineye çekecek, neden fedakârlık etmek lazımsa edecekti ve buna karşılık bir… Bir tek şey isteyecekti: Ömer’i…

Ömer onda kalacaktı… Bakır Efe düşüncelerini hep bu ibre üzerinden yürüterek ayar ediyor, ona göre istikamet veriyordu. Evvela tasavvurunu açmadı. Karısından korkmuyordu. Yalnız onun vaktinden evvel haber alınca bazı teşebbüslere kalkışmasından endişe ediyordu. Hatta Emine’nin şüphelenmemesi için mülayim davranmaya bile karar vermişti. Muvaffak olmak için de hiddetini yenecek, dişini sıkacaktı.

Bakır Efe akşamları eve çok geç gelmeye başlamıştı. Eşe dosta gitmiyor hatta kahveye, çarşı pazara bile uğramıyordu. Ya bağda bir çınarın gölgesinde ya bir tarlada ağaç dibinde oturuyor, uçsuz bucaksız düşüncelere dalıyordu.

Emine’ye “Boş ol!” deyip kapı dışarı etmek işten değildi fakat Ömer o zaman daha beş yaşında idi. Kadı, Ömer’in yedisine kadar Emine’nin yanında kalmasına hükmedecekti.

Lakin Bakır Efe, bu iki sene içinde Ömer’siz ne yapacaktı? İşte asıl buna bir çare bulmak lazımdı. Emine’nin Fakı Hasan’ın kızı Ayşe ile konuşmasını hoş görmemekle beraber, için için seviniyordu. Kıvrak Ayşe ile düşe kalka eninde sonunda Emine de kötü yola dökülecekti. Bir yol başı havalandı mı artık gözüne ne çocuk görünürdü ne yurt ne ocak…

Bakır Efe, kadıya varıp derdini açmak için fırsat kolluyordu. Günlerce, haftalarca düşündükten sonra kararını verdi. Emine’nin başında esen kavak yelleri büsbütün azsın, dalgalansın, kudursun diye onu kendi havasına bırakmak en kestirme yoldu. Bakır Efe’nin kararını, niyetini bilmeyenler Emine’nin, meydanı boş görüp doludizgin at oynatmasına şaşacaklardı,

Herkes bir kulp takacak, Bakır Efe’nin mezhep genişliğine akıl erdiremeyeceklerdi. Bakır Efe, Ömer için her şeye katlanmaya razıydı. Emine ile uğraşmaktan yorulmuş gibi bir tavır aldı. Kollarını kavuşturdu, gözlerini yumdu ağzını kapadı, kulaklarını tıkadı…

***

Bakır Efe’nin hâlindeki değişikliğe herkesten çok şaşan Emine’ydi. Ne olmuştu? Efe’nin karısını umursamayışı nedendi? Bu yırtıcı adamı hangi ifritin büyüsü, zehri sindirmişti?..

Niye ses çıkarmıyordu? Emine tek durmuyordu. Fakat kocası neden aldırış etmiyordu?.. Emine, Bakır Efe’nin durgunluğunu, bir fırtına başlangıcı sandı. Birkaç gün tetik bulundu, bekledi… Lakin Bakır Efe, hep aynı hâlde duruyordu. Onu gören, bir şey görmüyor, duymuyor, bilmiyor zannederdi.

Bir hafta sonra Emine’nin korkusu gitti, düştüğü kaygının boşuna olduğuna hükmetti, kendine emniyet geldi.

Bakır Efe yorulmuştu; Emine bunda karar kılıyordu. Ömer, sevinç içinde idi, yüreği ferahlanmıştı, yüzü gülmüştü. Kapının tokmağı vurulduğu zaman korku ve telaşla yerinden sıçramıyor, anasına misafir geldiği günler tasaya düşmüyordu. Akşamları karanlık basarken ıssız bağ yollarında boynunu bükerek ağlamıyordu.

Ömer artık gülüyordu, kahkahalar atarak gevrek gevrek gülüyordu. Rengi yerine gelmiş, yanakları, dudakları kızarmış, düşük omuzları doğrulmuş, yaşla kararan nemli gözleri parlamıştı. Kapının çalınmasını beklemiyor, babasını yarı yoldan karşılıyordu. Ömründe en tatlı geçen bu günlerdi… İki kızgın alev arasında yanan yüreğine sular serpilmişti Babasını eskisinden daha çok sevmeye başlamıştı, anasına daha derin bağlanmıştı.

***

Bakır Efe, Emine’nin her hareketini gözden kaçırmıyor, sezdirmeden onun peşini kolluyordu. Emine iyice gemi azıya almıştı. Kasabanın uygunsuz karılarıyla açık açık, kimseden çekinmeden konuşuyor, bağlara gidiyor, çengileri toplayıp dümbelek çaldırıyor, oyun oynatıyordu. Bir yandan seviniyordu.

Ömer’in gözlerinin içi gülüyordu. Rengi uçuk değildi, sünepeliği gitmişti. O zamana kadar Ömer’i doğuştan miskin, cansız, yorgun ruhlu sanmıştı.

Ömer de öbür çocuklar gibiydi. Ömer de sokaklarda, bağlarda, bahçelerde çığlık çığlık koşan, sıçrayan, gülen, bağıran bütün çocuklar gibiydi. Bakır Efe onu kendi kafasına göre yetiştirecek, bir yol Emine’nin elinden kurtarsa dileğini yerine getirecekti. Ömer de babası gibi, kasabanın bir anılır ünlü efesi olacaktı. Bakır Efe, oğlunda bu özü görüyordu. Ömer babasının oğluydu. Umulduğundan daha zorlu, daha yaman çıkacaktı. Bakır Efe’nin, buna imanı vardı.

Emine çalgı çağnak arasında Ömer’i unutmuyordu. Nereye gitse Ömer’i de beraber götürüyor, kucağından bırakmıyordu.

Bakır Efe için bu hâl, en çekilmez bir bela, yenilmez bir ağu idi. Fakat tırnaklarını avcuna batırıyor, öfkesini kalbinde boğuyordu. Köydeki, kasabadaki dedikodulara, mırıltılara göz, kaş oynatışlara, bıyık altından gülüşlere aldırmıyor, bir kaya sertliğiyle kayıtsız, dimdik duruyordu. Buna rağmen gene birçok şey tasarlıyordu. Ömer’i alıp başka bir yere gitmek aklından geçmişti. Fakat gittiği yerde para lazımdı. Tarlalar, ağıllar, bağlar, bahçeler birleştirilmemiş olsaydı varını yoğunu satar, Ömer’le birlikte kasabadan kaçardı. Şimdi ne mallarını satabilir ne de Ömer’i alıp kaçabilirdi. Emine’nin rahmetli babası köyün ağalarındandı. Hâlâ hatırı sayılıyordu. Emine’nin erkek kardeşleri de Bakır Efe’yi rahat bırakmayacaklardı. Köyde, kasabada onların da adamları vardı. Bakır Efe ile boy ölçüşebilirlerdi.

Zaten Emine de bütün bunları bildiği, kuvvetlerine güvendiği içindir ki kocasına kafa tutuyor, burnuna gülüyor, meydan okuyordu…

Bakır Efe, dört yandan kıskıvrak bağlı olduğunu hissediyordu. Malla, para ile Emine’nin erkek kardeşlerinin gönüllerini ederek gözlerini boyayacaktı.

***

Kasabaya inmediği, çarşıya, pazara çıkmadığı, insan arasına karışmadığı için, arkasından edilen alayları görmüyordu.

“Merhaba Efe…”

Bakır Efe, başını ağır bir eda ile çevirdi, kaşlarını hafifçe çatarak “Merhaba Süleyman.” dedi.

Sırtını dayadığı çınarın geniş gölgesine çağırdı:

“Gel otur bakalım… Sen buralarda ne arıyorsun?..”

Sarı Süleyman, elini göğsüne bastırıp selam verdikten sonra dizlerini tutarak çömeldi. Bakır Efe’nin karşısına oturdu, omuzlarını çökerterek hürmetle kamburlaştı. Bakır Efe’nin alnında küçük katmercikler peyda olmuştu. Kuşağının arasından bir tabaka çıkardı. Süleyman’ın önüne attı:

“Sar bir cığara… Ne âlemdesin?”

Sarı Süleyman, Bakır Efe’nin tabakasını alırken boynunu büktü:

“Hep bildiğin gibi ağa… Kasabaya da indiğin yok… Bozpınar Çiftliği’ne gittin sandıktı…”

Bakır Efe, Süleyman’ın söz söylemesinden hemen anlamıştı.

Sarı Süleyman bilhassa araya sora bulmuştu. Bundan da mutlak bir maksadı olmalıydı. Yoksa o boşuna yorulmaz, bir fesat kokusu almadan kendini sıkıya koymazdı. Sarı Süleyman yutkunuyor, eğilip bükülüyordu.

Bakır Efe, Sarı Süleyman’ın kıvranışına sinirleniyor fakat hiç renk vermiyor, onun açılmasını bekliyordu:

“Sen pek bu taraflara düşmezdin, ne oldu böyle? Hangi dağda kurt öldü?”

Sarı Süleyman, belli belirsiz kekeledi:

“Topalların Hasan dayı, camızlarını satılığa çıkarmış, emmim de almayı kurmuş. Bu sabah ‘Süleyman…’ dedi. ‘Var bir yol camızları gör… Ne eder?’ dedi. Hasan dayının ağılına vardım, birini gözüm tutmadı. Senin bağın önünden geçerken uşaklardan birine sordum, buralarda dedi. Nasıl iyisin ya ağa?..”

Sarı Süleyman yalan söylüyordu. Bakır Efe, bu yalanı onun göz bebeklerinde okuyordu.

“Çok şükür, iyiyim…”

“İyi gördüm ya… İçerim ferahladı… Hasta filan olma da…”

Bakır Efe, cevap vermiyor, dudaklarında renksiz, iğreti bir gülüşle durgun durgun bakıyordu.

“Hacı Salih tutturmuş, gezdiği, dolaştığı yerde ‘Bakır Efe, rahatsız olmalı, çarşıya dükkânlara uğradığı yok.’ dedi. ‘Haydi bunak, sen de ağzını hayır aç…’ dedim. Doğrusu ilk günler içime inanmak gelmiyordu…”

Sarı Süleyman’ın, boğazına tükürük kaçmış gibi yutkunması Bakır Efe’ye şüpheli görünmüştü.

“Taştan değilim ya… Sen niye inanmıyordun…”

Süleyman durakladı, diliyle dudaklarını ıslattı:

“Niye susuyorsun?”

“Hiç… Sanki… Hanya… Sağlık, hastalık hepimiz için… Şayet rahatsız olacak olsan konağın hâlinden de belli olmaz mı?”

Bakır Efe, vücudunun her taratma ince ince iğne uçları batırılmış gibi titredi, ürperdi. Sarı çıyan zehrini akıtmaya başlıyordu. Bu başlangıcın sonunu Emine’ye bağlayacaktı. Bakır Efe, daha bunu işitmeden kalbiyle seziyordu. Sarı Süleyman, Efe’den korktuğu, çekindiği için açıkça söyleyemezdi. Ama o şekilde anlatacak, o tarzda söyleyecekti ki Bakır Efe’yi kahretmeye kâfi hatta belki de fazla gelecekti. Tok bir sesle sordu:

“Bir adam hastalanırsa evinin neresinden belli olur?”

Bunu Sarı Süleyman’a cesaret vermek için şaka eder gibi alay yollu sormuştu. Sarı Süleyman, inik kirpikleri arasından Efe’yi süzdü, tarttı.

“Elbette ağa… Hastası olan evde şenlik olur mu?”

“Demek bizim ev şenlik içinde?”

“Allah ağzının tadını bozmasın…”

Bakır Efe, Sarı Süleyman’a gözlerini dikti:

“Bizim evde ne gördün, ne duydun? Onu söyle…”

Sarı Süleyman’ın bağa kadar taban tepip Efe’yi araması, Emine’nin her günkü densizliklerinden birini gammazlamak için olmadığı, olmayacağı muhakkaktı. Bakır Efe, ciğerini okumak ister gibi Süleyman’a tekrar baktı ve bir an düşündü. Sarı Süleyman yalancı, düzenbaz bir adam fakat her ne ahlakta olursa olsun gene kendi adamlarındandı. Emine ile Emine’nin kardeşleriyle amansız bir kavgaya tutuşacağı bir zamanda Süleyman gibi ikiyüzlü bir silahı atmak, körletmek budalalıktı. Sarı Süleyman icabında bin türlü işe koşturulabilirdi. Bakır Efe tekrar etti:

1.Mühip: Heybetli. (e.n.)
2.Firaklı: Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen. (e.n.)
3.Esbap: Sebepler. (e.n.)

Tasuta katkend on lõppenud.