Loe raamatut: «Bomba»
BOMBA
Yeni Lisanla Hikâye
Ali Süha Bey’e
Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzanan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris’i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda’yı, hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgâr küçük pencerenin örtülmüş kepenklerine çarpıyordu. Ortadaki kaim ayaklı, kaba ve iri masanın etrafında yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris, mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
“Uykun mu geldi?”
Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
“Hayır, hiç uykum yok…” dedi ve tekrar oturarak ilave etti:
“Bilmem niçin, bu gece içimde bir sıkıntı var.”
Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddit ve şüpheli İslav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
“Benim de içimde bir sıkıntı var!..” diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan’ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya’dan gelen muallimden okuduktan sonra, genç papazın delaletiyle kendisi de Sofya’ya gitmiş orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir; anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyet’i ilan edince o da bu-tün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükûmete teslim etmiş ve köyüne gelmişti fakat anası yoktu. O üç ay evvel “Ah Boris, ah Boris!” diyerek ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papazın eliyle kapamaya çalıştığı hâlde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten saye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçe’sine1 rast geldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya’da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi; seviştiler, izdivaç ettiler. Magda, Boris’e vardıktan sonra mektebi terk etmiş; hayatını, evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyadeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları, daha şedit bir iştiyak ile birbirleriyle rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.
Boris tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kim bilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris’in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris’e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:
“Dajivea trada…”2
Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık memeleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kaim bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kaderi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
“Yaşasın say ve taab!” dedi, “Değil mi Magda’cığım, çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak?”
Magda başını salladı, gülümsedi:
“Hiç, hiç, hiçbir vakit… Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkâr edecek.”
Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu, ayaklarını uzattı:
“Evet ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim.” dedi, “Lakin bu hayaldeki insanlık fikrine meftunum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi… Çalışacaklar ve mesut olacaklar…”
“Heyhat!..”
Boris de tekrar etti:
“Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya’da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya!..”
Magda boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris’in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgârın bir küfrü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris’in boynuna atıldı:
“Ah, yatalım!” dedi, “Böyle acı şeylerden bahsetme…”
Boris kolunu Magda’nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avcunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda’nın başı Boris’in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
“Müsterih ol Magda’cığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..”
Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavi bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallüs etti ve sordu:
“Ah mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?” Boris mesut ve mahzuz:
“Anlatayım, inan.” dedi, “Artık buradan gideceğiz.”
“Kaçacak mıyız?”
“Hayır, hicret edeceğiz.”
“Nereye?”
“Amerika’ya.”
“Amerika’ya mı?”
“Evet, Amerika’ya Magda’cığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekiz yüz liramız var. Sekiz yüz lira ile Amerika’da bir insan çalışırsa çok mesut olur.”
Magda kocasının bacaklarını daha ziyade sıktı ve dönerek boynuna sarıldı.
“Niçin benden sakladın?” dedi, “Oh, ne kadar mesut olacağız!..” Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
“Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.”
“Söyle ne vardı? Niye korkacaktım?”
“Şimdi söylesem yine korkacaksın.”
“Söyle, korkmam.” Boris tereddütle anlattı:
“İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.”
“Ah…”
“Evet, ihtilal komitesi tarafından… ‘Ey dinsiz Boris!’ diye başlıyordu ve ‘Vaktiyle dağlardan neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz.’ ”
“Ah!”
“ ‘Yahut bize dehalet et. Bizimle beraber Balkan’a çık. Büyük vatan için çalış.’ deniyordu. O vakit anladım ki burada, seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.”
Magda tekrar Boris’i öperek sordu:
“Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?”
“O kadar yakın bir zamanda ki… Söylesem inanmazsın.”
“Söyle.”
“Yarın!”
“Yarın mı? Aman ya Rabbi!”
Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
“Yarın, yarın!.. Demek bu son kederli gecemiz…”
Boris zevcesinin sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
“Evet Magda’cığım. Yarın Amerika’ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, asude bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükâfatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanma korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz…” Magda titriyordu:
“Oh ne saadet!”
Boris yine buseler içinde devam etti:
“Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler… Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler! Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar… Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri… Hastaneler, sanatoryumlar… Mektepler, darülfünunlar… Hasılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.”
Magda daha ziyade titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
“Oh, tahayyül ediyorum!” dedi. Boris devam etti:
“O vakit, bazı geceler; minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, say ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya’yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne; pis ve dar sokaklar, sefil ve üryan adamlar; kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar; kara, müstekreh ve keskin baltalar, sonra siyah, müthiş Balkanlar, Perim gelecek!.. Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya’nın kâbuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim…”
Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
“Görüyorsun ki burada her dakikamız elem, matem, ızdırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlu dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki… Hasılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz ve vahşi hayvanlar gibiyiz.”
Ocağın odunları yıkılmış ve alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstündeki küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris’le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.
Boris: “Artık aşkı duyacağım.” diyordu, “Hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika’da farz ediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain, odamızdayız addediyorum.”
Magda’nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
“Oh, ben korkuyorum!” dedi. Boris hayretle sordu:
“Neden?”
“Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki…”
Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve nagehani kederi teselli etmek istedi:
“Korkma, haydi kalk!” dedi, “Yatalım, müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa. Amerika’yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!”
“Korkuyorum Boris, korkuyorum…”
“Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda… Korkacak bir şey yok.”
İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda’nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
“Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyor…”
Boris cevap verdi:
“Her vakit havlarlar.”
“Hayır, koşarak havlıyorlar, birisi geliyor!”
Boris mütereddit ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:
“Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti.” dedi. Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyade şiddetleniyor ve daha ziyade yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris’in kolu Magda’nın omzundan düştü. Magda elini Boris’in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı.
Boris: “Kimdir, pencereden bakalım.” dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgâr giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağza görünmez tehditler söyletiyordu. Boris bağırdı:
“Kimdir o?..”
Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
“Ben!”
Tekrar sordu:
“Sen kimsin?”
“Ben, Melina…”
Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi. Magda’yı aradı. Göremiyordu Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki…
Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
“Ne istiyorsun?”
“Baba İstoyan’ı…”
Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti. Boris Magda’ya:
“Lambayı yak!” dedi. Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar Boris sordu:
“Acaba babamı ne yapacak?”
“Bilmem, şimdi anlarız.”
Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgârla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük ve biraz kamburdu. Magda bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvaba başladı:
“Baba İstoyan’ı ne yapacaksın?” Melina bir cevap vermedi. Evvela:
“Dobra viçer!”3 dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
“Ben bir şey yapmayacağım!”
“Ee öyleyse ne arıyorsun?”
“Ben aramıyorum.”
“Kim arıyor?”
“Komitalar…”
Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
“Komitalar mı?”
Melina, gitmek isteyerek:
“Bilmem, işte silahlı adamlar…” dedi. Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
“Bizim köyden mi?”
Budala kız izah etti:
“Hayır, sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan’ı istiyorlar. ‘Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz hem evlerini yakarız.’ diyorlar.”
Magda’nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris’e baktı. O da sararmış ve mütefekkir duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:
“Bu adamlar nerede?”
“Bizim evde! Şarap içiyorlar.”
“Kaç kişi?”
“Daskal’la beraber dört kişi…” Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:
“Haydi git söyle, ben geleceğim…” dedi, “ ‘Baba İstoyan hasta imiş!’ de.”
Kız “Sıs zdrave.”4 dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda’nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
“Korkma!” dedi, “Ben yarım saat sonra gelirim.”
Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
“Ah gitme, gitme, gitme Boris’çiğim!..” diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
“Hainler babamın her şeyi sattığını haber aldılar, hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekiz yüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur; kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır, kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar…”
Magda meyus ve perişan:
“Ah inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar!” dedi. Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle bir hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalığın o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
“Haydi sevgilim, cesur ol!” dedi, “Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.”
Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
“Ben de geleyim Boris!” dedi lakin kocası razı olmadı:
“Sen orada sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol.”
“Ah, bari yanına revolverini alsan…”
“Muharebeye gitmiyorum ki… Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!” dedi ve asabi bir istical ile dışarı çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık, elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris’ini yutan bu siyah rüzgârlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgârın altında ağlıyor, fasılasız hıçkırıklarla kıvranıyordu.
***
Baba İstoyan daima güneş battıktan sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
“Ne yapıyorsun orada?” dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
“Hiç!” diye cevap verdi, “Dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.”
İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar, çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina’nın evine gitmek, Boris’i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan kamburunu çıkarmış, sakin ve abus, çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi hazin tik taklarını tekrar işittiriyor; tutuşan odunlar, yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor; soğuk rüzgâr daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kepengini daha ziyade sarsıyordu. Magda, Boris’i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyorlardı. Dinledi. Oh! Boris geliyordu… Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.
Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyorlardı. Fakat niçin?.. Boris’e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyade yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kepengi açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu… Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda’nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.
Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
“Kim o?” dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
“Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!”
İhtiyar mütereddit ve korkak, tekrar sordu:
“Siz kimsiniz?”
“Kaptan Raçof, Pançe, Sandre…”
İhtiyar yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omzunda manliher bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
“Buyurunuz gospodin!”5 dedi. Raçof’un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellah idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Bir tanesi kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda’nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof’un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı. Ağlayarak istirham ediyordu:
“Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?”
Raçof ayaklarına kapanmış güzel kadının, güzel saçlarını müteverrim ve çamurlanmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
“Kalk sosyalist daskaliçe, kalk!” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım…”
Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan’a döndü:
“Gel bakalım çorbacı!” dedi, “Karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muavenet et ki fenalık yapmayalım.”
İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof’un karşısına oturdu. Magda da yanına… Baba İstoyan bütün bütüne aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?
Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir sigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun sigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof, sigarasından birkaç nefes çekti ve dumanlarını seyrederek:
“Ey Baba İstoyan!” dedi, “Şimdi evvela bize vadet ki çok zahmet etmeyesin! Uzun lafın kısası! Vakit geçirmeyelim. Sekiz yüz lirayı getir…”
İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi… Mecmusu… Yekûnu… Şimdi böyle, bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkâr etti:
“Nasıl sekiz yüz lira?..”
Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar sigarasını çekti. Başını salladı:
“Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız…”
Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekiz yüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris’in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof’un ayaklarına kapandı:
“Affet gospodin, Boris’i affet…” dedi. Raçof gülerek cevap verdi:
“Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği paraları çalmayı arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.”
Ve ilave etti:
“Haydi, Boris’ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.”
Magda, Boris’in öldürülme ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan’a sarıldı:
“Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris’le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim getireyim.”
Raçof ve arkadaşları Magda’nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyordu. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, manalarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek bu parayı vermekten daha ehven idi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof’a dedi ki:
“Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Ahir vaktimde açıkta kalmayayım.”
Raçof reddetti:
“Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum.”
Vakit geçiyor. İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof da ayağa kalktı. Şiddetle sordu:
“Haydi Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?”
Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu, ihtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı:
“Aferin Baba İstoyan!” diyordu, “Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim…”
Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular:
“Hani şarap, hani şarap?” diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
“Böyle mezeye lüzum yok.” dedi, “Biz cansız meze istemeyiz…” Bu laftan bir şey anlamayan Magda’yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
“Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris’le müşterekim!..”
Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
“Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris’ini göremezsin. Onu keseriz…”
Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof’a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
“Siz de meze alınız be!..” dedi. Cansız bir yumak gibi Magda’yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avcunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzuliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüz ve itisaftan müteessir olmuş gibi yine tik taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
“Ağlama Magda.” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz raks et…”
Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
“Ben oynamayı bilmem kaptan!” diyordu. Raçof kalktı. Magda’nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
“Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan Boris’i göremezsin, gider keseriz…”
Magda’nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi ve mütevekkil bir sesle:
“Oynayayım, ah Boris…” dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda’nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu izhar etti:
“Kaptan!” dedi, “Eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim…”
Raçof, Magda’ya döndü:
“Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim. Boris’ini gönderelim…”
Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan’a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lakin Boris’i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa o kadar sevdiği Boris’i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddet ve iştiyak ile çalmaya başladı Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip muharrik hareketlere bakarak birbirlerinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar Raçof’un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar.
Raçof: “Olur ama vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!” dedi sonra derin, behimî, muhrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
“Ah, vakit olsaydı…” diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof: “Allah’a ısmarladık Baba İstoyan!” dedi. İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
“Aman kaptan, Boris’i gönder! İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı! Bize merhamet et!”
Raçof güldü:
“Mutlaka gelecek, mutlaka… Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver.”
Magda hirasla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah bezde sarılı şeyi hatırladı:
“Kaptan!” dedi, “Bombayı ne yapacağız?” Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
“Magda, bana bak!” dedi. Magda yine bir itisafa uğrayacak zannıyla titredi fakat bu sefer haydut nazik ve mürüvvetli idi:
“Şunu görüyor musun Magda? Bu, işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeseydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücazat olmak üzere ikinizi bir araya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lakin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücazata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vadediyor musun? Ben de gidip hemen Boris’ini bırakayım…” Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
“Vadediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris’i gönderiniz.”
Raçof tekrar sordu:
“Göndereceğim lakin bu bombayı sadıkane hıfzedecek misin?”
“Hıfzedeceğim.”
“Nerede?”
“Kendi çeyiz sandığımda! En gizli, en muazzez yerde!”
“Bravo!.. Memnun oldum. Öyleyse Allah’a ısmarladık!” Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar.
Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge hâlinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah şimdi Boris gelecekti. Genç kadın açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris’ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kâbus tehdidi gibiydi: