Loe raamatut: «Suç Koridoru»
SUÇ KORİDORU
ÖZET
Türklerden nefret eden kundura tamircisi Kikos, Erivan’da küçük bir dükkanda kundura tamiri yaparak zor şartlarda yaşamını sürdürmektedir. Günlük birkaç Dramı kazanan Kikos, her 24 Nisan’da, anma törenlerine katılarak orada yakılan Türk ve Azerbaycan bayraklarından bir parçayı alıp bir kutunun içinde saklamayı alışkanlık edinmiştir. Her yıl topladığı bu yanık kokulu bayrak parçaları kutunun içinde çoğaldıkça küçük evdeki yanık bez kokusu da çoğalmaktadır. Oysa karısı Şoger, evinde yanık kokusu ile yaşamak istememektedir.
Yarı aç, yarı tok geçen yaşamlarını biraz kolaylaştırmak için tek oğulları Dikran’ın Metzamor Nükleer Santrali’nde çalışmasına göz yummak zorunda kalmışlardır. Nükleer atıkların alındığı en tehlikeli bölümde çalışan Dikran, koruyucu elbisesinin eski olması nedeniyle radyasyona maruz kalarak ölür.
Anne Şoger, tek oğlunun yetersiz koruyucu elbise nedeniyle radyasyona maruz kalmasına isyan etmektedir. Eşinin Türklere duyduğu nefret kadar, kendisi de Ermeni yöneticilerden nefret etmektedir.
Komşularının kızı Yeraz, İstanbul’da bir ailenin çocuğuna bakarak çok iyi para kazanıp Erivan’a tatil için geldiğinde, ondan eşini de İstanbul’a götürmesini ister. Yeraz, Türklerden nefret eden Kikos’un İstanbul’da çalışma isteğini garip karşılasa da onun Aksaray’da bir kunduracının yanında iş bulmasına yardım eder.
Bir pansiyonda kalan Kikos, İstanbul’daki Ermeni varlığına şaşırır. Onların, Ermeni kiliseleri, okulları ve patrikhanelerinin olduğunu görse de baskı altında kaldıklarını düşünür. Hırant Dink’in anma törenlerindeki kalabalığı görünce İstanbul’daki Ermeni varlığına inanır. Ancak Erivan’da hiçbir Türk varlığının olmayışını, tek bir Türk’ün yaşayamamasının sebeplerini vicdanında sorgular. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde Türklerden hep yardım görür ama içindeki nefret duygusunu bir türlü yenemez.
Ayda 300 dolar kazanmaktadır ama uyuşturucu kuryeliği yaparak daha fazla para kazanır. Bu da yetmez, Yeraz’ın çalıştığı Sadık Bey’in evini soymayı planlar daha sonra Sadık Bey’in tek kızı Burcu’yu kaçırıp fidye almak için planlar yapar. Arkadaşı Hovik ise bir tekstil firmasından Burgaz’a hazır elbise taşımaktadır. Bazen de elbiselerin arasında uyuşturucu zulalamaktadır.
Yeraz, bir yandan kapıcı Ali ile evlilik yaparak Türkiye’de oturma izni almak için planlar yaparken, diğer yandan zengin bir öğrenci olan Hakan’la çıkmaktadır. Yeraz, Kikos ve Hovik, Sadık Bey’in kızı Burcu’yu kaçırırlar. Bulgaristan’a giderek fidye almayı planlarlar ancak Hovik arkadaşlarından habersiz olarak minibüse 30 kg uyuşturucu yüklemiştir.
Bütün bunlar olurken Narkotik Bürosu, başarılı çalışmaları ile öne çıkan Komiser Sevda’yı Bostancı Karakolu’nda görevlendirerek, hem uyuşturucu patronları ile işbirliği yapan emniyet mensuplarını deşifre etmek hem de Kikos, Hovik ve Yeraz arasındaki ilişkiyi öğrenerek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kuryelik yapan, hap satan kişileri tespit etmek istemektedir.
Takibi daraltan Komiser Sevda uyuşturucuyu yakalar; Ancak köstebekler uyuşturucu patronuna haber verdiği için büyük patron yakalanamaz. Elindeki silahı Komiser Sevda’ya doğru tutan Hovik olay yerinde öldürülür. Tutuklanan Kikos ve Yeraz hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülür.
Burcu, kaçırılırken başını yere çarptığı için beyin kanaması geçirerek komaya girer. Doktorların çabası ile kurtarılır ama sağ tarafında kısmi felç vardır. Bir Ermeni kızını evine alarak kızının sakat kalmasına sebep olduğu için kendisini suçlayan Sadık Bey olayın stresine dayanamayarak ölür. Nihal Hanım, mutsuzluk yaşadığı Suadiye’deki evini satarak kızı Burcu ile bilinmeyen bir semte taşınır…
Metin YıldırımSosyal Bilimci-Yazar
24 Nisan
Tsitsernakaberd – Erivan
Ermenistan’ın tüm yetkilileri oradaydı. Devlet Başkanı Serj Sarkisyan özellikle üzgün görünüyordu. Etrafındaki yabancı devlet misyonu ve protokol üyelerinin oluşturduğu kortej yavaş yavaş anıta doğru yürüdü. Topluluktan ses çıkmıyordu. Başı tülbentlerle örtülü bayanlardan bazılarının hıçkırığı ve anıta doğru yürüyenlerin ayak seslerinden başka bir ses yoktu. Sadece bir hışırtı, sessizliği bozuyordu.
Türk topraklarında kalan 12 vilayeti temsil eden blokların yanından yükselen 44 metrelik dev granit taşı, Ermenistan’ın içinde bulunduğu sefaletle pek bağdaşmasa da onlara gurur verdiği açıktı. Protokol ve arkalarındaki kalabalık anıta doğru akıyordu sanki. Arka sıralarda yürüyen halkın ellerinde “Faşist Türkiye!” kanlı bir yazı motifi ile “TURKEY, 24 April Criminal” gibi pankartlar vardı. Daha arka sıralara gidildikçe nefret söylemi içeren pankartlar çoğalıyordu.
Anıtı çevreleyen simetrik beton blokların gölgesinde, ortasında ateş yanan daire anıtın etrafına dizildiler. Karanfiller anıtın etrafına konulurken siyah cüppeli papazların ilahi sesleri duyuldu. Ermeni Patriği bu sesle beraber bir iki adım öne doğru çıkarak duaya başlayınca etraftaki hıçkırık sesleri de kesilmişti. Patriğin duası ile “hazırola” geçen protokol, dua uzadıkça kıpırdanmaya başladı. Ayakta durmaktan yorulan ve zorunlu olarak bu törene katılan yabancı misyon üyelerinin yüzündeki mutsuzluk doruğa ulaştığında dua tamamlandı.
Eğer bu bir “anma töreni” olmasaydı herhalde duanın bitişi alkışlarla kutlanırdı. Neyse ki törenin büyük bölümü bitmişti. Geriye, Serj Sarkisyan’a taziye dilemek kalıyordu. Bunun için de bir sıraya ve sabra ihtiyaç vardı. Saygı duruşunun ardından halk sloganlarla coşmaya başlamıştı. Türkiye’ye küfür edenler, “intikam” diye bağıranlar kulakları çınlatmaya başladı.
Her 24 Nisan’da, resmî törenin sonunda bayrak yakma töreni olurdu. Nitekim tören alanının biraz dışında “hurra” sesleri ile beraber dumanlar yükselince halk oraya doğru yöneldi.
Kikos, bu manzarayı kaçırmak istemedi. Önündeki kalabalığı yararak ilerlemeye çalıştı. Türk ve Azerbaycan Bayrakları bir ucundan birbirine bağlanmış, diğer iki ucu birer sopayla havaya kaldırılmıştı. Bayrakların eteğinden başlayan alevler, Ermenilerin nefretini anlamış gibi hızla yukarı doğru tırmandı.
Kikos içinden:
–Tüh, kaçırdım galiba, dedi.
Her yıl yakılan bu bayrakların birer parçasını saklamayı adet edinmişti. Özenle sakladığı bir kutunun içinde bu parçaların üstüne zımbaladığı bir kâğıda ait olduğu yılı yazıyor ve çocuklarına göstermek üzere onları saklıyordu. Aslında orada yakılan bayraklar değil, Türklerdi. İçindeki intikam ateşini hiçbir şey azaltmıyordu ama bu tür etkinlikler onu biraz olsun rahatlatıyordu.
Yanan bayrakların etrafındaki kalabalık gittikçe daralıyor, Kikos tüm çabalarına rağmen çemberin içine giremiyordu. Nitekim bayrakların son parçaları da yanarak yere döküldü. Coşkun kalabalık kollarını birbirlerine dolayarak çember olmuş, sloganlar eşliğinde küllerin üstünde tepiniyorlardı.
Kikos, çemberin dışında oluşan ikinci bir çemberle omuz omuza naralar atıyordu. Yanan bayraklar kül olunca kalabalığın heyecanı bitti. Yavaş yavaş sakinleşip biraz ötelerinden yükselen sloganlara doğru gidince Kikos son bir umutla küllere doğru yöneldi. Ayakları ile karıştırdığı küllerin arasından sandığına koyacağı küçük bir parça aradı ama nafile…
Birazdan kalabalık dağılmıştı. Kikos, koleksiyonuna koyacağı parçayı almadan gitmezdi. Anıt alanında biraz bekleyecekti. Nasıl olsa birazdan başka gruplar gelirdi. Hrazdan Nehri’ni görecek şekilde tepenin sonuna gitti. Küçük bir taşın üstünde oturarak Erivan’ı seyretti. Kikos buradan şehri seyretmeyi çok seviyordu. Karşısında duran St. Hovhannes Kilisesi’ni ve Amusement Parkı’nı görmek içini ferahlatmıştı.
Acıkmıştı ve bir an üşüdüğünü hissetti. Buradan Sis-van caddesindeki evine yaklaşık yirmi dakikada gidebilirdi. Eve gidip biraz dinlendikten sonra geri gelmeyi düşündü ancak sonra bu fikrinden vaz geçti. Anıta doğru baktı. Kalabalık grupların şehrin içinden yükselen slogan seslerini duydu. İçinde bir umut, bir sevinç dalgası yayıldı. Türklere duyduğu nefreti başka Ermenilerle paylaşmaktan garip bir zevk alıyordu.
Grubun nereden geldiğini görmeye çalıştı. Bir grubun sesleri Amusement Parkı’nın içinden geliyordu ama ağaçların arasından onları göremiyordu. Şehrin diğer caddelerinden gelen farklı yoğunluktaki sesler ona güç verdi. Yalnızlığını ve açlığını unutmuştu. Ayağa kalkıp anıta doğru yürüdü. Müzeden anıta doğru yürüyen yeni gruplar vardı.
Birkaç metre yürümüştü ki anıtın sütunları arasından çıkanların kendisine doğru geldiklerini gördü. Sevinmişti. Bulunduğu tepeyi Erivan’ın hemen her tarafından görmek mümkündü. Bu nedenle bayrakların bu tepe üstünde yakılması daha zevkli oluyordu. Buradan çıkan dumanlar ve atılan çığlıklar Erivan’ın tüm sokaklarına yayılıyordu.
Gelenler gençlerin oluşturduğu yaklaşık yirmi kişilik bir gruptu. Gençler, Kikos’u selamlayıp biraz sol taraftaki çimlerin üzerine oturdular. Ellerinde bayrak yoktu. Onlar da Kikos gibi kendilerine katılacak olan diğer insanları beklemeye başladılar. Kikos, anıta doğru yürümekten vaz geçti. Bu gençleri görenler birazdan burada toplanırdı.
Gerçekten de alandaki toplanmayı görenler anıttan çıkarak tepeye doğru yöneldiler. Bir saat içinde tepenin üstü hınca hınç insanla dolmuştu. Ancak bir sorun vardı: Ortada yakılacak bayrak yoktu. Herkes, bir diğerinin bayrak getireceğini düşünerek bekliyordu.
Bekleyenlerin sıkıldığını fark eden Kikos en çok sevdikleri marşı okumaya başladı. Marşla birlikte alanda bekleyenler hareketlendi. Marşın hemen bitiminde sloganlar başlamıştı. Kikos’un gözleri parlıyordu. Sesler yükseldikçe kalabalığın sayısı çoğalıyordu.
Anıtın yanından gelen siyah takım elbiseli gençlerin ellerinde bir torba ve üç–dört metre uzunluğunda direkler vardı. Herkes bekledikleri kişilerin geldiğini anlamış, slogan ve küfürlerin dozunu artırmıştı. Kalabalık, gençlere yol açarak onların merkeze doğru gitmesine izin verdiler.
Kikos, seslerin yükselmesinden beklediği anın geldiğini anladı. Biraz ötelerden, ellerinde yukarı doğru dikilmiş sopaları tutan bir grubun kalabalığın merkezine doğru ilerlemeye çalıştıklarını görünce hemen oraya doğru gitmeye başladı. Acele etmeliydi. Kalabalık safları sıklaştırırsa gitmesi imkansız olacaktı.
Havaya dikilen sopaların yürüyüşü yavaşlamıştı. Belli ki zorlukla yürüyorlardı. Kikos, onların tepenin uç noktasına doğru geleceklerini biliyordu. Çaprazlama olarak onlarla yolunun kesişeceği noktaya doğru ilerledi. Sesler gittikçe yükseliyordu. Nihayet sopayı tutan iki gencin yanına varmıştı. Hemen arkalarından gelen birisi taşıdığı torbanın içinden bayrakları çıkarmaya başladı.
Kırmızı renkli Türk Bayrağını torbanın içinden tam çıkarmadan orada bulunan birisi bayrağın ucunu yakalayarak kendisine doğru çekmeye başladı. Biraz daha çekmiş olsa bayrak parça parça olacaktı. Oysa bu bayrak yakılacaktı. Neyse ki etraftan birkaç kişinin ikazı ile adam bayrağın ucunu bıraktı.
Başka sürprizlerle karşılaşmamak için hemen orada yakmaya karar verdiler. Bayrağı getirenlerin bu işte deneyimli oldukları belliydi. Türk Bayrağını çekince ona bir ucundan bağlı Azerbaycan Bayrağı yere düştü. Her iki bayrağın diğer uçlarında ip vardı. O ipler sopalara bağlandı. İki genç, zıt yönlere doğru giderek bayrakları gerdirdiler.
Kalabalık coşmuştu. Çığlıklar gökyüzünü çınlatıyordu. Bağıranların gözlerindeki ışıltı ve çıkardıkları sesler garipti. Buradakiler, nefret, intikam ve sevinci bir arada yaşıyordu. Torbadan çıkan meşale yakıldı. Bayrakların altında meşaleyi tutan takım elbiseli adam, kalabalığın çığlıklarını usta bir yönetmen gibi yönetiyor, ateşi bayraklara yaklaştırıp seslerin yükselmesini sağladıktan sonra biraz aşağı indirerek bayrakların tutuşmasını engelliyordu.
Böylece bir iki dakika geçti. Kalabalığın sabrı kalmamıştı. Takım elbiseli adam son bir hamle ile bayrakları tutuşturdu. Türk ve Azerbaycan Bayraklarının ucundaki alev yavaş yavaş yukarı doğru tırmanmaya başladı. Kalabalık çılgına dönmüştü. Yükselen sesler tepeden tüm Erivan’ın üstüne doğru yayıldı. Kikos, bu defa yanan bayrakların etrafından oluşan ilk çemberde yer alıyordu. Yanan Türklerin verdiği zevkle havaya doğru zıplıyor, naralar atıyorlardı. Yanık bez kokusu ona et kokusu gibi geldi. Gökyüzüne yükselen küçük bir duman onların tüm intikam duygularını daha da körüklemişti.
Sopaya bağlı Bayrakları tutan ip yanınca her iki Bayrak yere düştü. Yandıkça kıvrılan Bayraklar sanki birbirine sarılıyordu. Alevlerin dozu azaldıkça ilk çemberde yer alanlar, sönmek üzere olan ateşi ve külleri çiğnemeye başladılar. Bayrakların bazı küçük parçaları yanmaktan kurtulmuştu.
Kikos kalabalığın çılgınca bağırışları arasında yerden iki parça alıp cebine soktu. Bağırmaktan ve yerinden havaya sıçramaktan yorulmuştu. Bir an gözleri karardı. Kendisinin bayılacağını, bir an önce sessiz bir yere gitmezse oracığa yığılacağını sandı.
Kalabalığı yararak Amusement Parkı’nı göreceği uca doğru gitti. Gözleri kararmıştı. Hemen oracıkta oturdu. Kulağını tırmalayan sesler yeniden yükselmişti. Geriye dönüp baktığında yükselen dumanları görüp oraya gitmek için hamle yaptı ama sendeledi. Gerçekten de hali kalmamıştı. İçinden “Bu günlük bu kadar yeter!” diyerek cebine soktuğu bayrak parçalarını çıkardı. Azerbaycan Bayrağı’nın “ay” kısmının yarısı sağlam kalmıştı. Türk Bayrağı’na baktı. Garip bir tesadüf Azerbaycan Bayrağı’nda ayın eksik olan kısmı Türk Bayrağı’nda vardı. Üst üste koyunca ayın hilal şekli tamamlanmıştı. Sadece yanan kısımların siyahlığı ortadan çizgi gibi geçiyordu. Bağırarak küfür etti. Yumruklarını sıktı. Yüksek sesle:
–İşte böyle ortanızdan geçeceğiz!.. Tam ortanızdan yakacağız, diyerek sinirle ayağa kalktı.
Bugün hiçbir şey onu mutlu etmemişti. Bu kadar zaman bekleyip elde ettiği bayrak parçaları onun sinirini bozmuştu. Bayrak parçalarını kıvırıp cebine koydu. Bir an önce evine gidip bir şeyler yemeliydi. Amusement Parkı’nı bir kez daha seyredip evine doğru yürümeye başladı.
Anıta gitmeden yokuş aşağı yürüdü. Çok yorulmuştu. Neyseki yolun yokuş aşağı oluşu ona kolaylık sağlıyordu. Hrazdan Stadyumu’nun yanına geldiğinde bütün güçü tükenmişti. Bir an önce evine varmak istiyordu. Brezilya Meydanı’ndan geçip Atina Caddesi’ne paralel yürüdü. Evinin sokağına geldiğinde yanından hızla geçen bir aracın tekerleğinden fırlayan küçük bir taş parçası Kikos’un kafasına geldi. Elini gayri ihtiyari kafasına götürüp kanayıp kanamadığını kontrol etti. Canı çok yanmıştı. Derin bir “ufff” çekti. Evinin bulunduğu Sisvan sokağına döndüğünde hala bir eli kafasındaydı. Tam evinin önüne geldiğinde susuzluktan yanıyordu.
Cebindeki yanmış bayrak parçalarını bir kez daha kontrol etti. Cebine dökülen kül parçalarını yere dökerek cebini temizledi; çünkü karısı yanık kokusunu sevmiyordu. İçinden: “Lanet kadının burnu da çok keskin! Şimdi yine çan–çan konuşmaya başlar!” dedi.
Eski evlerin bulunduğu bu sokağı sevmiyordu ama daha iyi bir yerde yaşama şansı da yoktu. Hem burası Hrazdan Stadyumu’na yakın olması nedeniyle maç günlerinde çeşitli şeyler satarak ek gelir elde ediyordu.
Evinin kapısında durdu. Bir iki yavaş yavaş kapıyı çaldı. Kapıyı açan olmamıştı. Bu defa kapıyı hızlı hızlı vurunca içeriden kapıya doğru yönelen ayak seslerini duydu. Gelen karısı Şoger’di. Karısının bu huyundan nefret ediyordu. Gecenin hangi vakti olursa olsun kapıyı çalan birisine “Kim o?” diye sormazdı. Bu defa da sormadan kapıyı açıp gelen kocasına ters ters baktı. Kocasının yüzündeki ifadeden pek mutlu olmadığı belliydi. Onun bu çocukça davranışına pek anlam veremiyordu. Her yıl aynı şekilde bitkin bir vaziyette eve gelen kocasına hem acıyor hem de içindeki nefreti yenemediği için ona kızıyordu.
Kikos hiçbir şey demeden içeri girip bayrak parçalarını sakladığı kutuya doğru gitti. Şoger’in yanından geçerken yanık kokusu eve yayılmıştı. Şoger’in bu kokuyu sevmediğini bildiği için hemen kutuyu açıp cebindekileri içine koydu. Ceketini çıkarıp askıya asınca Şoger’in bakışları hâlâ onun üstündeydi. Bu bakışlar pek hayra alamet değildi. Zaten mutsuzdu bir de karısının çığlığını duymak istemiyordu. Yavaş bir sesle:
–Yemek var mı Şoger?
Şoger alaycı bir tavırla:
–Bu saate kadar bir şey yemedin mi?
–Hayır yemedim.
–Yemişsindir, yemişsindir. Yoksa aç olarak nasıl durabilirdin?
–Yemedim diyorum, inanmıyor musun?
–Hayır! Kendinize öyle bir ziyafet çektiniz ki neşenizden geçilmiyordu! Sesiniz buralara kadar geliyordu. Öyle ya nasıl sevinçli olmazsınız? Sofranızda kızartılmış Türk göğsü, yanında da soslu Türk Bayrağı menüsü varken yememek olur mu hiç? Hele sen!.. Sen doya doya yemişsindir. Üstüne de nefret ve kinden yaptığınız şarabı içtiniz. Hem de o kadar içtiniz ki hepiniz sarhoş oldunuz. Sen de sarhoşsun. Ancak Türklerin etini fazla yaktınız. Yanık kokusu evimize doldu. Şimdi ben, sabaha kadar bu yanık Türk kokusu ile mi kalacağım?
Kikos, karısının sitemini biliyordu ve ona bulaşmak istemiyordu. Konuyu değiştirerek tekrar sordu:
–Yemekte ne var?
–Git mutfağa bak! Ne var bilmiyorum, deyip koltuğa oturdu.
Televizyonun kumandasını eline alıp kanalları gezinmeye başladı. Hangi kanalı açtıysa anıttaki töreni gördü. Tüm kanallarda ya anıttaki tören veya Erivan sokaklarında gösteri yapan sarhoş gençler vardı. Bunları gösteren TV kanallarından bıkmıştı. Her yıl bu tarihlerde bunları izlemekten bıkmıştı. Her yıl bu tarihte evine giren yanık kokusundan nefret ediyordu.
Bütün bunlara sebep olan Türklerden de nefret ediyordu. Onların yüzünden bütün Ermenistan’ın ruh hali bozulmuştu. Her yıl 24 Nisan ayında “Amerikan başkanı ne diyecek? Avrupalılar ne diyecek, Türkiye’nin tepkisi ne olacak?” diye beklemekten yorulmuşlardı. Her yıl gittikçe artan nefret söylemleri Şoger’in içine öylesine işlemişti ki, karşısına çıkan ilk Türk’ü öldürebilirdi. Yanında yöresinde yaşayan herkes aynı durumdaydı. Türklere duydukları nefret, gittikçe kendi yakınlarına tepki olarak dönüyordu.
Şoger’in nefreti de eşine dönmüştü. Çünkü eşinin nefreti evine yansıyordu. En azından her yıl eve getirilen yanık bez kokularıyla Şoger’in psikolojisi bozuluyordu. Onun içinde Türklere karşı büyüyen nefret zaman zaman hatta çoğu zaman Kikos’a dönüyordu.
İçinden hep söyleniyordu: “Aç Kikos, onun bunun ayakkabısına yama yapmaktan canı çıkmış, yine de her anma töreninde kendisini anıta atıp, saatlerce bağırıyor. Akılsız Kikos, aptal Kikos…” diyordu.
Şoger, en çok da 24 Nisan günü Kikos’a kızıyordu. O gün dükkanı hiç açmıyor akşam eve gelecek para yerine yanık kokulu bayrak parçalarını eve getiriyordu. Dayanılması zor bir durumdu. Bugün de öyle olmuştu. Kikos her ne kadar göstermemeye çalışsa da Şoger onun yanık bayrak parçaları getirdiğini biliyordu.
Dişlerini sıktı. İçinden bildiği tüm küfürleri savurdu. Ancak Kikos, hiçbir zaman bu huyundan vaz geçmeyecekti. TV kanallarında gördüğü manzaralar da içini sıktı. En iyisi yatmaktı. Erkenden yatmak biraz zor olacaktı ama daha fazla bu odada durmuş olsa Kikos’la kavga edecekti.
Yatak odasına gitti. Yanık kokusu buraya da dolmuştu. Pencereyi açıp odayı biraz havalandırdı. Hava serinlemişti. Daha fazla pencerenin önünde duramadı. Hem açık pencereden sokaklarda dolaşan insanların attığı naraları duymak da onu rahatsız eden bir şeydi.
Yatağına uzandı, bir türlü uyku tutmadı. Kıvrandı, kıvrandı… Yorganı kafasına çekti, başını yastığın altına soktu, kalkıp odanın içerisinde yürümeye çalıştı ama nafile. On iki metre karelik yatak odasında iki adım atınca duvara tosluyordu. Salona çıktı, Kikos koltuğun üstüne yayılmış televizyon izliyordu. Karısını görünce güldü ama Şoger yüz vermedi. Mutfaktan su alıp tekrar yatak odasına geri döndü.
Sabah erkenden Kikos’un sesi duyuldu:
–Şoger, Şoger, kalk haydi. Bir şeyler hazırla da dükkana gideyim.
–Zıkkım ye, diye bağırdı.
Kikos daha fazla üstelemedi. Biraz çay kaynatıp kahvaltı hazırlamak için buzdolabını açtı. Dolapta çok fazla yiyecek yoktu. Şoger’in sinirli olma sebebini şimdi daha iyi anlamıştı. Bitmek üzere olan peynirden biraz aldı. Bir parça peynir de Şoger’e kalmıştı. Hemen dükkana gitmeliydi çünkü cebinde para yoktu. Belki birisi ayakkabısını tamire getirirdi.
Şoger yerinden kalkmadan evinden çıktı. Sisvan sokaktan ana caddeye çıkıp dükkanına doğru yürüdü. Her sabah Gök Mescid’in yanından geçip iş yerine gitmekten hoşlanmıyordu. Türkleri sevmediği gibi bir de onların yaptığı bu camiyi hergün görmekten asabı bozuluyordu. Ancak başka çaresi de yoktu.
Yarım saatlik yoldan sonra dükkanının önüne gelmişti. Kapının kilidini açıp içeri girdi. Pazar günleri dükkanı açamıyordu. 24 Nisan’da anma günü de Pazartesi olduğu için dükkan iki gün açılmamıştı. İki gün havalanmayan dükkanda ağır bir yapıştırıcı kokusu vardı. Çok ağır olan bu koku, yıllar içerisinde onun sağlığını da bozmuştu. Penceresi olmayan bu küçük dükkandaki kokuyu gidermek için her sabah erkenden kapıyı açık bırakıyordu. Yazın bu iş kolaydı ama kışın soğuk havalarda açık kapı ile çalışmak gerçekten zor oluyordu. Kapı kapalı olunca da boğulacak gibi oluyordu. Çareyi, içlik giyerek açık kapı ile çalışmakta bulmuştu.
Neyse ki Nisan ayı çok soğuk değildi. Kapıyı açık bırakıp, küçük oçağın altını yaktı. Duvara monte edilmiş raf görevi gören tahtanın üstündeki çay kutusunu aldı. Çay bitmek üzereydi; Ama üstündeki yazıyı görünce sinirleri yeniden bozulmuştu. Elinde tuttuğu Türk çayıydı. Bu çayı içmemeye çalışıyordu ama Erivan’da ya İran çayı ya da Türk çayı vardı. İranlıların “Ahmedi” çayını, kokusu nedeniyle çok seviyordu ama pahalı olduğu için onu alamıyordu. Çaresiz kalarak ucuz olan Türk çayını tercih ediyordu. Dükkan komşuları ateşli bir Türk düşmanı olan Kikos’un Türk çayını kullanması ile alay ettikleri için genellikle çayı başka bir kutuya boşaltıyordu.
Gerçi yedikleri içtikleri ve giydikleri ürünlerin büyük bir bölümü Türk malıydı. Hatta Ermenilerin bu konudaki ön yargısını bilen Gürcüler, Türk mallarının etiketini değiştirerek değişik markalar adı altında Ermenilere satıyorlardı.
Kikos bir küfür savurdu. Parmaklarının arasında bir tutam çayı demliğe koyarak kaynayan suyu demliğe döktü. Tekrar çaydanlığın üstüne koyarak dükkanın önüne çıktı. Biraz erken olduğu için komşular henüz dükkanı açmamışlardı.
Tam o anda sokağın köşesinden nalbur dükkanının sahibi Horen göründü. Göbekli Horen yalpalaya yalpalaya geliyordu. Kikos’un yanına yaklaşınca gülümsedi. Horen’in yuvarlak yüzündeki etli yanakları gülümseyince daha da tombullaşmıştı. Bu koca vücudu taşımaktan yorulan Horen kıpkırmızı olmuştu. Hava serin olmasına rağmen terlemişti. Bir “uf” çekip:
–Ara1, bu yollar beni ödürecek, dedi.
–Horen Usta, çok yiyorsun, bu göbekle tabi ki yürüyemezsin.
–Ara, ne yiyorum? Belki herkesin yediğinden biraz fazla.
–Ha ha ha, Horen Usta, “biraz fazla”yı “epey fazla” olarak değiştirsek nasıl olur?
–Yok be Kikos! Ne yapayım can boğazdan çıkar derler ya, yiyorum işte. Midem o kadar büyümüş ki ne yesem doymuyor, ben ne yapayım?
–Tamam, Horen Usta, fazla yediğini kabul ediyorsan sorun yok.
İkisi de güldüler. Horen, uflaya uflaya dükkanın kapısını açtı. Kapının iç ağzına akşamdan yığdığı plastik kova, kürek, vs. şeyleri kapının önüne ustalıkla dizdi. Yolu kapatmaması için dükkanın camının önünde elli cm’lik bir yerde dizdiği plastikleri yukarı doğru sıralarken Kikos onu seyrediyordu.
Horen’in pencere önündeki çalışması bitince alnındaki terler daha da fazlalaşmıştı. İçeri geçip elindeki küçük testi ile dışarı çıktı. Bir yandan elini yıkıyor, diğer yandan suyun etrafa dağılması için dükkanın önünde geziniyordu. Islak elini yüzüne, boynuna gezdirip terini sildi. Cebinden çıkardığı küçük mendili ile kurulandı. Derin bir “offf” çekti. Kikos’a baktı. Dükkanın kapısına dayanmış ağzında bir sigara tutan Kikos gülümsüyordu.
–Ne oldu Horen Usta?
–Ne olsun Kikos? Yoruldum, yaşlandım.
–Yok yok, iyisin! Ne yaşlanması?
–Kikos, görmüyor musun, dükkana zor geliyorum? Geldiğime göre bari bir şey kazansam. Gün boyu birkaç Dramı’lık eşya satıyorum. Bazı günler hiç siftah etmeden eve gidiyorum.
–Senin durumun yine iyi Horen Usta, ya ben ne yapayım? Ayakkabısını tamir ettirecek birini beklemekten ben de bıktım artık. Bir de evdeki kadının dırdırı çekilmiyor.
–Hahaha, senin derdin anlaşıldı. Hangi kadın konuşmuyor ki?
–Benim ki hiç susmuyor…
Gülüştüler. Kikos dükkanın içinden gelen çay kokusunu içine çekerek:
–Horen Usta, çay hazır, bardağını al da gel, bir çay dökeyim.
Horen Usta’nın tombul yüzü biraz yayıldı. Dükkana girip içeriden çay bardağını alarak Kikos’un dükkanına girdi. İçerideki yapıştırıcı kokusu tam kaybolmamıştı. Bardağını Kikos’a doğru uzatırken kaşıyla çaydanlığı işaret etti:
–Türk çayı mı?
Kikos’un kaşları çatıldı. Bu adam her defasında kendisiyle alay ediyordu. Yalan söyleme şansı da yoktu. Çünkü bütün çayların ana vatanını, özelliğini kaç dakikada demlendiğini bile biliyordu. İçinden: “Pezeveng, her defasında bana bu soruyu sormazsa çatlar!” diye düşündü.
Sert bir sesle:
–Sen çayını iç, usta!
–Yahu seni anlamıyorum Kikos! Hem param yok diyorsun hem Türkler aleyhine yapılan her gösteriye koşarak gidiyorsun!
–Oraya gitmek gerek usta! Sen gitme, ben gitmeyeyim, peki kim gidecek?
–Valla Kikos, bu iş kabak tadı vermeye başladı. Anıtta toplanarak saatlerce bağırıp çağırıp, küfürler savuruyoruz. Bütün bunlar kimin umrunda? Elimize ne geçiyor? Birkaç TV çekim yapıyor, sonra herkes kendi işine bakıyor. Bize ekmek lazım. Türkleri en az senin kadar sevmiyorum ama bir yerde bırakmamız lazım.
–Horen Usta, bazen senin Ermeni olduğundan bile şüphe ediyorum!
–O neden?
–Konuşmalarını duyan seni Türk sanacak!
–Ne alakası var? Yüz yıl önce olan olayları her yıl, her yıl tekrar ede ede benim psikolojim bozuldu. Ben bıktım artık. Hem bizimkilerin hiç mi suçu yoktu? Sen gençsin, bilmezsin! Biz de epeyce Türk öldürdük. Yani intikamımız o zaman alınmıştı. Bulduğumuz çocuk, kadın, yaşlı herkesi öldürdük. Onlar da aynı şeyi yaptılar.
Evet, ben Türklere kızıyorum ama bizi satan Ruslara, Fransızlara, İngilizlere daha çok kızıyorum. Hiç birisi bize verdikleri sözü tutmadılar. Bizi kullandılar. Ölen Ermeniler oldu, buralara Ruslar sahip oldu. Yani biz öldük, Ruslar toprak kazandı. Güya bağımsız bir devlet kurduk ama 70 yıl Ruslar bizi yönetti. Öyleyse bizim dedelerimiz neden öldüler? Bizi Osmanlılar yönetirken hepimiz çok rahat yaşıyorduk. Ticaret ve sanat bizim elimizdeydi. Sonra ne oldu? Adımız bağımsız devlet oldu ama Ruslar bizi yönetti; ancak cebimizde beş Dramı paramız yok. Açlıktan nefesimiz kokuyor. Ne anladım ben bu bağımsız devletten.
Bak Kikos, bir devlet vatandaşının karnını doyuramıyorsa, güvenliğini sağlayamıyorsa o devlet bağımsız değildir. Şimdi söyle bana biz bağımsız bir devlet miyiz?
Kikos’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. Horen’in ailesini tanıyordu. Yoksa gerçekten de onun bir Türk dönmesi olduğuna inanacaktı. Sinirleri zıplamıştı. Kendisi her toplantıya katılırken bu adam hiçbir toplantıya gitmezdi. Üstelik kendisiyle alay ediyordu.
Bir an hiddetini yenemedi ve Horen’e bağırmak istedi; ama sonra vaz geçti. İçinden: “Bunlar hepsi satılmış! Belki de anasını bir Türk s....miş,” diye düşündü. Bu Horen’in çevresi çoktu. Kendisine gelen müşterilerin çoğu Horen Usta’yı tanıyor ve seviyordu. Bu nedenle ona kaba davranmak istemezdi.
En iyisi konuyu değiştirmekti. Sinirlerine hakim olmak için derin nefes alıp:
–Horen Usta bir çay daha koyayım mı?
Bunları derken sinirden eli ayağı titriyordu. Zoraki gülümseyerek devam etti:
–Sen de çayın kaynağını sorma! Çin’den gelen de var, Türkiye’den gelen de…
Horen Usta bugün neşeliydi. Kikos’un zayıf noktasını biliyordu ve bununla dalga geçmekten zevk alıyordu. Sinsi sinsi devam etti:
–Tamam sen çayı doldur! Kaynağını ben de biliyorum, sen de… Kızmana gerek yok, sormayacağım.
Her ikisi de zoraki gülümsediler.
Kikos başını salladı. İçinden: “Bu şerefsiz, Türk dölü sabah sabah moralimi bozdu!” diye mırıldanarak önlüğünü üstüne giydi.
Horen Usta önlüğünü giyen Kikos’u yalnız bırakması gerektiğini anlayarak:
–Çay için teşekkür ederim. Birazdan benim dükkanda çay içelim. Ancak peşin söyleyeyim, benimki halis Türk çayıdır!
Sinsi sinsi gülerek Kikos’a göndermede bulunup kendi dükkanına doğru yürüdü. Kikos sinirinden kudurmuştu. Önlüğünün düğmelerini iliklerken: “Hepinizin anasını Türkler becermiş! Hepiniz Türk dölüsünüz. Alçak namussuzlar!” diye söylendi.
O sinirle zımparalı freze masasına oturdu. Birkaç gün önce tamir için bırakılan ayakkabıyı eline aldı:
Ayakkabının altı delinmiş, yan tarafı ise açılmıştı.
Önce yan taraflarını zımparalayıp Çin malı yapıştırıcıyı sürdü. Eskiden saatlerce kurumaya bıraktığı yapıştırıcılar, şimdi birkaç dakika içinde kuruyordu. Bu defa da öyle oldu; Yapıştırıcı hemen kurudu. Ayakkabının sayasını2 delik kösele tabana yapıştırıp presledi. Sıra delik tabanını onarmaktaydı.
Bunun için daha önceden ayırdığı lastik bir parçayı eline alarak inceledi. Göz ayarı ile deliğin genişliğini ölçerek yama için bir parça kesti. Elindeki falçatayı kırmamak için özel bir gayret sarfediyordu. Uzun zamandır bekleyen lastik, epeyce sertleştiği için zor kesiliyordu. Küçük tezgahın üstünde ustalıkla kestiği lastiğin kenarlarını inceltti. Sonra zımpara taşı ile her iki tarafıda düzeltip yapıştırıcıyı sürdü. Kurumasını beklerken ayakkabıya dikkatlice baktı.
Her tarafı buruş buruş olmuş bu ayakkabının ömrü dolmuştu ama Ermenistan’daki ekonomik bunalım öyle bir hal almıştı ki, bazen yırtılan yamaya da yeni bir yama atıyordu. Derin bir iç geçirip, başını salladı.
Sabah olduğu için yapıştırıcı kokusu dükkandan çıkmamıştı. Tamir ettiği ayakkabıyı bir köşeye koyup dışarı çıktı. Küçük dükkanının sağ tarafında Horen Usta’nın nalburu sağ tarafında ise manifaturacı Vanik vardı.
Kapının önüne çıkınca Vanik bir müşterisini yolcu ediyordu. Vanik, düşünce olarak kendisine daha yakındı. O da Türkleri sevmezdi. Hele son zamanlarda Türkiye’den gelen çeşitli tekstil ürünlerinin ucuz olması nedeniyle dükkanda iş yapamaz hale gelmişti. Artık kimse elbiselik kumaş almıyordu. Çünkü dikiş parasından daha ucuz satılan hazır giyim Vanik’in defterini dürmüştü.
Bir ara o da hazır giyim satmayı düşünmüştü ama ilerleyen yaşı nedeniyle gençlerin tercihini tahmin etmekte zorlanıyordu. Üstelik kaçak yollarla Türkiye’ye gidenlerin getirdikleri bavul dolusu giyim çeşidi karşısında kafası karışıyordu. Ne satacaktı? Bayan giysi her zaman cazipti ama hergün değişen modayı takip etmesi zordu. Üstelik dükkanı da çok işlek bir yerde değildi.
Aldığı malların elinde kalması ihtimali vardı. Uzun uzun araştırmaların sonunda yine babadan kalma manifatura işini devam ettirmeğe karar vermişti. Müşterileri ise genelde kendi yaşındaki bayanlardı. Yatak çarşafı, ucuz perdelik, bez dokumalar gibi ev tekstili satıyordu.