Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Nutuk»

Font:

Samsun’a Çıktığım Gün Umumi Durum ve Manzara

1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Umumi durum ve manzara: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir “Ateşkes Anlaşması” imzalamış. Büyük Harp’in uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir hâlde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişah’ın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı.

Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…

İtilaf Devletleri, Ateşkes Anlaşması’nın hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş ve Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay, memur ve ajanlar faaliyette. Nihayet, başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilaf Devletleri’nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında, Hristiyan azınlıklar gizli, açık, millî emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlardı.

Sonradan elde edilen kesin bilgiler ve vesikalarla iyice anlaşıldı ki İstanbul Rum Patrikhanesinde teşekkül eden Mavri Mira Cemiyeti, (Vesika 1) vilayetler dâhilinde çeteler kurmak ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaçı, Resmî Muhacirin Komisyonu (Göçmen İşleri Komisyonu), Mavri Mira Cemiyetinin faaliyetlerini kolaylaştırmakla vazifeli. Mavri Mira Cemiyeti tarafından idare olunan Rum okullarının izci teşkilatları, yirmi yaşından büyük gençler de dâhil olmak üzere her yerde kuruluyor.

Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Cemiyetiyle birlikte çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.

Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde teşkilat kurmuş ve İstanbul’daki merkeze bağlı olan Pontus Cemiyeti rahatça ve başarıyla çalışıyor (Ves. 2).

Bunlara Karşı Kurtuluş Çareleri

Durumun dehşeti ve korkunçluğu karşısında her yerde, her bölgede birtakım kimseler tarafından bunlara karşı kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle girişilen teşebbüsler birtakım cemiyetler doğurdu. Mesela Edirne ve çevresinde Trakya-Paşaeli adıyla bir cemiyet vardı. Doğuda (Ves. 3) Erzurum’da ve Elazığ’da (Ves. 4) genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuki Millîye Cemiyeti (Doğu Vilayetleri Millî Hakları Koruma Cemiyeti) kurulmuştu. Trabzon’da Muhafazaihukuk (Hakları Koruma) adında bir cemiyet mevcut olduğu gibi İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Ademimerkeziyet Cemiyeti (Trabzon ve Çevresi Bağımsızlık Cemiyeti) vardı. Bu cemiyet merkezinin gönderdiği temsilcilerle, Of kazası ile Lazistan (Rize) sancağı dâhilinde şubeler açılmıştı (Ves. 5, 6).

İzmir’in işgal olunacağına dair Mayıs’ın 13’ünden beri apaçık belirtiler gören, İzmir’de bazı genç vatanseverler, ayın 14-15’inci gecesi bu çok ızdıraplı durum hakkında görüşmeler yapmışlar ve oldubitti hâline geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla neticelenmesine engel olmak kararında birleşmişler ve Reddiilhak (Yunan hâkimiyetini reddetme) prensibini ortaya atmışlardır. Aynı gecede bu maksadın herkesçe benimsenmesini sağlamak için İzmir’de Yahudi Maşatlığı’na (mezarlığına) toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu teşebbüs ümit edilen derecede maksadı sağlayamamıştır.

Millî Teşekküller, Siyasi Gaye ve Hedefleri

Bu cemiyetlerin kuruluş gayeleri ve siyasi hedefleri hakkında kısaca bilgi vermek uygun olur kanaatindeyim.

Trakya-Paşaeli Cemiyetinin ileri gelenlerinden bazılarıyla daha İstanbul’dayken görüşmüştüm. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü, çok kuvvetli bir ihtimal olarak görüyorlardı. Osmanlı vatanının parçalanması tehlikesi karşısında Trakya’yı, mümkün olursa Batı Trakya’yı da birleştirerek ve bir bütün olarak İslam ve Türk topluluğu hâlinde kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat bu gayenin gerçekleştirilmesi için, o zaman hatırlarına gelen tek çare, İngiltere’nin, bu mümkün olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Bu maksatla bazı yabancı devlet adamlarıyla temas ve görüşme imkânları da aramışlardı. Hedeflerinin bir Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.

Vilayatışarkiye Müdafaaihukuk-ı Millîye Cemiyetinin kuruluş gayesi de (nizamnamelerinin 2’nci maddesi) doğu vilayetlerinde yaşayan bütün unsurların dinî ve siyasi haklarının serbestçe kullanılmasını sağlayacak meşru yollara teşebbüs etmek, bu vilayetlerdeki Müslüman halkın tarihî ve millî haklarını, gerektiğinde medeniyet dünyası karşısında savunmak, doğu vilayetlerinde yapılan zulüm ve cinayetlerin sebep ve amilleri ile yapanlar ve sebep olanlar hakkında tarafsız soruşturma yapılarak suçluların bir an önce cezalandırılmalarını istemek, unsurlar arasındaki anlaşmazlığın giderilmesiyle eskisi gibi iyi münasebetlerin sağlamlaştırılmasına gayret etmek, savaş hâlinin doğu vilayetlerinde yarattığı yıkıntı ve sefalete, hükûmet nezdinde teşebbüslerde bulunmak suretiyle mümkün mertebe çare aramaktan ibaretti.

İstanbul’daki idare merkezinden verilmiş olan bu talimat dâhilinde, Erzurum Şubesi, doğu vilayetlerinde Türk’ün haklarını korumakla beraber sürgün esnasında yapılan kötü muamelelerde milletin kesin şekilde rolü bulunmadığını ve Ermeni mallarının düşman istilasına kadar korunduğunu, buna karşılık Müslümanların pek gaddarca muamelelere maruz kaldığını ve hatta emre rağmen sürgünden alıkonulan bazı Ermenilerin, koruyucularına karşı reva gördükleri muameleleri ispatlı, delilli vesikalarla medeniyet dünyasına duyurmaya ve doğu vilayetleri üzerine dikilen hırs bürümüş gözlere fırsat vermemek için çalışmaya karar veriyor (Erzurum Şubesinin Beyannamesi).

Vilayatışarkiye Müdafaaihukuk-ı Millîye Cemiyetinin, ilk olarak Erzurum Şubesini kuran şahıslar, doğu vilayetlerinde yapılan propagandalar ve bunların hedeflerini, Türklük-Kürtlük-Ermenilik meselelerini, ilmî, teknik ve tarihî yönlerden inceledikten ve araştırdıktan sonra, ileriki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar (Erzurum Şubesinin basılı raporu):

1- Hiçbir şekilde göç etmemek,

2- Derhâl ilmî, iktisadi, dinî teşkilat kurmak,

3- Saldırıya uğrayacak doğu vilayetlerinin her köşesini savunmada birleşmek.

Vilayatışarkiye Müdafaaihukuk-ı Millîye Cemiyetinin İstanbul’daki idare merkezinin, medeni ve ilmî yollardan gayeye varılabileceği hakkında fazla iyimser olduğu anlaşılıyor. Hakikaten bu yolda çalışmaktan geri durmuyor. Doğu vilayetlerinde Müslüman unsurların haklarını savunmak için Le Pays adında Fransızca bir gazete yayımlıyor, Hadisat gazetesinin imtiyazını alıyor. Bir taraftan da İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine ve İtilaf Devletleri başbakanlarına muhtıra veriyor. Avrupa’ya bir heyet göndermeye teşebbüs ediyor (Ves. 7).

Bu izahlardan kolayca anlaşılacağını zannederim ki Vilayatışarkiye Müdafaaihukuk-ı Millîye Cemiyetini vücuda getiren asıl sebep ve endişe, doğu vilayetlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali oluyor. Bu ihtimalin de doğu vilayetleri nüfusunda Ermenilerin çoğunluğa sahip gösterilmesine ve tarihî haklar bakımından onlara öncelik tanınmasına çalışanların, ilmî ve tarihî vesikalarla dünya umumi efkârını aldatmak hususunda başarı kazanmaları ve bir de Müslüman halkın Ermenileri katliam eder vahşiler olduğu iftirasının bir hakikat gibi kabulü hâlinde gerçekleşebileceği düşüncesi hâkim oluyor. Bu itibarla cemiyet aynı sebep ve vasıtalara dayanarak millî ve tarihî hakları savunmaya çalışıyor.

Karadeniz’e sahil olan bölgelerde de bir Rum-Pontus hükûmeti kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp onun yaşama ve var olma haklarını korumak gayesiyle, Trabzon’da da bazı kimseler ayrıca bir cemiyet teşkil etmişlerdir.

Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Ademimerkeziyet Cemiyetinin siyasi maksat ve hedefi, adından da anlaşılmaktadır. Herhâlde merkezden ayrılmak gayesini güdüyor.

Memleket İçinde ve İstanbul’da Millî Varlığa Düşman Cemiyetler

Kurulmaya başlanan bu cemiyetlerden başka, memleket içinde daha birtakım teşekküller ve cemiyetler de meydana gelmişti. Bunlar arasında Diyarbakır (Ves. 8, 9), Bitlis, Elazığ vilayetlerinde, İstanbul’dan idare olunan Kürt Teali Cemiyeti (Kürt Yükseltme Cemiyeti) vardı. Bu cemiyetin gayesi, yabancı himayesi altında bir Kürt devleti kurmaktı.

Konya ve dolaylarında İstanbul’dan idare olunan Teali-i İslam Cemiyeti (İslamı Yükseltme Cemiyeti) kurulmasına çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında İtilaf ve Hürriyet (Uzlaşma ve Hürriyet), Sulh ve Selamet Cemiyetleri de vardı.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti

İstanbul’da çeşitli maksatlarla gizli ve açık olarak birtakım parti veya cemiyet adı altında teşekküller vardı.

İstanbul’da önemli sayılabilecek teşebbüslerden biri, İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Cemiyeti) idi. Bu isimden, İngilizlere dostluk besleyenlerin kurduğu bir cemiyet anlaşılmasın. Bence; bu cemiyeti kuranlar, kendi şahıslarını ve şahsi menfaatlerini gözetenler ile kendi varlıklarıyla menfaatlerinin korunması çaresini Lloyd George hükûmeti vasıtasıyla İngiliz himayesini sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiltere Devleti’nin Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumak ve himaye etmek arzusunda olup olamayacağını bir defa olsun hatırlarına getirip getirmediklerini düşünmek lazımdır.

Bu cemiyete girenlerin başında, Osmanlı Padişahı ve Halife-i Rûy-i Zemin (Yeryüzünün Halifesi) unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Cemiyette, İngiliz milletine mensup bazı macera heveslileri de vardı. Mesela Rahip Frew gibi. Keza kayıtlardan ve faaliyetlerden anlaşıldığına göre, cemiyetin başkanı Rahip Frew idi.

Bu cemiyetin iki yönü ve mahiyeti vardı. Biri açık yönü ve medeni teşebbüslerle İngiliz himayesini isteme ve sağlama gayesini güden mahiyetiydi. Diğeri, gizli yönüydü: Asıl faaliyet bu yöndeydi. Memleket içinde teşkilat kurarak isyan ve ihtilal çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler cemiyetin bu gizli kolu tarafından idare edilmekteydi. Sait Molla’nın, cemiyetin açık teşebbüslerinde olduğu gibi gizli faaliyetlerinde de ondan daha ziyade rol sahibi olduğu görülmektedir. Bu cemiyet hakkında söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım izahlar ve icabında göstereceğim vesikalarla daha açık bir şekilde anlaşılacaktır.

Amerikan Mandasını İsteyenler

İstanbul’da bir kısım erkek ve kadınlar da hakiki kurtuluşun Amerika mandasını istemek ve sağlamakta olduğu kanaatindelerdi. Bu kanaatte bulunanlar fikirlerinde çok ısrar ettiler, en doğru yolun kendi görüşlerinin benimsenmesinde olduğunu ispata çok çalıştılar. Bu hususta da sırası gelince bazı açıklamalar yapacağım.

Ordumuzun Durumu

Umumi durumu tespit için ordu birliklerinin nerelerde ve ne hâlde olduğunu belirtmek isterim. Anadolu’da başlıca iki ordu müfettişliği (ordu komutanlığı) kurulmuştu. Ateşkes ilan edilir edilmez birliklerin savaşçı askerleri terhis olunmuş, silah ve cephanesi elinden alınmış, savaş gücünden mahrum birtakım kadrolar hâline getirilmişti.

Merkezi Konya’da bulunan İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı birliklerin durumu şöyleydi:

Bir tümeni (41’inci Tümen) Konya’da ve bir tümeni (23’üncü Tümen) Afyonkarahisar’da bulunan 12’nci Kolordu, karargâhıyla Konya’da bulunuyordu. İzmir’de esir olan 17’nci Kolordunun Denizli’de bulunan 57’nci Tümeni de bu kolorduya bağlanmıştı.

Bir tümeni (24’üncü Tümen) Ankara’da ve bir tümeni (11’inci Tümen) Niğde’de bulunan 20’nci Kolordu, karargâhıyla Ankara’daydı.

İzmit’te bulunan 1’inci Tümen, İstanbul’daki 25’inci Kolorduya bağlanmıştı. İstanbul’da da 10’uncu Kafkas Tümeni vardı.

Balıkesir ve Bursa bölgesinde bulunan 61’inci ve 56’ncı Tümenler, karargâhı Bandırma’da bulunan İstanbul’a bağlı 14’üncü Kolorduyu teşkil ediyordu. Bu kolordunun komutanı, Meclisin açılışına kadar Merhum Yusuf İzzet Paşa idi.

3’üncü Ordu Müfettişliği ki, müfettişi ben idim, karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyorum. Doğrudan doğruya emrim altında iki kolordu bulunmaktaydı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3’üncü Kolordu (komutanı, beraberimde getirdiğim Albay Refet Bey). Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5’inci Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, diğer tümeninin (15’inci Tümen) merkezi Samsun’daydı. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15’inci Kolordu idi. Komutanı Kazım Karabekir Paşa idi. Tümenlerinden birinin (9’uncu Tümen) merkezi Erzurum’da, komutanı Rüştü Bey, diğerinin (3’üncü Tümen) merkezi Trabzon’da, komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit Bey, İstanbul’a çağrılmış olduğundan komutadan çekilerek Bayburt’ta gizlenmiş; tümen, vekâletle idare olunuyor. Kolordunun diğer iki tümeninden 12’nci Tümen Hasankale doğusunda hudutta, 11’inci Tümen Beyazıt’ta bulunuyordu.

Diyarbakır bölgesinde bulunan iki tümenli 13’üncü Kolordu müstakildi. İstanbul’a tabi bulunuyordu. Bir tümeni (2’nci Tümen) Siirt’te, diğer tümeni (5’inci Tümen) Mardin’deydi.

Müfettişlik Vazifemin Geniş Yetkileri

Bu iki kolordunun doğrudan doğruya benim emir ve komutam altında olmasından fazla bir yetkim vardı ki müfettişlik bölgesi civarındaki askerî birliklere dahi tebligat yapabilecektim. Keza bölgemde bulunan ve bölgeme komşu olan vilayetlere de tebligatta bulunabilecektim.

Bu yetkiye göre, Ankara’da bulunan 20’nci Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişlikle ve Diyarbakır’daki kolorduyla ve hemen hemen bütün Anadolu sivil idare amirleriyle haberleşme ve temasta bulunabilecektim.

Bu geniş yetkinin, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verildiği size garip görünebilir. Derhâl ifade etmeliyim ki bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı arzu edenlerin buldukları sebep, “Samsun ve dolaylarındaki asayişsizliği yerinde görüp tedbir almak için Samsun’a kadar gitmek” idi. Ben bu vazifenin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda, hiçbir mahzur görmediler. O tarihte Genel Kurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezen kimselerle görüştüm. Müfettişlik vazifesini buldular ve yetki meselesiyle ilgili talimatı da ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır.

Umumi Manzarayı Dar Çerçeve İçinden Görüş

Bu izahlardan sonra umumi manzarayı daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca hep beraber gözden geçirelim.

Düşman devletler, Osmanlı devlet ve memleketine maddi ve manevi tecavüz hâlinde. Yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan zat, hayatını ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükûmeti de aynı hâlde. Farkında olmadığı hâlde başsız kalmış olan millet, karanlıklar ve meçhuller içinde olacakları beklemekte. Felaketin dehşet ve ağırlığını idrake başlayanlar, bulundukları çevre ve hissedebildikleri tesirlere göre kurtuluş çaresi sandıkları tedbirlere sarılmakta. Ordu, ismi var cismi yok bir hâlde. Komutanlar ve subaylar Dünya Savaşı’nın bunca çile ve sıkıntılarıyla yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle içleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul…

Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu Padişah’ın hıyanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği dinden ve gelenekten gelen bağlarla, itaatli ve sadık. Millet ve ordu, kurtuluş çaresini düşünürken yüzyıllardır devam edegelen alışkanlığın tesiriyle, kendisinden önce, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve ona tecavüz edilmemesini düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun manasını anlamak kabiliyetinde değil… Bu inanca aykırı fikir ve görüş ileri süreceklerin vay hâline! Derhâl dinsiz, vatansız, hain, alçak olur…

Diğer önemli bir noktayı da belirtmek lazımdır. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek esas sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız birisiyle dahi başa çıkılamayacağı vehmi, hemen bütün dimağlarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya, Macaristan varken hepsini birden mağlup eden, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında tekrar onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

Bu zihniyette olan yalnız halk tabakası değildi; bilhassa yüksek tabaka denilen insanlar böyle düşünüyorlardı.

O hâlde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Bir defa, İtilaf Devletleri’ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı ve Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.

Düşünülen Kurtuluş Çareleri

Şimdi efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım: Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar hatıra gelebilirdi?

İzah ettiğim hususlar ve müşahedelere göre üç çeşit karar ortaya atılmıştı:

Birincisi: İngiltere’nin himayesini istemek,

İkincisi: Amerika’nın mandasını istemek.

Bu iki çeşit karar sahipleri, Osmanlı Devleti’nin bir bütün hâlinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı İmparatorluğunu, muhtelif devletler arasında paylaşılmasındansa, bütün hâlinde, bir devletin himayesi altında bulundurmayı tercih edenlerdir.

Üçüncü karar: Mahallî kurtuluş çarelerine başvurmak… Mesela bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı ihtimaline karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine başvuruyor. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılacağını oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.

Bu üç çeşit kararın gerekçesi, vermiş olduğum izahat arasında mevcuttur.

Benim Kararım

Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassızdı. Hakikat şu ki içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç: Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da paylaşılmasını sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi manası kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.

Neyin ve kimin korunması için kimden ve ne yardım sağlanmak isteniyordu?

O hâlde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!…

İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Ya İstiklal Ya Ölüm

Bu kararın dayandığı en kuvvetli muhakeme ve mantık şuydu:

Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkisinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

Yabancı bir devletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten, bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Hâlbuki Türk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti, çok yüksek ve büyüktür.

Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iyidir!… Öyleyse ya istiklal ya ölüm!

İşte hakiki kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.

Bir an için bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!

Peki efendim. Diğer kararlara boyun eğme hâlinde netice bunun aynı değil miydi?

Şu farkla ki; istiklali için ölümü göze alan millet, insanlık, haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz esirlik zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman gözündeki mevkisi farklı olur.

Sonra Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemektir. Çünkü millet her türlü fedakârlığı göze alarak istiklalini elde etse de saltanat devam ettiği takdirde bu istiklale tamamen kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık vatanla, milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkisinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabilirdi?

Hilafetin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu hakiki medeniyet âleminde gülünç görülmekten başka bir tarafı kalmış mıydı?

Görülüyor ki verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için henüz milletin alışmadığı meselelere temas etmek lazım geliyordu. Ortaya atılmasında, halk için büyük mahzurlar doğuracağı sanılan hususların söz konusu edilmesinde mutlak bir zaruret vardı.

Osmanlı hükûmetine, Osmanlı Padişahı’na ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.