Loe raamatut: «Kırgız Zamane Edebiyatı»
Kısaltmalar
MÖ Milattan Önce
MS Milattan Sonra
Yy. Yüzyıl
C. Cilt
S. Sayı
s. Sayfa
vb. Ve benzeri
vd. Ve diğerleri
haz. Hazırlayan
çev. Çeviren
Yay. Yayınevi
TDK Türk Dil Kurumu
TDV Türkiye Diyanet Vakfı
KTMU Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi
ASAM Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
İTOBİAD İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi
Takdim
Köktürk Bengütaşlarından Karahanlılar zamanına uzanan Türk edebiyatı bütün Türk dünyasının ortak yazı dili ile oluşturulmuş ortak Türk edebiyatıdır. 11. Asırdan itibaren Oğuzların Batıya göçü, Türklerin İslam medeniyetine girişleri ve coğrafi genişlikten dolayı dilde ve edebiyatta az da olsa ayrışmalar görülür. Türk Edebiyatı Doğuda Çağatay, Batıda Osmanlı coğrafyasında iki büyük koldan zirveye ulaşır. Fakat iki edebiyat birbirlerinden habersiz ve bağımsız değildir. Ortak Türk Dili ile üretilmiş ortak edebiyatlardır. Anadolu’da Ali Şir Nevayi’nin şiirlerine nazireler yazılması bu ortaklığın delilidir. İki büyük kolu olan Türk Edebiyatının bütün Türk coğrafyasında ağızlarda renklendiği, çeşitlendiği, mahalli tatlar kazandığı görülür.
19. asrın sonlarında bu mahalli sanatçıların şiirleri yavaş yavaş yazıya geçirilmeye başlanır. 20. asrın başlarında Türk Boylarının şair ve yazarlarının kendi ağız özellikleriyle şiirlerini yazıya geçirmeleri hızlanır. 1920’li yıllarda yazı dilleri ortaya çıkarılmadan önce mahalli özellikler taşıyan bu şair ve yazarların hayatları ve ortaya koydukları sanat eserleri ülkemizde yeterince bilinmemektedir. Oysa 20. Asırda yazı dili oluşturulan bu Türk boylarının edebiyatlarının temellerini bu şairler atmışlardır. Sovyet ideolojisinin izin verdiği ölçüde, 20. asırdaki şair ve yazarlada bu edebiyatın temelini atan şairlerin etkisi vardır. Şairler, asırlardan süzülüp gelen sözlü geleneğe ait bu şiirlerin şekil ve muhteva özelliklerini devam ettirirler.
Kırgız yazılı edebiyatı oluşturulmadan önce sözlü gelenekten gelen ve “Moldo” olarak adlandırılan okur-yazar şairlerin yazdığı şiirlere “Zamane Edebiyatı” adı verilir. Bu edebiyatı oluşturan şairler kendi “zaman”larında meydana gelen sosyal olayları şiirlerine yansıtarak toplumu uyarmaya çalışırlar. Bu dönemde Rusların Türkistanı işgali ve bu işgalden doğan sonuçlar da şiirlere yansır. Şairler toplumun sesi olurlar. Rusların ülkelerini işgal etmelerini, kültürlerini yok etmelerini şiirlerinde tenkit ederler.
Mustafa Kundakçı bu eserinde Kırgızistan’daki “Zamane Edebiyatı”-nın çeşitli yönlerden fotoğrafını çekiyor. Dönemin en çok tanınan altı şairin hayatları ve “zamane” konulu şiirlerinden örnekler veriyor. Eser 19. Asrın sonu 20. Asrın başında Kırgızistanlı sanatçıların sosyal olaylar karşısındaki duyarlılığını, şiirlerinin özelliklerini vermekle kalmıyor aynı zamanda dönem coğrafyasındaki sosyal olaylara da ışık tutuyor. En önemlisi ülkemizde yeterince bilinmeyen bir devir ve alanı aydınlatıyor. Mustafa Kundakcıyı bu güzel çalışmasından dolayı kutluyorum.
Prof. Dr. Ekrem ARIKOĞLU
Ön Söz
Edebiyat sanatı ve bu sanatın içerisinde özellikle şiir, bir sanat biçimi olarak Türk soylu boyların genelinde büyük bir toplumsal sorumluluğa karşılık gelecek şekilde icra edilmektedir. Şairler, eserlerinin merkezine kendilerini koymak yerine daha çok toplumu ve toplumsal olayları yerleştirmekte böylelikle emeğini ve yeteneğini tam bir samimiyetle içerisinde yaşadığı toplumun faydasına, refahına harcamaktadır. Bu tavır, sosyal bir varlık olan ve kendisini içerisinde yaşadığı toplumun kimliğine olan aidiyeti ile ifade eden, bireysel huzur ve tatmin duygusunun toplumun diğer üyeleri acı çekerken mümkün olmayacağını bilen insandan beklenen tabiî bir tavırdır.
En genel anlamıyla Türk edebiyatının ortak döneminde şekillenen ve XIX. yüzyıla gelindiğinde modern etkilerle yeniden biçimlenen Kırgız edebiyatında XIX. yüzyılın sonundan XX. yüzyılın başına kadar geçen sürede söylenen ve yazılan şiirler yukarıda altı çizilen anlayışın bir gereği olarak zamanın toplumsal sorunlarına dikkat çeker. Bu özellikleri sebebiyle ‘Zamane Edebiyatı’ olarak da adlandırılan bu dönem şairleri, Sanayi inkılabı sonrası dünyayı hammadde ve pazar sahaları olarak parselleyen Batı medeniyetinin ve Çarlık Rusyası’nın Türkistan coğrafyasında yürüttüğü tahrip edici politikayı ifşa eden ve ona karşı çıkan eserler verirler. Esasen Rusların bütün Türkistan’ı işgal ve asimile etme siyasetine karşı Kazak, Tatar ve Kırgız coğrafyalarının tamamının edebiyatında ve fikir dünyasında bir tepki olarak ortaya çıkan bu edebî anlayışın birleştirici bir rol oynadığı da söylenebilir.
Modern dünyanın tüm kültür unsurlarını dinden edebiyata kadar mikro parçalara böldükten sonra ortaya çıkan benzemez parçaları aynı havuzda bir araya getirip kendi sözüne tabi olacak yeni milletler icat etme peşinde olduğu günümüzde ‘Zamane Edebiyatı’ içerisinde ortaya konan şiirlerin ne derece özel bir anlam içerdiği daha net olarak görülebilir.
Bu çalışmada Kırgız Türklerine karşı XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına kadar Çarlık Rusyası tarafından yürütülen işgal ve sömürü amaçlı politikalara ve bu politikaların mevcut ya da olası sonuçlarına dönük dönemin şairlerinin eserlerinde verdiği tepkiler ortaya koymak amaçlanmaktadır. Şairler tarafından, yaşanan sıkıntıların ağırlığı sebebiyle kıyamete benzetilen bu tarihî sürecin bir yandan eleştirisi yapılırken bir yandan da bu süreçten çıkışın yollarına dönük çareler aranmaktadır.
Çalışma üç bölümden oluşurmaktadır. Giriş bölümünde Kırgız Türklerinin tarihi genel hatlarıyla verilir. Kırgız edebiyatının şiir geleneğinin ele alındığı ikinci bölümde ‘Zamane Edebiyatı’nın bu geleneğin içerisinde bulunduğu yere ve bu edebiyatın özelliklerine yer verilmiştir. Son bölümde ise ‘Zamane Edebiyatı’ içerisinde değerlendirilen altı şairin kısa biyografisi, bu edebî dönem içerisindeki yeri ve bu edebî dönemin karakteristiğini içeren bir şiiri ele alınmıştır.
Bu çalışmayı hazırlarken ata yurdumuz ve kültürümüzün köklerinin bulunduğu Türkistan coğrafyasında yaşanan acıları anlamak kadar, bugün yaşadığımız Anadolu coğrafyasında geçmişte verdiğimiz Millî Mücadele döneminde yaşadığımız acıların ve bu acıları yaşatan düşman kavramların ortaklığına işaret etmek amaçlanmaktadır. Doymak bilmeyen hammadde ve pazar iştahları sebebiyle Batılı devletlerin ve Rusya’nın barış ve huzur içerisinde özgürce yaşamaktan başka bir derdi bulunmayan Türk coğrafyalarını ve tüm dünyayı ele geçirme çabasının yol açtığı insanî ve toplumsal sorunlar Kırgız ‘Zamane Edebiyatı’ örneğinde ortaya konmaya çalışılmıştır.
Bu çalışmanın ortaya çıkmasında fikir ve destekleriyle bizi yüreklendiren saygıdeğer hocam Prof. Dr. Abdıldacan AKMATALİYEV’e, Türk Dünyasına yönelik çalışmalarda görüş ve desteklerini esirgemeyen ve çalışmayı gözden geçiren çok değerli hocam Prof. Dr. Ekrem ARIKOĞLU’na, yine çalışmalarımızda yol gösterici fikirleriyle her zaman teşvik ve desteklerini yanımda hissettiğim çok değerli hocam Prof. Dr. Hikmet KORAŞ’a, çalışmamızın çerçevesinin oluşmasında fikirleriyle bana destek olan Doç. Dr. Enver KAPAĞAN ve Doç. Dr. Cıldız İSMAİLOVA’ya, ayrıca eseri baştan sona kadar sabırla okuyarak ve eserin son şeklini almasında büyük gayret sarfeden çok kıymetli arkadaşım Öğr. Gör. Yılmaz BACAKLI’ya teşekkür ederim.
BİRİNCİ BÖLÜM
KIRGIZ TÜRKLERİ
Kırgız Adının Kaynağı
Türk tarihinin bilinen en eski kavimlerinden biri Kırgızlardır. Bu adın nasıl ortaya çıktığı ve bu Türk kavmine ne şekilde verildiği ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Kırgızlarla ilgili ilk bilgilere Eski Çin vakayinamelerinde; Yunan, Tibet, Pers ve Arap kaynaklarında; Yenisey ve Göktürk Yazıtlarında rastlanılmaktadır. Çin kaynaklarında ‘Kien-kun’, ‘Ki-Ku’ veya ‘Gen-gun’, ‘Ge-gun’ adıyla; Yunan kaynaklarında ‘Herkis’, ‘Hirkis’; Tibetçe kaynaklarda ‘Gir-kis’ şeklinde; Arap ve Pers kaynaklarında ‘Kır-kız’, ‘Hır-hız’; eski Türk ve Uygur metin örneklerinde ise ‘Kırgız’ şeklinde kullanımlarla karşılaşılmaktadır (Kulamshayev, 2016: 76) (Gömeç, 2002: 13).
Kırgız adının menşei ile ilgili pek çok değerlendirme yapılmakla birlikte bu konuda kesin bir yargı bulunmamaktadır. Radloff’a göre ‘Kırgız’ kelimesi ‘kırk-kız’ sözlerinden oluşmaktadır. Wambery’e göre ise bu isim ‘kır’ ile ‘gez’ kelimelerinden oluşmakta ve ‘kırgezen’ anlamında kullanılmaktadır. Munkaçı ise ‘Kırgız’ isminin ‘kır oğuz’ yani ‘kır oğuzları’ kullanımından geldiğini ileri sürer. Ligeti ise ‘Kırgız’ kelimesinin ‘kırklar’ anlamında ‘kırkız’ şeklinde kırk sayısına (ı)z çoğul eki getirilerek oluşturulduğunu savunmaktadır. Ayrıca Türklerde kırk sayısının kutsal kabul edildiği bilgisinden hareketle Kırgızların kırk boydan meydana geldiği, Kırgız kahramanların kırk kişiden oluştuğu şeklinde efsanelerin de bu isme kaynaklık ettiği şeklinde görüşler de mevcuttur (Çengel, 2005: 28) (Buran-Alkaya, 2011: 159). Ayrıca Göktürk kitabelerinde adı birçok defa Kırgız’larla beraber anılan Az’ların Kırgız’larla aynı kökten gelen akraba kavimler olduğu dolayısıyla ‘Kırgız’ adının bu iki akraba kavmin ilk adlarının ‘Kırk-Az’ şeklinde birlikte kullanımından doğmuş olabileceği görüşleri de bulunmaktadır (Alyılmaz, 2013: 5). L. Ligeti, D. Banzarov, S. M. Abramzon, Berezin, L. V. Oşanin, B. Camgeçinov, S. E. Malov, A. N. Kononov, A. N. Nasanov, O. K. Karatayev gibi daha birçok araştırmacı da ‘Kırgız’ adını ‘kırk’ sayısı ile ilişkilendirmektedir (Kıldıroğlu, 2013: 39). Araştırmacı şair Ali Akbaş ise bütün bunlardan farklı olarak Kırgız adının Azerbaycan, Kazak ve Kırgız coğrafyasında “Kırgı” adı verilen doğan, şahin ve atmacaya benzeyen alıcı bir kuşun isminden geldiğini ileri sürmektedir. Akbaş, “kırgı” kelimesine “z” eki getirilerek Kırgız adının oluştuğunu ve “şahin gibi çevik ve atak” anlamında zamanla boy ismi olarak kullanıldığını belirtir (Akbaş, 2009: 26-28).
Bütün bunların yanı sıra Kırgızların Oğuzlarla irtibatlandırıldığı görüşleri de dikkat çekmektedir. XVI. yüzyıl büyük âlimlerinden Seyfeddin Aksıkentî, ‘Kırgız’ adının ‘Kırk-Oğuz’ kullanımından geldiği görüşündedir. Aksıkentî, XII. yüzyılda yaşayan Büyük Selçuklu Hükümdarı ‘Sultan Sancar’ Doğu Fergana’ya geldiğinde ona bağlanmak istemeyen ve Hocent bölgesine (Kuzey Tacikistan) kaçarak kurtulan ‘Kırk Özgenli’ Oğuzdan türediği şeklinde efsanelere dayanarak bu görüşü ileri sürer (Aslan-Arapova, 2017: 9). Başka bir efsaneye göre de ‘Kırgız’ kelimesi ‘Kırk Oğuz’dan gelmektedir. Bu efsanede Kırk Çinli kızın Oğuzların yaşadığı bölgeye geldiği, Oğuz Han’ın yirmi dört komutanıyla evlendiği ve bunlardan doğan çocuklara ‘Kırk Oğuz’ dendiği şeklinde bilgiler de mevcuttur (Gömeç, 2015: 134). Kırgız araştırmacılarından Osmanalı Sıdık Uulu, Talip Moldo ve Üsöyün Acı ise ‘Kırgız’ kelimesini ‘Oğuz’ soyu ile ilişkilendirmektedir. Buna göre ‘Kırgız’ Oğuz Han’ın torunlarından biridir. Bu sebeple Kırgızların Oğuz soyundan geldiğini savunmaktadırlar (Sıdık Uulu, 1991: 55). Ayrıca Kırgızistan topraklarında seyahat eden bazı seyyahların ve tarih araştırmacılarının Kırgız Türklerinin sarışın ve mavi gözlü insanlar olduğu şeklindeki yalan yanlış ifadeleri iyi niyetli olmaktan uzaktır. Bu çeşit temelsiz bilgilerin Kırgızların Türk kimliğini yok etmeye yönelik bilgiler olduğu anlaşılmaktadır (Kafesoğlu, 1984: 131).
Araştırmalara bakıldığında ‘Kırgız’ adının kaynağı ile ilgili yukarıda belirtilen görüşlerin yanında farklı birçok görüş ve bu adı içeren pekçok efsane mevcuttur. Tarihin bilinen en eski Türk kavimlerinden biri olan ve geçmişten bugüne birçok devlet kuran Kırgızlarla ilgili Çin, Arap, Pers, Yunan gibi köklü milletlere ait yazılı kaynaklarda pekçok bilgiye rastlanmasına rağmen ‘Kırgız’ adı ile ilgili yine bu kaynaklarda net bir bilgiye ulaşılamaması düşündürücüdür. ‘Kırgız’ adının kaynağı ile ilgili görüş bildiren özellikle Rus ve diğer Batılı araştırmacıların bu adı olması gereken tarih bütünlüğü içerisinde değerlendirmeyip muğlak bir noktada bırakmaları dikkat çekicidir. Kırgız ve Türk tarihine asılsız yönlendirmelerle yoğun bir müdahalede bulunan bu tip araştırmacıların asıl amacının ‘Aryanizm’ fikrinden hareketle, Abdulkadir İnan’ın da belirttiği gibi Kırgızların ve Türklerin tarihini yalan ve yanlış bilgilerle, bilinçli olarak unutturmaya ve karartmaya çalıştıkları tespiti yapılabilir.
Kırgız Tarihî
En eski Türk boylarından biri olan Kırgızlar hakkındaki ilk bilgiler Çin kaynaklarından elde edilen bilgi ve belgeler ışığında MÖ II. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bugünkü Isık-Köl bölgesinde Çü ırmağının yukarı taraflarında Altay, Pamir ve Tiyanşan dağları havzasında yaşayan Kırgızlar, o zamanki ismini günümüze kadar koruyabilen yegâne Türk boylarından biridir. Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lügati’t-Türk adlı eserinde Kırgızlarla ilgili olarak Türk boyları arasında en doğudaki Türkler olduklarını belirterek Kırgızların Türkçe konuştuklarını vurgular (Atalay, 1998: 28-33). Kırgızlarla ilgili yaptığı araştırmalardan hareketle Kalkan (2009: 101-117) Kırgızların; milattan önceki asırlarda yaşadıkları bölgelerde etkin rol oynayan, nüfus potansiyeli yüksek, kültürel kimliklerini şekillendirmiş, tarih sahnesinde güçlü bir şekilde yer alan, devlet kurma tecrübesine sahip bir millet olduğunu söyler.
Türklerin en eski yazılı kaynaklarından biri olan Göktürk Kitabelerinde de Kırgızlar, tarihî çok eskiye dayanan Türk kavimlerinden biri olarak gösterilmektedir. Kırgız Türklerinin ilk devletlerini MÖ II. yüzyılda kurdukları bir müddet sonra da Hunlarla mücadeleleri sonucunda onların hâkimiyetine girdikleri tahmin edilmektedir (Saray, 1993: 14). Hunların yıkılışından sonra Çin kaynaklarında ‘Hakas’ adıyla da anılan büyük bir devlet kuran Kırgızlar, MS VI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Göktürklerin idaresine girerler (Gömeç, 2015: 140). Kırgız tarihi şu dönemlere ayrılır:
• Göktürkler ve Uygurlar Döneminde Kırgızlar
• Moğollar ve Timur Döneminde Kırgızlar
• Hokand Hanlığı Döneminde Kırgızlar
• Çarlık Rusya Döneminde Kırgızlar
• Sovyet Rusya Döneminde Kırgızlar
• Bugünkü Kırgızistan Cumhuriyeti (Dıykanbeyava, 2004: 5)
Göktürkler ve Uygurlar Döneminde Kırgızlar
Göktürk Kitabelerinden elde edilen bilgilere göre Kırgızlar, uzun süre mücadele ettikleri Göktürklerin hâkimiyetini kolayca kabul etmez. Kırgızların Göktürklerle olan mücadeleleri Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk kitabelerinde anlatılmaktadır. Söz konusu yazıtlarda Göktürklerin Hakanı Kültigin ve askerlerinin yaptıkları şöyle anlatılır: “Kırgızlara karşı sefer ettik. Mızrak batımı karı sökerek Gökmen ormanına doğru yürüyerek Kırgız kavmini uykuda bastık. Hakanı ile Songa ormanında harp ettik… Kırgız hakanını öldürdük. Ülkesini aldık.” (Orkun, 1936: 62-63).
Göktürklerin yıkılışından sonra Uygurların başa geçmesine de karşı çıkan Kırgızlar bir müddet sonra Dokuz-Oğuzlarla ittifak yaparlar ve Uygur Kağanlığına karşı ayaklanırlar. Uygurlarla yaptıkları savaşlarda büyük zayiat vermelerine rağmen Uygur Kağanını öldürerek 840 yılında Uygurların kuzey bölgesini işgal ederler. Böylece asırlar sonra yeniden, merkezi Ötüken olmak üzere ikinci Kırgız devletini kurmayı başarırlar (Saray, 1993: 17) (Gömeç, 2015: 140-141).
Kırgızların kurduğu ikinci devletin ömrü de uzun olmaz. Çinlilerin 924 yılında Moğolistan ve Türk ülkelerine gerçekleştirdikleri saldırılarından Kırgızlar da olumsuz etkilenir. Bu saldırılar sebebiyle Ötüken’den ayrılarak daha batıya bugünkü Kırgızistan’a doğru çekilirler. Araştırmacılar X. yüzyılda yaşanan bu olumsuzluklardan dolayı Kırgızların bir kısmının Yenisey’e bir kısmının ise Tanrı Dağları çevresine yerleştiklerini, bu dönemden itibaren Kırgızların tarihini Yenisey Kırgızları ve Tanrı Dağları çevresindeki (Tiyanşan) Kırgızlar olmak üzere iki kategoride ele almak gerektiğini belirtirler (Orozobayev, 2014: 20). Tanrı Dağları çevresine yerleşen Kırgızlarının tamamı X. ve XII. yüzyıllara gelindiğinde Karahanlıların hâkimiyetine girer. Bu dönemde Kırgızlar, yaşadıkları bölgelerde büyük yerleşim merkezleri oluşturur ve daha çok tarım ve ticaretle uğraşmaya başlar. Esas itibariyle göçebe bir hayat tarzını benimseyen ve hayvancılıkla uğraşan Kırgızların hayatındaki bu önemli değişim diğer yaşam alanlarında da önemli gelişmeleri beraberinde getirir. Yusuf Has Hacip’in ve Türk dilinin ilk büyük eseri ‘Kutadgu Bilig’in de kaleme alındığı bu dönemde Tiyanşan Kırgızlarının kültür hayatı da zenginleşir. XIII. yüzyılın başına kadar otonom bir hayat süren Yenisey Kırgızları ise bu tarihten sonra Moğolların hâkimiyetine girer (Orozobayev, 2014: 21) (Budak, 2003: 16).
Moğollar ve Timur Döneminde Kırgızlar
Cengiz Han hükümdarlığındaki Moğol hâkimiyetini XIII. yüzyılın başlarında kabul eden Kırgızlar, bir müddet sonra Moğol hâkimiyetine karşı isyan etse de ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılır. Cengiz Han ölmeden evvel sahip olduğu toprakları dört oğlu arasında paylaştırır. Büyük oğlu Cuci’ye Yenisey Kırgızlarının da içinde bulunduğu Kıpçak topraklarını, Çağatay Han’a Tanrı Dağları Kırgızlarını da içine alan Türkistan’ı, Ögedey’e Doğu ülkelerini veren Cengiz Han, küçük oğlu Tuluy’u ise merkezde bırakır. Cengiz Han sonrasında Moğol hâkimiyetinin, oğulları ve torunları arasındaki taht mücadeleleri sebebiyle zayıflaması neticesinde Yenisey Kırgızları Tatarların hâkimiyetindeki Sibirya Hanlığına katılır; ancak bu hanlık 1580’li yıllarda Ruslar tarafından ortadan kaldırılır. Tanrı Dağları Kırgızları ise Oyratlarla birleşerek tekrar ayaklanır ve 1399’da yeniden bağımsızlıklarını kazanırlar. Ancak yeterince güçlü olamadıkları için kısa bir süre sonra 1425 yılında Kırgız topraklarını bu defa Timur hâkimiyeti altına alır. Timur’un imparatorluğunun kısa süre içerisinde dağılmasından sonra Kırgızların büyük bir kısmı Fergana vadisindeki Özbek Devletinin hâkimiyeti altına girer;
ama Özbek Hanı Ebu’l Hayr Kırgızları Moğol saldırılarına karşı yeterince koruyamaz. Bu yüzden Moğol kabilelerinin saldırıları karşısında zor durumda kalan Kırgızların bir kısmının kuzeydeki Kazakistan bozkırlarına çekildikleri ve Kazak yönetimi altında Kazaklarla beraber yaşadıkları görülmektedir. Kazak-Kırgızlar veya Kara Kırgızlar tabiri de bu dönemde ortaya çıkar. Kırgızların bir kısmının ise bu dönemde güneye Pamir ve Kaşgar bölgelerine çekildikleri ancak işgalcilere karşı mücadelelerine devam ettikleri görülmektedir (Saray, 1993: 17-18-19) (Gömeç, 2002: 29-37).
Hokand Hanlığı Döneminde Kırgızlar
Güney Sibirya bölgesindeki Kırgızlar ve Tanrı Dağlarındaki Kırgızlar, hanlıklarının dağılmasından sonra bazen Moğollar bazen Kalmuklar bazen de Rusların saldırılarına maruz kalırlar. Bu dönemde Yenisey Kırgızlarının büyük çoğunluğunun Tanrı Dağları çevresindeki Kırgızların bölgesine göç ettiği rivayet edilse de bu konuda kesin bir bilgi yoktur. XVII. yüzyılın ortalarına kadar Kazaklarla beraber yaşayan Kırgızlar, Moğol hâkimiyeti sona erdikten sonra doğudan Kalmuk, kuzeyden ise Rus baskısına maruz kalırlar. Kalmuklarla çok çetin mücadeleler yapan Kırgızlar, bu mücadeleler sonunda bazen galip gelseler de çoğu zaman Kalmuklara boyun eğmek zorunda kalırlar. Kırgızların Kalmuklarla mücadeleleri Kırgız kültürünün en önemli eserlerinden biri olan Manas Destanında da anlatılmaktadır.
Rus ve Kalmuk işgalinden korkan Kırgızlar, XVIII. yüzyıl başlarında güneye yönelerek Hokand Hanlığının hâkimiyetini gönüllü olarak kabul ederler. XIX. yüzyılın başlarında ayrı boylar halinde hayatlarını devam ettiren Kırgızlar Hokand Hanlığına bağlı olarak yaşamaktadır. Ancak boyların Hokand yönetimiyle bağları birbirinden farklıdır. Güney Kırgızları çok geçmeden hem nüfus hem de askerî güç bakımından çoğunluğu ele geçirerek Hokand Hanlığı içerisinde askerî ve siyasî yönetimde en üst makamlara kadar yükselirler. Böylelikle bir nevi Hokand Hanlığı yönetiminin de sahibi durumuna gelirler (Dıykanbayeva, 2004: 8-9) (Gömeç, 2002: 46) (Orozobayev, 2014: 21). Kuzey Kırgızları ise Hokand Hanlığının hâkimiyetine girmeden kısmen bağımsız bir yaşam sürerler. Onlar daha çok kendi aralarında savaşırlar. Kuzey Kırgızları arasındaki bu iç mücadelelerin en önemlisi Sarıbagış-Bugu çekişmesidir. Bu çekişme neticesinde Bugu boyu Ruslarla iş birliği yaparak onların hâkimiyetine girmek zorunda kalır (Özgen, 2014: 15).
Özellikle Alimhan döneminde gerçekleştirilen başarılı siyasî ve askerî hamleler sayesinde Hokand Hanlığının sınırları genişler. Bütün Fergana vadisi Hocent, Taşkent ve Çimkent gibi büyük merkezler bu dönemde Hokand Hanlığının egemenliği altına girer. Aynı zamanda jeopolitik açıdan da merkezî Asya, Rusya ve Çin arasındaki kervan yolları üzerinde önemli bir bölgeye hâkim olan Hokand Hanlığının XIX. yüzyılda Orta Asya’da güçlenmesi Buhara Hanlığını harekete geçirir. Buhara ile Hokand emirlikleri arasındaki Fergana vadisini ele geçirme mücadelesi rekabet ve çekişmeyi beraberinde getirir. Türk hanlıklarının iktidar ve toprak hırsı yüzünden birbiriyle mücadeleye tutuşmaları Rusların Orta Asya’daki hâkimiyet planlarına zemin hazırlar (Koşoyev, 2006: 166-167) (Çeçen, 2003: 486-487).
Hanlıkların birbiriyle çatıştığı bu dönemde ilk olarak Kazalinsk kalesini ele geçirerek (1846) Türkistan coğrafyasını istila etmeye başlayan Ruslar, 1846’dan ve 1865’e kadar Kazakistan’ın tamamını, Kırgızistan’ın da kuzeybatı bölgelerini işgal eder. Kırgız Beylerinin kendi aralarındaki husumet ve didişmeleri de Rusların bu bölgelerde daha kolay hâkimiyet kurmalarına fırsat verir. 1864’te Çimkent’i ele geçirmeye çalışan Ruslar, Alimkul komutasındaki Hokand ordusu tarafından yenilgiye uğratılır; ancak bu sırada Buhara Emirliğinin de Ruslarla sürdürülen savaştan faydalanmak için Hokand topraklarına doğru saldırıya geçtiği haberi üzerine geri çekilen Hokand ordusu büyük bir hezimetle karşı karşıya kalır. Hokand Hanı bu talihsiz ve zor durumdan kurtulmak için Osmanlı’dan yardım ister, fakat Osmanlı da o dönemde siyasî ve askerî bakımdan kötü durumda olduğu için yardım gönderemez. Ruslar aynı yıl Çimkent’i, ertesi yıl da Taşkent’i işgal eder. Rus orduları Hokand topraklarını işgal ettikten sonra 1867-1868’de Buhara Emirliğini, 1873’te Hive Emirliğini, 1874-1875’te Türkmenistan’ı işgal ederek bütün Orta Asya’yı kontrolü altına alır (Gömeç, 2002: 50) (Budak, 2003: 19-20) (Dıykanbeyava, 2004: 8-9).