Loe raamatut: «Ve Çeliğe Su Verildi»
NİKOLAY OSTROVSKİ ÜZERİNE
Bir devrimin en büyük sanat eserleri, gene o devrim tarafından yaratılan insanlardır. Büzülmüş toprağı yarıp da gelen bu yeni hayat patlayışıyla ateşten ruhların fışkırdığı görülür. Havayı inanç çığlıklarıyla dolduran türküler gibi… Ve bu türkülerin yankısı, o insanlar göçüp gittikten sonra da uzun zaman devam eder. Gelecekteki destan ve türkülerin ilham kaynakları ve kahramanları olacaktır bu insanlar. O türkü ve destanlar ki sert ve acı bir ilkbahar demek olan devrim çağının sağladığı verimli yazların harmanıdırlar.
İşte bu insanlardan, işte bu kahramanlık ve ateşli hayat türkülerinden biridir Nikolay Ostrovski. Kendisini ziyaret eden ve hayranlık dolu bir saygıyla selamlayan Andre Gide’in onu, “Dış dünya ile hemen hemen her türlü temastan yoksun ve yayılıp yerleşecek bir temel bulamayan bir ruh.” diye sunmasından anlaşılıyor ki Ostrovski’yi görememiş ve duyamamıştı. Bunun için de elini uzattığı Ostrovski’ye “hayata bağlanmak için” bir çeşit köprü uzattığını hayal ediyordu. Ama iki insandan birini “hayata bağlayabilecek olan” ölmek üzere olandı asıl. Nasıl sezmezdi Gide bunu? Nasıl duymadı parmaklarının bu eylem meşalesine dokunur dokunmaz yandığını!
Ostrovski’de eylem ve savaş alevidir her şey. Ve gece ile ölüm onu sardıkça bu alev gitgide biraz daha büyüyüp genişlemiştir.
Güçlüklerle dolu geçen çocukluğunda Garibaldi’nin kahramanca hayat hikâyesini ve “Ovod”u1 okuyarak şevklenen, on beş yaşındayken Budiyeni’nin süvari alayında at koşturan, ağır bir şekilde yaralandıktan ve şiddetli bir tifüse yakalandıktan sonra da durup dinlenmeksizin savaşa ve en yorucu, en tehlikeli çarpışmalara koşan bu genç delikanlı -Gide’in dediği gibi- “hiçbir şeyle avunamayacak hâle gelmiş” bir ızdırap ve yalnızlık hastası değildi katiyen. Bir an olsun dinlenmemecesine bir eylem ve iyimserlik aşkıyla dolup taşıyordu. Kendisini bütün orduya, yeryüzünün ilerleme ve savaş hâlindeki bütün halklarına bağlayan işte bu sevinçti.
Kendisine, “Hiçbir teessüf duymamamız mümkün mü?” diye soran bir ziyaretçisine, şöyle cevap vermişti: “Vaktim yok, bunun için simsiyah gece bile pırıl pırıl, güneşli bir sabah hâline gelebilir bizim memleketimizde. Alabildiğine mutluyum. Bu ellerin, kurduğumuz ve ismi sosyalizm olan muhteşem yapıya birkaç tuğla koyduğunu bilmekten gelen o derin sevincin yanında, yaşadığım facianın hiçbir önemi yoktur.”
Sabahtan gecenin geç vakitlerine kadar kendisini bitirip tüketen rüyalarında bile Çin’deydi, İspanya’daydı. Yeryüzünün bütün devrimlerine tutkuyla katılmaktaydı. Kimi zaman koskoca bir ülkenin ayaklanma planlarını hazırlıyor ya da bir dretnotun üstünde gemicilerin isyanını organize ediyor, kimi zaman da bir ordunun başında ilerleyip Franco’nun faşistlerini eziyordu. Geldiğini görüyordu dünya devriminin ve ona yol açıyordu.
“Benim için…” diyordu, “İnsanlığın o güzel mutluluğu uğrunda savaşmaktan daha büyük bir sevinç yoktur dünyada.”
İşte bunun için de durmaksızın hayattan şikâyet eden ve en basit kişisel başarısızlıkta artık yaşamaya değmediğini söyleyen sulu gözlere karşı öfkeyle karışık bir tiksinti duyardı.
“Ah bir onlar gibi sıhhatli olsaydım, şu koskoca dünyada gönlümce hareket etme imkânı bulunsaydı elimde -hayal edilmesi bile yersiz, müthiş bir rüya bu- hiçbir şey doyuramazdı beni artık, çılgınlar gibi yaşardım!”2
İkinci kitabı olan “Kasırga Çocukları”nı bitirir bitirmez öldü. Tasarıları arasında “Ve Çeliğe Su Verildi”nin devamı ve sonu olmak üzere şu manidar isimli kitap yer alıyordu: “Korçagin’in Mutluluğu” Yani Ostrovski’nin… Kör, felçli ve savaş meydanında can veren Ostrovski’nin…
“Kişisel olan hiçbir şey ebedî olamaz.” diyen genç bir kahramanın bu yüce mutluluğu, dilerim ki hayatıyla olduğu gibi ölümüyle de pırıl pırıl parlasın!
Geçen yıl bana gönderdiği sımsıcak bir merhabaya cevap olarak şunları yazmıştım kendisine: “Karanlık günlerle dolu geçen hayatınız, emin olunuz ki binlerce insan için bir ışıktır ve bir ışık olmaya da devam edecektir ve bütün dünyanın gözünde siz, insan kafası tarafından ferdî kaderin ihanetlerine karşı kazanılan zaferin göz kamaştırıcı, şevk ve umut verici bir örneği olarak kalacaksınız. Çünkü siz, dirilmiş ve hürriyete ulaşmış olan büyük halkınızla kaynaşmış bulunuyorsunuz, halkınızın kudretli sevincini ve önünde durulmaz atılımını sizde gördük. Halkınız sizde, siz de halkınızda sürmektesiniz.”
Romain Rolland
BİRİNCİ BÖLÜM
1
“Ezber için arife günü bana gelmiş olanlar ayağa kalksın.”
Göğsünün üzerinde iri bir haç sallanan tombul papaz, öğrencilere tehdit eder gibi bakmıştı. Küçücük, keskin gözlerini kötü kötü dikmiş olduğu dört oğlanla iki küçük kız, karşılarındaki adama kaçamak bakışlar atarak korkuyla doğruldular.
Papaz, elinin bir işaretiyle kızlara, “Siz oturun.” dedi.
Kızlar rahat bir iç çekişle derhâl itaat ettiler.
Peder Vasili’nin çirkin gözleri, ayakta bekleyen dört çocuk üzerinde sabitlenmişti. “Yaklaşın hele güvercinlerim, yaklaşın.” dedi. İskemlesini iterek ayağa kalktı ve birbirlerine geçercesine büzülmüş olan oğlanlara doğru ilerledi. “Hanginiz tütün içiyor, it alayı?”
Çocuklardan koro hâlinde tatlı bir ses yükseldi: “Hiçbirimiz, batyuşka…”3
Yüzü bir anda kıpkırmızı kesilen papaz yeniden yüklendi: “Demek hiçbiriniz, ha? Hergeleler sizi! Ekmek hamurunun içine o tütünü kim serpti dersiniz? Anlarız şimdi içip içmediğinizi… Boşaltın ceplerinizi, hadi çabuk, boşaltın!”
Üçü, ceplerini boşaltıp içindekileri masanın üzerine sıralamaya başlamıştı bile. Papaz, bir tütün kırıntısı yakalamak amacıyla ceplerinin diplerini de arayıp hiçbir şey bulamayınca öfkesini dördüncüden aldı. Siyah gözlü bir çocuktu bu, duman rengi bir gömlek vardı sırtında, ayağında da dizleri yamanmış, mavi bir pantolon…
“Ya sen niye yapmıyorsun dediğimi, kazık gibi niye dikiliyorsun orada?”
Çocuk içini bürüyen kini güçlükle gizleyerek, boğuk bir sesle konuştu: “Benim cebim yok.”
Ve eliyle cep yerlerindeki sökükleri işaret etti.
“Bakın hele!.. Cebi yokmuş… Hangi hergelenin hamurumu berbat ettiğini sezmedim mi sanıyorsun? Ve sanıyor musun ki seni bu sefer de bağışlayıp okulda kalmana müsaade edeceğiz? Yağma yok! Geçen gün annenin yalvarmaları sayesinde kurtuldun kovulmaktan. Ama artık bardak taştı güvercin! Yürü!”
Ve çocuğu kulağından insafsızca tutup koridora fırlattı.Dehşete uğrayan sınıf derin bir sessizliğe gömülmüştü. Üstelik içlerinde, Pavka Korçagin’in niye okuldan kovulduğunu da anlayan yoktu. Sadece Pavka’nın arkadaşı Serejka Bruzjak, sınıftaki geri kalmış öğrencilerin biriken derslerden imtihan olmak üzere papazın evine gittikleri gün, Pavka’nın paskalya hamuruna birkaç tutam tütün serptiğini görmüştü.
Pavka dışarı çıkınca merdivenin son basamağına çöktü. Ne diyecekti şimdi eve? Onu yetiştirebilmek için müfettişin evinde sabahtan geç vakitlere kadar hizmetçilik ederek ömür tüketen anasına ne yüzle bakacaktı?
Hıçkırmaya başladı: “Ne halt edeceğim şimdi ben? Hep bu pis papazın yüzünden işte! Hangi şeytana uydum da tütün attım hamuruna?”
Papaz Vasili ile Pavka arasında uzun zamandır süregelen hayvani bir düşmanlık vardı. Mişka Levçuk’la dövüştü diye bir gün aç bırakılmış ve izni kaldırılmıştı. Sonra onu alıp, nezaret altında tutmak için büyüklerle birlikte boş bir sınıfa koydular. En arka sıraya oturdu Pavka. Siyah ceketli, kısa boylu, kara kuru bir adam olan öğretmen, yıldızları anlatıyordu. Yeryüzünün milyonlarca yıldan beri var olduğunu ve yıldızların da bizim dünyamıza benzediğini, şaşkınlıktan ağzı bir karış açık dinledi Pavka. Öylesine olağanüstü bir şeydi ki işittikleri, terslenmekten korkmasa kalkıp öğretmene, “Ama mukaddes tarihin bize öğrettiği böyle değil.” diyecekti. Mukaddes tarihi hatmetmişti çünkü Pavka, Eski Ahit ile Yeni Ahit’i ezbere okur, “Yaratılış” bölümünü bütün ayrıntılarıyla bilirdi ve din dersinde, daima en iyi notu alırdı. Şaşkınlığını yenemeyince, işin aslını Peder Vasili’ye sormaya karar verdi. Hemen ilk din dersinde de yerine getirdi kararını. Papaz koltuğuna yerleşir yerleşmez Pavka parmağını kaldırmış ve konuşma iznini alır almaz da dünyanın en büyük saflığıyla, “Batyuşka!” demişti, “Kitab-ı Mukaddes’e göre dünyamız ancak beş bin yaşında olduğu hâlde niçin öğretmen dünyamızın bir milyon yaşında…”
Papazın attığı bir çığlık, soluğunu kesmişti Pavka’nın: “Ne dedin hergele, ne dedin? Tanrı kelamını bu şekilde öğreniyorsun demek sen!..”
Ve Pavka kıpırdamaya bile vakit bulamadan papaz üzerine atılıp onu kulaklarından yakalamış ve kafasını duvara çarpmaya başlamıştı. Birkaç dakika sonra da kendisini dayaktan perişan bir hâlde koridorda buldu.
Evde onu bir güzel pataklayan annesi, ertesi gün Peder Vasili’ye koşup oğlunu yeniden okula kabul etmesi için yalvarmış ve papazı güçlükle merhamete getirebilmişti. İşte o günden beri Pavka, bütün varlığıyla papazdan nefret ediyordu. Papaz da en küçük fırsatı bahane bilerek onu cezalandırmakta ve haftalar boyunca arkadaşlarına sırtı dönük olarak kapının yanında, ayakta bekletmekteydi. Hatta onu derse kaldırmayı da bırakmıştı artık. İşte bunun içindir ki paskalya arifesinde Pavka, bütün derslerden sınav olmak üzere sınıfın en kabiliyetsizleriyle birlikte papazın evine gitmek zorunda kalacaktı. Orada mutfaktan geçerken açıkta gördüğü hamurun içine bir iki tutam tütün serpme zevkinden alamamıştı kendini…
Teneffüs olunca avluyu dolduran çocuklar birer birer yaklaştılar. Ama Pavka’nın bakışları karanlık ve kaşları çatıktı, hiç konuşmadan duruyordu. Serejka Bruzjak sınıftan çıkmamıştı. Olaydan biraz da kendini sorumlu tutuyor ama arkadaşına yardım için ne yapabileceğini kestiremiyordu. Başöğretmen Efrem Vasileç’in yüzü belirdi birden pencerede ve kalın sesi ürpertti Pavka’yı: “Derhâl bana gönderin Korçagin’i!”
Pavka doğrulup öğretmenler odasına doğru ilerledi.
***
Gar büfesi… Patronun renksiz ve sönük bakışları, saygılı bir tavırla biraz ileride bekleyen Pavka’ya doğru, âdeta “yerini bulsun” gibilerden şöyle bir uzandı.
“Kaç yaşında bu?”
“On iki…” diye cevap verdi annesi.
“İyi ya, kalsın bakalım. Şartlar belli, ayda sekiz ruble alır, çalıştığı günler de bedava yemek yer. Sürekli, yirmi dört saat çalışacak, yirmi dört saat de dinlenir. Hırsızlık yapmaya kalkmazsa mesele yok…”
“Ağzınızdan yel alsın!” dedi annesi korkulu bir sesle, “Benim oğlumun öyle huyları yoktur çok şükür.”
“Hadi bakalım, hemen bugün başlasın. Bu delikanlıyı mutfağa götür, Zina. Frosenka’ya da söyle, Grişka’nın işini buna versin.”
Pavka, satıcı kızı izlerken annesi seğirtip kulağına fısıldadı: “Ne olur gayret et Pavluşka, şerefini kirletme, iyi çalış.”
Hüzünlü gözlerle mutfak bölümünün kapısında kaybolan oğluna baktı. İçeride hummalı bir faaliyet vardı. Kat kat tabaklar ve karmakarışık bir alay sofra eşyası yığılıydı masanın üzerinde. Bulaşıkla dolu koca bir lengerden kaynar sular taşıyor ve bölmeyi buhara boğuyordu. Omuzlarında bezleriyle telaş içinde çalışan, bulaşıkları yıkayan, kurulayan kadınların yüz hatlarını seçmek imkânsızdı ilk bakışta. Pavka’dan olsa olsa bir yaş büyük, kısa boylu, tombul yanaklı, kızıl saçlı bir oğlan, dev gibi iki semaverin yanında soluk soluğa iş görmekteydi.
Pavka iyice şaşkınlaşmış, nerede duracağını, nasıl davranacağını kestiremez bir hâlde, olduğu yerde çivilenip kalmıştı. Neyse ki Zina, bulaşıkçı kızlardan birine seslenmişti bile: “Fronseka, işte yeni yardımcınız bu. Grişka’nın yerine… Ne yapacağını anlatıver de başlasın.” Sonra da Pavka’ya dönerek, “Burada şef budur.” dedi. “Ne derse yaparsın ve istediği şekilde yaparsın…”
Kapıdan fırlamıştı bile. Pavka ona başıyla bir “olur” işareti yapacak zamanı ancak bulmuştu, sonra soran bakışlarını Frosya’ya çevirdi. Frosya alnını kuruladıktan sonra oğlanı, kabiliyetlerini ölçmek istercesine tepeden tırnağa şöyle bir süzdü, kolluğunu düzelttikten sonra şarkı söyler gibi bir sesle anlatmaya koyuldu: “Senin işin pek öyle karışık değil aslanım. Şu küçük kazanı görüyorsun ya, işte onu sabah erkenden ısıtırsın. Kaynar suyla ağzına kadar dolu olmalı hep. Odun kırmak da senin işin, bütün bu semaverleri ateşlemek de… Sonra da gerektiği zaman çatallarla bıçakları temizlersin, bir de kirli bulaşık suyunu döktün mü olur biter. Karışık iş yok ama çok iş var, epey terleyeceksin aslanım.”
Bütün bunları, “a” seslerini köylüler gibi uzatıp telaffuz ederek söylemişti Frosya. Ve bu konuşma tarzı, küçük, kalkık burunlu bu kırmızıya çalan yüz, Pavka’nın yüreğini biraz ferahlattı.
Niçevo!.. 4 diye düşündü. Bu iş yürüyecek gibi, hiç de kötü bir insana benzemiyor.
Bu düşüncenin de verdiği cesaretle sordu: “Peki şimdi ne yapacağım tiyotya?”5
Son sözleri, genel bir gülüşme tufanı içinde âdeta boğulmuştu: “Şuna bakın ayol! Frosenka kendine bir yeğen buldu, iyi mi?..”
Frosya da gülüyordu şimdi, hem de ötekileri bastıracak şekilde…
Buhar, kızın yüz hatlarını gizlemişti Pavka’dan. On sekiz yaşında ya var ya yoktu. Pavka utanç içinde küçük oğlana dönüp sorusunu tekrarladı ama o da cevap yerine dalga geçmekle yetindi: “Teyzene sor, o daha iyi anlatır sana. Benim dışarıda işim var.”
Fırlamıştı bile. Yaşlıca bir bulaşıkçı kadın, gürültüyü bastıran bir sesle bağırdı tam bu sırada: “Gel de şu çatalları kurulamaya yardım et bakayım. Siz de bağrışıp durmayın artık, gülünecek bir şey söylemedi ki çocuk! Gel tut bakalım şu bezi, al bir ucunu dişlerinin arasına, iyice sık. Al şu çatalı sonra, geçir kenarından beze, boylu boyunca bir götür, bir getir kaydıraraktan. Tek bir kırıntı bile kalmayacak, anladın mı? Bu hususlar şakaya gelmez burada. Müşteri çatalın temizine düşkündür çünkü. En küçük bir pislik gördüler mi hâlin dumandır. Şef bağışlamaz, bir saniye sonra kapının önünde bulursun kendini…”
Pavka şaşırmıştı. “Ama beni işe alan patrondu, şef değil… Gene o atmaz mı?” diye sordu.
Yaşlı bulaşıkçı kadın da gülmeye koyulmuştu şimdi. Kirli tabaklarla dolu tepsilerin ağırlığı altında iki büklüm olmuş üç garson daldı bölmeye. İçlerinden geniş omuzlu, dört köşe suratlı ve şaşı olanı, haykırmaya başladı: “Oynatın biraz kıçınızı! Öğle treni gara girmek üzere, hiç kimsenin umurunda bile değil…”
Birden Pavka’yı gördü. “Ya bu kim?”
“Yenisi…” dedi Frosya.
“Ha, demek bu! Dinle bakalım öyleyse…” Kocaman eliyle Pavka’yı omzundan yakalamış, semaverlere doğru itiyordu. “Bunlar hep alesta bekleyecek, tamam mı?.. Bak biri sönmüş bile, öbürü de can çekişiyor. Bugünlük bir şey demiyorum ama yarın da aynı şey tekrarlanacak olursa suratına yersin, o kadar! Anladın mı?”
Anlamıştı Pavka. Hiç sesini çıkarmadan döndü semaverlere. Pavka’nın işçilik hayatı böyle başladı. Hiçbir zaman o ilk günkü kadar dikkatli ve titiz olmadı. Kaygısız günler geçmişti artık, kesinlikle geçmişti. Evde anasına kafa tutabilirdi insan, ama burada… Şaşı beyin sözleri şüphe bırakmıyordu: Terslendiğin takdirde kırarlardı kafanı!
Semaverler gerçekten dev gibi şeylerdi. En azından dört kova su gerekliydi her birini doldurmak için. Bir de özellikle soğumamaları gerekliydi. Gücünün yettiğinden daha fazlasını yaptı Pav-ka. Her gün, bulaşık suyunu boşalttı, ateşi kızdırdı, ıslak bezleri kızgın semaverlerin üzerine yerleştirdi kurusunlar diye… Sözün kısası, herkesin hizmetindeydi. Bitkin bir hâlde mutfağa indiğinde (dinlemek için değil, ateşe bakmak için), akşam karanlığı çoktan basmıştı. Pavka çıkınca bulaşıkçıların en yaşlısı olan Anis-ya içini çekerek konuştu: “Biraz kaçık galiba bu oğlan! Deli gibi oradan oraya koşturup duruyor, bir an bile of demedi… Boşu boşuna iş vermemişler bu çocuk yaşında!”
“Kötü bir oğlan değil, bakmayın siz…” dedi Frosya, “Çelme takmayalım yeter.”
“Boş ver.” diye karşılık verdi Luşa, “Çabuk bıkar, görürsünüz. İşin başında hepsi böyle iyi niyetli olur, ama sonra…”
Gürültülü ve gelgitle dolu bir uykusuz gecenin bitkin düşen Pavka, sabahın yedisinde çilesinin nihayet bittiğini gördü. Soluk sarı saçlı, tombul yanaklı ve küstah tavırlı bir oğlana bıraktı yerini. Yeni gelen oğlan, pırıl pırıl, kızgın semaverler başta olmak üzere her şeyin yerli yerinde bulunduğunu kontrol ettikten sonra, elleri ceplerinde, dişlerinin arasından dolgun bir tükürük attı ve Pavka’yı tepeden tırnağa süzüp itiraz kabul etmeyen bir edayla, “Bana bak tombalak!” dedi, “Yarın sabah gelip beni saat altıda uyandırmayı unutma sakın!..”
“Niye öyle erken?” diye şaşırdı Pavka, “Nöbet yedide değişiyor…”
“Sen bakma ona. Ötekilerin nöbeti o, bizim nöbetimiz ayrı. Eğer çenenin kırılmasını istemiyorsan sesini kısıp dediğim gibi yaparsın. Şuna bak be! Daha bugün işe alınmış, kafa tutmaya kalkıyor!..”
Oğlanın bu küstahça sözleri ve meydan okuyan tavrı karşısında Pavka, bütün personelin kendisini gözlediğini de görünce içinin kabardığını hissetti. Oğlanın suratına iyi bir yumruk atmak üzere ilerledi. Ama daha ilk günden kapı dışarı edilmek korkusuyla tuttu kendini ve dudakları öfkeden morarmış bir hâlde, “Yavaş gel bakalım!” dedi, “Bana öyle fazla sürtüneyim deme, canın yanarsa karışmam! Yarın sabah yedide geleceğim, tam yedide. Kapışmaya gelince, ben de senin kadar anlarım o işten. Denemek istersen buyur, emrindeyim!”
Bu derece kesin ve sert bir direnme ummayan oğlan geriledi. Öfkeden saçları dikilmiş olan Pavka’nın karşısında iyice afallayarak, “Peki, öyle olsun.” diye geveledi, “Gene görüşürüz.”
Gardan bulaşıkçılarla birlikte ayrıldı Pavka. Dışarı çıkar çıkmaz, bir an önce eve dönme isteğiyle onlardan ayrılıp hızlandı.
İlk günü kazasız belasız atlatmıştı ve içi rahat olarak gidiyordu eve doğru. İşte o da dinlenmeyi hak etmiş, bir güzel çalışan ve hiç kimsenin bundan böyle tembellikle suçlayamayacağı bir adamdı artık.
Bıçkı fabrikasının ardından, ağır ağır sabah güneşi yükseliyordu. Pavka’nın barakası sıyrılıp çıkmak üzereydi sislerin ortasından. Hemen şuracıkta işte, Lehtinski’nin güzel konağını geçtin mi tamam…
“Annem uyumuyordur. Tabii, işten dönüyoruz, kolay mı, beklemiştir. Okuldan kapı dışarı ettikleri pek de fena olmadı. O namussuz papaz, hayatımı zehir edecekti yoksa… Şimdiyse tükür gitsin üstüne! Sarışına gelince, yakında öğrenir kim olduğumu, görür o!” diyerek parmaklık kapısını sevinçle itti.
Avluda iş görmekte olan annesi onu fark eder etmez doğrulup kaygıyla sordu: “Nasıl oldu? İyi gitti mi?”
“İyidir.” diye cevap verdi Pavka.
Bir yandan da annesinin kendisine bir haber vereceğini sezmiş, onu anlamaya çalışıyordu. “Dikkat et!” der gibilerden bir hâli vardı kadının. Çok geçmeden de durumu kavradı, açık pencereden ağabeyi Artem’in sırtını görmüştü.
Bu sefer Pavka sordu endişeyle: “Artem döndü demek?”
“Dün akşam geldi. Artık burada kalıp depoda çalışacak.”
Biraz önceki güven terk etmişti Pavka’yı.
“Vay bizim tütün işleri bakanımız, yaklaş hele! Günaydın!”
Ona biraz korku veren ağabeyiyle konuşmak sıkıyordu Pavka’yı. Her şeyi biliyor Artem! Kuduracaktır şimdi, küfredecektir bana!.. Belki de döver!..
Ama Artem, kardeşini dövmeye niyetli gözükmüyordu. Masaya dirseklerini dayamış ve gözlerini dikmekle yetinmişti Pavka’ya. Ne kadar keskin ve huzur bozucu bir bakıştı bu! Alay mı ediyordu, yoksa tiksiniyor muydu, belli değildi… Ne yapacağını bilemeden, sadece bu bakıştan kaçma isteğiyle yere çevirdi gözlerini ve orada, sanki kendisini kurtarmak için birdenbire beliren bir çivi başıyla ilgilenir gibi göründü.
Artem’in sesi doldurdu odayı: “Yanlış anlamadıysam artık öğrenim hayatının sonuna ulaşmış bulunuyorsun. Üniversite dâhil, bütün okulları bitirdin! Derinlemesine sahipsin artık bütün bilgilere ve bundan böyle de kendini bulaşık suyuna verebilirsin!”
“Bu sefer paçayı kurtardık galiba.” dedi, ağabeyinin mutfak kapısından çıktığını gören Pavka, rahat bir soluk aldı.
Akşam olup da semaverin önüne yerleştiklerinde ağabeyinin sükûnetle sorduğu sorulara karşılık olarak serüvenini bütün ayrıntılarıyla anlattı.
“Bu oğlanın hâli ne olacak Tanrı’m!” diye sızlanmaya koyulmuştu annesi, “Bu yaşında serseri olup çıktı işte! Ne yapacağız şimdi biz seni? Ailede kime çektin bilmem ki! Bu oğlanın başıma ördüğü çoraplar yetti de arttı bile! Tanrı’m, sen yardım et!..”
“Dinle yumurcak!” dedi nihayet Artem, “Mademki işler böyle oldu, bu faslı kapayalım. Ama bundan böyle ayağını denk al! İş başında dalga geçmek yok artık. Saklandığın anda düzeltirim! Ve bilirsin nasıl düzelttiğimi! Bunu iyi hatırında tut. Bir yıl geçsin, doğru dürüst çalıştığını görürsem seni de depoya almalarını söyleyeceğim. Orada bir meslek edinirsin kendine. Çünkü garda, o pis bulaşıkların ortasında hiçbir zaman adam olmana imkân yok! Şimdiden aldırtırdım atölyeye seni ama orada çalışamayacak kadar küçüksün. Bana gelince, naklettirdim kendimi. Artık burada çalışacağım. Annemiz bundan böyle çalışmıyor. Yeter artık namussuzların önünde eğilip büküldüğü! Aç gözünü Pavka, göreyim seni. Doğru dürüst bir insan ol.”
Kalktı, gerindi ve çıktı. Dev gibi yapısıyla kapıdan geçemiyor ve eğilmek zorunda kalıyordu. Pavka, avludan seslendiğini işitti ağabeyinin: “Bir çift çizmeyle bir çakı getirdim sana, annen verecek…”
***
Garın büfesi gece gündüz işlemekteydi. Tam altı tane demir yolu hattının kesişme noktasına kuruluydu istasyon. Bunun için de büfe daima tıklım tıklım doluyor, ancak gece yarısından sonra iki tren arasında biraz tenhalaşıyordu. Yüzlerce askerî tren gelip geçiyordu durmadan. “Ora”dan ardı arkası kesilmeksizin, kanlar içinde, sakatlanmış, paramparça olmuş insanlar geliyor ve gri üniformalar içinde adı sanı belirsiz taze etler yollanıyordu “ora”ya.
İki yıldan beri çalışıyordu Pavka. Bütün evreni, mutfak bölmesinin sınırladığı o daracık yerden ibaretti. On zavallı rubleciğe yükselmişti ücreti. Ama bu arada büyümüş, olgunlaşmış ve pekişmişti. Altı ay süreyle mutfakta aşçı yardımcılığı yaptıktan sonra kovulmuş ve gene ofise alınmıştı. Şef, bu yabani çocuğu hiç sevmemişti ama almadan da edememişti. Akıllara durgunluk veren dayanma gücü olmasa çoktan kovulurdu. Ama atikti, işe yatkındı ve yorulmak nedir bilmiyordu. Bu bakımdan da hiç kimse kolay kolay yerini dolduramazdı onun.
Hele yemek saatlerindeki hamaratlığına hiç diyecek yoktu. Yemek dolu tabakları mutfaktan ofise götürmek ve hiçbir şeyi devirmeksizin aradaki basamakları hızla atlamak, yalnız ona vergiydi sanki. Öteki uğraşlara bütün bu koşuşma da eklenince soluk alacak vakti kalmıyordu.
Geceleyin büfenin gürültüsü kesilir gibi olduğu zaman, mutfağa bitişik dar kiler odalarında garsonların toplantısı başlar ve hesaplar dökülürdü ortaya. Eski, yeşil örtünün üzerine serpilmiş duran banknotlara gözü doymuştu artık, şaşırmıyordu. Biliyordu ki bu üniformalı uşakların her biri, yirmi dört saatlik servisin sonunda otuz kırk ruble kadar bahşiş toplamaktadır. Ve bu parayı gidip ya zilzurna sarhoş olarak harcamakta ya da kumarda kaybetmektedir. Pavka’yı asıl öfkelendiren, bu paraların har vurup harman savrulmasından çok, bu kadar kolayca kazanılmasıydı. Toptan namussuz bunlar! Artem ki birinci sınıf bir tesviyeci, ayda kazandığı kırk sekiz ruble. Benim ücretimse on rubleyi ucu ucuna buluyor, hem de imanım gevreyinceye kadar çalıştığım hâlde… Tabakları masadan masaya gezdirmekten başka hiçbir hüneri olmayan bu domuzlarsa bizim bir ayda kazandığımızı bir günde alıp hergelelik namına ne varsa canlarının çektiği gibi yapıyorlar işte!
Pavka’nın gözünde bütün bu garsonlar, tıpkı patronlar gibi birer yabancı, birer hasımdı. Burada uşaktırlar, buradan çıkınca adam oluverirler birden. Zengin hayatı sürer karılarıyla çocukları. İyi tanıyordu Pavka, sırtlarında liseli üniformasıyla dolaşan o muhallebi çocuklarını; iyi tanıyordu o semirdikçe semirmiş kadınları. Bu uşaklar, hizmet ettikleri müşterilerden çok daha fazla para alıyor! diye düşünürdü sık sık ve duyduğu-tiksintiye bir de kin eklenirdi.
Evet, hiçbir şey şaşırtmıyordu artık onu… Akşam bastı mı bodrum katının kıyı bucağında, kilerde, büfenin arka tarafında olup bitenler bile şaşırtmıyordu onu. Bulaşıkçı kızlar, satıcı kızlar, sofracı kızlar, ancak reddetmemek şartıyla barınabilirdi burada. Bunun için de birkaç ruble gördüler mi her önüne gelene satıyorlardı kızları. Sözün kısası parayı veren düdüğü çalıyordu. Bunu da iyi biliyordu Pavka.
Hayatın bütün pisliğini tanıyıp öğrenmişti. Bu bataklıktan bir an önce sıyrılıp çıkmak istiyordu, atölyenin dumanlı, muazzam yapısı çekiyordu onu. Ama Artem, kanunen yaşı tutmadığı için kardeşinin çırak olarak depoya girmesini sağlayamamıştı. Pavka fırsat buldukça ağabeyi ile birlikte dolaşır, vagonları gözden geçirirdi. Frosya gittikten sonra büfedeki hayatı daha da kararmış, daha da çekilmez bir hâle gelmişti. Daima neşeli ve güler yüzlü olmasını bilen genç kızın yokluğu, çöktükçe çöküyordu üstüne. Yeni işe alınmış göçmenlerin bitmek tükenmek bilmez yakınmalarıyla uğuldayan ofiste kızın eksikliği daha da belli ediyordu kendini ve Pavka yalnızlığını hissediyordu derinden derine.
***
Vakit gece yarısıydı, belki daha da geç. İşin hafiflediği saatler… Ocağa son kütükleri de yığmış olan Pavka, yarı aralık duran parmaklığın önüne çökmüş ve gözleri hafifçe kapalı, ıssız ofisin sessizliği içinde, çıtırdayan ateşin tatlı ılıklığına bırakmıştı kendini. Ama çok geçmeden o acı hatıra gelip çöktü yüreğine. Geçen cumartesi günkü sahne, olanca tazeliği ve keskinliğiyle canlandı yeniden.
Yine geceleyin işin hafiflediği saatlerdi. Bir odun yığınının üzerine tırmanmış, kumarcıların her zamanki toplantı yeri olan mutfağı, bitişik küçük bölmelerden birini gözetliyordu. İyice alevlenmişti oyun. Merdivenin tepesinden gelen ayak sesleri işitti birden. Prokor, hani o şaşı garson, ofisten inmekteydi. Pavka karanlığın içine kayacak zamanı güçlükle bulabildi. Gizlendiği yerden şefinin (ve düşmanının) geniş sırtıyla kocaman kafasını henüz görmüştü ki daha hafif, daha aceleci bir ayak sesiyle ürperip kaldı. Alışık olduğu bir ses duydu yukarıdan: “Prokoşka, bekle biraz.”
Garson istemeyerek durup homurdandı:
“Ne istiyorsun yine?”
Frosya’ydı bu ve Pavka açık seçik görüyordu şimdi onu, garsonu kolundan yakaladı. Boğuk bir sesle ve kesik kesik konuşuyordu: “Teğmenin sana verdiği parayı ne yaptın Prokoşka?”
Prokor, hırçın bir hareketle kolunu çekerek terslendi: “Sen paranı aldın ya…”
“Tabii aldım… Ama çok bir şey değildi ki aldığım. Oysa teğmen cimrilik etmedi. Üç yüz ruble aldığını biliyorum Prokoşka.”
Garson sırıtmıştı. “Üç yüz mü dedin? Ne olmuş yani? Yoksa hepsini sana mı vermemi isterdin küçük hanım? Basit bir bulaşıkçı için biraz mübalağalı olmaz mı bu? Aldığın elli rubleye fit ol kızım! Sana yeter o, hadi! Bir teğmen için bulaşıkçı kızla yatmak şeref midir sanıyorsun yoksa? Senden bin kat daha temiz, üstelik görgülü olan koskoca bayanlar bile o kadar para almıyor. Üç yüz ruble ne demek? Bana teşekkür etmen gerekir senin. Adamın biriyle küçücük bir gece geçireceksin ve elli ruble alacaksın, kimden kötü be kızım… Yirmi ruble daha vereyim, kapatalım hesabı. Ama tutup da beni aptal yerine koyma sakın! Aklını başına toplarsan seni himaye ederim, pişman olmazsın…”
Prokor mutfağa girip kaybolurken, “Yılan, alçak yılan!..” diye haykırdı arkasından Frosya. Sonra da biraz önce Pavka’nın tünediği odun yığınına yaslanıp çökerek sızlanmaya koyuldu.
İçinde tarife sığmaz bir uğultu koptu Pavka’nın. Kızın hıçkırıkları, sığındığı köşenin karanlığı içinde yankılanıyordu şimdi. Orada bulunduğunu belli etmeyecek kadar zekâ gösterdi. Merdivenin altında hareketsiz bir şekilde donup kalmıştı, demir direkleri koparmak istercesine sıkmıştı yumruklarını. Bulanık ve ağır bir şeylerin yükseldiğini duydu içinden. Umutsuz kelimeler çakılıyordu sanki bir çekiçle beynine, bütün zalimliklerini hakiki oluşlarından alan kelimelerdi bunlar: Onu sattı namussuzlar, sattılar onu da işte! Frosya, ah Frosya!.. O günden beri hiçbir şeyle ölçülemeyecek hâle gelmişti kini. Ayrıca bir ukde vardı içinde: O namussuzu iyice dövecek kadar güçlü olsaydım, ah! Artem gibi olsaydım ben de! Ocakta kıvılcımlar, mavimtırak ve uzun şeritler hâlinde durmadan fışkırıyor, birbirini kovalıyor ve kucaklaşıp sönüyordu. Birisi, ateşten dilini küstahça çıkarıp sallayarak onunla alay ediyormuş gibi geldi Pavka’ya. Sessizlik, tutuşan odunların çatırtısıyla ve yalağa damlayan damlaların tekdüze düşüşüyle bölünmekteydi.
***
Ofis gibi mutfak da ıssızdı. Vestiyerde uyuyordu şefle yardımcıları. Bu sükûn en az üç saat sürerdi ve aşçı yamağı Klimka bu üç saati yukarı çıkıp Pavka ile birlikte geçirmeye alışıktı. Nitekim pırıl pırıl temizlediği son tencereyi de asıp ellerini kuruladıktan sonra ofise tırmandı. Duvarda beliren eğri büğrü gölgesinden tanıdı Pavka onu. Bağdaş kurduğu yerde, başını çevirmeksizin oturmaya davet etti arkadaşını. “Hayrola Pavka, şimdi de ateşin önüne çöküp büyücülük mü yapmaya başladın?” diye şaka yaptı yamak.
Ama yüzündeki dostça gülümseyiş, daha sözlerini bitirmeden donup kalmıştı. Pavka’nın alevlere dikili gözleri kendisine çevrildiğinde, o güne kadar rastlamadığı acayip bir hüzün görmüştü Klimka. Bir an duraladı ama şaşkınlığını yenemeyerek sordu: “Tuhaf bir hâlin var bu akşam senin. Ne oluyor kuzum, Tanrı aşkına?”
“Bir şey olduğu yok Klimka, bıktım usandım bu hayattan, o kadar işte…” Pavka’nın dizlerinin üzerinde hareketsiz duran yumrukları birden sıkılıvermişti.
“Boş versene yahu, bal gibi bir tuhaflık var sende bugün!..”
“Bugün mü dedin? Hadi canım, buraya adımımı attığım ilk günden beri böyleyim ben aslında. Şu olup bitene bak bir kere. Sabahtan akşama kadar hayvanlar gibi çalışıyoruz da bütün mükâfatımız kötek üstüne kötek yemek oluyor. Bizim işimiz nedir, anlayamadım gitti. Patronlara hizmet etmek mi yoksa dayak yiyip azar işitmek mi? Herkes gelip sana emir yağdırır, herkes seni hırpalar, eğer canı çekiyorsa… Çırpın, geber, fiyatı aynı! Onları memnun etmek için ne denli çırpınırsan çırpın, gene de memnun olmayan birisi çıkıyor. Memnun olmayınca da Tanrı yarattı demiyor tokadı indirirken!.. İşte o zaman da ben…”
Dehşete uğrayan Klimka sözünü kesmişti: “O kadar bağırma, bir bakarsın işitiverirler.”
“Ne çıkar yani? İşitirlerse işitsinler. Nasıl olsa çekip gideceğim buradan! Bu namussuz alayının ortasında, bu mağarada kakılıp kalmaktansa gider yollarda kar temizlerim daha iyi. Hepsinin cebi parayla dolu bak. Bizi yük hayvanı yerine koyup kızları satıyorlar. Tesadüfen namuslu, direnen bir kıza çattılar mı kapı dışarı ediyorlar gözlerini kırpmadan. Ne yapabilir sonra o kız? Nereye gider? Bütün bunları bir güzel hesap etmiş aşağılık köpekler! İşe aldıkları kadınlar daima mülteci veya evsiz, öksüz takımından. Aç kalmadıkça kim satar kendini bir lokma ekmek için? Açlığa ve yoksulluğa güveniyor bu alçaklar!”