Loe raamatut: «Arena İki »
TRANSLATED BY MERAL KARAMUK UĞURŞAN
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice için seçilmiş övgüler
“THE HUNGER GAMES kitabının konusu, sevdiklerini yeniden kazanmak için tüm çabalarını harcayan iki gencin hikayesi üzerinde kurulmuş. Herhangi bir hikayede gerçek güç, kahramanların nasıl karşılaştıkları, hareket ettikleri ve yaşamlarını idare ettikleri gibi durum ve olaylar üzerine kurulmaz ama ARENA BİR burada önceden tahmin edilebilenden uzaklaşarak, inanılırlık ve gücün çekici alemlerine giriyor. ARENA BİR inandırıcı, karışık bir dünyayı içeriyor ve distopyacı romanlar, güçlü kadın karakterler ve ender cesaret hikayeleri sevenlere önerilir.”
--Midwest Kitap YorumuD. Donovan, eKitap Yorumcusu
“İtiraf etmeliyim ki, ARENA 1’den önce kıyamet sonrası hiçbir şey okumamıştım. Sevebileceğim bir
Şey olduğunu düşünmemiştim… Fakat bu kitabın ne kadar bağımlılık yapıcı olduğunu görünce çok şaşırdım. ARENA 1, elinizden bırakmak istemediğiniz için gözleriniz kapanmaya başlayana kadar gece boyu okuyacağınız bir kitap. Okuduğum kitaplarda güçlü kadın kahramanları sevdiğim bir sır değil… Brook sıkı, güçlü, merhametli ve kitapta ayrıca romantizm de olmasına rağmen Brooke bununla yönetilmiyor… ARENA 1’i şiddetle tavsiye ederim. “
--Dallas Yroumcusu
Morgan Rice’ın Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR MEKTUPLARI
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
SAHİPLENİLMİŞ (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
KÖLE TÜCCARLARI ÜÇLEMESİ’ni sesli formatta Dinle!
Morgan Rice Telif Hakları © 2012
U.S 1976 Telif Hakkı Yasası kapsamında tüm hakları saklıdır. Yazarın izni olmadan bu eserin hiç bir bölümü her hangi bir biçimde çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yayınlanamaz. Her hangi bir biçimde bir bilgi kaynağında ya da erişim sisteminde saklanamaz.
Bu e-kitap yalnızca kişisel olarak yararlanmanız için lisanslıdır. Bu e-kitap tekrar satılamaz ya da bir başkasına hibe edilemez. Eğer bu kitabı başkası ile paylaşmak isterseniz lütfen her kişi için ayrı bir kopya sipariş edin. Eğer bu kitabı sipariş ederek okumuyorsanız ya da yalnızca sizin kullanmanız için sipariş edilmediyse lütfen iade edin ve kendi kopyanızı sipariz edin. Yazarın emeğine saygı duyduğunuz için teşekkür ederiz.
Bu eser bir hayal ürünüdür. İsimler, karakterler, iş yerleri, organizasyonlar, mekanlar , olaylar ve hatta yazarın yaratıcı kurgusu yalnızca hayal ürünü olarak kullanılmıştır. Yaşayan ya da ölü, gerçek kişilere olan benzerlik, tamamen rastlantısaldır.
Kapak görüntüsü Telif Hakkı f9photos, Shutterstock.com. lisansıyla kullanılmıştır.
"Korkaklar, ölmeden önce defalarca ölür; cesur insan ölümü bir kere tadar.
Duymuş olduğum tüm şaşılacak şeyler arasında, en garip olanı insanın korktuğudur, kaçınılmaz son, ölüm, gelindiği zaman kaçılmaz."
--Shakespeare, Julius Caesar
BİR
Yeryüzünde mükemmel görünen bazı günler vardır. Yok olacakmışsınız gibi bir sakinlik sizi sarıp sarmaladığında, dünyanın bütün endişelerinden sıyrılıp kendinizi büyük bir huzur içinde hissettiğinizde, bazı günler dünyayı belli bir dinginlik kaplar. Korkudan sıyrılmak. Yarından. Buna benzer anları tek başına sayabilirim.
Ve bu anlardan biri şu an.
Ben on üç yaşındayım, Bree ise altı ve biz kumsalda, yumuşak kumların üzerinde duruyoruz. Babam benim elimi tutuyor ve annem de Bree’nin elini… Dördümüz sıcak kumlardan okyanusa doğru yürüyoruz. Ağustos’un bu en sıcak gününde, okyanusun dalgalarının soğuk spreyini yüzümde hissetmek çok güzel. Dalgalar hepimize çarpıyor, annem ve babam keyifle gülüşüyorlar. Onları bu kadar eğlenirken hiç görmemiştim. Birbirlerine büyük bir sevgiyle baktılarını görüyorum ve bunu aklıma kazıyorum. Onların birlikteyken çok mutlu olduklarını gördüğüm birkaç andan biri bu ve bu anı unutmak istemiyorum. Bree, göğsünde, denizin dibindeki akıntıda ve bacaklarında kırılan dalgaların heyecanıyla, coşkuyla bağırıyor. Annem onu sıkıca tutuyor, babam da benim elimi sıkarak okyanusun çekiminden geri tutuyorlar.
“BİR! İKİ! ÜÇ!” diye bağırıyor babam.
Babam benim elimi, annem de Bree’nin elini tutarken havaya zıplıyorum. Dalganın üzerine çıkıyorum ve onu ezip, dalga sırtıma çarparken çığlık atıyorum. Babamın, doğanın gücü karşısında, orada öylece kaya gibi sert durmasına şaşırıyorum.
Okyanusa dalarken göğsüme gelen soğuk suyla şok içinde suya giriyorum. Denizdeki akıntı geri gelirken babamın ellerini sıkıca tutuyorum ve yine o beni sağlam bir biçimde yerimde tutuyor. O an babamın beni her şeyden sonsuza kadar koruyacağını hissediyorum.
Dalgalar ardı ardına geliyor ve hatırladığım kadarıyla uzun zamandan beri ilk kez anne ve babamın acelesi yok. Bizi defalarca kaldırdılar ve Bree her zamankinden daha büyük bir keyifle çığlık atıyor. Bu muhteşem yaz gününde, bu huzurlu kumsalda, bulutsuz gökyüzünün altında, dalgalar yüzüme sıçrarken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Güneşin batmasını, bunların hiçbirinin değişmesini istemiyorum. Bu şekilde sonsuza kadar burada kalmak istiyorum ve şu anda bunun olabileceğini hissediyorum.
Gözlerimi yavaşça, önceden gördüklerimle şaşırarak açıyorum. Okyanusta değilim ama bir sürat motorunun yolcu koltuğunda nehire doğru hızla alıyorum. Yaz değil ama kış ve banklar karla kaplanmış. Ara sıra yanımızdan buz parçaları geçiyor. Yüzüm suyla ıslanmış fakat bu okyanus dalgalarının yazdaki serin buğusu yerine kıştaki buzlu Hudson’un dondurucu serpintisi. Bunun bulutsuz bir yaz sabahı yerine bulutlu bir kış öğleden sonrası olduğunu anlayana kadar gözlerimi bir kaç kez açıp kapatıyorum. Neler olduğunu ve her şeyin nasıl değiştiğini anlamaya çalışıyorum
Ürpertiyle oturuyor ve etrafıma bakıp hemen korunuyorum. Hatırlayabildiğim kadarıyla hiç gün aydınlıkken uyumamıştım ve bu beni şaşırtıyor. Çabucak eşyalarımı alıp Logan’a bakıyorum. Logan gözlerini nehire dikmiş, direksiyonun başında sabırla duruyor, Hudson’u dolaşıyor. Dönüp Ben’i görüyorum. Başı elerinin arasında, gözleri nehire dalmış, kendi dünyasında kaybolmuş. Teknenin diğer tarafında Bree oturuyor. Gözleri kapalı, koltuğuna yaslanmış ve yeni arkadaşı Rose ona sarılmış omuzunda uyuyor. Yeni evcil hayvanımız tek gözlü Chihuahua kucağında kıvrılmış kestiriyor.
Ben de uyuyakaldığım için şaşkınım. Ama yere eğildiğimde elimde yarım şişe şampanya olduğunu farkediyorum. Alkolü farkediyorum. Yıllardır almadığım, adrenalin dolu günler ve uykusuz pek çok gece ile birleşen alkol beni bayıltmış olmalı.
Vücudum haşat, çok ağrılı ve yara bere içinde. Bu yüzden uyuyakalmış olmalıyım. Kendimi suçlu hissediyorum. Daha önce Bree’yi gözümün önünden hiç ayırmamıştım. Ama Logan’a bakınca onun güçlü duruşunu görüyorum. O etrafımızdayken, bunu yapacak kadar güven duymam gerektiğini anlıyorum. Bazı yönleriyle babama yeniden kavuşmak gibi. Bu yüzden mi onu düşünüyorum?
“Geri dönmen güzel.” diyor Logan derin bir sesle. Bana doğru bakarken dudaklarının kenarında küçük bir gülümseyiş oynuyor.
Öne eğilip bir tereyağı gibi ikiye böldüğümüz önümüzdeki nehire bakıyorum. Motorun gürültüsü kulakları sağır ediyor, tekne biraz sallanarak, ince hareketlerle yukarı aşağı hareket ediyor. Buz gibi su zerreleri doğruca yüzüme vuruyor ve eğilip günlerdir hala aynı giysilerin içinde olduğumu görüyorum. Ter, kan ve su zerrecikleriyle kaplanmış giysilerim bedenimi sarıyor ve şimdi su zerrecikleriyle nemliler. Islağım, üşüyorum ve açım. Sıcak bir duş, sıcak çikolata, gürül gürül yanan bir şömine ve yeni giysiler için her şeyi yapabilirim.
Ufku tarıyorum: Hudson uçsuz bucaksız, büyük bir deniz gibi. Her iki kıyıdan da uzak durarak ortadan devam ediyoruz. Logan olası avcılardan bizi koruyor böylece. Köle tüccarlarını hatırlayarak, bir iz var mı diye dönüp arkaya bakıyorum. Bir şey görmüyorum.
Geriye dönüp ufukta bizden önce başka tekneler var mı diye bakıyorum. Hiçbir şey yok. Bir hareket olup olmadığını görmek için kıyı şeridini tarıyorum. Yok. Sanki dünyada bir tek biz varmışız gibi. Aynı anda hem rahatlatıcı hem üzücü.
Yavaş yavaş gevşiyorum. Sanki sonzuza kadar uyumuşum gibi. Ama güneşin pozisyonuna bakınca öğlen saatleri olduğunu görüyorum. Bir saatten fazla uyumamalıydım, en çok. Tanıdık gelen bir kara parçası görmek için etrafıma bakıyorum. Olanlardan sonra neredeyse eve yaklaşıyoruz. Ama göremiyorum.
“Ne zamandır dışarıdayım?” diye soruyorum Logan’a.
Omuzunu silkiyor. “Belki bir saat.”
Bir saat, diye düşünüyorum. Sonsuzluk kadar uzun gibiydi.
Gaz göstergesini okuyorum ve yarısının boş olduğunu söylüyor. Bu iyiye işaret değil.
“Yakıt bulabileceğimiz bir yer var mı?” diye soruyorum.
Sorduğum an bunun aptalca bir soru olduğunu anlıyorum.
Logan bana gerçekten mi? der gibi bakıyor. Elbette bir yakıt deposu görse oraya uğrardı.
“Neredeyiz?” diye soruyorum.
“Bu kısım sana ait,” diyor. “Ben de sana aynı soruyu soracaktım.”
Nehri tekrar gözden geçiriyorum ama hala bir şey göremiyorum. Bu Hudson’la ilgili bir konu. Nehir çok geniş ve sonsuza kadar uzayıp gidiyor. Birinin yolunu kaybetmesi çok kolay.
“Beni neden uyandırmadın?” diye soruyorum.
“Neden uyandırayım? Uykuya ihtiyacın vardı.”
Ona ne söyleyeceğimi kesinlikle bilmiyorum. Bu Logan’la ilgili: Ondan hoşlanıyorum ve onun da benden hoşlandığını hissediyorum. Bunları birbirimize söyleyip söylemeyeceğimizi ise bilmiyorum. Daha da kötüsü o da ben de bundan kaçınıyoruz.
Altımızda beyaz su köpükleri ile sessizce yol alıyoruz. Böylece ne kadar gideceğimizi merak ediyorum. Yakıtımız bitince ne yapacağız?
Uzakta, ufukta bir şey farkediyorum. Bu, suyun içinde bir çeşit binaya benziyor. Önce bir şeyler gördüğümden emin olamıyorum ama sonra Logan başını çevirip gözünü dört açıyor ve onun da görmüş olduğunu anlıyorum.
“Sanırım bu bir köprü.” diyor. “Yıkık bir köprü.”
Doğru söylediğini anlıyorum. Yaklaştıkça büyüyen kıvrık ve çok yüksek bir metal parça, cehenneme yükselen bir anıt gibi.
Bu köprüyü anımsıyorum: bir zamanlar köprü nehrin üzerine güzelce kuruluydu. Şimdi ise keskin açılarla suyun içine dalan devasa hurda metal yığını.
Biz yaklaşırken Logan tekneyi yavaşlatıyor, motorlar susuyor. Hızımız düşüyor ve tekne şiddetle iki yana sallanıyor. Sivri uçlu metal parçaları fırlıyor her yerden ve Logan kendisine küçük bir çıkış yolu bulmak için tekneyi sağa sola çeviriyor. Üzerimize doğru eğilen köprünün kalıntılarına bakıyorum. İnsanlığın, birbirini öldürmeye başlamadan önce yüzlerce metre yükseklikte köprü yapabildiklerinin bir kanıtı gibi görünüyor.
“Tappan Zee,” diye uyarıyorum. “Şehrin bir saat kadar kuzeyindeyiz. Peşimizden gelirlerse onları atlatırız.”
“Peşimizden gelecekler.” diyor. “Bundan emin olabilirsin.”
Ona bakıyorum. “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Onları tanıyorum. Asla unutmazlar.’’
Son metal yığınını geçerken Logan hızı arttırıyor ve biz öne doğru hızlanırken arkama yaslanıyorum.
“Bizden ne kadar uzakta olduklarını düşünüyorsun?” diye soruyorum.
Ufka bakıyor endişeyle. Sonra omuzlarını silkiyor.
“Söylemek zor. Askerlerin hareketinin ne kadar süreceğine bağlı. Çok kar var ve bu bizim için iyi. Belki üç saat? Belki altı saat, eğer şanslıysak. İyi olan şey bu teknenin hızlı olması. Sanırım yakıtımız olduğu sürece onları atlatabiliriz.”
“Ama yapamayız.” diyorum açıkça göstererek. “Dolu depo ile ayrıldık, şu an yarısı boş. Bir iki saat içinde tamamen boşalacak. Kanada çok uzak. Nasıl yakıt bulacağımızı düşünüyorsun?”
Logan suya gözlerini dikmiş düşünüyor.
“Başka şansımız yok.” diyor. “Bulmak zorundayız. Başka yol yok. Duramayız.”
“Bir yerde dinlenmemiz gerekecek.” diyorum. “Yiyeceğe ve sığınacak bir yere ihtiyacımız olacak. Tüm gün ve gece bu soğukta kalamayız.”
“Aç kalmak ve donmak, köle tüccarlarına yakalanmaktan iyidir.” diyor.
Nehrin ilerisindeki babamın evini düşünüyorum. Şimdi önünden geçeceğiz. Yaşlı köpeğim Sasha’yı gömmek için ettiğim yemini anımsıyorum. Ayrıca taştan yapılmış bu yazlık evden alabileceğimiz ve bizi günlerce ayakta tutabilecek yiyecekleri düşünüyorum. Fazladan giysi, battaniye ve kibriti saymıyorum bile.
“Ben durmak istiyorum.”
Logan bana dönüp sanki deliymişim gibi bakıyor. Bundan hoşlanmadığını görebiliyorum.
“Neden bahsediyorsun sen?”
“Babamın evi. Catskill’de. Buradan bir saat kadar kuzeyde. Orada durmak istiyorum. Alabileceğimiz birçok şey var orda. İhtiyacımız olan şeyler. Yiyecek gibi. Ve…’’ duruyorum. “Köpeğimi gömmek istiyorum.”
“Köpeğini gömmek mi?” diye soruyor sesini yükselterek. “Sen delirdin mi? Bu yüzden hepimizin öldürülmesini mi istiyorsun?”
“Ona söz verdim.” diyorum.
“Söz mü verdin?” diye geri yanıtlıyor. “Köpeğine mi? Ölü köpeğine? Şaka yapıyor olmalısın.”
Dönüp ona baktığımda şaka yapmadığımı anlıyor.
“Eğer bir söz verdiysem, onu tutarım. Söz verdiysem seni gömerim.”
Başını sallıyor.
“Dinle!” diyorum sertçe. “Kanada’yı sen istedin. Başka herhangi bir yere gidebilirdik. Bu senin düşündü. Benim değil. Bu kasabanın var olduğunu kim biliyor? Seni hevesle takip ediyorum. Ve bu tekne yalnızca sana ait değil. Tek istediğim babamın evinde durmak. İhtiyacımız olan birkaç eşyayı almak ve köpeğimi huzura kavuşturmk. Çok uzun sürmeyecek. Onlar üzerinde korkunç bir etkimiz var. Lafı bile edilmeyecek kadar küçük bir bidon yakıtımız var orada. Çok değil ama yardımı dokunur.”
Logan yavaşça başını sallıyor.
“Yakıtı almamayı ve riske girmemeyi tercih ederim. Dağlardan söz ediyorsun. Denizden yirmi mil içeri ilerlemekten söz ediyorsun, doğru mu? Oraya nasıl ulaşacağımızı düşünüyordun? Gezerek mi?”
“Eski kamyonun nerede olduğunu biliyorum. Döküntü pikap. Gövdesi paslanmış ama hala çalışıyor. Ayrıca bizi oraya götürüp geri getirecek kadar yakıt var içinde. Nehir kenarında gizli. Nehir bizi doğruca ona götürecek. Kamyon bizi alıp geri bırakacak. Çok çabuk olacak. Sonra Kanada’ya yapacağımız uzun yolculuğa devam edebiliriz. Üstelik bunun için daha iyi durumda olacağız.”
Logan sessizce uzun uzun suya bakıyor. Elleriyle direksiyonu sıkıca kavramış. “Ne olursa olsun, riske attığın kendi hayatın. Ben teknede kalıyorum. İki saatin var. Eğer iki saat içinde geri gelmezsen ben giderim.”
Deliye dönüyorum. Ondan yüzümü çeviriyorum ve suya bakıyorum. Onun gelmesini istiyordum. Sanki o yalnızca kendini düşünüyormuş gibi hissediyorum ve bu çok canımı sıkıyor. Bundan daha iyi biri olduğunu sanıyordum.
“Yani sadece kendini düşünüyorsun öyle mi?” diye soruyorum.
Üstelik babamın evine giderken bana eşlik etmek istememsi de beni üzüyor. Bunu beklemiyordum. Biliyorum beimle gelmek istemeyecek ve aslında vereceği küçük bir destek için ona minnet duyabilirdim. Neyse. Hala kararlıyım. Bir söz verdim ve onu tutacağım. Onunla ya da onsuz.
Yanıt vermiyor ve tedirgin olduğunu görebiliyorum.
Ona bakmak istemediğim için suya bakıyorum. Motorun sürekli vınlaması ile birlikte su çalkalanırken ben yalnızca hayal kırıklığına uğradığımı değil ondan hoşlanmaya başladığımı da farkediyorum. Uzun süredir kimseye bağlı değildim. Birine yeniden bağlanmak fikri ürkütücü ve kendimi hazırlıksız hissediyorum.
“Brooke?”
Tanıdık bir sesle yüreğim ferahlıyor ve dönüp baktığımda kız kardeşimin uyandığını görüyorum. Rose da uyanmış. O ikisi, bir elmanın iki yarısı gibi, tek kişinin uzantıları gibiler.
Bree’nin hala burada yeniden benimle birlikte olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Bu bir rüya gibi. O alındığında, bir parçam bir daha onu canlı göremeyeceğimden emindi. Onunla olduğum her an bana ikinci bir şanş verildiğini hissediyorum ve ona göz kulak olmak için her zamankinden daha kararlıyım.
“Karnım aç.” diyor Bree elinin tersiyle gözlerini ovuştururken.
Penelope da Bree’nin kucağında uyanıyor. Durmadan titriyor ve sanki o da acıkmış gibi gözlerini iyice açarak bana bakıyor.
“Ben donuyorum.” diyor Rose omuzlarını ovalayarak. Üzerinde incecik bir tişört var ve kendimi ona baktıkça çok kötü hissediyorum.
Anlıyorum. Ben de açım ve üşüyorum. Burnum kıpkırmızı ve onu zorlukla hissediyorum. Teknede bulduklarımız harika şeyler ama yeterli değiller, hele de çok açken. Üstelik bu saatler önceydi. Tekrardan yiyecek dolabında ne kadar az yiyeceğin kaldığını ve bizi ne kadar idare edeceğini düşünüyorum. Yiyecek temin etmemiz gerektiğini biliyorum. Ama işte yeniden hepimiz açız ve ben Bree’nin bu durumuna dayanamıyorum.
“Fazla yiyeceğimiz kalmadı.’’ diyorum ona. “Ama size az da olsa bir şeyler verebilirim. Biraz kurabiye ve krakerimiz var.”
“Kurabiye!” diye ikisi aynı anda bağırıyor. Penelope havlıyor.
“Bunu yapamam.” diye geliyor Logan’ın sesi hemen yanıbaşımdan.
Ona bakınca, onaylamamış gibi bana baktığını görüyorum.
“Yiyecek depolamamız gerek.”
“Lütfen!” diye ağlıyor Bree. “Bir şeyler yemem gerek. Açlıktan ölüyorum.”
“Onlara yiyecek vermeliyim.” diye sertçe geri yanıtlıyorum. Logan’ın aklının nerde olduğunu anlamıyorum ama merhametsizliği beni rahatsız ediyor. “Her birimize birer kurabiye dağıtacağım. Hepimiz için.”
“Peki ya Penelope?” diye soruyor Rose.
“Köpek bizim yiyeceğimizi yemeyecek.” diyor Logan. “O kendi başına.”
Mantıklı davrandığını bilmeme rağmen içimden Logan’a karşı başka bir üzüntü dalgası yayılıyor. Rose ve Bree’nin yüzlerindeki bu üzgün ifadeye bakarken ve Penelop tekrar havlarken, onun aç kalmasına izin veremem. Sessizce kendi payımın birazını ona vermek istiyorum.
Dolabı açıp kalan yiyeceğimizi kontrol ediyorum. İki paket kurabiye, üç paket kraker, birkaç paket ayılı şekerleme ve yarım düzine çikolata barlarından görüyorum. Biraz da önemli yiyeceklerden olmasını çok isterdim. Beş kişi için günde üç öğün yemeği sonunda nasıl yetireceğimizi bilmiyorum.
Kurabiyeleri çıkarıp herkese birer tane dağıtıyorum. Ben nihayet bunu yemek olarak kabul edip bir kurabiye alıyor. Gözlerinin altında siyah halkalar oluşmuş. Hiç uyumamış gibi görünüyor. Yüz ifadesi son derece üzücü. Kardeşini kabetmiş olmaktan dolayı son derece harap görünüyor ve kurabiyeyi ona verirken ona bakmamak için başımı çeviriyorum.
Teknenin ön kısmına gelip Logan’ınkini uzatıyorum. Kurabiyeyi alıp elbette ki sonradan yemek için sessizce cebine koyuyor. Bu gücünü nereden aldığını bilmiyorum. Ben çikolatalı kurabiyenin kokusuna bile dayanamam. Ben de sonra yemek için saklamalıyım ama buna dayanamıyorum. Kaldırıp bir kenara koymak için minik bir parça ısırıyorum ama tadı öyle güzel ki, son parçayı Penelope’a ayırarak tamamını yalayıp yutuyorum.
Bir şey yemek iyi hissettiriyor. Şeker önce başıma sonra bedenime yayılıyor ve bunlardan bir düzine yemek istiyorum. Karın ağrısıyla derin bir nefes alıp kendimi kontrol etmeye çalışıyorum.
Nehir kıvrılarak dönerken gittikçe daralıyor ve kıyılar birbirine yaklaşıyor. Karaya yakınız ve kıyı şeridinde bir tehlike var mı diye bakarken endişeleniyorum. Virajı dönerken soluma bakıyorum ve yüksek bir kayalığın üzerinde şu an bombalanıp harap olmuş görünen sur kalıntıları görüyorum. Gördüğüm şeyin bir zamanlar ne olduğunu anladığımda çok şaşırıyorum.
“Batı noktası.” diyor Logan. O da benimle aynı anda farketmiş olmalı.
Amerikan gücünün bir kalesini şimdi bir moloz yığını olarak görmek şok edici. Kalenin eğilmiş bayrak direği Hudson tepelerinin üzerinde gevşek biçimde asılı duruyor. Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor.
“Bu nedir?” diye soruyor Bree dişlerini birbirine çarparak. O ve Rose teknenin önüne gelip yanımda duruyor ve benim baktığım yöne bakıyorlar. Ona söylemek istemiyorum.
“O bir şey değil tatlım.” diyorum. “Yalnızca bir kalıntı.”
Kolumu ona sarıp onu kendime çekiyorum. Diğer kolumu da Rose’a sarıp onu da kendime çekiyorum. Omuzlarını olabildiğince iyi ovalayarak onları ısıtmaya çalışıyorum.
“Eve ne zaman gidiyoruz?” diye soruyor Rose.
Logan ve ben birbirimize bakıyoruz. Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum.
“Eve gitmiyoruz.” diyorum Rose’a olabildiğince nazik. “Ama kendimize yeni bir ev bulmak için yola çıktık.”
“Eski evimizde durmayacak mıyız?” diye soruyor Bree.
Tereddüt ediyorum. “Evet.” diyorum.
“Ama oraya geri dönmeyeceğiz değil mi?” diye soruyor.
“Doğru.” diyorum. “Artık orada yaşamamız çok tehlikeli.”
“Tekrar orada yaşamak istemiyorum.” diyor. “O evden nefret ediyorum. Ama Sasha’yı orada bırakamayız. Durup onu gömecek miyiz? Söz vermiştin.”
Bence Logan’la tekrar konuşmalıyım.
“Haklısın.” diyorum yumuşak bir sesle. “Söz verdim ve evet, duracağız.”
Logan keyfi kaçık biçimde arkasını dönüyor.
“Peki ya sonra?” diye soruyor Rose. “Sonra nereye gideceğiz?”
“Nehrin yukarısına doğru gitmeye devam edeceğiz.” diye açıklıyorum. “Bizi götürdüğü yere kadar.”
“Nehir nerede bitiyor?” diye soruyor.
Bu iyi bir soru ve ben bunu çok daha derin bir soru olarak algılıyorum. Bunların hepsi nerede bitecek? Biz ölünce mi? Biz kurtulunca mı? Hiç bitecek mi? Görünürde herhangi bir son var mı?
Yanıtım yok.
Dönüyorum ve diz çöküp onun gözlerine bakıyorum. Ona umut vermek istiyorum. Yaşamak için bir neden.
“Huzurlu bir yerde bitecek.” diyorum. “Gittiğimiz yerde her şey yeniden çok güzel olacak. Parıldayan tertemiz sokaklar, her şey yeniden mükemmel ve güvenli. Orada insanlar olacak, dost insanlar. Bizi alacaklar ve koruyacaklar. Yiyecek de olacak. Her zaman yiyebileceğin gerçek yiyecekler. Bugüne kadar gördüğün en güzel yer olacak orası.”
Rose’un gözleri kocaman açılıyor.
“Gerçekten mi?” diye soruyor.
Başımla onaylıyorum. Yavaşça gülümsemeye başlıyor.
“Oraya ulaşmamız ne kadar sürer?”
Gülümsüyorum. “Bilmiyorum tatlım.”
Bree, Rose’dan daha alaycı.
“Bu gerçekten doğru mu?” diye soruyor yumuşakça. “Öyle bir yer gerçekten var mı?”
“Var.” diyorum ona sesimi en inandırıcı tona ayarlamaya çalışarak. “Doğru değil mi Logan?”
Logan bakıp kısaca onaylıyor ve tekrar arkasını dönüyor. Kanada’ya tek inanan, vadedilmiş topraklara inanan o. Şimdi nasıl inkar edebilir ki?
Hudson dönüp kıvrılarak daralıyor sonra yeniden genişliyor. Sonunda tanıdık bir araziye giriyoruz. Tanıdık eski yerleri hızla geçerek babamın evine daha çok yaklaşıyoruz.
Başka bir kıyıya dönüyoruz ve yalnızca kayalık bir yüzeyi olan, küçük, ıssız bir ada görüyorum. Üzerinde, ışığı uzayıp giden harabeden daha kötü bir deniz feneri oturuyor.
Başka bir kıyıya dönüyoruz ve uzakta, daha birkaç gün önce köle tüccarlarından kaçarken üzerinden geçtiğim köprüyü farkediyorum. Orada, köprünün tam ortasında, sanki tam orta yere yıkıcı bir top atılmış gibi ucu açık koca bir delik haline gelmiş merkezi görüyorum. Eskiden, Ben ile birlikte motosikletlerimizle orada yarış yaptığımız zaman neredeyse içine düşeceğimiz gün geldi aklıma. Hala inanamıyorum. Neredeyse varmak üzereyiz.
Yaklaştıkça, o gün Ben'in beni nasıl kurtardığını anımsıyorum. Dönüp ona bakıyorum; suratı asık bir şekilde suyun içine bakıyor.
“Ben…” diye sesleniyorum.
Dönüp bana bakıyor.
“Şu köprüyü hatırlıyor musun?”
Köprüye doğru dönüp baktığında gözlerinde bir korku belirdiğini fark ediyorum. Hatırlıyor.
Bree dirseği ile beni dürterek, “Penelope'a kurabiyelerimden versem olur mu?” diye soruyor.
“Ben de!” diye giriyor araya Rose.
“Elbette…” diyorum yüksek sesle Logan duyabilsin diye. Buradaki tek sorumlu o değil; biz de bize ait olan yiyeceklerimizle istediğimizi yapabiliriz.
Rose'un kucağındaki köpek, sanki aramızda geçen diyaloğu anlamışçasına birden canlanıyor. Bu, gerçekten inanılmaz. Böylesi zeki bir hayvan şimdiye kadar hiç görmedim.
Bree, kurabiyelerinden birini köpeğe vermek için uzandığında elini tuturak onu durduruyorum.
“Bekle…” diyorum. “Onu besleyeceksen şayet, bir ismi olmalı; öyle değil mi?”
“Ama tasması yok ki…” diyor Rose. “İsmi herhangi bir şey olabilir.”
“O, artık senin köpeğin.” diyorum. “Ona yeni bir isim koy.”
Rose ve Bree birbirlerine bakıyorlar.
“Ne koysak ki?” diye soruyor Bree.
“Penelope nasıl?” diyor Rose.
“Penelope!” diye haykırıyor Bree. “Sevdim!”
“Ben de sevdim.” diyorum.
“Penelope!” diye çağırıyor köpeği Rose.
İnlinçtir ki, köpek bu ismi duyar duymaz dönüp bakıyor; sanki gerçek ismi buymuş gibi.
Bree, uzanıp köpeğe kurabiyelerinden verirken gülümsüyor. Penelope, kurabiyeyi elinden kaptığı gibi bir çırpıda midesine indiriyor. Bree ve Rose neşe içinde aralarında gülüşüyorlar ve Rose da kurabiyesinden kalanı köpeğe veriyor. Penelope onu da bir çırpıda midesine indiriyor. Ben de son kurabiyemi ona veriyorum. Penelope heyecan içinde üçümüze bakarak üç kez havlıyor.
Hep birlikte gülüyoruz. Bir an için, neredeyse tüm sıkıntılarım aklımdan uçup gidiyor.
Ama tam o anda, uzaktan, Bree'nin arkasında gözüm bir şeye takılıyor.
“İşte!” diyorum Logan'a, sol tarafı göstererek. “Gitmemiz gereken yer orası. O tarafa dön!”
Hudson'un buzları üzerinde Ben ile birlikte motosikletlerimizle geçtiğimiz yarımadayı görüyorum. Bana o günü, o yarışın ne denli çılgınca bir şey olduğunu anımsatıyor. Hala hayatta olmam bir mucize.
Logan, takip eden var mı diye arkasını kolaçan ediyor; ardından, gönülsüz bir şekilde, yavaşlayarak o tarafa yöneliyor ve bizi körfeze doğru götürüyor.
Yarımadanın ağzına vardığımızda gergin ve dikkatli bir biçimde etrafa bakınıyorum. İç kısımlara doğru giden yolu takip ederek ilerliyoruz. Kıyıya artık çok yakınız; yıkık dökük su kulesini geçince oradayız. Devam ediyoruz ve çok geçmeden, kasabanın harabeleri boyunca direk merkeze doğru yol alıyoruz. Catskill… Kıyıları yanmış binalarla dolu ve sanki bombalanmış gibi harap bir görünüme sahip kasaba…
Yavaş yavaş merkeze yaklaştıkça iyice gerginleşmeye başlıyoruz. Sahil, artık bir adım ötemizde sanki… Pusuya yakalanıyoruz; farkında olmadan elimi, belimdeki bıçağıma atıveriyorum. Logan da aynı şekilde…
Arkamı dönüp Ben'i kontrol ediyorum; adeta, taş kesilmiş gibi kaskatı durmakta.
“Kamyon nerede?” diye soruyor Logan gergin bir ses tonuyla. “Çok fazla merkeze doğru gitmeyeceğim, haberiniz olsun. Herhangi bir şey olursa, en hızlı şekilde Hudson'a gidebilmeliyiz. Bu, bir ölüm tuzağı…” diyor dikkatle sahili gözlemleyerek.
Benim de gözüm sahilde. Ama görebildiğim kadarıyla sahilde tek bir hayat belirtisi dahi yok; öylesine boş, öylesine ıssız ve öylesine donuk.
“Şuraya bak!” diyorum parmağımla işaret ederek. “Orası, eski kulübe mi? İç kısımda…”
Logan, otuz metre kadar daha giderek kulübeye doğru dönüyor. Tam orada, küçük eski bir rıhtım var. Logan, botu sahilden bir fit uzağa çekmeği başarıyor. Motoru durdurup çapayı tuttuğu gibi denize fırlatıyor. Ardından botun halatını alarak bol bir düğüm atıyor ve onu rıhtımdaki paslı metal direğe fırlatıyor. Direğe attığı halatı çekerek bizi kıyıya kadar yanaştırıyor ve halatı sıkılaştırıyor. Böylece, rıhtıma çıkabiliyoruz.
“İniyor muyuz?” diye soruyor Bree.
“Ben iniyorum.” diyorum. “Siz beni burada, botun içinde bekleyin. Sizin çıkmanız çok tehlikeli olur. Hemen döneceğim. Sasha'yı da gömeceğim; söz veriyorum.”
“Hayır!” diye bağırıyor. “Söz vermiştin; bir daha asla ayrılmayacaktık. Söz vermiştin! Beni burada yalnız başıma bırakamazsın! Bunu YAPAMAZSIN!”
“Seni yalnız başına bırakmıyorum.” diye cevap veriyorum yüreğim buruk bir şekilde. “Logan, Ben ve Rose da burada seninle olacak. Güvende olacaksın. Söz veriyorum.”
Fakat Bree aniden ayağa kalkarak kıyıya, direk karın içine atlıyor.
Ellerini beline koymuş bir vaziyette kıyıda ayakta durarak karşı koyar bir ifadeyle bana bakıyor.
“Anca beraber, kanca beraber!” diyor.
Bu tutumu üzerine tek yapabildiğim derin bir nefes almak oluyor. Zira, biliyorum ki bir kere bir şeye karar verdiyse bir daha geri adım atmaz.
Onun yanımda olması sorumluluğumu daha da arttırıyor ama bir yanım, onun sürekli gözümün önünde olmasından oldukça memnun. Hem, onu vazgeçirmeye çalışmak sadece zaman kaybı olacak.
“Tamam…” diyorum. “Ama yanımdan bir adım bile ayrılmayacaksın, söz mü?”
Başıyla tasdik ederek, “Söz!” diyor.
“Korkuyorum!” diyor Rose gözleri açık bir şekilde Bree'ye bakarak. “Bottan inmek istemiyorum. Penelop ile birlikte burada kalmak istiyorum. Olur mu?”
“Elbette…” diyorum. Bir de onun sorumluluğunu almak istemiyorum.
Ben'e dönüyorum. O da üzgün gözlerle bana bakıyor. O bakışları görmemek için başımı çevirmek istiyorum ama duygularımı kontrol ederek kendimi zorluyorum.
“Sen geliyor musun?” diye soruyorum, "Evet" demesini ümit ederek. Beni hayal kırıklığına uğratıp botta kalmayı tercih eden Logan'a sinirliyim. Çünkü gerçekten bir desteğe ihtiyacım var.
Fakat Ben, hala şaşkın bir ifade ile sadece bana bakıyor. Sanki beni anlamamış gibi bir ifade var yüzünde. Çevresinde olup bitenleri tam anlamıyla kavrayıp kavrayamadığını merak ediyorum doğrusu.
“Geliyor musun?” diye soruyorum daha vurgulu bir şekilde. Zira, bu durumda gösterecek sabrım yok.
Yavaşça kafasını sallayarak geriliyor. Gerçekten gelmeyecek. Onu affetmeye çalışıyorum ama bu, çok zor.
Bottan inmek üzere arkamı dönüyorum ve rıhtıma atlıyorum. Karaya ayak basmış olmak çok güzel bir duygu.
“Bekle!”
Arkamı döndüğümde Logan'ın kaptan koltuğundan kalktığını görüyorum.
“Böyle bir rezalet olacağını biliyordum zaten.” diyor.
Botun içinde eşyalarını toplamaya başlıyor.
“Ne yapıyorsun?” diye soruyorum.
“Sence?” diye soruyor. “Sizi yalnız gönderecek değilim.”
O anda içim rahatlıyor. Tek başıma gidecek olsaydım, o kadar umursamazdım ama Bree'yi de kollamak için bir kişinin daha olması beni çok rahatlatıyor.