Emir Nevruz

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Emir Nevruz
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

VATAN ŞAİRİ NAMIK KEMAL

21 Aralık1840 – 2 Aralık 1888


Vatan Şairi Namık Kemal ve Türk-İslam Mücahidi Emir

Nevruz’un aziz ruhlarına…



SÖZ BAŞI YERİNE

Namık Kemal (21 Aralık 1840-2 Aralık 1888) siyasi tarihimizde “Tanzimat Devri” olarak anılan dönemin ve “Arayışlar Devri Türk Edebiyatı”nın en renkli simalarından ve öncü kişilerinden birisidir. O, bu dönemin kendinden sonra gelenlerini en çok etkileyen şairi, gazetecisi, yazarı ve siyasi kimliğidir. “Vatan Şairi” olarak anılagelmiştir.

Namık Kemal, edebiyat kadar tarihle de uğraşmış bir büyük vatan evladıdır. Fakat ruhunun ana kaynağı olan vatan ve millet davası en ön sırada olduğu için, edebiyat gibi, tarihi de bu davanın alet ve delillerinden biri olarak kullanır.

Namık Kemal, karakteri gereği, büyük hareketlere ve büyük kahramanlara aşırı hayranlık duyar. Onun tarihçiliğini de böylesi bir ideolojik davranışın sonucu olarak görmek gerek. O, bilimsel bir yöntem kullanmadan ve tarih felsefesinin verilerine bağlanmadan tamamıyla kişisel, fakat millî bir görüş açısıyla olayları açıklamaya çalışmıştır.

Namık Kemal, vatan evlatlarının dikkatini, Türk-İslam tarihinin parlak sahifelerine çekerek kendine olan öz güvenini arttırmak ve güçlendirmek istiyordu. O zaman büyük bir çöküntü içinde bulunan Osmanlı Devleti’ni kurtarmak, umutlarını yitirmiş kuşaklara geçmişteki kahramanlıklarını hatırlatıp yeni umutlar vermek, kötümserleşen ruhları iyimserliğe çekmekle mümkün olabilirdi… Daha sonraki yıllarda Ömer Seyfeddin’in de tarih konulu hikâyeleriyle yapmak istediği tam olarak buydu; yıkılmışlığın mahzunluğunda diriliş kararlılığı için bu dopinge ihtiyaç vardır… Bu bir tür toplum mühendisliğidir.

Tarih konulu çalışmalarında hep bu amaçla hareket eden Namık Kemal’in tarih ve biyografilerinde bilimsel bir değerden çok, sosyal ve pedagojik değerler göze çarpar.

Namık Kemal, bu tür eserlerinde öğretmek kadar telkini de ön planda tuttuğu için edebiyattan da faydalanmış, bu tür eserlerini edebî bir üslupla süsleyerek bu telkinin gücünü arttırmak istemiştir. Özellikle biyografilerinin en güçlü yanı üsluplarındadır (Coşkun, 1980: 204).

Namık Kemal, tarih kitaplarıyla ilgili olarak şöyle demektedir:

“Eleştirmeme o kadar güvenemem, fakat okuyucularımın kitapta yeni birtakım bilgi bularak sevineceğini zannediyorum.

Tarihçilik görevinin gerekliliğine uymaya, kitabı mümkün olduğu kadar sade bir dile yazmaya çalıştım. İçinde sade dile aykırı terim veya kelimeler görülürse inanılsın ki onları koyuşum, dilediğim fikri başka yolla yazamamamdandır.”

Namık Kemal’in bu tür eserlerinde kullandığı dil ve üslupla alakalı olarak iki yorumu burada dikkatlere sunmak isteriz:

Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde bu konuda şu tespitte bulunuyor:

“Namık Kemal, hiçbir zaman onlarda olduğu kadar temiz, sade, yapmacıktan uzak bir Türkçe kullanmamıştır. Sanki eski nesrin bütün yorucu, lüzumsuz taraflarını, manayı altında ezen süslerini atmış, onu pürüzlerinden kurtarmıştır.” (Tanpınar,1967: 402) Nihat Sami Banarlı ise Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde şunları yazıyor:

“O, her şeyden önce Türk dilini çok iyi kullanan bir ediptir. Tabii bu özelliği onun tarihçiliğini de etkileyecektir. Milletinin büyüklük, zafer ve şeref sahifelerine hayran bir ruhun duyduğu sıcak bir sevgi ve heyecan lisanı, bu tarihlerin karakteristiğini teşkil ediyordu. (…) O kadar ki üzerinde durduğu tarih problemlerinin mühim bir kısmı, sonradan çok daha aydınlanmış olduğu hâlde, bugün hâlâ zevkle okunacak ve Türk gençliğinin terbiyesi üzerinde faydalı izler bırakacak eserlerdendir.” (Banarlı, 1977: 912-913)

Namık Kemal, 1889 yılında Rodos Adası’nda kaleme aldığı Osmanlı Tarihi adlı eserine yazdığı mukaddimesinde “tarih” konusundaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:

“Tarih ki geçmişten geleceğe haber verir, görünüşte bir hikâye sanılır, fakat gerçekte bilimlerin en yükseğidir, devlet yönetiminin büyük yardımcılarındandır.

Gerçekte bir milletin tarihi bilinmezse yaşaması, ilerlemesi için gerekli sebeplerin varlığı ve yokluğu nerden öğrenilecek?

Siyasi olaylar maddi değildir ki gözle görülsün, elle tutulsun. Tabiat ve matematik bilimleri değildir ki aletle ölçülsün, denklemle çözülsün. Yöntem vardır ki, hiç faydasız sanılır, çare bulunur ki pek yararlı görünür; oysa o faydasız sanılan yöntemi kaldırmak, o yararlı görünen çareyi kabul etmek bir devletin ilerlemesine engel olur, yaşamasını tehlikeye düşürür.

1000 tarihinden biraz sonra, alışma devresini beklemeden tımar verilmeye başlanmış, Yeniçeri Ocağı’na da dışarıdan yüz bin kişi katılmıştı.

Tımar için orada önce çalışarak o iş hakkında bilgi edinmeden katılmak gibi yararsız görünen bir yöntemi kaldırarak, birdenbire yüz bin er kazanmak gibi yararlı bir ölçünün kabulü, bu iki olay, Celali belasının ortaya çıkmasına, Yeniçeri Ocağı’nın sık sık baş kaldırmalarına sebep oldu; devlet bu yüzden birçok defa yok olmak tehlikesine uğradı. Toplumsal uygarlık denilen manevi kişilik için bilgi yaşla olmaz.

Onun gerçek hayatı, ilerlemektir; bilinir ki ilerleme yolunda zamanın uygun olduğu amaca az çok uzak bulunmak, kokmaya başlamış ölüler arasında kalmakla birdir. Bu durumda bulunan toplum için yaşama gücü mümkün olsa da hiçbir zaman millî tehlikelerden kurtulmak mümkün olmaz.

Uygarlık araçlarından biri de son yıllarda ortaya çıkan demir yoludur.

Düşünce yönünden dev adımlarla ilerleyen uygarlık yarışına karışabilmek ise bir millet için diğer milletlerde de var olan araç ve gerecin ortaya çıkışını bilip kendi bünyesiyle karşılaştırdıktan sonra yapılması olumlu, kabulü yanlışlıklardan uzak olanları almaya, aldıktan sonra da kullanırken birçok yönlerini değiştirerek, millî yapıya uydurmaya ihtiyaç gösteriyor. Devlet adamlarına bu yolda gerekli bilgiyi vermek için tarih biliminden başka bir yol yoktur.

Evet, siyaset dünyası denilen bu yabancı dünyada Nadir Şah gibi, Kavalalı Mehmed Ali gibi, tarihten değil, okumaktan, yazmaktan bile yoksun oldukları hâlde bir ulusu yok olmaktan kurtarmış veya bir memleketi uygarlık bakımından yüksek bir seviyeye ulaştırmış, birtakım üstün olaylar ortaya çıktığını bize yine tarih gösteriyor.

Şu kadar var ki, Yaratan bu noksanlıklar dünyasını öyle üstünlüklerle dolu yaratmamış! Özellikle insan topluluğunun tabiatı, daima bir üstün kişinin demir pençesiyle çekile çekile veya insafsız bir kılıçla dürtüle dürtüle bir noktaya yöneltilip gitmeye dayanıklı değildir. Hatta o, insan amacının son noktası olsa bile.

Siyaset âleminde tarih bilmeden yapılan şeyler yalnız zararlı değil, bazı kere gülünç de olur! Hükûmetin ciddiyetini, şerefini zedeler:

Yüzyılımızda Mısır ordusunu düzenlemekle, disiplin kurmakla görevli bir İngiliz subayı (başparmağını kesmeyi veya gözünün birini çıkarmayı askerlikten kolay sayan ve halleriyle Mehmet Riliî’yi bir parmaksız, bir de kör alayı kurmak zorunluluğuna düşüren) Mısırlıların arasında askerî disiplini bozanları, askerlik gibi bir büyük şereften uzaklaştırmakla cezalandıracağı düşüncesinde idi.

Memleketin tarihî durumuna bakılmadan alınmak istenilen bu tedbir ile aranılan sonuç arasında farkın ise ne derece gülünç olduğu anlatılmaya değmez.

İnsan hayatının başlangıcından sonuna kadar şeklinin birçok yönlerini, organlarının yapısını meydana getiren maddeleri sürekli veya süreksiz olarak beraber gelişme ve beden aşınmasını derece derece ortaya çıkardığı gibi, her parçası bir insanda meydana gelen bir manevi varlık olan toplum dünyası da nitelik ve geleneğinden, eski huy ve âdetlerinden birdenbire sıyrılarak yeni bir şekil, yeni bir nitelik alamaz.

Bu olaylara dayanarak verilen dinî hükümler de zamanla değişmek zorunluluğunda ise âdetler olduğu gibi kalmaktadır.

İşte bu hâllerden dolayı bir ulusun geçmişi göz önüne alınmadan veya başka bir deyimle tarihi bilmeden, geleceği için ne yapılırsa genellikle hata, ondan kötü, akılsızlık damgasından kurtulamaz Kurtulsa bile, uygulama mümkün olmaz.

(…)

Tarih, yalnız hükûmet adamları için değil, herkes için lazımdır. Hele devletin değişmez kurallarından olan şu dört usulden sünnet ve icmaya yarayan, peygamberin hayatı ile ilk çağlardaki olayını anlatan bir eser olduğuna göre, böyle değerli bilgiyi veren tarih bilimi, İslam ulusları arasında ne olursa olsun öğrenilmelidir.

Tarihin herkese lüzumu günümüzde açıkça kabul edilen bir gerçektir. Herkesi eğitim mecburiyeti ile bağlayan büyük uluslar, öğrencilerinin binde birinin bile devlet hizmetinde vazife almayacağı bilinen ilkokulda yazı gibi, matematik gibi tarih eğitimini de mecbur ediyor.

Gerçek: Herkes için daima söylediği kelimeyi yazamamak veya her gün aldığı şeylerin karşılığını hesap edememek ne kadar insanlığı küçültecek bir olay ise vatandaşı olduğu, yaşadığı toplumun ve belki insanlık dünyasının büyüklerinden, büyük olaylarından bütün bütün habersiz olmak da o kadar ayıp sayılacak bir cahilliktir. Tarihin uluslara hizmeti, yalnız bu küçüklükten kurtulmak değildir, zekânın olgunlaşmasında da pek büyük yardımları görülür.

Akıl öyle bir cevherdir ki, ne kadar çalıştırılırsa o kadar parlar. Bu hâlde, zaman ve mekân atlarcasına, bütün insanlığın birkaç bin senelik büyük olaylarını, her zaman göz önünde tutarak, bu kadar eseri ve ayrıntılarını birbirleriyle karşılaştırmaya, bunca gizli ve güç işleri sonuçlandırmaya hizmet eden, tarih gibi düşünceyi geliştirmeye uygun bir bilgi hazinesi mi bulunur?

Gerçekte bulunduğumuz ilerleme devrinde, ilk devirleri öğrenmek her insan için zorunlu olan birçok bilim dalı, eğer benzetme çirkin görülmezse, fikri yalan saldırısından korumak için yapılmış bir demir kaleye benzetilebilir ki, onun bir önemli burcu da tarihtir, bunların hangisi eksik olsa düşünce ve kuruntu o yöne kayar.

 

Kozmografyadan habersiz olanlar, bir kuyruklu yıldız görür, dünyanın bir felakete uğrayacağını sanır! Tarih bilmeyenler, Köroğlu’nun destanını işitir, ermişliğine, kerametine inanır.

Tarih, yalnız fikrî gelişmeye değil, vicdan temizliğine de en çok hizmet eden bir bilimdir. Bir bilim adamı, geçmişin ahlakça düşüklük ve yüceliğini inceler, dünyanın da ilerleme hedefinde olduğunu düşünürse, o noksanlığın bütününü zamanın tesirlerine yüklemekle beraber tamamını kendince sakınılmış saymak, o ululuğun bir takımını o zamanın niteliğinden üstün görmekle beraber, hiç olmazsa bazılarında olsun öncekileri geçmekle kendi zamanının gidişine uygulamaya çalışmak tabiidir.

Bu yüksek bilimin vicdanında yarattığı etkidendir ki, Aristo, tarihi ikinci bir şiir kabul eder.

Roma’nın en büyük devlet adamlarından biri olan ünlü Çiçero ise daha ileri giderek, tarih, insanlığın her hâlinden bahsettiğine göre öğrenilmesini terbiyenin en lüzumlu şartı sayar ve o görüşle tarihe ‘hayat öğretmeni’ adını verir.

Fransa edip ve devlet adamlarından Guizot insan için, ‘Ulusu hakkıyla sevmek bile tarihini bilmekle olur.’ der.

Gerçekte otuz seneden beri, hiç aralıksız olarak birçok düşmanlarla uğraştıkları hâlde, bir türlü fedakârlıktan vazgeçmeyen Türkler millet sevgisinde ne yüksek bir durumda bulunduklarını gösterdiler.

(…)

Bu gerçekleri bilmek insanda millet sevgisini bir kat daha arttırır. Bu faydaların hiçbiri olmasa, tarihin yine de bir faydası vardır ki, o da her faydanın üstündedir; o fayda da insanın bir şey bilmesine, öğrenmesine ettiği hizmettir.

Fransız yazarlarından, mizahta üstün başarıları olan Rabelais, ‘Bir yemek icat etmek bir yıldız keşfetmekten insanlık için daha faydalıdır.’ demiş! Gerçekte menfaat yalnız maddede aranılacak ise bu söz doğru olabilir; fakat insanın bir de ruh âlemi olduğu düşünülürse, yeni bir yıldız bulmaktan insanlığın duyduğu zevk, ilim çevrelerinde her türlü maddi zevklere üstün görüneceği de kabul edilmelidir.

Tarihin verdiği bilgi ne kadar geniş, ne kadar öğrenmeye değer şeylerdir.

İnsan kendi gücüyle büyücek bir taşı yerinden kaldıramaz. Manevi gücüyle ise yeryüzünü elinin altında bir oyuncak yapmıştır. İsterse denizini karaya, karasını denize, ovasını dağa, dağını ovaya çevirebiliyor. Toprak altında nehirler, gökyüzünde âlemler keşfediyor, denizde yüzüyor havada uçuyor, tabiatın her gücüne üstün geliyor, yıldırımına, güneşine kadar kendi hizmetinde kullanıyor!

İşte insanlığın maddi gücünde bilinen aczi ile, kavrayış ve buluşu sayesinde kendini vahşetten yine kendi çalışma gücü ile kurtararak bu kadar yüksek ilim ve ilerlemeyi yaratıncaya kadar geçirdiği durum ve değişikliği en küçük parçasına kadar göz önüne koyan yine tarihtir. Dünyada bundan daha lezzetli, daha meraklı bir ilim mi olur?” (Namık Kemal, 1971: 12-20)

Namık Kemal’in hemen bütün şiir, makale ve mektuplarında tarihe dayanan deliller, fıkralar, imalar görülür. Bunlardan başka doğrudan doğruya tarihî eser olarak da külliyatında şunları görüyoruz:

1- Devr-i İstila: Tasvir-i Efkar’a tefrika olarak yazdığı Osmanlı hükumetinin zuhurundan Kanuni devrine kadar tarihimizi pek kısa ve şairane bir üslupla anlatıcı broşür, ki son kitap şeklinde olarak Evrak-ı Perişan serisinin başına konulmuştur.

2- Kanije: On altıncı asır sonlarında Macaristan’da başlayan büyük Türk-Avusturya muharebesinin bir kahramanlık safhasını anlatır. Vakanın kahramanı meşhur Tiryaki Hasan Paşa’dır. Eser, Faizi’nin Hasenat-ül-Hasan adlı kitabının yeni ve anlaşılır dile naklinden ibarettir.

3- Evrak-ı Perişan Serisi: Namık Kemal’in Türk, İslam, Osmanlı tarihinde en parlak örnekler diye gördüğü bazı mühim şahsiyetler üzerine yazılarını toplar. Devr-i İstila ile birlikte ciltlenen kısımda üç büyük adam vardır: Selahattin Eyyubi, Fatih, Yavuz. Sonradan ayrı bir risale ile bunlara Nevruz Bey’i de katmıştır.

Namık Kemal, Selahattin’i haçlı seferlerinde Avrupa’nın bütün toplu kuvvetlerine karşı tek başına dövüşmüş, muzaffer bir kahraman olarak ileri sürer. Fatih’i İstanbul’u fethederek Osmanlı Devleti’ni Avrupa’da kökleştirmiş bir büyük adam olarak tanıtır. Hele Yavuz’u eşsiz bir İslam birliği fedaisi olarak göklere çıkarır.

Nevruz Bey’i de İlhanlılar İmparatorluğu’nda Müslümanlığı yerleştirerek Cengiz istilasının İslam âlemine verdiği zararları sona erdirmiş olmakla yükseltir.

Namık Kemal’deki vatani ve edebî duygu merkezleri bütün bu yazılarda daha çok edebiyat kıymeti yaratmıştır. Ülküleştirdiği kahramanını bir romantik romanın baş şahsı gibi her türlü kusurdan azade göstermeye çalışır.

4- Barika-i Zafer: Açık yazı taraftarlarını eski yolla yazamadıkları için bu tarzı tutuyorlar diye itham edenlere karşı, Veysileri, Nergisileri kıskandıracak kadar eski yolda yazı da yazabileceğini göstermek için İstanbul fethini tasvir yolunda yazılmış bir yazıdır.

5- Osmanlı Tarihi: Daha önceki küçük yazıların hepsini örtmek ve ömrünün tarih bakımından en büyük verimi olmak üzere Namık Kemal bir büyük Osmanlı Tarihi yazmaya özenmiştir. Bu esere çok ehemmiyet vermiş olduğu, tuttuğu yoldan bellidir. İlk çıkan fasiküldeki mukaddemeden de anlaşılır ki Namık Kemal, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve tarihini tam gösterebilmek üzere söze Roma İmparatorluğu’ndan başlamaktadır. Roma’nın kuruluşu, krallık, cumhuriyet, imparatorluk devirleri, imparatorluğun ikiye ayrılışı, Garbi Roma’nın inkırazı, Şarki Roma’nın tarihi, Osmanlı tarihinin birinci mukaddemesi olacaktı. İkinci mukaddemede de Müslümanlığın zuhuru, Arap, İran, Turan ülkelerine yayılışı, Emeviye ve Abbasiye imparatorluğunun parçalanışı, Cengiz istilası, Abbasiye saltanatının inkırazı, Selçukiye Devleti’nin inhitatı hadiselerini toplayacaktır.

İşte bu iki geniş ve uzun mukaddemeden dolaşarak gelen tarih, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin bütün hadiselerini, her devirde karşılaştığı dünya vakıalarıyla müsavi olarak anlatacaktı.

Namık Kemal’in ölümünden sonra bu tarihin mukaddemeleri ayrı eserler hâlinde çıkarmak üzere asıl Osmanlı tarihine ait kısmı Külliya-ı Kemal içinde çıkarıldı ki bu da Kanuni devrine kadar gelmektedir. Alt tarafını Namık Kemal yazmamıştır. (Dilmen, 1940: LI-LIII)

Tarihçi olarak Namık Kemal’i varlığını geçmiş zaman denen karanlığın içinde kıvılcım görmeye vermiş bir tarih meraklısı diye ileri süremeyiz. Onun tarihçiliği vatani heyecanlarının bir ifadesidir. Bununla beraber devrine göre tarihçinin ondan büyüğü ve değerlisi de yoktur dense yeridir.

Namık Kemal’in tarihçiliğini değerlendirenler, bu konuda fikir beyan edenler olmuştur. Bunlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Namık Kemal’in doğumunun yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla Maarif Vekili Hasan Ali Yücel tarafından 14. VI. 1940 tarih ve 2/2998 sayılı bir yazı ile Türk Dil Kurumundan Namık Kemal ile ilgili bir kitap hazırlatıp yayımlaması istenmiştir. !940’ta Necip Fazıl Kısakürek imzasıyla Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan Namık Kemal Şahsı-Eseri-Tesiri adlı eser işte bu yazının sonucudur. Necip Fazıl Kısakürek, bu kitabında Namık Kemal’in tarihçiliğiyle ilgili olarak özel bir başlık altında şunları yazmış:

“Tarihçi Namık Kemal hakkında söylenecek söz, basit ve kısa…

Namık Kemal bir tarih âlimi değildir ve tarih eserlerinde, hadiseleri bulma, derleme, inceleme, düzene sokma, manalandırma ve tefsir etme bakımlarından herhangi bir ilmî usul temsil etmek kaygısına ne malik ne de muhtaçtır. O, Şarklı ve Garplı birçok edip ve şairin yaptığı gibi, tarihî hadiseleri kendi kıymet ölçüleri içinde yoğuran; tarihten bir edebiyat eseri çıkaran; kendi geçmiş zaman ve mekân kıstasını tarihin benimsediği nahiyelerine tatbik eden bir fikirci…

Tarih, birçok edip ve şaire yaptığı gibi, kendi ilim yekpareliği ve gerçeklik, yalanlık kefaleti içinde, tezgâhını Namık Kemal’in önüne sürmekte; Namık Kemal de ilmî bünyesine dokunmadığı bu tezgâhı, kendi kafa ve ruh tecellisi için unsur diye kullanmaktadır. İlmî manada tarihçilikle zerre kadar ilişiği olmayan; edebî fikircilik yönünden edebî tarihçilik işi…

Bazı tetkikçiler, büyük bir ukalalık gayretiyle Namık Kemal’de ilmî tarihçiyi aramaya kalkmışlar; bulamayınca da yok, müverrih değildi; yok âlim değildi; yok, edipti yahut hiçbir şey değildi, tarzında, yanlış usullerinin hükmünü istismara savaşmışlardır. Eğer Namık Kemal, tarihin ilmî bünyesine, usullerine, mütearifeleşmiş hakikatlerine, sistemine el atacak tarzda bir tarih işi yapmaya kalksaydı, o zaman onda böyle bir tarihçiyi aramak lüzumu doğardı. Namık Kemal’in eserinde, onun tarih ilmi içinde herhangi bir gayretini gösterecek hiçbir nokta yoktur. Şair, nebatat mütehassısı olmaksızın nasıl çiçekten bahsetmek hakkına, hatta vazifesine malikse, Namık Kemal de ayrıca tarih âlimi olmaya lüzum görmeden hadiselerin çiçeklerini kendi tefekkür ve tahassüs bünyesine göre koklamak hakkına, hatta vazifesine maliktir.

Tarihçi Namık Kemal, ‘Gazeteci Namık Kemal’ çerçevesinde belirttiğimiz aksiyoncu büyük edibin ta kendisidir ve doğrudan doğruya bir sanat şubesi olmayan ve istiklalli bir sanatkâr ruhu istemeyen bu sahayı, som ve yekpare bir şekilde aksiyoncu büyük edip hüviyetiyle doldurmaktadır.

Bu yüzden onun edebî tarihçilik kıymeti üzerindeki sırf edebî değerini, fikir yazıcısı Namık Kemal’de araştırmak lazımdır.

Gazetecilik çerçevesinde canlandırmış olduğumuz fikir yazıcısı Namık Kemal’i, tarihçi cephesiyle, o çerçevenin ‘tarih ve geçmiş zaman planı’ şubesinde bulabiliriz.

Tarihçi Namık Kemal, bu sahadaki fevkalade üslubu, edası ve ahengiyle, yüzde yüz fikir yazıcısı aksiyoncu büyük edibi tamamlamaktadır.”(Kısakürek, 1940: 285-286)

Uzun yıllar harp okulu ve piyade okulunda tabiye ve tarih öğretmenliği yapmış biri olan İhsan Ilgar, Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi adlı eserini yayına hazırlarken şu tespitlerde bulunmuş:

“Bütün eserlerinde ulusuna geniş bir vatanseverlik duygusu aşılamayı amaç edinen bu büyük adam, şiirlerini, makalelerini, tiyatro ve romanlarını hep bu yola yönelttiği gibi, yazdığı tarihlerinde de bu amacı daima ön planda tutmuştur.

Namık Kemal’in eserlerinde kullandığı dili belki yadırgayabiliriz ama o, çağına seslenmek zorunluluğu karşısında bu dili kullanacaktı. Şu elinizdeki eserde Türk diline o devrin ediplerinin hizmet etmemesi bakımından bakınız nasıl yakınmaktadır:

‘Fatih devrinin edipleri, kendisi gibi memleketine hizmet etmeyip Acem taklitçiliğinden uzaklaşamadılar. Böylece milletin kendi edebî dili ortaya çıkamadı. Bilim de yüksek tabakaya aitmiş gibi kaldı.’

Okuyacağınız eserinde, dil devriminin yapılması gerektiğini o bize, yüzyıla yakın bir zaman önce belirtmiş bulunuyor.

Vatan sevgisi, onun bütün milletinin kalbinde yaşamasını istediği kutsal bir varlıktı. ‘Vatan ve Silistre’sini bize şöyle sunar:

‘Benim eserimin mevzusu, bir adamın vatanını canına, cananına tercih etmesidir, bu eseri yazmaktan amacım, Türk ulusuna aslında var olan vatan sevgisini anlatmaktır.’

Bütün bildiklerimize bugün şunu eklemeliyiz ki, Namık Kemal kısa süren ömrüne bilim dalında da Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi, Askeri Tarih gibi, üç dev eser eklemiştir. Bu eserlerin müsveddeleri ilk defa Hürriyet Yayınları tarafından aydınlığa çıkarılmaktadır. Hürriyet müessesesi, büyük fedakârlık bahasına, Türk kültür alanına hizmet düşüncesiyle bu eserin mikrofilmlerini sağlayarak birbiri ardınca yayın hayatına sunacaktır.

Uzun yıllar harp okulu ve piyade okulunda, tabiye ve tarih öğretmenliği yapmış biri olarak diyebilirim ki, Askeri Tarihi’nin müsveddelerini okuduğum zaman o büyük adamı, gerçek bir asker buldum Yorulmak bilmez bir çalışmanın dev eseriydi bu. O, bu eseri bir volkanın lavlarını andıran ifade gücüyle yaratıvermiş, bizim yazma eserlerimizi Şakayık’tan başlayarak Batı kaynaklarına kadar okumuş ve bu eseri böyle ortaya koymuştu.

Büyük İslam Tarihi’nde de Cürci Zeydan’ın Medeniyet-i İslamiye Tarihi’nden tutunuz da Cerra de Vaux’nın Lies Perseurs de L’İslam eserine kadar Doğu Batı eserlerine başvurarak incelemiş, aksak taraflarını ortaya koyarak olayların gerçek yüzünü okurlarına sunmak istemiştir.

İki ciltlik İslam Tarihi’nde Hazret-i Muhammed ve Felsefesi, Dört Halife Devri ve Hazreti Ali ve Muaviye Çekişmesi, Hazret-i Muhammed’in Ailesi ve Yakınları, Emeviler, Abbasoğulları, Endülüs, İslam Gelişmesi ve Medeniyeti, Türklerin İslamlığa ettiği hizmetler, İslamlıkta görülen gerileme devirlerini araştırmaktaki derin görüş ve cesaret, insanı hayrete bırakmaktadır.” (Ilgar, 1972:7-8)

Namık Kemal’in tarihî biyografilerini yayına hazırlayan Dr. İskender Pala ise şu tespitlerde bulunuyor:

 

“Namık Kemal’in Türk-İslam tarihini Batılı bir bakış açısından görmesi ve kahramanlarını tıpkı ihtilal öncesi Fransız yazarlarında olduğu gibi yaşayan millî kültür ile kaynaştırması; mücerret kıymetlerin müşahhas örneklerini ortaya koyma çabasıdır. Bu suretle o milleti kendine inandırmak istiyordu. Çünkü bir topluma yeni kıymetler getiren insanın etkili olması için onları bizzat yaşaması gerekir. Kıymetim değeri ise hayatla ölçülür. İşte Namık Kemal tarihî eserlerinde bu düşüncelerini hareket hâline dönüştürür. Onun hayatı da zaten kendi fikirlerinin tatbikatı gibidir. Türk toplumuna büyük çapta etki etmesinin bir sebebi de budur. O, ideallerine kendi varlığının sıcaklığını geçirerek, tıpkı söz konusu ettiği kahramanları gibi yaşamak istiyor ve bu hayatı milletine tavsiye ediyordu.” (Pala, 1989:5-6)

Namık Kemal, tarih kitaplarıyla ve tarihî biyografileriyle edebî eserlerindeki başarısını bu alanda da göstermesini bilmiştir. Namık Kemal’in bu vadide kaleme aldığı eserlerin önemi, onun olayların girdabında yaşamış olmamasından, Osmanlı Devleti’nin çöküş devresinin her anına tanıklık etmiş olmasından da kaynaklanmaktadır.

Bugünkü meselelerimizin çözümünde dünün bilgisine muhtaç olduğumuz gerçeğinden hareket ettiğimizde Namık Kemal’in bu eserleri, İslam ve Türk tarihini bilmek isteyenlerin, tek kelimeyle okumazlık edemeyecekleri kitaplar olarak kütüphanelerimizde yerini almalıdır diye düşünüyoruz.

Olete lõpetanud tasuta lõigu lugemise. Kas soovite edasi lugeda?