Loe raamatut: «Ölümlülerin Rüyasi »

Font:
Morgan Rice Hakkında

Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on iki kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.

Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!

Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları

“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor.  Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”

–-Books and Movie Reviews, Roberto Mattos

“Eğlenceli bir epik fantezi.”

–Kirkus Reviews

“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”

–-San Francisco Book Review

“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”

–-Publishers Weekly

“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”

–-Midwest Book Review

Morgan Rice Kitapları
TAÇLAR VE GÖRKEM
KÖLE, SAVAŞÇI, KRALİÇE (Book #1)
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
GÖLGELER DİYARI (5. Kitap)
CESURUN GECESİ (6. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
GURUR AĞLAYIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA 1: KÖLETÜCCARLARI (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
TAKINTII (12. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin !
Morgan Rice © 2014

Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.


Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.


Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.

Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.


BİRİNCİ BÖLÜM

Gwendolyn ağır ağır kumlarla kaplı gözlerini tüm gücünü kullanarak açtı. Gözlerini sadece biraz aralayabildi ve bulanık ve günışığıyla dolu bir dünyaya bakıp gözlerini kırpıştırdı. Yukarıda bir yerde, parlak çöl güneşleri ışıldıyor, gözlerini muhteşem bir beyazlıkla kamaştıran bir dünya oluşturuyordu. Gwen hayatta olup olmadığını bilemiyordu, ama olduğunu sanıyordu.

Gözleri ışıktan kamaşmış olan Gwen başını sağa veya sola çeviremeyecek kadar bitkindi. Ölü olmak böyle bir şey miydi, diye düşündü.

Birden suratına bir gölge düştü ve gözlerini kırpıştırıp bakınca, tepesinde ufak bir yaratığın suratını kaplayan ve karanlıkta bırakan kapkara bir başlık gördü. Gwen’in görebildiği tek şey yaratığın ona bakan ve çölün zemininde kaybolmuş bir nesneymiş gibi onu inceleyen sarı renkli pörtlek gözleriydi. Yaratık tuhaf bir cıyaklama sesi çıkardı ve Gwen onun bilmediği bir dilde konuştuğunu fark etti.

Ayak sesleri duyuldu, ufak bir toz bulutu oluştu ve yaratıktan iki tane daha tepesinde belirdi; onların da suratını başlıkları örtüyor, gözleri parıldıyor, güneşten daha parlak bir ışıltı saçıyordu. Yaratıklar ciyaklayarak birbirleriyle konuşuyor gibiydiler. Gwen bunların ne tür yaratıklar olduğunu bilemiyordu ve o sırada aklından bir kez daha hayatta olup olmadığı, tüm bunların bir rüya olup olmadığı geçiyordu. Yoksa bu çöl sıcağında onu son birkaç gündür rahat bırakmayan sanrılardan daha biri miydi?

Gwen birisinin omzunu dürtüklediğini hissedince, yine gözlerini açtı ve yaratıklardan birinin elindeki asayla onu dürtüp sarstığını, hayatta olup olmadığını anlamaya çalıştığını gördü. Elini uzatıp asayı öfkeyle itmek istedi, ama bunu bile yapamayacak kadar bitkindi. Gerçi dürtüklenmek onu iyi hissettirmişti; belki de gerçekten de hala hayattaydı.

Gwen aniden bileklerini ve kollarını saran uzun ve ince tırnaklar hissetti ve ayağa kaldırılıp bir tür kumaşın, belki bir kanvas kumaşın üstüne yatırıldığını hissetti. Çölün zemininde sürüklendiğini, güneşin ardına doğru geri geri kaydığını hissetti. Öldürülmek için mi bir yere götürüldüğünü bilmiyordu, ama bunu umursayamayacak kadar güçsüzdü. Başını kaldırıp her şeyin yanından geçtiğini, bu arada gökyüzünün sarsıldığını, güneşlerin cayır cayır yandığını ve her zamanki gibi parıldadığını gördü. Kendisini hiç o kadar güçsüz veya susuz kalmış hissetmemişti; içine çektiği her nefesle birlikte ateş yutuyormuş gibiydi.

Aniden dudaklarına soğuk bir sıvının döküldüğünü fark etti ve yaratıklardan birinin üstüne eğildiğini, bir keseden ona su içirmeye çalıştığını gördü. Dilini çıkarmak için bile tüm enerjisini kullanmak zorunda kaldı.  Soğuk su boğazından geriye aktı, ama hala ateş yutuyormuş gibiydi. Boğazının o kadar kuruyabileceğini fark etmemişti.

Kana kana suyu içti ve en azından o yaratıkların dostane olmalarına rahatladı. Ama yaratık birkaç saniye sonra ona su vermeyi kesip keseyi geri çekti.

“Daha,” diye fısıldamaya çalıştı Gwen, ama sözcükler hala ağzından çıkmıyordu. Sesi hala çok çatlaktı.

Gwen’i çekmeye devam ettiler ve bu sırada onlardan kurtulmak, uzanmak ve o keseyi kapmak, içindeki tüm suyu içmek için enerjisini toparlamaya çalıştı. Ama kolunu dahi kaldıracak gücü yoktu.

Gwen çekilmeye devam edildi; bacakları ve ayakları altındaki engebelere ve taçlara çapıyordu ve yol bitmek bilmiyordu. Bir süre sonra, aradan ne kadar vakit geçtiğini anlayamayacak hale geldi. Aradan günler geçmiş gibiydi. Duyduğu tek ses etrafa daha çok toz ve ısı taşıyan çöl rüzgârının sesiydi.

Gwen dudaklarında biraz daha soğuk su hissedince, bu sefer su tekrar çekilene dek daha çok içmeyi başardı. Gözlerini biraz daha açabildi ve suyu geri çeken yaratığı görürken,  ona bir anda fazla su vermemek için suyu ona yavaş yavaş verdiğini anladı.  Boğazından akan su bu sefer canını o kadar yakmadı ve damarlarına akan suyu hissetti. Buna ne kadar ihtiyacı olduğunu anladı.

“Lütfen,” dedi. “Daha.”

Ama yaratık suyu ona içirmek yerine suratına, gözlerine döktü ve Gwen ısınmış tenine akan soğuk suyun onu canlandırdığını hissetti. Gözkapaklarını kaplayan tozlar biraz silindi ve gözlerini daha da açabildi… Etrafında neler olup bittiğini görebilecek kadar açabilmişti.

Gwen dört bir yanında düzinelerce o yaratıklardan olduğunu, bunların ayaklarını sürüye sürüye çölde kapkara pelerinleriyle başlıklarıyla yürüdüklerini, kendi aralarında cıyaklama sesleriyle konuştuklarını fark etti. Birkaçının birilerini daha taşıdığını da görebildi ve Kendrick, Sandara, Aberthol, Brandt, Atme, Illepra, bebek, Steffen, Arliss, birkaç Gümüş askeri ve Krohn’u görünce rahatladı. Yaklaşık olarak bir düzine kişi taşınıyordu.  Arkadaşları yanında taşınıyordu ve Gwen o sırada hayatta olup olmadıklarını anlayamıyordu. Ama hepsinin baygın halde yatışından, sadece ölü olduklarını varsayabiliyordu.

Hayal kırıklığına uğradı;  Tanrı’ya bunun doğru olmaması için dua etti. Ama bu konuda karamsardı. Ne de olsa, orada kim hayatta kalabilirdi? Kendisinin bile kurtulduğundan hala emin değildi.

Gwen taşınmaya devam ederken gözlerini yumdu ve tekrar açtığında, uyuya kaldığını fark etti. Aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu, ama vakit henüz çok geç değildi ve iki güneş de gökte daha yeni alçalmaya başlamıştı. Onu hala bir yere taşıyorlardı. Bu yaratıkların kimler olduğunu merak etti; bir tür çöl gezgini, belki de orada yaşamayı başaran bir kabile olduklarını tahmin etti. Onu nasıl bulduklarını, nereye götürdüklerini düşündü. Bir yandan, onu kurtardıkları için memnundu, öte yandan onu öldürmek için mi bir yere götürdüklerini kimse bilemezdi. Kabile için yemek mi olacaktı?

Her halükarda, bu konuda bir şey yapamayacak kadar güçsüz ve bitkindi.

Gwen gözlerini açtı; aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu, ama bir hışırtı sesi onu uyandırmıştı. İlk başlarda, bunun çölün zemininde biraz ötede sürüklenen bir dikenli çalılık olduğunu sandı. Ama ses giderek artınca ve kesilmeyince, başka bir şey olduğunu anladı. Bir kum fırtınası gibiydi. Giderek şiddetlenen, amansız bir kum fırtınası.

Buna yaklaştıklarında, onu taşıyan o yöne döndüler ve Gwen etrafına bakınınca hiç şahit olmadığı bir manzarayla karşılaştı. Özellikle de buna giderek yaklaştıkları için midesini alt üst eden bir manzaraydı: Orada, belki elli adım kadar ileride şiddetli bir kum duvarı vardı ve gökte o kadar yükseklere ulaşıyordu ki, bir sonu olup olmadığını bile göremiyordu. Rüzgâr bunun arasından sert sert, zapt edilmiş bir kasırga gibi esiyordu. Kumlar şiddetle havada dönüyordu ve öylesine yoğundu ki Gwen arasında ne olduğunu bile göremiyordu.

Doğrudan bu şiddetli kum duvarına yürüdüler; ses o kadar yüksekti ki, kulakları sağır ediyordu. Gwen bunun sebebini merak etti. Ani bir ölüme yaklaşıyor gibiydiler.

“Geri dönün!” demeye çalıştı Gwen.

Ama sesi çatlaktı ve özellikle rüzgâr yüzünden kimsenin duyamayacağı kadar hafifti. Zaten onu duysalar bile dinleyeceklerinden emin değildi.

Gwen yaratıklar onu dönen kumdan duvara doğru götürürlerken kumların tenini sıyırdığını, birden iki yaratığın ona yaklaşıp üstüne uzun ve kalın bir örtü örttüklerini, bedenini ve suratını kapladıklarını hissetti. Yaratıkların onu korumak istediklerini anladı.

Bir saniye sonra, Gwen kendisini dönen şiddetli bir kum duvarının içinde buldu.

Duvarın içine girerlerken ses o kadar yüksekti ki Gwen sağır olacağını sandı ve bundan nasıl hayatta kalabileceğini merak etti. Ama sonra üstüne örtülen kanvas örtünün onu kurtardığını hissetti; kumaş suratının ve teninin şiddetli kum duvarı tarafından parçalanmasını engelliyordu. Göçebeler başlarını kum duvarından etkilenmemek için iyice önlerine eğmiş, adeta bunu daha önce pek çok kere yapmışlar gibi yürüyorlardı.  Onu kumların arasına itmeye devam ettiler ve kumlar etrafında dönerken Gwen bunun hiç sona erip ermeyeceğini merak etti.

Sonra, nihayet sessizlik oldu. Gwen’in hayatında hiç tatmadığı kadar tatlı mı tatlı bir sessizlik etrafı kapladı. İki göçebe gelip üstündeki kanavası çektiler. Gwen kumdan duvarı aştıklarını ve diğer tarafa geçtiklerini gördü. Ama acaba neyin öteki tarafına geçtik diye düşündü.

En sonunda,  onu taşımayı kestiler ve Gwen o anda tüm sorularının yanıtlarını alabildi. Onu yavaşça yere bıraktılar. Gwen hiç kıpırdamadan göğe bakarak öylece yattı. Birkaç kere gözlerini kırpıştırdı ve karşısındaki manzarayı idrak etmeye çalıştı.

Yavaş yavaş manzara netleşti. Son derece yüksek, taştan bir duvar gördü; duvar yüzlerce adım bulutlara kadar yükseliyordu. Her yöne doğru ilerliyor, ufukta gözden kayboluyordu. Bu yüksek yamaçların en tepesinde, Gwen siperler ve duvarlar gördü; bunların üstündeyse üstlerinde güneşin altında parıldayan zırhlar olan binlerce şövalye duruyordu.

Buna bir anlam veremedi. Orada nasıl olabilirler diye düşündü. Çölüm ortasında şövalyeler mi? Onu nereye getirmişlerdi?

Derken, bir anda irkilerek nerede olduğunu anladı. Aradıkları yeri bulduklarını ve Büyük Hiçliği aşıp oraya varabildiklerini fark ettiği anda kalp atışları hızlandı.

Orası gerçekti.

İkinci Halka’ya gelmişlerdi.

İKİNCİ BÖLÜM

Angel kafa üstü hızla aşağıdaki azgın denizin sularına doğru düştüğünü hissetti. Thorgrin’in bedeninin hala suyun altıdan olduğunu, baygın ve gevşek bir halde her saniye daha da derinlere battığını görebiliyordu. Onun birkaç saniye içinde ölebileceğini ve gemiden atladığı anda atlamamış olsaydı onun kesinlikle bir yaşama şansı olmayacağını biliyordu.

Onu kurtarmaya niyetliydi… Canını kaybedecek, orada onunla birlikte ölecek olsa da bunu yapacaktı. Nedenini gerçekten de anlayamıyordu, ama adasında ilk karşılaştıkları andan beri onunla arasında yoğun bir bağ olduğunu hissediyordu. Thor tanıdığı kişiler arasında cüzamından korkmayan, buna rağmen ona sarılan, onu normal bir kişi olarak gören ve bir dakika bile ondan uzak durmamış olan ilk kişiydi. Angel ona çok şey borçlu olduğunu, derin bir sadakat beslediğini ve bedeli ne olursa olsun hayatını onun için feda edebileceğini hissediyordu.

Suya çarpıp battığında, teninin buz gibi sularla adeta kesildiğini hissetti. Bir milyon tane hançer bedenine saplanıyor gibiydi. Su o kadar soğuktu ki, onu irkiltmişti. Daha da derinlere dalmak için nefesini tuttu ve bulanık suda gözlerini açıp Thorgrin’i aramaya koyuldu. Karanlıkta onu giderek daha da derinlere battığını hayal meyal görür gibi oldu. Bacaklarını tekrar tekrar çarpıp elini uzattı ve aşağı doğru hızlanıyor olmasını kullanarak onu yakasından yakaladı.

Thor düşündüğünden daha ağırdı. İki kolunu onun boynuna dolayıp arkasına döndü ve bacaklarını güçle çırparak gücünün tamamını suya daha fazla batmamaları ve yukarı doğru gidebilmek için kullandı. Angel iri yarı ve güçlü değildi, ama büyürken bacalarının bedeninin üst kısmının sahip olmadığı bir güce sahip olduğunu öğrenmişti. Kolları cüzam yüzünden güçsüzdü, ama bacakları esas becerisiydi, bir erkeğinkinden de güçlüydü. O sırada, canlarını kurtarmak için bacaklarını çırpıyor, yüzeye doğru yüzüyordu. Bir adada büyükten öğrendiği bir şey varsa, bu da yüzmekti.

Angel bulanık suyun derinliklerinden giderek yüzeye doğru yüzdü, yukarı baktı ve oradaki dalgaların arasından aşağıya yansıyan günışığını gördü.

Haydi! dedi içinden. Birkaç metre daha!

Bitkin bir halde, nefesini daha fazla tutamayarak kendisini bacaklarını daha sert bir biçimde çırpmaya zorladı ve son bir gayretle suyun yüzeyine fırladı.

Nefes almak iççin başını kaldırdı ve kollarındaki Thor’u yukarı çekti; suyun yüzeyinde kalabilmek için bacaklarını çırparken, Thor’un suratını suyun üstünde tuttu. Thor hala baygın gibiydi ve Angel onun boğuluş olmasından korkmaya başlıyordu.

“Thorgrin!” diye bağırdı. “Uyan!”

Onu arkasından tuttu, kollarını sıkıca karnının etrafına doladı ve cüzamlı bir arkadaşının boğulan bir başka kişiyi kurtarmaya çalışırken yaptığını gördüğü gibi sertçe tekrar tekrar kendisine çekti.  Bunu yapmaya, Thor’un diyaframını yukarı çekmeye devam etti ve minik kolları harcadığı çabadan titredi.

“Lütfen, Thorgrin,” diye bağırdı. “Lütfen, hayatta kal! Benim için yaşa!”

Angel aniden onu rahatlatan bir öksürük sesi ve hemen ardından Thor’un yuttuğu suları kustuğunu duydu. Thor’un kendisine geldiğini anlayınca mutluluktan havalara uçtu. Thor tekrar tekrar ciğerleri patlayacakmış gibi öksürürken yuttuğu tüm deniz suyunu kustu. Angel çok rahatladı.

Daha da güzeli, Thor kendisine de gelmiş gibiydi. Yaşadıkları tüm zorluk onu en sonunda derin uykusundan sarsarak uyandırmış gibiydi. Belki o adamlarla savaşıp bir yerlere kaçmalarını bile sağlayacak güce kavuşabilirdi.

Angel tam bunları düşünürken, başına kalınca bir halatın isabet ettiğini hissetti. Halat gökten üstlerine düşmüş ve onu ve Thorgrin’i tamamıyla kavramıştı.

Başını kaldırınca azılı adamların geminin kenarında durmuş onlara baktığını, halatın diğer ucunu çektiklerini ve onları balık gibi yukarı aldıklarını fark etti. Angel debelenip halatı çekiştirdi ve Thor’un da aynı şeyi yapmasını umdu. Ama Thor öksürürken orada öylece duruyordu ve Angel onun karşı koyacak gücü kalmadığını görebiliyordu. Angel ikisinin de ağır ağır daha yükseğe çekildiğini, korsanlar onları gemiye doğru çektikçe ağdan sular damladığını hissetti.

“HAYIR!” diye bağırdı ve debelenerek kurtulmaya çalıştı.

Zalim adamlardan biri uzunca demir bir kanca aldı, bunu ağa geçirdi ve onları tek bir hızlı hareketle güverteye çekti.

Havada savruldular, ipler kesildi ve Angel sert bir biçimde güverteye düştüğünü hissetti. Neredeyse üç metre yüksekten düşmüş, sonra güvertede yuvarlanmışlardı. Angel’ın kaburgaları darbeden yanmaya başladı ve kurtulmaya gayret ederek ipleri çekiştirdi.

Ama bunun bir faydası olmadı. Birkaç saniye içinde birkaç korsan üstlerine atladılar, onu ve Thorgrin’i yere mıhladılar ve çekiştirdiler. Angel birkaç kaba elin onu tuttuğunu, çekiştirerek üstünden sular damlarken ayağa kaldırıldığında ellerinin arkasında kalın bir sicimle bağlandığını hissetti. Kıpırdaması bile mümkün değildi.

Angel endişeyle Thorgrin’e baktı, onun da ellerinin bağlandığını, hala kendisine gelemediğini ve ayıktan ziyade baygın gibi olduğunu gördü. Birlikte hızla güverteden çekildiklerinde Angel tökezledi.

“Bizden kaçmak ne demekmiş şimdi anlarsın,” dedi korsanlardan biri.

Angel başını kaldırınca, alt güverteye açılan ahşap bir kapı gördü ve güvertenin daha aşağı kısımlarının zifiri karanlığına baktı. Bir anda, korsanlar ikisini de aşağı ittiler.

Angel kafa üstü karanlığa doğru uçarken tökezlediğini hissetti. Yüz üstü yere düşüp başını sert bir biçimde ahşap zemine vurdu. Sonra, Thor’un ağırlığının üstüne yıkıldığını ve ikisinin birlikte karanlığa yuvarlandıklarını hissetti.

Güvertenin ahşap kapısı yukarıdan sertçe kapatılınca tüm ışık kayboldu. Kapı kalın bir zincirle kilitlendi ve Angel karanlıkta nefes nefese yatarken korsanların onları nereye attığını merak etti.

Deponun karşı ucunda, birden içeri günışığı doldu. Angel korsanların demir parmaklıkları olan ahşap bir kapağı açtıklarını gördü. Yukarıda beliren birkaç surat aşağıya baktı, bazıları geri çekilmeden önce tükürdü. Ama kapağı sertçe kapatmadan önce, Angel karanlıkta iç rahatlatan bir ses duydu.

“Merak etmeyin. Yalnız değilsiniz.”

Angel bir ses duyduğuna şaşırıp rahatladı ve arkasını dönüp de elleri arkalarından bağlanmış olan arkadaşlarını karanlığın arasında otururken görünce hem şok geçirdi, hem de çok sevindi. Reece, Selese, Elden, Indra, O’Connor ve Matus tutsak alınmıştı, ama hepsi hayattaydı. Onların denizde öldürüldüğüne o denli emindi ki, hayatta olduklarını görünce derin bir oh çekti.

Ama tüm bu yüce savaşçıların tutsak alınmasının hiç de iyiye işaret olmadığını düşündü. Oradan sağ salim kurtulmak için ne kadar şansları vardı?

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Erec kendi gemisinin ahşap güvertesinde sırtını bir direğe vermiş,  elleri arkasından bağlanmış halde oturuyordu. Karşısındaki manzaraya hayal kırıklığı içinde bakıyordu. Filosunun geriye kalan gemileri sakin okyanusun dalgaları arasına yayılmıştı ve hepsi geceleyin tutsak alınmış, bin İmparatorluk gemisinden oluşan bir filo tarafından tuzağa düşürülmüştü. Gemilerin hepsi demir atmıştı, iki ayın ışığı tarafından aydınlatılıyorlardı. Kendi gemilerinin hepsinde anavatanının, düşman gemilerininse siyahlı ve altın renkli bayrakları vardı. Çok moral bozan bir manzaraydı. Adamlarını kesin bir ölümden kurtarmak için teslim olmuştu, ama artık kaçmaları mümkün olmayan sıradan birer mahkûm olarak İmparatorluğun insafına kalmışlardı.

Erec İmparatorluk askerlerinin bütün gemilerine bindiğini, her gemide bir düzine kadar İmparatorluk askerinin nöbet tuttuğunu ve uyuşuk bir halde okyanusa baktıklarını görebiliyordu. Gemilerinin güvertesinde her birinde yüz adamın yan yana dizildiğini, ellerinin bileklerinden arkalarından bağlandığını görebiliyordu. Her gemideki adamlarının sayısı İmparatorluk muhafızlarının üstündeydi, ama belikli İmparatorluk muhafızları bunu önemsemiyordu. Bütün adamlarının elleri bağlı olduğundan, onların başında nöbet tutması için bir düzine asker değil, hiç kimse gerekmiyordu. Erec’in adamları teslim olmuşlardı ve filoları köşeye sıkıştırıldığından artık gidebilecekleri hiçbir yer olmadığı belliydi.

Erec karşısındaki manzaraya bakarken, içini bir suçluluk hissi kapladı. Hayatında hiç kimseye teslim olmamıştı ve bunu yapmak zorunda kalmak onu çok üzmüştü. Kendisine artık sadece bir piyade askeri değil, bir komutan olduğunu hatırlatması ve adamlarının hepsine karşı bir sorumluluk taşıdığını hatırlatması gerekmişti. Sayıları düşmanlardan daha fazla olduğu halde hepsinin öldürülmesine izin veremezdi. Krov yüzünden tuzağa düştükleri belliydi ve o sırada savaşmanın hiçbir faydası olmazdı. Babası ona bir komutan olmanın ilk kuralının ne zaman savaşacağını, ne zaman teslim olacağını ve bir başka zaman bir başka şekilde savaşacağını bilmesi olduğunu öğretmişti. Birçok kişinin ölümüne sebep olan şeyin yiğitlik ve gurur olduğunu anlatmıştı. Bu, mantıklı bir tavsiyeydi, ama gerçekleştirmesi zordu.

“Ben olsaydım savaşırdım,” dedi yanından birisi. Vicdanının sesi gibiydi.

Erec yanına bakınca bir direğe bağlanmış, içinde bulundukları şartlara rağmen her zamanki gibi soğukkanlı ve kendinden emin olan erkek kardeşi Strom’u gördü.

Erec kaşlarını çattı.

“Sen olsaydın savaşırdın ve bütün adamların ölürdü,” dedi.

Strom omuzlarını silkti.

“Nasıl olsa öleceğiz ağabey,” dedi. “İmparatorluk artık gaddarlıktan başka bir şey yapmıyor. En azından, benim yapacağım şekilde şanımızla ölürdük. Şimdi, bu adamlar tarafından öldürüleceğiz, ama kendi filomuzda ölmeyeceğiz… Sırtımıza ve boğazlarımıza saplayacakları kılıçlarıyla öleceğiz.”

“Ya da daha kötüsü olacak,” dedi Erec’in Strom’un yanındaki direklerden birine bağlı olan komutanlarından biri. “Bizleri köle yapacaklar ve bir daha asla özgür insanlar olarak yaşayamayacağız. Senin peşinden bu yüzden mi geldik?”

“Böyle olacağını bilemezsin,” dedi Erec. “Kimse İmparatorluğun ne yapabileceğini bilmiyor. En azından, hayattayız. En azından, bir şansımız var. Öteki türlü öleceğimiz kesin olurdu.”

Strom hayal kırıklığıyla ona baktı.

“Babamız bu kararı vermezdi.”

Erec suratının kızardığını hissetti.

“Onun ne yapacağını bilemezsin.”

“Bilmez miyim?” dedi Strom. “Onunla yaşadım, tüm hayatım boyunca Adalar’da yanında büyüdüm. Sense o sırada Halka’da oynaşıyordun. Onu tanımıyorsun bile. Bense sana babamız olsaydı savaşırdı diyorum.”

Erec başını salladı.

“Bunlar bir askerin kolaylıkla söyleyebileceği şeyler,” dedi. “Bir komutan olsaydın, sözlerin çok daha farklı olurdu. Bedeli en olursa olsun adamlarını kurtaracağını bilecek kadar babamı tanıdım. Babam fevri ve sert değildi. Gururluydu, ama gururla dolup taşmazdı. Gençliğinde senin gibi bir piyade olan babamız savaşmış olabilir, ama Kral olan babamız sağduyulu davranır ve başka bir zaman savaşmak için hayatta kalırdı. Bir erkek olacak kadar büyüdüğünde bunları sen de anlayacaksın, Strom.”

Bu sefer, Strom’un suratı kızardı.

“Senden daha erkeğim.”

Erec iç çekti.

“Savaşın ne anlama geldiğini tam olarak anlayamazsın,” dedi. “Ta ki kaybedene kadar. Ta ki adamların gözlerinin önünde ölene kadar. Hiçbir savaşı kaybetmedin. Her zaman o adada hayatını koruyabildin. Bu da kibirli olmana neden oldu. Seni bir ağabey olarak seviyorum. Ama bir komutan olarak değil.”

Erec geceye, sonsuz yıldızlara bakıp durum değerlendirmesi yaparken, aralarında gergin bir sessizlik, bir tür ateş kes oluştu. Kardeşini gerçekten de seviyordu, ama sık sık her konuda kavga ediyorlardı; iki şeyi aynı şekilde göremiyorlardı. Erec kendisine biraz sakinleşecek kadar zaman tanıdı, içine derin bir nefes çekti ve en sonunda Strom’a döndü.

“Teslim olmayı ben de istemedim,” dedi daha sakin bir sesle. “Ne tutsak olarak, ne de köle olarak. Daha geniş bir bakış açısı edinmen gerek:  Teslim olmak savaşta bazen sadece ilk adımdır. Her kılıcını çektiğinde bir düşmanla karşılaşmayabilirsin; bazen savaşmanın en iyi olu onu kucaklamaktır. Kılıcını her zaman daha sonra da savurabilirsin.”

Strom şaşkınlıkla ona baktı.

“Peki, bizi bu durumdan nasıl kurtarmayı planlıyorsun?” dedi. “Silahlarımızı teslim ettik. Tutsağız, ellerimiz bağlı ve kıpırdayamıyoruz. Bin gemilik bir filo tarafından kuşatıldık. Hiçbir şansımız yok.”

Erec başını salladı.

“Resmin tamamını göremiyorsun,” dedi. “Adamlarımızın hiçbiri ölmedi. Gemilerimiz hala sağlam. Tutsak olabiliriz, ama gemilerimizin her birinde sadece birkaç İmparatorluk askeri görüyorum… Yani, sayımız onlardan bir hayli fazla. İhtiyacımız olan tek şey ateşi yakabilmek için bir kıvılcım. Onları şaşırtabiliriz… Sonra da kaçabiliriz.”

Strom başını salladı.

“Onları yenemeyiz,” dedi. “Ellerimiz bağlı ve çaresiz durumdayız. O yüzden, rakamların hiçbir anlamı yok. Kaçabilsek bile, bizi kuşatan filo tarafından yakalanırız.”

Erec bunu duymazdan gelerek, olumsuzluğuna aldırış etmende önüne döndü. Birkaç adım ötesinde, diğer tarafındaki bir direğe bağlı olan Alistair’e baktı. Ona bakarken de yüreği parçalandı; Alistair onun yüzünden tutsak alınmıştı. Kendisinin tutsak alınmasına aldırış etmiyordu… Savaşın bedeli buydu. Ama Alistair’in tutsak olması onu üzüyordu. Onu o halde görmemek için her şeyini feda edebilirdi.

Ona çok şey borçlu hissediyordu; ne de olsa, Alistair o deniz canavarına karşı Ejderha’nın Omurgası’nda yine hayatlarını kurtarmıştı. Onun harcadığı çaba yüzünden bitkin düştüğünü, hiç enerjisi kalmadığını biliyordu. Ama bir yandan da tek şanslarının o olduğunu da biliyordu.

“Alistair,” diye seslendi. Gece boyunca birkaç dakikada bir ona seslenmişti. Eğildi ve ayağıyla onun ayağını hafifçe dürttü. Ellerindeki bağları çözüp yanına gitmek, ona sarılıp serbest bırakmak için her şeyi yapabilirdi.  Onun yanında öylece yatmak ve bu konuda hiçbir şey yapamamak onu çok çaresiz hissettiriyordu.

“Alistair,” diye seslendi yine. “Lütfen. Ben, Erec. Uyan. Yalvarırım. Sana ihtiyacım var… Hepimizin ihtiyacı var.”

Erec büyün gece olduğu gibi onun yanıt vermesini beklerken giderek umudunu kaybetti. Alistair’in yaptığı son şeyden sonra ona geri dönüp dönmeyeceğini bilemiyordu.

Alistair,” diye yalvardı tekrar tekrar. “Lütfen. Benim için uyan.”

Erec onu izleyerek bekledi, ama Alistair kıpırdanmadı. Hiç kıpırdamadan baygın halde yatarken, ay ışığının altında her zamanki kadar güzel gözüküyordu. Erec içinden onun geri dönmesini diledi. Başını çevirip önüne eğdi ve gözlerini yumdu. Belki de artık gerçekten de hiçbir şansları kalmamıştı. O noktada yapabileceği hiçbir şey olmayabilirdi.

“Buradayım,” dedi yumuşak bir ses sessizliği bölerek.

Erec umutla başını kaldırınca, Alistair’in ona baktığını gördü ve kalbi mutlulukla, aşkla ve sevinçle daha hızlı atmaya başladı. Alistair çok bitkindi, gözlerini bile açamıyordu. Sadece mahmur mahmur ona bakıyordu.

“Alistair, aşkım,” dedi Erec telaşla. “Sana ihtiyacım var. Son bir kez. Bunu sensiz yapamam.”

Alistair uzunca bir süre gözlerini kapattı, sonra azıcık araladı.

“Neye ihtiyacın var?” diye sordu.

“Bağlarımız. Bizi kurtarman gerek. Hepimizi.”

Alistair yine gözlerini yumdu ve Erec’in gemiyi okşayan rüzgârdan, gövdeye hafifçe vuran dalgalardan başka bir şey duymadığı uzunca bir süre geçti. Etrafa derin bir sessizlik çöktü ve Aradan daha fazla zaman geçerken Erec Alistair’in bir daha gözlerini açmayacağını sandı.

Nihayet, Erec’in bakışları altında Alistair yavaşça yine gözlerini açtı.

Alistair büyük bir çabayla gözlerini açtı, çenesini kaldırdı ve bütün gemilere bakarak etrafı inceledi. Erec onun gözlerinin renk değiştirdiğini, açık mavi bir ışıkla parıldadığını ve geceyi iki fener gibi aydınlattığını gördü.

Aniden, Alistair’in bağları çözüldü. Erec iplerin gecenin sessizliğine koptuğunu duydu ve Alistair’in iki avucunu ileri uzattığını gördü. Avuçlarından muazzam bir ışık parıldadı.

Bir saniye sonra, Erec arkasında, bileklerinde bir sıcaklık hissetti. Müthiş bir ısı hissinden sonra, birden ipleri gevşemeye başladı. Erec iplerin teker teker koptuğunu hissetti ve nihayet geri kalan ipi kendisi koparmayı başarabildi.

Bileklerini havaya kaldırıp hayretle baktı. Özgürdü. Gerçekten de özgürdü.

Bir ip kopma sesi daha gelince, yanındaki Strom’un da iplerinin çözüldüğünü gördü. İpler geminin dört bir yanında ve diğer gemilerde kopmaya devam etti. Erec diğer adamların da ellerinin çözüldüğünü, sırayla özgür kaldıklarını fark etti.

Herkes ona bakınca, Erec parmağını dudaklarına götürdü, sessiz olmalarını işaret etti. Durumu muhafızların fark etmediğini, adamların sırtlarının onlara dönük olduğunu, geminin kenarında durmuş şakalaştıklarını ve geceyi izlediklerini gördü. Tabii, hiçbiri o sırada nöbet başında değildi.

Strom’la diğerlerinin peşinden gelmesini işaret edip sessizce öne geçti ve hep birlikte yavaş yavaş adamlara doğru ilerlemeye başladılar.

“Şimdi!” diye bağırdı Erec.

Hızla koşmaya başlayınca, diğerleri de hep birlikte harekete geçip öne atıldılar ve muhafızlara varana dek durmadılar. Koşarlarken muhafızlardan bazıları güvertede zeminin gıcırdadığını fark ettiler ve hızla arkalarına dönüp kılıçlarını çektiler.

Ama Erec ve diğerleri azılı savaşçılardı, hayatta kalabilmek için ellerindeki tek şansı kullanmak, düşman muhafızlarını yenmek ve karanlıkta hızla ilerlemek istiyorlardı. Strom adamlardan birinin üstüne atladı ve kılıcını savurmasına izin vermeden bileğinden tuttu; Erec de adamın beline uzanıp hançerini kaptı ve Strom kılıcını alırken adamın boğazını kesti. Aralarındaki farklılıklara rağmen, iki kardeş birlikte her zamanki gibi uyum içinde çalışıp birlikte savaşıyorlardı.

Erec’in adamları muhafızların tüm silahlarını aldılar, onları kendi kılıçlarıyla ve hançerleriyle öldürdüler. Diğer adamlar fazla ağır davranan muhafızların üstüne atlayıp onları çığlıklar arasında aşağı atıp dalgalara yolladı.

Vanusepiirang:
16+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
10 september 2019
Objętość:
244 lk 8 illustratsiooni
ISBN:
9781632916877
Allalaadimise formaat:

Selle raamatuga loetakse