Loe raamatut: «İNTİBAH»
NAMIK KEMAL
1840’ta Tekirdağ’da doğdu, 1888’de Sakız Adası’nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını, Şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey’dir. Annesi, Namık Kemal henüz küçük yaştayken ölünce babası da başka bir kadınla evlenince dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde büyüdü. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşında İstanbul’a, babasının yanına döndü. 1863’te Babıâli Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın nedeniyle 1867’de kapatıldı.
Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Erzurum’a vali yardımcısı olarak atandı. Bu göreve gitmeyi erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa’yla Paris’e kaçtı. Bir süre sonra Londra’ya geçerek Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ali Suavi’yle anlaşamayınca Muhbir’den ayrıldı.
1868’de Fazıl Paşa’nın desteğiyle Hürriyet gazetesini çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden Avrupa’da desteksiz kalınca 1870’te Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısıyla İstanbul’a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete dört ay kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu Mutasarrıflığına atandı. Orada, Vatan yahut Silistre oyununu yazdı. Namık Kemal, tiyatroyu çok seviyor ve topluma en faydalı eğlencelik olarak düşünüyordu. Vatan yahut Silistre 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendi. Oyunu izleyenler heyecana gelip gazetenin önünde toplandı, Namık Kemal’e verilmek üzere gazeteye bir mektup bıraktılar. Mektup, ertesi gün gazetede yayımlanınca hükümet bunu fırsat bilip Kıbrıs’taki Magosa Kalesi’ne sürgüne gönderdi. On sekiz ay Magosa’da kaldı, eserlerinin önemli bir kısmını burada kaleme aldı. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilip yerine Beşinci Murat’ın geçmesiyle serbest bırakıldı.
I. Meşrutiyet’in ilânından sonra da İstanbul’a döndü. Şurayı Devlet üyesi oldu. Kanun-î Esasî’yi hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca Meclis-i Mebusan kapatıldı, Namık Kemal tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos’a, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu Bolayır’da defnedildi.
Şiirlerini küçük yaşlardan itibaren yazdı. Şinasi’yle tanışıncaya kadar şiirlerinde tasavvuf etkileri görüldü. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilendi. En önemli özelliklerinden biri, Türk şiirini Divan şiirinin etkisinden kurtarmaya çalışmasıdır. “Vatan Şairi” diye de anıldı. Tiyatroya özel bir önem verdi, altı oyun yazdı. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan yahut Silistre, Avrupa’da da ilgi uyandırdı ve beş dile çevrildi. İlk romanı İntibah 1876’da yayımladı. Romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi edebiyat eleştirisini de Türkiye’ye ilk getiren kişilerden biri oldu. En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip’tir. Gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yeri vardır.
Namık Kemal’in şiirleri, Cezmi, İntibah (roman), Vatan yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Kara Bela, Celalettin Harzemşah (tiyatroları); Bârika-i Zafer, Kanije, Silistre Muhasarası, Evrak-ı Perişan, Osmanlı Tarihi, başlıca eserleridir. Bunların dışında, çeşitli yazıları, makaleleri, ön sözleri ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Gel ey bahar mevsimi, huzurlu uykumun mayasısın,
Hatıramın dostu, ıstırap dolu gönlümün gamısın
Bahar günleri, bu köhne dünyanın gençlik sevincinin sabahıdır ki bahar gelince toprağın her tarafı baştan ayağa tazelenerek “Yuhyi’l arze ba’de mevtiha”1 sırrı ortaya çıkar. O kuru kuru ağaçlar yeniden can bulur. Öyle ki ibret alan bakışlarla tazeliklerine dikkat edilirse vücutlarına akan hayatı görmek mümkündür. Öyle ki en küçüğündeki sevinç ve gelişime bakılırsa her zerresinde bir ruh tecelli ediyor zannedilir. Öyle ki: “Kırların her tarafına cisimlenmiş zevk, belki hayat bulmuş bedenin sevinci,” denilse abartılmamış olur.
İlkbaharın en büyük güzelliği, bolluğu ve alışkanlığımız nedeniyle gayet hor gördüğümüz çimenlerdir. Dünyada renklerin orta sınırı olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde sanki yeryüzünün her zerresi yeşillenir.
(Hatta kendini insan zanneden ve gerçek aranılırsa bitkiden farkları, sözlerini istemsizce değiştirme gücünden ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rastladıkları hanımlarla yeşillenmeye çalışır.)
Hele bir kere çimenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı sarmaya, bir kere bahar bulutunun gölgesi çimenlerin üzerinde dalgalar, hareler oluşturmaya; bir kere kırların ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya; bir kere deniz hafif hafif dalgalanmaya, bir kere rüzgâr usul usul suyun yüzeyinde temiz bir alına karşılık verircesine kırışıklıklar göstermeye; bir kere ufak ufak dalgalar, rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış yaseminlerin kokusunu getirmeye başlar.
Kırları, eğlenceden hareket etmeye mecali kalmamış denizle; denizleri, zevkten sakınan kırlarla kıyaslarsın. Güller göründükçe zannedilir ki birçok yeni yetişen güzel fidan, yabancıların bakışlarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanır; rüzgârı uygun buldukça utangaç örtülerinden ara sıra çıkarlar; birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr muhalefete başlayınca gene inzivaya çekilirler, birbirlerine hüzünlü bir şekilde özlemlerini anlatıp hafif hafif gülüşürler.
(Sebebi, Doğu hayalleriyle çok farklı fikirlerin uyuşması mıdır? Ben gülden bahsettikçe bülbülü bir türlü unutamam. Gerçi güle âşık olduğunu bilirim; fakat zavallı kuşun sevdasına bakılırsa o ufacık gönülde ne büyük bir aşk belirtisi hissedilir. O aşk da kendi hürriyeti içindir ki tutulup da kafese hapsedilince şarkı söylemek şöyle dursun, genellikle yaşaması bile mümkün olmaz.)
Lalelere bakıldıkça anlaşılır ki geceden bahçede bir içki meclisi düzenlenmiş de sarhoşçasına uykuya varanların her biri şarapla dolu kadehini bir köşeye bırakmış. Kadehlerin kimi havaya veya yere yakın bir şekilde duruyor. Kimi henüz birleşmemiş kâh eğiliyor kâh doğruluyor.
Baharın her ürününü, her eğlencesini, her halini bir benzetmeyle anlatmak benim değil, gökyüzünü ham eriğe, yerküreyi kızıl yumurtaya benzeten hayalcilerin bile kolaylıkla yapabileceği şeylerden değildir.
Bu durumda, baharın güzelliğini yalnızca çimeniyle, gülüyle, lalesiyle anlatmakla yetineceğim.
Acaba az rüzgârlı, hafif bulutlu bir havada, bir bahar bahçesine ışık yansıyınca ortaya çıkardığı haleye hiç dikkat edilmiş midir? Bir taraftan rüzgârın baskısı, bir taraftan bulutların gölgesi, çimenlerin her dalgası bir başka şekle girmiş bir yeşil hâreye benzemez mi? Eğer kırlarda görüldüğü gibi çimenler öbek öbek her renkte, her şekilde çiçeklerle süslenirse de güneşin ışığı üzerlerinde dalgalanmaya başlarsa yeryüzüne tavus tüyünden halılar döşenmiş zannedilmez mi? İlkbahar güneşi, bereketini yalnızca yeryüzüne yönlendirmez. Sabah akşam gökleri de nura boğar, renge boyar. Baharın, rüzgâra verdiği güzellikten midir nedir? O arada gökyüzünün renklerinin güzelliği olsa olsa güneş yüzlü, ışık saçlı bir dilberin mavi gözlerinde görülebilir.
Baharda havanın bereketiyle bulutlara gelen hafiflikten midir nedir? O zamanın fecrindeki, şafağındaki sevince dair vakitler gün doğumuna, gün batımına benzemez.
Işığın ortaya çıkardığı renkler öyle parlak, öyle göz alıcıdır ki ufuklara binlerce gökkuşağı yığılmış zannedilir. Sanki felek, baharın yeryüzüne verdiği güzelliğe gıpta eder de ufuktan bahçelerimize nazire yapmaya kalkışır. Güneş ya doğup veya batıp da sabah dalgalanmaya başladığı gibi bulutlar parça parça olur. Kimi kızarır, yeni açılmış gül gibi katmer katmer olur; kimi yeşillenir, yaprak şeklini alır; kimi ağarır, zambak gibi açık saçık salınmaya başlar; kimi morarır, sümbül gibi, kandil gibi öteye beriye dağılır. Bakışlar, sonsuzluk içinde kendini kaybetmeye başlayıp da düşüncelere hayal galip gelince gökyüzü, denizin veya deniz, gökyüzünün aynası olur. Bağlardaki çiçekler, gökyüzüne veya ufuktaki bulutlar denize yansır. Kısacası; yerle gök birleşmiş gibi görünür.
Baharımızın mehtabını da unutmayalım. Eğer, hilal ise genellikle etrafına dolunay büyüklüğünde, dolunay şeklinde, dolunay güzelliğinde bir hale bağlar ki hani “ay bir mahlûktur, bazı büyücü kadınlar yere indirirler de sütünü sağarlar,” inancında olan yok mudur? Onlardan biri bu hilal ve hâleyi görünce o sütü sağılan mahlûkun hamile olduğuna inansa yeridir. Eğer dolunaysa etrafına bir sarı hâle dağıtır ki bizim gibi mehtabın da bir âlem olduğunu bilenler bile felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sırma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, yeryüzünün renklerini seyrediyor zannetse ayıplanmaz.
Mehtabın, baharla birlikte denize yansıması seyredilmelidir ki ışığının denizde açtığı yolun güzelliğinin değerini anlamak mümkün olsun. Havalar berrak, sular temiz, ay ışığının parlaklığı ise sanki nurdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer, yüzmeye başlar. Vücuduna dokunan her katre suyken nur kesilir. Denizin içinde, hayallerin yolundan gerçeğin yolu gibi nurani bir cadde ortaya çıkar.
Biz galiba sınırı aştık. Amacımız Çamlıca’nın tarifine baharın güzelliğinden bir giriş bulmaktı; fakat yazın buluşma yerini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan âşıklar gibi, rastladığımız birkaç taze hayali çiğneyip geçmeye gönlümüz razı olmadı. Rahatsız ettikse af dileriz. İşte, anlatmak istediğimize başlıyoruz.
Ey misâl âleminin2 akıllı seyyahı!
İlkbaharı köşk şeklinde hiç gördün mü?
İstanbul’u görenler bilirler ki Çamlıca Köşkü’nün verdiği huzurla, ruhu okşamasıyla ilkbahardan aşağı kalır yanı yoktur. Yapısı şöyle dursun, sadece bulunduğu yer, İstanbul’un en özel yeridir.
İstanbul, güzellik denizinin öyle bir melikesidir ki sadece hüzünlü sahillerine yüz sürmek, önünden akıp giden denizin verdiği huzur, (onun) dünyada eşi benzeri olmadığının ispatıdır.
İstanbul denilen güzellikler topluluğunun içinde olan her türlü nadir güzelliği bir bakışta gösterecek nokta ise Çamlıca’dır. Boğaziçi’ndeki büyük bir orman veya küçük bir körfez yoktur ki Çamlıca’dan ayaklar altına serilmesin! Başkentimizin Beyoğlu gibi, Galata gibi, Babıâli civarları gibi, Bayazıt gibi hangi şenlikli, eğlenceli tarafı, kendini Çamlıca’nın bakışlarından saklayabilsin. İstanbul’daki eski eserlerden ve meşhur binalardan hiçbiri var mıdır ki (onları) Çamlıca’nın tasvirine almak mümkün olmasın?
Çamlıca, ibretle görülecek öyle bir yerdir ki ilkbaharda insan, çeşmesinin yanına çıkıp, başını kaldırarak etrafına bakınırsa doğal olan, olmayan yüz bin çeşit güzelliklerden meydana gelmiş başka bir âlem görür; insanın gözbebeği de o güzellikler âleminin, olağanüstü bir ustalıkla bir tek noktaya sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağıya çevirince parlak bakışları, dünyadaki her türlü çiçeğin bir araya toplandığı bir bahçeye düşen balarısı gibi çiçekten çiçeğe dolaşarak, bir meyveye konarak deniz kenarına yavaş yavaş gidinceye kadar güçten düşer.
Çamlıca’ya cennetin yere inmiş bir parçası denilse yeridir. Allah, yeryüzündeki hayat suyunu yaratmayı isteseydi, o özelliği Çamlıca suyuna verirdi.
Bundan yaklaşık sekiz yıl önce orada güneşin doğuşunu seyretmiştim. Gökyüzünden yeryüzüne nur yerine ruh yağıyor sandım.
Seyir yerlerinden hoşlanmam. Tatil günleri, kuru bir unvan için cellat kemendine benzeyen o sıkı boyun bağını takarak, ayaklarına da süslü tomruk denilebilecek bir çift dar potin giyerek, sabahtan akşama kadar arabanın arkasında dolaşmak ve akşamdan sabaha kadar da bademcik iltihabının eziyeti ve nasırın sancısıyla yatakta inlemek gibi şeylerde bir eğlence görmem. Hele cuma ve pazar günleri Unkapanı’n-dan bir kayık tutup da yolda seksen kayığa çarparak, doksan tehlike girdabından geçerek o nazlı Kâğıthane deresine girmekle tozdan dumandan oluşan kalabalığa veya daha doğru benzetmeyle “Kork, kork ki eceli gelmeyen genç gibi toprağa gömüldün!” mısraına uymak gerekiyormuşçasına mezarını omzuna almış bir cadı şekline girmek, sonra da bu durumun adını eğlence koymak aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyeyim; cuma ve pazardan başka günlerde, açık veya hafif bulutlu, fakat yağmursuz bir havada Boğaziçi’nin hemen her tarafını ve özellikle baharda Çamlıca’yı severim.
İnsan, medenî dünyanın lezzetlerine ne kadar alışsa da yine arada sırada kırlarda dolaşma isteğini aklından çıkaramıyor. Şimdi, güneş batarken bir su başında, bir çimenlikte, bir ağacın altında oturup tabiatın o hüzünlü maneviyatını izlemek; şehirlerin, evlerin hangi eğlencesine tercih edilmez? Şehirlerin o kasvetli havasından, o tekdüze manzarasından ara sıra kaçarak rüzgârın çiçeklerden parça taşıyan kokusunu solumayı gönül nasıl istemez? Kırların birbirinden farklı nice rengine ve şekline dalmayı hangi bakış arzu etmez?
İşte, genellikle insanları saran bu gezinti ve seyir merakı, aşağıda durumundan söz edeceğimiz Ali Bey’de de doğal olarak vardı.
Gençlik gününün sabahı ağardı,
Fitne günleri geldi, belalar uğurlu olsun
Ali Bey, zenginlerin çocuklarından yirmi bir, yirmi iki yaşında bir delikanlıydı. Anasının, babasının bir tanesiydi. Özellikle babası, evlat değerini gerçekten bilenlerden olduğundan, İstanbul’da bulunduğu halde (Ali Bey’in) tahsiline, eğitimdeki gelişmenin son aşamasına varmış olan yerlerin soyluları kadar özen gösterildi. Çocukken birkaç dil biliyor, edebiyatçılar arasında yeni yetişenlerin en bilgilisi sayılıyordu. Hele babası, bizim taraflarda örneği pek az görülen yumuşaklık ve şefkatle, yaradılışında olan saflığa ve nezakete o kadar önem vermişti ki terbiyesine, davranışlarına bakanlar onu, adeta bir melek zannediyorlardı; fakat zavallı babası sağ olduğu sürece ciğerpâresi için daima büyük bir endişe içinde oldu; çünkü çocuk, sarı benizli, fazlasıyla sinirli, bununla beraber kanı da kaynıyordu. Güçlü terbiyenin, yumuşak davranışların etkisiyle öfkesini yener gibi olduysa da o huyun bir diğer sonucu olan bazı konulara, düşkünlüğe ve tutkuya esir olduğu hemen her halinden anlaşılıyordu: Her neyi merak ederse bütün dünyayı unuturcasına kendini ona veriyordu. Bir şeyi arzu eder de onun gerçekleşmesi sırasında bir engelle karşılaşırsa amacı ne kadar az olursa olsun (o şeyi) ele geçirmek için o yolda en büyük fedakârlıkları yapmaktan çekinmiyordu, hatta küçük bir isteğinden dolayı mutsuz olunca günlerce hastalanıyor, geceleri gizli gizli ağlıyordu.
Babası ise dünyada hem en büyük olgunluğun hem de en büyük eksikliklerin sebebi olan bu inatçılık huyundan çocuğu vazgeçiremediği için o tarafını daima tahsil ve terbiyeye yönlendirerek oğluna bir faydası olsun istedi. Gerçi Ali Bey, babasının hayatında ve hele on dört, on beş yaşına girdikten sonra dünyada, eğitimden başka söyleyecek, arzu edilecek bir şey bulamaz olmuştu. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey, sadece dersleriydi. Küçük amaçlar için büyük bir fedakârlığı göze alarak baskısı nadir bazı kitapları, değerinin kırk-elli misline alıyordu.
Hastalanırsa bir konuda yenilgiye uğradığı için hastalanıyordu. Ağlarsa okuduğu şeylerde zor bir meseleye rastlayıp da onu halledemediğinden ağlıyordu; fakat bu gelişim dönemi, onun gibi sabretmeyi sevmiyordu. Çocuk, yirmi yaşına girer girmez var olma nedeni, fikirlerinin öğretmeni babası ölünce Ali Bey’in hayatında birbirini takip eden çeşitli değişimler, çeşitli belalar ortaya çıkmaya başladı.
Gençlik zamanında aşktan niçin utanmalı?
O acayip durum gençlik günlerinde lazımdır
Çocuğun yaradılıştan gelen hüzünlü hali baskın olmakla beraber; aldığı terbiye, vicdanını daha da hassaslaştırmıştı. Bununla birlikte var olma nedenini, yaşamındaki en değerli insanı, öğretmenini, dostunu, sırdaşını; yani babasını her şeyden çok seviyordu. Öyle hiç aklına gelmediği bir anda ruhundaki en büyük gücü, aziz varlığı ansızın kaybedince hayatın lezzetini de beraber kaybetti. Ruhunun arkadaşı olan kitaplarına bakınca artık sıkılıyor; düşündüğü, kendiyle baş başa kaldığı kaleme3 gidince de zindana atılmış gibi eziyet çekiyordu. İşi gücü, odanın bir köşesine çekilip hüzünlenmek, gözyaşı dökmek oldu. Onun bu hali ise annesini, kocasının ölümünden daha fazla endişelendiriyordu.
(Ali) Bey’in annesi, eğitimden nasibini almış milletlerin kadınları gibi bilgili değilse de zekiydi. Bununla birlikte yirmi beş sene kadar kocasının terbiyesi altında gördüğü, duyduğu olaylardan, onun ikazlarıyla birçok gerçeği anlayan bir kadındı. Kocasının ölümünden dolayı kendini keder ve üzüntüye salarsa ciğerpâresini de kaybedeceğini ve ölülere ağlaya ağlaya dirileri göremeyecek bir hale gelmenin onlara faydasız olduğunu bildiğinden sabır göstererek hüznünü ve kederini gönlünde saklıyor ve böylece, kocasının yokluğuna ağlamak gibi en doğal hakkını, bir suçmuş gibi saklamaya mecbur oluyordu. Yüzüne yerleştirdiği acı dolu tebessümleri, sevinç gülümsemeleri şeklinde gösteriyordu.
Çocuğunu, düştüğü kederden kurtarmak için bin türlü vesile düşündüğü sırada evlerine yakın Çamlıca’yı da hatırladı.
Nihayet mayıs başlarında bir çarşamba günüydü. Gökyüzü, zümrütten dökülmüş bir aynaya benziyordu. Hafif bir kumaştan örtü çekilmiş gibi beyaz bir bulut üzerini kapatmıştı. Güneşin ışıkları, yumuşak huylu bir genç kadının pırıltılı yüzü gibi dokunduğu yerleri aydınlatıyor; fakat yakmıyordu. Ağaçların – gölgesinde yeşillikler nazlı nazlı salındığı için – yukarıdan aşağıya küçümser gibi bakışları tuhaf görünüyordu. Rüzgâr, memedeki çocuğunun uykusunu izleyen bir annenin nefesinden bile hafif esiyordu. Havanın ve kırların bu güzelliğini görünce annesi ricalar, dualar ve ısrarlarla Ali Bey’i Çamlıca’ya doğru çıkmaya ikna etti.
Gezintiye ilk gittiği gün oralar, çocuğa pek yabancı göründü, hatta ikinci, üçüncü defa da çocuğu yalvararak, zorlayarak çıkardılar; fakat Ali Bey, gide gide Çamlıca’ya alışmaya başladı. Birkaç gün ardı ardına gezintiye çıkmazsa sıkılıyordu.
İnsan, tabiatın ne garip bir oyuncağıdır ki Ali Bey, en değerli varlığının ölümünden dolayı kederliyken hayatın gözle görünür eseri olan medeniyetten kaçıp her karış toprağında nice vücutların gizli olduğu, ölümün gözle görünür hali olan kırlarda gezip eğlenmek istiyordu.
(Ali) Bey, yaradılışında olan bir şeye fazla düşkünlüğü nedeniyle iki günde bir kere Çamlıca’ya gitmeyi bir gereklilik olarak değerlendiriyordu; fakat bu gezintilerdeki amacı, kalabalıktan kaçmak olduğu için tatil günlerinde bu eğlencesinden geri kalıyor; dolayısıyla cuma ile pazar günü, onun için alışılmışın dışında çalışma günleri oluyordu.
Bir gün kalemdeki arkadaşlarına Çamlıca’ya olan ilgisinden söz ederken arkadaşları, orada bir ziyafet istedi. O da memnuniyetle kabul edip: “Yarından tezi yok buyurun,” deyince -sohbet salı günü olduğundan – arkadaşları gülüşmeye başladı.
Ali Bey ise bu gülüşmelere bir anlam veremeyerek sebebini sordu. Onlar da neye güldüklerini söylediler. Onlara göre cuma ve pazardan başka günlerde Çamlıca tenha olduğundan eğlenmek mümkün değildi. Her ne kadar eğlenceden amaç, kalabalık seyretmekse de İstanbul ve Beyoğlu sokakları dururken Çamlıca’ya gitmeye hiç gerek olmadığını anlatmak istediler, ne kadar çok söz söylediler, ama (Ali) Bey’in alışkanlığına karşı gelemediler. Kalemde çalışanlar arasında alışılmış olduğu üzere (Ali Bey’le) görünürde samimi, gerçekte hiç görüşmeyen beylerden bazıları, Ali Bey’in böyle tenha bir günü teklif etmesini ve bu teklifte ısrar edişini, ziyafetten kaçtığına yorduklarına dair birtakım kinayeli sözler söyledikleri için çocuk, istediği için değil, utandığından daveti cumaya erteledi.
Annesi ise, öyle bir günlük eğlenceden gelecek felaketlere ihtimal vermediğinden oğlunun, insan içine karışarak vakit geçirme isteğini görünce ciğerpâresi dünyaya yeniden gelmiş gibi memnun oldu.
Cuma günü, kararlaştırıldığı üzere (Ali) Bey’in arkadaşları saat üç4 sıralarında İstanbul’dan Üsküdar’a geçti. Sabah kahvaltısından sonra Ali Bey’in evinde bekleyen iki arabaya binip doğruca eğlence yeri olan Çamlıca’ya gittiler.
Bir süre çeşmenin başında oturdular. Ali Bey, tabiatın rengârenk güzelliğini; diğer beyler de renkli ferace ve boyalı yüzleriyle – baştan aşağı çiçeklerle donanmış ağaçların, rüzgâr estikçe öteye beriye salınışına benzeyen – hanımların işvelerini, cilvelerini izledi. Saat yedi buçuk, sekize kadar böyle eğlendiler.
Bu vakitler Çamlıca’nın en civcivli zamanıydı. Birbiri ardınca akıp gelen yaşmak5 kalabalığından dolayı yollar, köpükler içinde kalmış coşkun bir seli andırmaya başladı. Beyler de oturdukları yerden kalkıp hanımların arasına karıştı. Her biri, belki bin tanesine tutkunluğundan, ondan başka kimseyi sevme ihtimali olmadığından, yoluna ölmeyi canına minnet sayacağından; kısacası, dünyada ne kadar soğuk yalan varsa hepsini söylediler.
Bu haller ise Ali Bey’in yaradılışıyla, terbiyesiyle bağdaşmadığından adi bir felakete uğramışçasına bu eğlenceden üzüntü duydu; fakat memleketimizin hali malûm. Arkadaşlar arasında, kalbin üzüntülerini samimî olarak açıklamamak görgü kuralı sayılıyor. Eğlence gibi şeylerde bile, beğenmediği bir durumu beğenmiş gibi görünmek insanlık vazifelerinden sayılıyor. Zavallı çocuk da çoğunluğa uyarak gönlündeki ıstırabı sevinç şeklinde göstermeye çalışmaktan başka çare bulamadı. O da arkadaşlarıyla beraber öteye beriye gezinip dururken arkadaşlarından öğrendiği şekilde, içindekilere hiç dikkat etmeden bir arabaya işaret etti; fakat arabadan karşılık almadı. Bu durum ise namuslu bir ailenin arabasına sarkıntılık etmişçesine (onu) utandırdı, kanında ortaya çıkan ateşin, vücudunu eriteceğini zannetti.
Öyle bir yerde ve öyle bir durumda özür dilemeye de imkân bulamadığından hüzünlü bir bakışla üzüntüsünü bildirmek istedi. Kirpikleri birbirinden ayrılıp da o tarafa bakar bakmaz arabanın perdesi açıldı, anlamadığı bir işaret yapıldı ve perde hemen kapandı.
Bilinen odur ki, ciddi şeylerin birçoğu uysallıktan doğar. Bu nedenle zavallı delikanlının, arkadaş hatırı kırmamak için yaptığı bir hareket yaşamını, can yakan bir felakete çevirecekti.
Arabadan edilen işaret (ona), namus perdesinden istemsizce yapılmış bir hoşlanma belirtisi gibi görününce kalbi ve aklı bununla doldu. Birkaç dakika içinde dünyadaki tek amacı, aldığı işaretin anlamını ve sahibini öğrenmek oldu.
Bununla beraber, kendini kontrol ederek durumunu arkadaşlarına sezdirmedi. Çamlıca’da bulunduğu süre içinde herkese eğlendiğini gösterdi; fakat aklında, o işareti anlamak için, Mısırlıların yazısını hiçbir şey bilmeden okumaya çalışan âlimler gibi her şekilden nice anlam çıkarmaya uğraştı; fakat zihnini yordukça o bilinmezin çözümünde zorluklarla karşılaşıyor; zihnindeki yorgunluk artıyor, hayalleri ise bu kısır döngü içinde hayran hayran dolaşıp duruyordu.
En sonunda, bereket versin ki geri döndükleri sırada başka bir arabadan, yine aynı işaret yapıldı. Güya yeni girdiği bu ortamda bilgisini, görgüsünü ilerletmeye çalışıyormuş gibi davranarak işaretin ne anlama geldiğini arkadaşlarından birine sorabildi ve işaretin, “etrafta başkaları varken haberleşmek doğru değildir,” demek olduğunu öğrendi.
Bu bilgi üzerine işaret eden kadının namuslu olduğuna inancı bir kat daha kuvvet buldu. O kadar tecrübesiz bir çocuk, namuslu bir kadının böyle işaretlerden doğal olarak haberdar olamayacağını nereden bilsin? Çocuk, bu düşüncelerle evine gelerek sabahlara kadar arabadaki hanımı, zihninde bin şekle koydu ve hiçbirinde gönlünün arzuladığını göremedi.
Sabah olunca yaradılışında olan çabuk anlama yeteneğiyle kendini toparlamaya ve böyle bir gün içinde o kadar senelik ömründen vazgeçirecek şekilde kalbine hücum eden endişeyi bir tarafa atmaya karar verdi. Evden bile bu niyetle çıktı, hatta yolda Çamlıca tarafına bakmak bile istemedi; fakat zavallı ne yapsın ki daha arkadaşlarıyla gittiği gün iradesinin eceli gelmiş ve belki de mezarı orada kazılmıştı.
İnsan, her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Nitekim, her nefesini ömrünü uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zaman alır. İşte Ali Bey de bunun gibi, Çamlıca’dan uzaklaşmak arzusuyla yolunu değiştirmeye başladı; fakat yolunu değiştirdikçe Çamlıca’ya daha kestirme olan bir sokağa ulaşıyordu.
Nihayet, bu türlü endişelerde alışılageldiği üzere “ne olursa olsun” gibi yersiz düşüncelere kapılmaktan kurtulamadı. Arabadaki hanımı zihninde canlandırmaya çalışmaktansa Çamlıca’da onu aramanın ve yüzünü görmenin daha uygun olacağına karar verdi. Kaleme, Beylerbeyi tarafından ve şirketin Dilenci Vapuru6 ile inmeyi düşünerek yola çıktı. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Sanki aradaki mesafe yok olmuş veya yürüdüğü yollar uykuda geçmişti.