Efruz Bey

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

GAYET BÜYÜK BİR ADAM

Birinci Kısım

Hürriyet ilan olunduğu vakit ben İzmir’de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek “Yaşasın, yaşasın!” diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:

“Ulan, sen hâlâ burada ne arıyorsun?” dediler.

“Durmayıp da ne yapayım?” diye ağzımı açtım.

“Ne yapacaksın! İstanbul’a git!” diye haykırdılar. “Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir. Yoksa burada değil…”

Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeye başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak beni onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarını öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdılar. Ben bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum çünkü biliyordum ki Türkiye’de benden başka embriyoloji ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu ve halk, haberi olmadan bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu.

İlimsiz, irfansız, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler embriyoloji ile uğraşmasam bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi’nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti.

Mersinli’nin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. “Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?” diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:

“Bu eğlenmekse eğlenmemek nedir?”

“Yatıp uyumak…”

“Sabaha kadar uyanık durmanın bir şey olduğunu bileydik Abdülhamit’in devrinde de yapardık.”

Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilanından üç gün geçmemişti. “Dün” ayrılıyor, Abdülhamit’in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini; doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyorlardı ve kendileri gibi lafları da kulaklarıma geliyordu:

“Sabah oluyor yahu…”

“Hürriyet bu… Gündüz uyku, gece keyif…”

“Eee, para?..”

“Allah kerim!”

Onlar da yanımdan geçtiler ve Mısır Otelinin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum ancak bir çeyrek bulabildim ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış…

“Ne yapayım, ne yapayım?” diye başımı kaşıdım. Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fazıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim hâlde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, “Yalan olmasa dünya dönmez, yıkılır giderdi.” diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:

“Eyvah!” diye bağırdım. “Çantamı düşürmüşüm…”

Ve hemen ilave ettim:

“İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.”

Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:

“Korkma usta, şimdi paranı vereceğim.” diyor, çantamı kim bulursa Fas lirasından maadasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsüyordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:

“İnşallah bulursunuz.” dedi. “Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa bana bir şey rehin bırakınız.”

Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalem ile iki forma Fransızca “Essai sur l’embriologie”; bu kâğıtları uzattım.

“İşte sana bir rehin!” dedim. “Bir liradan fazla eder.”

Usta gözlerime baktı:

“Eğleniyor musun?” diye sordu ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilave etti:

“Kâğıt, para etseydi biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt; getir beş kuruş, al hepsini git!”

Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu. İçlerinden bazısı şüpheli nazarla beni süzerek “Ayıp, ayıp!” diye homurdanıyorlardı. Al aşağı ver yukarı, sanki haberim yokmuş da kazara buluyormuşum gibi cebimdeki çeyreği çıkardım, geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım. İçimde bir acı duyuyordum. İzzetinefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keşke tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felaket başıma gelmeyecekti çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimai bir mecburiyetti fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler. Spencer gibi büyük bir feylesof bile üzerinde, elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882’de Paris Ulum-ı Maneviye ve Esasiye Akademisine aza tayin olunduğu hâlde tabii bir Genç Osmanlı vatanperverliği ile hiçbir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika’da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatle göndermişler. Spencer saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya’nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi.

Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanı’na giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye “Doğrusu bu Spencer biraz budala imiş…” diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeye karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bu budalalık lazımsa ben bütün embriyolojiye ait notlarımı yırtıp, meydana atarak “Cahilim, yahu ben de cahilim!” diye haykırmaya başlardım. Hâlbuki işte hürriyet ilan edildi. Bunu şu yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali uyandı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabii şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususiyle embriyolojiye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler; mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi ve akademi açılacaktı… Embriyoloji mütehassısı ben, mutlaka ilk azalardan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasızlık günlerimiz bugünlerdi! Yarın Meşrutiyet ve hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıratımı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım!

Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. “Hey gidi hürriyet hey… İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeye başladı!” diyerek suratımı ekşittim. Mesut, kalın, kara kaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti:

“Seni bekliyordum.” dedi. “Feneri nerede söndürdün?..”

“Heyhat zavallı!” diye kabardım. “Fener söndürmedim. Bilakis hezaran ve es bi eydi hisad hezaran eşia-i hürriyet ikad ettim.”

“Ne yaptın, ne yaptın?”

“Söylediğimi anlamadın mı?”

“Yooook…”

“Niçin?”

“Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.”

“Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.”

“Öyle ise sus, hiç söyleme…”

Fena hâlde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:

“Bak ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilakis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet ışığı alevlendirdim.”

“Ee sonra buraya niye geldin?”

“Yatmaya…”

“Ben senin odana iki müşteri yatırdım.”

Hiddetlenecektim. Hâlbuki iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa benim gibi nam, şöhret ve sâmânın eşiğine gelmiş bir âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:

“Neyse, zararı yok. Başka cahil bir adam olsa bu yaptığına kızardı…”

“Ben cahile kızmam ama… Parasızı bir elime geçse anasını bellerim…”

Gayriihtiyari “Yaaaa…” diye ağzım açıldı. Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek, “Pek uykum var, bari bana başka bir yatak göstersen de bir iki saat kestirsem.” dedim.

“Hiç boş yatağım yok.”

“Ee, ben şimdi ne yapayım?”

“Senin ne yapacağını ben ne bileyim?”

Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım. İki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zapt ettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lakin artık Meşrutiyet’ti… Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet’e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken “çatt” dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.

Salepçibaşı Hanı’nın kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerlerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu.

Evet, ben İstanbul’a gitmeliydim. Şan, şöhret, sâmân beni orada bekliyordu…

 
-Mabadı var

HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN

Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım seni ne tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır. Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen “hepimiz” değilsen bile ‘‘hepimizden bir parça”sın…

Ö. S.

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı.

“Nasıl gördünüz mü?” dedi. Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelememişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:

“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den, bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, Başkâtip Paşa Hazretleri’nin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler, Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi. “Yoksa haberiniz yok mu?”

Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

“Neden haberimiz olacak? Ne var?”

......

Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lakin ne cesaret!..

“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…

......

Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “cehennem leblebileri” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lakin eski buruşuk istanbulinli köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.

İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:

“Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.

Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:

“Hiçbir şey anlamadınız mı?”

“Ne anlayacağız?”

“Hürriyetin ilanını…”

“Hangi gazetede?”

“Hepsinde!”

......

Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

“İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”

Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey, bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir aslan gibi kükredi:

“Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

......

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.

“Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”

“Evet.”

“Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”

“Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”

“…”

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti. “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kâbil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”

O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştan başa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine “… Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:

“Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”

“O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen mümeyyiz “Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi. “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”

......

Mümeyyiz, Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensup olması sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu.

Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. “Hürriyet” lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeye başladı. Ahmet Bey’e yüzünü çevirerek, “Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim! Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir!” dedi. Maiyetindeki kâtipler müdürlerinin ne mükemmel ne gayur adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek, “İşlerinize bakınız beyler!” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesini ihmalsiz icrasıdır!”

Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey’in canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lakin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenk ile sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Başını uzatarak bütün kaleme “Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.

Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:

“Je ne crois pas…”1

“Cet un blague.”2

“Dis donc…”3

“Eh bien, ce n’est pas possible.”4

......

Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor ama pek iyi, -yani hiç- anlamıyordu. “Hürriyet”in Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. “Leblebi” gibi bir isimdi…

“Leblebi, leblebici, labada… Hayır!”

Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken, “kahramanlık, gösteriş” damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden geçerek, sanki kaynamış bir su gibi bel kemiğinin hizasından akıyor, belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çenesi kilitleniyordu. Evet… Şimdi, şurada, “Yaşasın hürriyet!” diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıali’de ilk defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak!.. Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Âdeta karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:

“Yaşasın hürriyet!”

Bir an herkes sustu… Kalem kapılarında vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyin tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali’de ilk defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki hükûmetin bütün ordusu önüne çıksa “Bir hamlede yere geçireceğim.” sandı.

 

Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!

Dâhiliye tarafına, sadarete koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:

“Yaşasın hürriyet!”

Kapıcılar onu delirmiş zannıyla polise gönderiyorlardı. Ahmet Bey’in tutulmadığını, boyuna “Yaşasın hürriyet!” narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmaya başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir artezyen gibi şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu.

“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”

Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki… yarım saat içinde bütün Babıali yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprü’yü geçti. Beyoğlu’nu karıştırdı.

***

Bir saat sonra…

Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafında müsteşarlar, müdürler, şûra-yı devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilan ettiği hürriyetin yegâne failinin kendisi olduğunu sanıyordu. Hem… bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükûmetin erkânı rükûya yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakiki bir kahraman süsü veriyordu.

Herkes de buna inanıyordu.

Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiçbir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailerle korkunç bir roman uyduruyordu. Meclis odasının içi dışı dolmuştu. Herkes bir defacık olsun onu uzaktan görmek istiyordu. Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul’un otuz senedir hiçbir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Bey’in sesi kısılmıştı.

Meclis odasındakiler, “Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat!” diye haykırıştılar.

Ama Ahmet Bey yalnız “hürriyet” lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebitin nasıl Kanun-ı Esasi’yi verdiğinden falan hiç malumatı yoktu. Avrupa’da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta tek bir Jön Türk’ün ismini bile bilmiyordu. Fakat işte herkes, bu binlerce hükûmet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar, kâtipler ona “Jön Türklerin kimler olduğunu” sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı. Hissi, idraki bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeye, hükmetmeye başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen, kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmaya başladı:

“Vatandaşlar! Bize ‘Jön Türk’ derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim ismimizi kimse bilmez. İşte bu Jön Türklerden birisi benim! Ben onların reisiyim! Beni kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.”

......

Kapının yanından bir ses haykırdı:

“Ben sizi tanırım efendim!”

“Kim o?”

“Kim o, kim o?..”

Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacıydı. Ahmet Bey’in kalemindeki Arapgirli, saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar, “Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Bey’dir!” diye haykırıyordu.

Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarını kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:

“Hayır, yalan söylüyor, ‘Ahmet’ benim müstear ismimdir. Asıl ismim değil. Beni kimse tanımaz.”

Odacı “bir senedir tanıdığını” haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu “Ahmet” ismini inkâr ediyordu.

Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet, birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.

Ahmet Bey sözüne devam etti:

“Bu cahil adam benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de mümeyyizler de müdür de hatta nazır da hatta İstanbul ahalisi de… hatta be hatta evimdeki ailem de beni ‘Ahmet Bey’ olarak tanıyorlardı. Hâlbuki… yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya’daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule’de bir Çingene evinin altındaki eşek ahırında yapardık. Düşündük taşındık. Bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule’den ta Yıldız Sarayı’na kadar bir tünel kazmak… Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebiti sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak… Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilan ettirmek… Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.”

Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:

“Affedersiniz Ahmet Bey!” dedi. “Pardon, müstear isminizi söyledim, kahraman bey! Kongrenizde on bin altı yüz imza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır, Sulukule’de değil, İstanbul’da bile yok, sakın rakamda bir yanlışlık olmasın…”

“Hayır, hayır…”

“Fakat…”

“Ne fakatı be?..”

“Nasıl olur bu?”

......

Mümeyyiz vaziyeti tayin etmemişti. Hâlâ Ahmet Bey’e madun muamelesi ediyordu. Kahraman kızardı.

“Hayır, hayır!” dedi. “İtiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi hatta iki kişi kâfi… Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasi cemiyetler vardır ki kongrelerini yıllarca bir aza ile yapmışlardır. Hasılı… lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.”

Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:

“Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.”

“Hayır siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha…”

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

“Kapıdan değilse nereden, nereden attıracaksınız?”

“Pencereden, evet… pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-ı Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek ‘istibdat’ cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdatın cezası bütün hür milletlerde birdir.”

“Nedir? Nedir?” diye bağrıştılar.

“İdam!”

Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevi sükûn içinde hikâyesine devam etti:

“… Evet benim projem kabul olundu! Tüneli kazmaya başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule Deresi’ne atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?”

“…”

Hayretten kimse tasdik edemedi.

“… İstanbul’un bir sahili denize doğru büyüyordu da kimse bunu görmüyordu. Hâlbuki Nil Nehri’nin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu. Nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?”

“…”

“… Hayır, bir inkılapçı, bir ihtilalci için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik! Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü…”

Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule’nin, Yenibahçe’nin, Fatih’in, hatta Haliç’in, Beyoğlu’nun, Nişantaşı’nın altından geçen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; “Yirmi dört yaşındayım!” cevabını alınca projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı… İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç, kazmayla değil, daha bir toplu iğne ile toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi. Âdeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmaya başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Suali karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvari sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.

“İdam! İdam!”

Pencereyle avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman, hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmamazlık aklına gelmiyordu. Cumhur… Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın, asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, “zaman, mekân” umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet… Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman, hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:

“İşte vatandaşlar!” dedi. “Bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ihtilal aletiyle mevkimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. ‘Haydi, siz gidin, beni yalnız bırakın.’ dedim. Onlar tünele girdiler. Yer altından Sulukule’ye doğru gitmeye başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki… Ben ne heyecanlar geçiriyordum…”

1“Sanmam.”
2“Bu bir şaka.”
3“Vay canına.”
4“Olamaz, imkânsız.”