Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Gönül»

Font:

Çevirmenin Önsözü

Natsume Sōseki (9 Şubat 1867-9 Aralık 1916)

Japon romancı, eleştirmen ve İngiliz edebiyatı araştırmacısı. Meiji döneminin en önemli romancılarındandır. Başlıca eserleri arasında Gönül (Kokoro), Küçük Bey (Botchan), Ben Bir Kediyim (Va ga hai ha neko de aru) ve Sanşiro yer alır.

Natsume Sōseki’nin Japonya’sı: Meiji Dönemi

Asıl adı Natsume Kinnosuke olan Natsume Sōseki, 2 şubat 1876’da Tokyo’da ya da o zamanki adıyla Edo’da dünyaya geldi. Bu yıl, yüzyıllar boyunca dışarıya kapılarını sıkı sıkıya kapatmış Japonya’nın, biraz da Amerika Birleşik Devletleri’nin dayatmasıyla dünyaya açıldığı Meiji döneminin başlarına tekabül eder. Bu değişim, tıpkı vadiye sıkışmış bir nehrin bir yolunu bulup tazyikle fışkırması gibidir. O zamanın Japonya’sında hayatın her köşesi bu tazyikli selden nasibini almaktaydı; ama en büyük değişim şüphesiz Tokyo’da oluyordu. Bu selin getirdiği yeni şeyler de, götürdüğü eski şeyler de olmuştu. Meiji dönemi aynı zamanda Feodal Japonya’nın nihayet tek bir imparatorluk çatısı altında toplandığı dönemdir. Başrollerini Tom Cruise ve Ken Watanabe’nin paylaştığı “Son Samuray” adlı filmde, (her ne kadar tarihi gerçeklerin dışında da olsa) dramatik bir şekilde canlandırıldığı üzere bu dönem, işlevini yıldan yıla yitiren samuraylık müessesesinin de sonunu getirmiştir.


Sokaklarda kimonolu ve takunyalı insanların arasına fötr şapkalı ve ceketli insanlar karışmaya başlamış, ahşap Japon tarzı binaların yanında tuğladan Batı tarzı evler bitmiş, bu evlerin içinde masa sandalye gibi Batı tarzı mobilyalar yerlerini almış, taşıt trafiği için fazlaca dar ve yokuşlu olan yollar düzleştirilip genişletilmiş ve buradan çekçeklerin yanı sıra tramvaylar da geçmeye başlamıştır. Bu dönemde Japonya, Batı medeniyetlerinin yüzyıllar sonunda ulaştığı seviyeye koşar adımlarla ve aceleyle birkaç yılda yetişme gayretindeydi.

Çocukluğu ve Gençliği

Böyle bir dönemin içine doğmuş, bu dönemin getirdikleriyle yoğrulmuş Kinnosuke Natsume, zengin bir ailenin çocuğu olarak rahat bir yaşam sürmekteydi. Ne var ki henüz on yaşlarındayken, anne ve babası boşanmış ve ancak bu vesileyle aslında, bu iki kişinin gerçek anne babası olmadığını öğrenmiştir. İşin aslı, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğmuşken bir aileye evlatlık verildiğidir. Ne var ki üvey babasının annesini aldatması sebebiyle boşanma vaki olunca eski ailesine geri dönmek zorunda kalmıştır. Gerçek annesiyle ilk defa böylelikle karşılaşabilmiştir. Lakin öz annesine hiçbir zaman anne diye hitap edemediği söylenir. Zaten öz annesi de kısa bir süre sonra, Kinnosuke’ye yeterince annelik edemeden vefat edecektir. Böyle bir çocukluk hayatı geçirmiş olmasının Natsume Sōseki’nin eserlerinde de derin etkileri olduğu söylenebilir.

Her ne kadar ailesi bir mimar olmasını istese de, Natsume Sōseki üniversite yıllarında şair Masaoka Şiki ile tanışmasıyla bir şiir tarzı olan haikuya merak salarak bir daha çıkmamak üzere edebiyat dünyasına girmiştir. Kraliyet Üniversitesi (Şimdiki adı: Tokyo Üniversitesi) İngiliz Edebiyatı bölümünden 1892 yılında mezun olduktan sonra, İngiliz edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak, bir Japon olarak, muhtemelen o zamanın Japonya’sına halen uzak bir alan olan İngiliz edebiyatını çalışıyor olmanın anlamsız olacağını düşünmeye başlamıştır. Bundan iki yıl önce mutsuz biten bir aşk hikâyesi ve bir yıl önce baş gösteren tüberküloz hastalığı da eklenince, sinirleri epeyce zayıflamış ve hassas bir karakter sahibi olmuştur. Ardından Kamakura’da bir Budist rahiple yaptığı meditasyonlarla şifa arasa da bu da bir fayda sağlamamıştır.

Londra Hayatı

Japonya’nın çeşitli yerlerinde öğretmenlik ve öğretim görevliliğini sürdüren Natsume Sōseki, 1900 yılında Japonya devlet bursuyla İngiliz Edebiyatı üzerine ihtisasını sürdürmek üzere İngiltere’ye gönderildi. Böylelikle Japonya devlet bursuyla yurtdışına gönderilen ilk Japon öğrenci oluyordu.

İlk önce gittiği Cambridge Üniversitesi’nde bir gece kaldı. Japonya’dan gönderilen burs, bu okulun harcını karşılamaktan uzaktı. Sonunda Londra Üniversitesi Akademisi’ne (University College London) gitmekte karar kıldı. Daha sonra ise “Üniversitedeki derslerin para ödeyip dinlenecek değeri olmadığını” belirtip bir Shakespeare araştırmacısı olan William James Craig’den özel dersler almaya başladı. Bu durum Gönül adlı romanındaki kahramanın “hocası” hakkında söyledikleriyle ilginç bir benzerlik gösterir.

“Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Velhasıl kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.”

Natsume Sōseki’nin İngiltere’de geçirdiği yıllar ömrünün en acı dönemini oluşturacaktı. Yazar ömrünün bu kesiti için daha sonra şöyle diyecektir:

“İngiliz beyefendilerinin ülkesinde, bir sürü kurt arasında sürten zavallı bir köpek gibiydim.”

Geçim zorluğu ve aşağılık kompleksi neticesi odasına kapanmış ve kitaplarına gömülmüştü. Öyle ki, pansiyon sahibesi aklını yitirdiğinden endişe ediyordu.

Japonya’ya rapor olarak boş kağıtlar göndermesi ve ruh sağlığının bozulduğuna dair söylentilerin memleketine kadar ulaşması neticesince Sōseki derhal geri çağrılmış ve 5 Aralık 1902 tarihinde Japonya’ya geri dönmüştür.

Yazarlık hayatı

Natsume Sōseki, Tokyo’ya geri dönüşünün ardından İngiliz edebiyatı öğretmenliği işini sürdürmüş ve ilk romanı olan Ben Bir Kediyim’i (1905) yazmıştır.

Aslında Sōseki’nin yazarlık hayatı oldukça kısa olmuştur. Bununla birlikte, 37 yaşında bu ilk romanı ile üne kavuşmasının ardından, vefat ettiği 49 yaşına kadarki 12 yıl boyunca Japon edebiyatına kazandırdığı eserleri klasikler arasına girmiştir.

Sōseki 1907 yılında “Asahi” gazetesine girmiş ve kimi romanları bu gazetede tefrika halinde yayımlanmıştır.

Başlıca romanları şunlardır:

1905 Ben Bir Kediyim (Va ga hai va neko de aru)

1906 Küçük Bey (Botchan)

1906 Kusamakura

1908 Sanşirō

1911 Mon

1914 Kōjin

1914 Gönül (Kokoro)

1916 Meian

Son romanı Meian aynı zamanda en uzun romanıdır da. Lakin bu romanı tamamlayamadan bu dünyadan ayrılmıştır. Sōseki yazarlık hayatının son yıllarında mide rahatsızlığı ve sinir zayıflığı sebebiyle yazılarına kısa süreli aralar vermek zorunda kalmıştır.

Sōseki eserlerinde sanat için sanat düsturuna yakın bir duruş sergilemiş (Parnasizm) ve bu yanıyla döneminin romantizm ve natüralizm akımlarından ayrılmıştır. Takip ettiği dünya görüşünü yine kendi icat ettiği ve Türkçeye olağanüstücülük (Teikaishumi1) diye çevrilebilecek bir kelimeyle tanımlamıştır. Bu ifade, sıradan ve amiyane unsurları reddedip sanat ve doğadan zevk almayı temel alan aşkın bir görüşü tanımlıyordu.

Eserlerinde modern insanın iç dünyası, egoizm, aşk ve ihanet gibi temaları işlemiştir. Romanlarında umumiyetle üniversite çağlarında, çeşitli zorluk ve ikilemlerle boğuşan genç kahramanlar yer alır. Japonya’daki Batı tarzı modernleşme ve sonuçları, bireycilik, toplumdan ayrışma, insan doğasına yönelik olumsuz bir bakış açısı eserlerinde sık sık görülür. Yazar aynı zamanda eserlerinde birçok kelime oyunu yapmış, kendi icat ettiği kelimelere sık sık yer vermiş ve yer yer de hicivli bir dil kullanmıştır.

Gönül (Kokoro)

Gönül 1914 yılının 20 Nisan ile 11 Ağustos günleri arasında “Asahi” gazetesinde “Gönül, Hocanın Vasiyeti” adı altında tefrika halinde yayımlanmıştır.

Romanın adı daha sonraki kitap basımlarında Gönül olarak değiştirilmiştir. Kitap, “Ben ve Hocam”, “Ben ve Ailem” ve “Hocam ve Vasiyeti” olmak üzere üç bölümden oluşur. Bir gazetede tefrika halinde yayımlanmış olmasından olacak, bu üç ana bölüm de toplamda yüz on kısma ayrılmıştır.

Romanda hemen hemen hiç özel isim kullanılmayıp karakterler kişi zamirleriyle ifade edilmiştir. Bir karakter içinse isim olarak sadece K harfi kullanılmıştır. Başlıca karakterler şöyledir:

Ben: Romandaki ilk iki bölümün anlatıcısıdır. Genç bir üniversite talebesidir.

Hocam: İlk iki bölümün anlatıcısının “hocam” dediği şahıstır. Son bölümün anlatıcısıdır.

Hanımefendi: Romanda iki hanımefendi vardır. İlk iki bölümdeki hocanın eşi (Şizu) ve son bölümdeki pansiyon sahibesi.

Küçükhanım: Son bölümdeki pansiyon sahibesinin kızı.

K: Son bölümde hocanın arkadaşı.

Bunlardan başka anlatıcının anne, baba, abla, enişte ve abisi, hocanın amcası gibi birkaç alt karakter de bulunmaktadır.

Romanın birinci bölümünde, anlatıcı (ben) ve “hocam” dediği kişinin tanışması ve aralarında gelişen ilişki anlatılmaktadır. Meiji2 döneminin Japonya’sında bir üniversite talebesi olan “ben” hocasıyla ilk defa Kamakura’da bir kumsalda karşılaşacaktır. Birçok yönden esrarengiz bulduğu hocasına, kendisinin de tam açıklayamadığı bir sebeple daha da yakın olmak isteyecektir. Birinci bölüm ben ile hocası arasındaki samimiyetin giderek artmasıyla meydana gelecek olayları anlatmaktadır.

İkinci bölümde ise anlatıcının ailesiyle geçirdiği zamandan bahsedilmektedir. Babasının rahatsızlığı ve üniversiteden mezun olması sebebiyle Tokyo’dan ayrılıp memleketine dönen “ben” ile ailesi arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm, “hoca” ile ilgili sır perdesinin aralandığı romanda o âna değin oluşan soru işaretlerinin bir bir ve yavaş yavaş cevap bulduğu bölümdür. Bu bölümde romanın en esrarengiz karakterlerinden biri olan K de sahneye çıkmaktadır.

Sōseki’nin bu romanına ilham kaynağı olduğu söylenen şöyle bir olay vardır:

İmparator Meiji’nin vefatının ardından, sadık Generali Nogi, eşiyle birlikte sadakat intiharına teşebbüs edecektir. Burada sadakat intiharı diye çevirdiğimiz eylemin Japonca adı junşi olup, eski samuray geleneğine göre efendisinin ölümü ardından sadakatin bir ifadesi olarak ona bağlı olan samurayların da intihar etmesi anlamına gelir. Nogi, ölümünün ardından bıraktığı yazıda intihar sebebini anlatmıştır. İmparator güçleriyle isyancılar arasında çıkan bir savaşta General Nogi bayrağını düşmana kaptırmış ve bunun utancıyla intihar etmeyi düşünmüştür. Lakin İmparator’a olan bağlılığı sebebiyle intihar edemeyip İmparator’un vefat edişine kadar geçen otuz küsur yıl boyunca bu arzusunu içine gömmek durumunda kalmıştır. Nihayet İmparator’un vefatıyla intihar etme “özgürlüğüne” kavuşmuştur. Sōseki’nin bu romanında bu vakanın derin etkileri olduğu söylenebilir.

Gönül’ün Çevirisi Üzerine

Küçük Bey’den sonra Natsume Sōseki’nin Türkçeye çevrilen ikinci eseri olan Gönül, Japonca aslından Türkçeye doğrudan çevrilen az sayıda romandan biridir.

Denilebilir ki Türkçede “gönül” gibi gerekli anlam derinliğini haiz bir kelime bulunmasaydı, bu kitabın Türkçe başlığı “Kokoro” olarak kalabilirdi. Zaten İngilizce başta olmak üzere birçok dile yapılan çevirilerinde de başlığın “Kokoro” olarak kaldığını görüyoruz.

Kitap başlığının Türkçesine aday olan “kalp” ve “yürek” gibi kelimeleri bir kenara itip “gönül”ü seçişimizin sebebini İskender Pala’nın aşağıdaki sözleriyle açıklamış olalım.

Gönül, bedenimizde bulunan yürek değildir. Kalp kelimesi de onu tam olarak karşılamaz. Her ne kadar bu üç kelime birbirleri yerine kullanılıp, birbirlerinin anlamlarını ödünç alsalar da (acısı yüreğime işledi, kalbimi kırdın, gönül almak vb.), bugünkü kullanımda “yürek” ziyadesiyle maddî bir et parçasını (yürek-böbrek, kuzu yüreği vb.); “kalp” itina isteyen ve insanın hayat çekirdeği olan yarı soyut bir uzvu (kalp-damar cerrahisi, kalp hastası, kalpsiz adam vb.), “gönül” ise tamamen soyut bir varlığı (Gönül Allah’ın evidir, gibi) nitelemektedir. İnsan anatomisinde duygu ve heyecanlar genellikle kalbe etki eder ve onun atışını hızlandırır. Yani duyguya dönüşen tefekkür kalp denen merkezde biriktiği vakit insan maddeden manaya yükselir. İşte gönül bu mananın adıdır. İnsan kalbe akseden mana ile gönlünü tanır ve kendisinin gönül ile var olduğunu idrak eder (gönlünce yaşamak, gönlüne hoş gelmek, gönlüne göre olmak vb.).

Çevirmenin okurlardan isteği, kitabın ağırlığına yenilmeden ve sabırla okumalarını sürdürmeleridir. Bu amaçla çeviri birçok dipnotla desteklenerek içeriğin daha anlaşılır olması sağlanmıştır. Ayrıca çevirinin ikinci basımında birçok yerde yazım ve dilbilgisi, birkaç yerde de çeviri düzeltmeleri yapılarak eser daha anlaşılır bir hale getirilmiştir.

Sayfalar ilerledikçe yazarın üslubuna alışılacak, düşünsel ve edebi zevk şeklinde bu sabrın semeresi alınacaktır. Aslında eser günümüz dünyasında yaşayan bir Japon için bile eski sayılacak bir dilde yazılmıştır. O zamanın yaşam ve düşünce tarzı kitaba hâkimdir. Her ne kadar öyle olsa da, okuyucunun, bütün bu öğeler içinden yazarın insan gönlüne dair evrensel görüşlerini sağıp çıkarabilmesi gayet mümkündür.

Gönlünüzde iz bırakan bir okuma deneyimi olması dileğiyle…

Birinci Bölüm
Hocam Ve Ben

1

Ona hep “hocam” diye hitap ettim. Bu sebeple burada da sadece “hocam” diye söz edecek ve gerçek ismini açıklamayacağım. Açığa çıkmasından çekinmekten ziyade, böylesi bana daha doğal geldiği için. Ne zaman onu aklımdan geçirsem, hemen “Hocam” diyesim gelir. Elime kalemi aldığımda da aynı duyguya kapılıyorum. Ondan söz ederken baş harflerini kullanma resmiyeti hiç hoşuma gitmez.

Hocamla tanışmamız Kamakura’da3 gerçekleşti. O zamanlar ben gencecik bir talebeydim. Yaz tatilini değerlendirip denize giden arkadaşımdan “Mutlaka gel,” diyen bir kartpostal alınca, bir miktar para biriktirip gitmeye karar vermiştim. Parayı denkleştirmem ise iki üç günümü almıştı. Ne var ki Kamakura’ya geleli daha üç gün olmuşken, beni oraya çağıran arkadaşım, hemen memlekete dönmesini isteyen bir telgraf aldı. Telgrafta annesinin hasta olduğu yazıyordu ama arkadaşım buna inanmıyordu. Bir süredir ailesi, yakın çevreden bir kızla istemediği bir evlilik yapması için arkadaşıma baskı yapıyordu. Modern anlayışa göre, evlenmek için çok gençti. Dahası söz konusu kişiden de pek hoşlanmamıştı. Bu sebeple yaz tatilinde normalde memleketine dönmesi beklenirken, bile bile bundan sakınıp Tokyo civarlarında vakit geçirmekteydi. Bana telgrafı gösterip “Ne yapmalı?” diye sordu. Doğrusu bilemiyordum. Ama annesi gerçekten hastaysa kesinlikle dönmesi gerekirdi. O da sonunda dönmeye karar verdi. Onca zahmetle gittiğim oracıkta tek başıma kalakalmıştım. Okuldaki derslerin başlamasına daha epeyce zaman olduğu için Kamakura’da kalmakta ya da memlekete dönmekte özgürdüm. Böyle bir durumda bir müddet daha halihazırda müşterisi olduğum pansiyonda kalmakta karar kıldım.

Arkadaşım Çūgoku4 bölgesinden varlıklı bir ailenin çocuğuydu ve maddi sıkıntısı da yoktu ama genç bir mektepli olması sebebiyle yaşam seviyesi benimkinden pek farklı değildi. Bu yüzden yalnız başıma kalınca daha makul bir pansiyon arama sıkıntım olmamıştı. Pansiyonum, Kamakura gibi bir yer için bile ücra denecek bir konumdaydı. Bilardo ve dondurma gibi modern eğlencelikler için çeltik tarlaları boyunca uzun bir yolu göze almak gerekiyordu. Faytonla gidilse yirmi kuruş tutuyordu. Ama orada burada birkaç müstakil yazlık da vardı. Denize de oldukça yakın olduğundan yüzmeye gitmek için çok elverişli bir konumdaydı.

Her gün denize yüzmeye gidiyordum. Köhne kulübeler arasından geçip kumsala çıkınca, kumsalın “Böyle bir yerde bu kadar şehirli mi kalıyormuş?” diye düşündürecek kadar çok sayıda kadın ve erkekle kaynadığını görüyordum. Kimi zaman denizin siyah başlarla dolup taştığı da oluyordu. İçinden bir kişiyi bile tanımadığım, çevremi saran bu cıvıl cıvıl insan manzarasının ortasında kumsalda uzanıp kendimi dalgalara bırakmak, oralarda öylece dolanmak bir eğlenceydi benim için.

Hocam işte böyle bir karmaşa ânında çıktı karşıma. O zamanlar sahilde iki tane çayevi vardı. Bir vesileyle bunlardan bir tanesine ayağım alışmıştı. Hase5 bölgesindeki büyük yazlık sahiplerinin aksine, kendilerine ait üst değiştirme yerleri olmayan müşteriler için bu kumsalın çayevlerinde umumi üst değiştirme yeri gibi bir şey bulunması zorunlu olmuştu. Müşteriler burada çay içip vakit geçirmelerinin yanı sıra mayolarını yıkatırlar, vücutlarındaki tuzdan burada arınırlar, şapka ve şemsiyelerini buraya bırakırlardı. Yüzme kıyafetim olmadığından, denize her gidişimde çalınma ihtimaline karşı üzerimdekileri muhakkak bu çayevinde çıkarır olmuştum.

2

Bu çayevinde kendisini ilk defa gördüğümde hocam tam da üstündekileri değiştirmiş, az sonra denize girecek bir vaziyetteydi. Ben ise tam tersi yüzmekten yeni geliyordum ve ıslak vücudum rüzgârın etkisiyle ürperiyordu. İkimizin arasında görüşü engelleyen birçok siyah baş dolaşmaktaydı. Özel bir durum olmasa herhalde kendisine dikkat etmezdim. Kumsaldaki bu kadar kalabalığa ve kaygısız kafama rağmen kendisini fark edebilmem, ona eşlik eden Batılı sayesinde oldu.

Bu Batılının bembeyaz teni çayevine girer girmez dikkatimi çekti. “Yukata6” giymekte olan bu kişi, bunu taburenin üstüne özensizce fırlatmış, kollarını bağlayıp denize karşı dikilmekteydi. Üstünde Japon tarzı bir iç donundan başka bir şey yoktu. Bana en çok garip gelen şey de buydu. İki gün öncesinden Yuigahama’ya7 gidip kumların üstünde çömelerek uzun süre Batılıların denize girişlerini seyretmiştim. Oturduğum yer hafif yüksekçe bir bayırın tepesiydi ve hemen yanındaki otelin arka girişine baktığından, orada öylece durduğum sürede çok sayıda erkek, tuzdan arınmak için duş almaya çıkmıştı ki hepsi de gövde, kol ve baldırlarını örtmekteydi. Kadınlar ise bilhassa tenlerini gizliyorlardı. Çoğu başlarına lastik şapkalar takmıştı. Dalgaların üzerinde kızıl kahve, lacivert ve çivit mavisi renkli başlıklar yüzüyordu.

Böyle bir manzarayı gözlemlemiş biri olarak bana herkesin önünde sadece iç donuyla duran bu Batılı, oldukça garip görünmüştü haliyle. Neden sonra iki yanına göz atıp orada çömelmekte olan bir Japon’a bir iki kelime bir şeyler söyledi. Bu Japon kuma düşürdüğü havlusunu alır almaz başına sarıp denize doğru yürümeye başladı. İşte bu adam hocamdı.

Sırf merakımdan bu yan yana denize doğru giden iki adamı arkalarından gözlemeye devam ettim. Derken ikili doğruca dalgaların içine dalıverdiler. Deniz kıyısının geniş, kayalık sığlığı yakınlarında cıvıldaşan insan kalabalığının olduğu alanı geçip nispeten daha genişçe bir alana gelince birlikte yüzmeye koyuldular. Ta ki başları küçücük görünene kadar okyanusa doğru açıldılar. Ardından da tam aksi istikamette dümdüz bir hat çizerek kıyıya kadar geri yüzdüler. Çayevine dönünce kuyu suyunda duş almadan hemen kurulanıp giysilerini giyerek apar topar bir yerlere çekip gittiler.

Onlar gittikten sonra az önceki tabureme oturup bir sigara tüttürmüştüm. O vakit hocam hakkında dalgın dalgın düşünmeye başladım. Yüzünü sanki önceden bir yerlerde görmüşüm hissine kapılmaktan kendimi alamıyordum. Ama ne zaman, nerede gördüğümü bir türlü çıkartamıyordum.

O sıralar bir işim gücüm olmamasından ötürü canım sıkılmaktaydı. Bu sebeple ertesi gün de hocamla karşılaştığım zamanı hesaplayıp aynı vakitte tekrar çayevine gitmiştim. Derken hocam, yanında o Batılı olmaksızın, başında hasır şapkasıyla tek başına çıkıp geldi. Gözlüğünü masaya bırakıp, havlusunu başına sararak hızlı adımlarla kumsala indi. Hocam önceki günkü gibi gürültülü insan kalabalığının arasından sıyrılıp kendi başına yüzmeye başladığında, arkasından takip edesim geldi. Ben de sığ su seviyesinin başımın tepesine geldiği oldukça derin mesafelere kadar gelip, hocamın yüzmekte olduğu yeri kendim için işaret tayin ederek yüzmeye devam etmiştim. Akabinde hocam, önceki günden farklı olarak bir daire çizip garip bir güzergâhtan kıyıya doğru dönmeye başladı. Böylece amacıma ulaşamamıştım. Karaya çıkıp suların damladığı ellerimi sallaya sallaya çayevine girerken, hocam artık kimonosunu tamamen giyinmiş halde bana aksi istikametten dışarı çıkmıştı.

3

Ertesi gün de aynı vakitte kumsala gidip hocamın yüzünü görmüştüm. Bir sonraki gün de aynısını yaptım. Ama ikimiz arasında ne bir laf açmaya fırsat ne de selamlaşacak bir ortam meydana gelmişti. Dahası hocam, nispeten soğuk bir tavır sergiliyordu. Belirli bir vakitte doğruca gelip yine doğruca geri dönüyordu. Etrafı ne kadar cıvıl cıvıl da olsa buna hemen hemen hiç aldırmıyormuş gibi görünüyordu. İlk kez kendisiyle birlikte gördüğüm Batılı, artık hiç görünürlerde yoktu. Hocam hep tek başınaydı.

Bir keresinde, hocam her zamanki sıraya uyarak doğruca denizden çıktı, her zamanki yerde çıkartıp bıraktığı yukatasını giymek üzereydi ki nedendir bilinmez kimonosu kum içindeydi. Hocam kumları dökmek için öne doğru eğilip yukatasını iki üç kez silkmişti. Akabinde kimonosunun altına koyduğu gözlüğü tahta masanın aralığından aşağı düştü. Hocam, beyaz desenli giysisi üzerine kuşağını bağladıktan sonra, gözlüğünü kaybettiğini sanmış olacak ki aceleyle sağını solunu eliyle yoklamaya başladı. Ben hemen oturağın altına başımı soktum ve gözlüğü bulup çıkarttım. Hocam teşekkür ederek gözlüğü benim elimden aldı.

Ertesi gün hocamın arkasından denize daldım. Kendisiyle aynı yolu takip ederek yüzmeye devam ettim. Yüz seksen metre kadar açılınca, hocam arkasına dönüp bana laf atmıştı. O civarda, geniş ve mavi denizin ortasında duran ikimizden başka hiçbir şey yoktu görünürde. Güneşin güçlü ışıltısı, suyu ve dağı aydınlatıyordu. Özgürlük ve neşe içinde kaslarımı hareket ettiriyor, su içinde çılgınca dans ediyordum. Hocam birden elini ayağını hareket ettirmez olmuş, dalgaların üstüne sırtüstü yatmıştı. Ben de bunu taklit ettim. Mavi gökyüzünün şaşırtıcı renk yoğunluğu gözümü aldığında haykırmıştım: “Ne kadar hoş!”

Neden sonra suyun içinden yukarı kalkarcasına doğrulan hocam, “İsterseniz dönelim artık,” diye seslendi. Fiziksel açıdan oldukça güçlü olan bense daha da açılmaya hevesliydim. Ama hocam böyle istediği için hemencecik “Peki, dönelim,” diye karşılık verdim.

Böylece iki kişi aynı yolu takip ederek kıyıya kadar yüzdük. Artık hocamla ahbap olmuştuk. Ama henüz hocamın nerede kaldığını öğrenememiştim.

Sanırım ondan sonraki iki günün ardından, tam olarak üçüncü günün öğleden sonrasıydı. Hocamla çayevinde karşılaştığımız vakit, hocam birden bana, “Daha uzun süre burada kalmaya niyetli misiniz?” diye sordu. Bir fikrim olmadığı için verebileceğim bir cevap da yoktu. “Ne olur bilmiyorum,” diye cevap verdim. Fakat hocamın kıs kıs güldüğünü görünce sıkıldım. “Peki, hocam siz?” diyerek soruya soruyla karşılık vermekten kendimi alamadım. Ağzımdan “hocam” kelimesi ilk defa işte o an çıkmıştı.

O akşam, hocamı kaldığı pansiyonda ziyaret ettim. Normal bir pansiyondan farklı olarak, eski ve geniş bir tapınağın avlusunun içinde, yazlık gibi bir binaydı. Burada kalanların hocamın ailesi olmadığı anlaşılıyordu. Kendisine “Hocam, hocam!” diye seslenince, yüzünde bir gülümseme beliriyordu. Ben de bunun kendimden büyük kişilere yönelik kullandığım hitap şekli olduğunu açıkladım. Hocama şu geçen günkü Batılıyı sordum. Hocam bu Batılının garip bir kişi olduğundan, şu an Kamakura’da bulunmadığından da bahsettiği konuşmasının sonunda, Japonlar içinde bile pek fazla arkadaşı olmamasına rağmen, böyle bir yabancıyla yakınlaşmasının çok garip olduğundan söz etti. Nihayetinde hocama dönüp gözümün onu bir yerlerden ısırdığını ama bir türlü hatırlayamadığımı söyledim. Gençliğimden olacak, içimden “Muhatabım da benimle aynı hisleri paylaşıyor olmasın?” diye merak etmekteydim. Bu şekilde içten içe hocamın vereceği cevabı tahmin etmeye çalışıyordum. Fakat hocam bir süre düşündükten sonra, “Yüzünüzü hiç mi hiç hatırlamıyorum, galiba beni biriyle karıştırdınız,” deyince tuhaf, derin bir hayal kırıklığı yaşadım.

1.Okunuşu: Teykayşumi
2.Okunuşu: Meyci
3.Günümüz Japonya’sında Kanagava bölgesinin Kamakura şehri. Tarihi bir yer olup yazın denize girilebilmektedir. (ç.n.)
4.Japonya’nın batı kesimine denk gelen bir bölge. (ç.n.)
5.Kamakura’da bir yer ismi. (ç.n.)
6.Genelde pamuktan yapılan ve banyo sonrası ve yazın giyilen hafif bir kimono çeşidi. (ç.n.)
7.Kamakura bölgesinde denize girilen kumsallarıyla ünlü bir yer. (ç.n.)
€1,50