Külah

Tekst
Loe katkendit
Märgi loetuks
Kuidas lugeda raamatut pärast ostmist
  • Lugemine ainult LitRes “Loe!”
Šrift:Väiksem АаSuurem Aa

YÜKSEK ÖKÇELER

Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için “izdivaç” denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki erkeğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus, lanet bir heyula şeklinde gelirdi.

“Gençler başkadır!” diyenlere, “Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker?” diye haykırırdı.

Başlıca merakı temizlikle namusluluktu. Göztepe’deki köşkünü hizmetçisi Eleni ve evlatlığı Gülter’le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de Gülter de son derece namusluydular. Kileri kitlemezdi, paralar meydanda dururdu. Hele Mehmet’in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakmazdı. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi gücü adamlarını teftişti. Ha bire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi. Derdi ki:

“Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!..”

Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfağına değil misafir, hemşehri filan hatta yabancı bir kedi bile girmiyordu. Hatice Hanım, belki günde on defa iner, onu yapayalnız, tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım’ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü.

Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı burkulmadan bir aşağı bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesi geldi. Çağırdığı doktor ilaç filan vermedi.

“Bütün rahatsızlığına sebep bu ökçelerdir, hanımefendi.” dedi, “Onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.”

Hatice Hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi falan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat böyle, tam vücudu rahat ettiği sırada, ruhu derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni’yi kendi diş fırçasını kullanırken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet’i et günü olmadığı hâlde bol bir sahan külbastıyı yerken yakaladı.

“Ne oldu bunlara ya Rabb’im? Bunlara ne oldu, bunlara?” diyordu.

Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını, yolsuzluğunu yakaladı. Hele Mehmet’i komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit kürek altına aldı.

“Bakalım şimdi ne çalacaklar?” dedi. Hakikaten çalınacak bir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince, az kalsın nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başında kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş; kalın kollarını ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu manzaranın rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için konuştuklarını duymamazlık edemedi.

Mehmet diyordu ki:

“Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmeyon?”

Gülter: “Her taraf kitli, ne yapayım?” diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni’ye de “Ülen, gece niçin gelmeyon? Sana helva yapıp saklayon…” sualini soruyor, Eleni, “Yakalanazağız vire! Sonra hanum bizi kovazak!” diye çırpınıyordu. Aralarında çıtır pıtır bir hasbihâl başladı.

Hatice Hanım, gözünü açmıyor, yüreği çarparak merakla dinliyordu.

Gülter, “Ah o terlikler!” dedi, her işimizi bozdu, “Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katında kımıldandığını duyardık.”

Hasbihâl uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:

“Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!” diye haykırdı.

Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.

***

Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rast gelmedi. Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu. Benzine kan geldi. Vakıa yine başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor, “Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya…” diyordu.

KÜLAH

Mıstık, katmerli bir muhacirdi. Bulgaristan’da doğmuş, büyüyüp biraz aklı başına gelince hemen hududun on dakika ötesine kapağı atmıştı. “Türkiye değil mi? Hududu geçer geçmez Bağdat’a kadar müsavi!” diyordu. Az zamanda Babyak’taki Türkçe bilmez Pomakların akıl hocası oldu. Bulgaristan’da kalan akrabalarıyla mektuplaşmaya hacet yoktu. Onlarla Bulgar hudut karakolundaki nöbetçinin süngüsü altında, küçük bir hediye mukabilinde, saatlerce oturup konuşabilirdi. Kurnazlığı sayesinde memleketinden çıkmadan muhacir olmuştu. Hatta içtiği “Karasu” bile doğduğu kasabadan geçiyordu. Fakat bir gün Babyak mıntıkasında bir “hudut tashihi” yapıldı. Yerleştiği köy yine Bulgarlara kalınca yuvasını bozmaya mecbur oldu. Bu sefer hudut kenarının içerilere müsavi olmadığını anladı. Ta Nevrekop’a kadar indi. Dört beş sene geçmeden Balkan Harbi parladı. Hemen annesiyle İstanbul’a kaçtı. Dimetoka’nın methiyle kulakları dolmuştu. Kalktı, oraya gitti. Bir köye yerleşti.

İçinden, Artık biz ölünceye kadar muharebe olmaz! diyordu. Köyünün kahvesinde Cihan Harbi’nin havadislerine inanamadı. Fakat…

“Vay anasını! Yalan be!” diye haykırdı.

“Hudut düzeltilecek!” diyordu.

Hakikaten bu hudut düzeltildi. Mıstık’ın muhacir gibi yerleştiği köy yine Bulgarlara geçti. Bereket versin ihtiyar annesi ölmüştü. Gamsız bir serseri tevekkülüyle, tek başına Ergene Köprüsü’nü aşarken “Evveli Şam, ahiri Şam!” dedi. Bu kadar kısa bir zaman içinde “birbiri üstüne dört defa muhacir olmak” onun yerleşme heveslerini söndürmüştü. Gözünü yumdu. Anadolu’ya atıldı. Aldatılabilecek milyonlarca saf adam arasında kalınca Şam’ı mamı unuttu. Şehir şehir, kasaba kasaba dolaşmaya, ticaret etmeye başladı. Önüne gelene külah giydiriyordu. En kârlı bulduğu ticari faaliyet hayvan alım satımıydı. Bir kasabadan alınan atın yahut eşeğin pahası, en yakın kasabaya götürülünce değişiveriyordu. Bu pahayı, Mıstık kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu. Kırmızı kuşağında, Rumeli’de kullanmış olduğu tabancasının yerine sokulu kara gönlü makas her hayvanın değerine yüzde altmış ilave ederdi. En miskin bir beygiri alınca tırnaklarını temizler, yağlar, yelesini, kuyruğunu Frenkvari keser, düzeltirdi. Sonra torbasındaki, o kimseye göstermediği, kimseye ismini söylemediği siyah ottan bir tutam yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saat şaha kaldırır, gözlerini parlatır, azgın bir ejderha hâline sokardı. Lakin at pazarlarında daima karşısına çıkan bir rakibi vardı. Onun alacağı hayvanın fiyatını arttırır, en kâr bırakacak fırsatları elinden kapardı. Herkesin “Molla” diye çağırdığı bu herifin ismini bilmiyordu. Yerden yapılı, çember sakallı, kalın çatık kaşlı, kırk beşlik bir softaydı. Küçük siyah gözleri hep önüne bakar, ince beyaz sarıklı kalıpsız fesinin altında tıraşlı kafası, geniş ensesi terden parıl parıl parlardı. Mıstık’ın beğenmeyip bıraktığı en miskin, en hasta, en ihtiyar hayvanları bile alıyor, bir gün içinde gençleştiriyor, kuyruğunu, yelesini kesmeden şeklini değiştiriyor, gözlerini parlatıyor, şahlandırıyordu.

***

Mıstık henüz geldiği kasabanın hanından girerken yine bu herifi gördü. Yeni bir zarara uğramış gibi birdenbire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi.

“Merhaba Molla!” dedi.

“Merhaba!”

Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı.

“Hayvan almaya mı geldin?”

“Sana ne?..”

“Niye geldimse geldim.”

Mıstık kirli, zayıf elini seyrek sarı bıyıklarına kaldırdı. Çakır gözleri bakacak yer bulamadı. Renksiz dudaklarını kısarak gülümsedi:

“Ortak olalım be…” dedi.

“Olalım.”

Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru yan yana yürüdüler. Kahvenin önündeki eski peykeye oturdular. Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk “gut, gut, gut” diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı.

Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı. Mollaya uzatırken peykenin yanındaki pencereden içeriye bağırdı:

“Bize iki kahve getir!”

Molla, “Ben oruçluyum!” dedi.

Mıstık anlamadı:

“Ramazanda mıyız yahu?”

“Hayır.”

“Üç aylarda mıyız?”

“Hayır.”

“Ee, bu ne orucu?”

“Ben bütün yıl, bir gün yer, bir gün tutarım!”

“Sahi mi?”

“Vallahi…”

Mıstık tütün kesesini tekrar koynuna soktu. Eğildi, camsız pencereden kahveciye, “İstemez, kahveleri yapma!” diye seslendi. İçinden Bu gebeşin kafasına ben bir külah geçiririm! dedi. Kendisinin sofuluğundan, küçükken hafızlığa çalıştığından ama hastalandığı için vazgeçtiğinden, babasının yirmi yedi defa hacca gittiğinden bahsetti. Molla yere bakarak dinliyor, başını sallıyor, inanıyor; Rumelililerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu.

Mıstık sordu:

“Sen nerelisin?”

“Kayserili.”

“Kayseri nerede?”

“Bu tarafta.”

Molla kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapısını gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak:

“Konya tarafında mı?” diye sordu.

 

“Hayır canım, daha yukarılarda.”

Mıstık Kayseri’nin nerede ve ne olduğunu pek iyi bilmiyordu. Rumeli’de bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı kâfi gördü. İşlere geçti. Konuştular. Anlaştılar. O günden itibaren ortaklığa karar verdiler. Kâra, zarara, sermayeye ortak oluyorlardı. Mıstık yine içinden, Ben sana bir külah giydireyim de gör! dedi.

Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar. Mollanınkiler daha genç, daha dinç duruyordu. Birkaç gün daha burada kalıp çürük hayvanlar toplamak üzre sözleştiler.

İkisi de bir handa, karşılıklı birer küçük odada yatıyorlardı.

Bir gece Mıstık’ın odasının kapısı vuruldu. Kalktı. Sürmeyi çekti. Açtı. Baktı ki ortağı…

“Hayırdır inşallah Molla?..”

“Sabahleyin ben bir köye kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söyleyeyim. İyi bir iş var.”

Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:

“Ne?”

“Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz.”

“Ee?”

“Ben yarın burada yokum. Sen ara, bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver. Mutlaka al.”

“Beyaz eşek olur mu?”

“Olur ya…”

Mıstık şaşaladı. Şaka mı ediyor? diye sofu ortağının yüzüne dikkatle baktı. Hayır, ciddiydi. Sordu:

“Ee, burada bulunur mu?”

“Ne bilirsin? Belki bulunur.”

“Pekâlâ, yarın ararım.”

Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti:

“Buranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin’dir. Sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git, git… Orada birine sor. Gösterirler. Çiftlik gibi bir ev… Pazara gelmez. Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondan iste. De ki: ‘Akşama kadar mutlaka bir beyaz eşek bul.’ Elli liraya kadar vadet.”

“Pekâlâ…”

Molla’nın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu. Küçük lambanın hafif aydınlığıyla gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe vardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Bir latife etmek istedi.

“Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik…”

Molla reddetti:

“Haşa! Ben ömrümde bir katre ağzıma koymamışım, elhamdülillah…”

“Ee, bu koku ne be?”

“Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım.”

“Ya…”

“Evet.”

“Öyleyse Allah rahatlık versin!”

“Sana da…”

Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine “Gidi gebeş seni! Ben sana bir külah giydireyim de gör!” dedi. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu hâlde yine sofuluk taslayıp ömründe ağzına bir katre koymadığını söylemesi Mıstık’ın sanki izzetinefsine dokunmuştu. “Beni aptal yerine koyuyor ha…” diye ellerini kalçalarına dayadı. Durdu. Gözlerini küçülterek yere baktı: “Şuna bir külah… İlk fırsatta bir külah…”

Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmaya başladı. Kendisi de “sıtma tutmasın” diye torbasında daima birkaç şişe konyak gezdirirdi. Onun için kafası gündüzden tutkundu. Hemen uyuyuverdi.

Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı. Sokakların inek, öküz, kaz, koyun kalabalığı içinde yürüdü. İhtiyar Cambaz Hüseyin’in evini buldu. Bu, ak sakallı, kısacık boylu, şeytana benzer bir adamdı. On altı yaşında bir çocuk kadar çevikti. Yürürken zıp zıp sıçrıyordu.

Mıstık selamdan sabahtan sonra beyaz bir eşek istediğini söyledi. İhtiyar böyle bir hayvanın bulunacağını ümit etmiyordu. Elli senedir cambazlık ettiği hâlde ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü.

“Ama ara sıra bir uğra…” dedi, “Kısmetin varsa bulunur.”

“Akşamları uğrarım.”

“Ne vakit istersen…”

Mıstık o gününü akşama kadar hayvan aramakla geçirdi. Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın canı sıkılmaya başladı. Beyaz eşeği bulup bulmadığını anlamak için değil, sırf kendisiyle konuşup malumat peyda etmek için ihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu. Karşısına çıkan Hacı Hüseyin:

“Oğul, senin talihin varmış!” diye bağırdı, “Bir beyaz eşek buldum!”

“Ne çabuk?”

“Sen gider gitmez şişmanca, simsiyah bir Arap geldi. Ama tuhaf bir Arap. Başında yeşil bir hacı sarığı… Ben Hicaz’da askerlik ettiğim için Arapça bilirim. Arapça konuşmaya kalktım. ‘Gurbette unuttum.’ dedi. Allah kimseyi gurbete düşürmesin! İnsan ana dilini bile kaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasız kalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya aldım.”

“Çok be!”

“Ne yapalım? Sen elliye kadar ver demedin mi?”

“Çok iyi canım, nerede bakalım, bir görelim.”

“Gel… Ahırda.”

Mıstık sık adımlarla hızlı hızlı yürüyen asabi ihtiyarın arkasına takıldı. Dış avluyu geçti. Geniş bir ahıra girdi. Köşede hakikaten süt gibi bembeyaz bir eşek duruyordu.

“Çok güzel, yarın gelir alırım.” dedi. İhtiyar sordu:

“Şimdi niye almıyorsun?”

“Yarın sabah dedim ya… Akşamın hayrı, sabahın şerrinden beterdir.”

“Olur, sabahleyin gel.”

“Güneş doğarken…” dedi. Çıkarken avlunun çitlerine, kapının kenarlarına, ahırın saçaklarına çaktırmadan dikkatli dikkatli baktı. Gözleri sokağın karmakarışık izlerinde, hana dönerken: “Bu fırsatı kaçırmamalıyım!” diyordu. İşte beyaz eşek bulunmuştu. Bunu Molla’nın haberi olmadan alıp valiye götürmeli, bütün kârı cebellübe atmalıydı. Ama Molla, eşeğin bulunduğunu haber alırsa gider, fiyatı arttırır, yine işi bozardı. “Ona duyurmam.” dedi. Düşünmeye başladı. Hana gelinceye kadar planını kurmuştu. Odabaşı ile hemen hesabını kesti. “Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye gidiyorum. İki üç gün gelmeyeceğim.” diyerek heybelerini omuzladı. Gizlice başka bir hana gitti. Sabahı dar etti. Erkenden, ortağına giydireceği külahı düşünerek uyandı. Bir ucunu pencerenin parmaklığına bağladığı uzun kırmızı kuşağını döne döne sararken, yanında başka birisi varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı:

“Hacı Hüseyin’e niçin kırk lira vereceğim?”

“Ya ne yapmalıyım?”

“Çitler alçak. Kapı da harap. Köpek de yok. Gidip gece çalarım.”

“Sonra?”

“Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kenarına götürür saklarım. Eşeği gece götürür orada boyarım. Tan karanlığında hanla hesabımı keser, boyalı eşeğe biner, vilayetin yolunu tutarım.”

“Vilayete gidince?”

“Eşeği sıcak su ile yıkar, valiye satarım.”

“Molla?”

“Külahı giydiğinin farkında olmaz bile…”

Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gözünün önüne Molla’yı getiriyor, başındaki beyaz sarığının yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor, bu külahı hayalinde bir sağa, bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek eğleniyordu.

Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı. Kınadan başka boya bulamadı. İki okka kına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer buldu. Molla’ya rast gelmemek için kasabaya dönmedi. Gece oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki tütünlerin hepsini içti, bitirdi. Hava bozuktu. Siyah bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı vakit vakit koyu bir karanlık kaplıyordu. Mıstık gece yarısından sonra bu karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin’in evine geldi. Durdu. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı dinledi. Bir şey duyamadı. Yürüdü. Ahıra gitti. Kapı aralıktı. İtti. İçeri girdi. Yine karanlığı dinledi. Cebinden çıkardığı kibriti çaktı. Köşede, eşek tıpkı bir mermer parçası gibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak yürüdü. Yulaf bağı kördüğüm olmuştu. Elleriyle, dişleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş, soğukkanlılıkla kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı. Beyninde bir yaygaradır koptu: “Hırsız var, hırsız var, koşun çocuklar, hırsız var!..”

Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı. Avlunun sağındaki yer odalarından elleri ışıklı kadınlar koşuyorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına sarılanı tanıdı. Bu, Hacı Hüseyin’di. Dün sabah bir yabancının gelip kendisinden yüksek fiyatla damdan düşer gibi bir beyaz eşek istemesi… Sonra o gider gitmez yine damdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapça bilmez bir Arap’ın kendisine bir beyaz eşek getirip satması… Daha sonra, ertesi gün gelip eşeği alacağını söyleyen müşterinin görünmemesi onu şüpheye düşürmüştü. İşte “Bu işte bir kurt yeniği var!” diye bu gece uyuyamamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde beklemişti. Yakaladığının gelmeyen müşteri olduğunu görünce öfkesinden deli olacaktı.

“İp getirin!” diye haykırdı. Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün ev halkı uyanmıştı. Kaim iplerle Mıstık’ı sımsıkı bağladılar. Canını çıkarıncaya kadar dövdüler.

***

Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hacı Hüseyin, damatlarıyla kalın incir ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının bağlarını gevşetti, arkasına taktı. Beyaz eşekle beraber hükûmet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğin rengi atıyor, boynunda, sırtında, sağrısında yol yol beyaz ve siyah çizgiler peyda oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağan yağmur altında böyle harelendikçe Hacı Hüseyin, daha beter hiddetleniyor, dönüp dönüp Mıstık’ın ensesine tokatları indiriyor, “Gidi sizi dolandırıcılar! İlk önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o yalancı Arap! Çıkarın altınlarımı…” diye küfürleri basıyordu. Gören olaya katıldı. Vaka hemen duyuldu. Bütün kasaba hükûmetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe bakıyorlar bir Mıstık’a… Gülmekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar; kına aldığı aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma zabiti gelmemişti. Uzun boylu çavuş yanındaki neferlerine gülerek emrini verdi:

“Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur altında eşek gibi onun da rengi değişmesin!”

Neferler Mıstık’ı tuttular. Ahalinin arasından çektiler, kollarının bağlarını çözmeden, dar bir kapıdan kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mıstık bu karanlıkta yapayalnız kalınca Molla’nın kendine ettiği oyunu sezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember sakallı bir çehre kırmızı dilini çıkararak sırıttı. Bu hayalin tıraşlı başında, giydiremediği külah yerine yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzak ki… Hem hilekârlık, hem dolandırıcılık hem hırsızlık… Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın altında ezilmiş gibi kıvranıyor, karanlıkta ayaklarını yere vurarak “Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!” diye suratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.

HATİFTEN BİR SEDA

Mahallenin yeni yetişen gençleri Hacı İmadeddin Efendi’nin yalnız ismini bilirlerdi. İçlerinde daha yüzünü gören yoktu. Orta yaşlılara gelince; yirmi sene evvel hac dönüşünde yeşile boyanmış kapısından girerken bir defacık onu görebilmişlerdi. Geveze ihtiyarlar kahvede, sokakta, mescitte, gece toplanmalarında hayal meyal tanıdıkları çocukluk arkadaşlarının faziletlerini, sofuluğunu anlata anlata bitiremezlerdi. Namı civarda “Radiyallahu anh” diye anılan bu zat hakikaten canlı bir evliya gibiydi. Geçmiş takva asırlarından ahir zamanın bu günlerine nasılsa kalmış bir zahit sanılırdı. Bu fâni dünyadan elini ayağını tamamıyla çekmişti. Yıllar vardı ki dışarı çıkmak değil hatta evinin ikinci katına bile inmiyordu… En yukarıda, sokak üstündeki küçük bir odanın içinde gece gündüz, sabah akşam ibadetten başını kaldırmazdı. Yatağı, yerdeki kuru seccadesi; yorganı, sırtındaki eski abasıydı. Pencerelerinin kafesleriyle perdeleri daima inikti. Bu sakin, bu karanlık odanın dışında, dar sofadaki perdesiz pencerecikten akan loş aydınlık altında abdesthane, gusülhane, abdestlik kapları duvarlara dayanmış boş tabutlara benzer, abdest musluğunun hizasındaki alçak musandıra minimini bir çocuk teneşirini andırırdı.

Hacı İmadeddin Efendi “dünya kelamı” da etmezdi. Yirmi senedir işaretle konuştuğu sadık karısı Naciye Hanım her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu değirmi bir bakır sininin içine kor, ayaklarının ucuna basarak musluğun yanına bırakırdı. Akil bâliğ olduğu sabahtan beri öldürmeye çalıştığı “nefs-i emmare”sini canlandırmamak için et, yumurta, yoğurt yemez, süt filan içmezdi. Yediği yalnız zeytin tanesi (ama kalamata değil, siyah zeytin), kuru incir, hurma ve bayat ekmekti. İçtiği suydu. Bütün dünya işlerine karısı Naciye Hanım bakar; vakıflarından, iratlarından paraları toplar; evi idare eder; mahallenin fakir kızlarını, kimsesiz dulları, muhtaçları vakit vakit sevindirirdi. Mahallede değil; hatta civar semtlerde oturanlar bile Zümrüdüanka Kuşu gibi adını duyup kendini görmedikleri Hacı İmadeddin Efendi hakkında gayet derin bir hürmet beslerlerdi. Derlerdi ki: “Dünya, bu gibilerin yüzü hürmetine duruyor. Yoksa şimdiye kadar çoktan batardık!”

Lakin bu kadar mukaddes, bu kadar sofu, bu kadar mübarek bir adamın bir de oğlu vardı ki… Neuzübillah! “Eşi düşman başına!” demeye kalbinde bir parça merhameti olan insanın ağzı varmaz. Gece gündüz içen rezil bir sarhoş! Namussuz bir kumarbaz! Çapkın, mütecaviz, cesur, edepsiz bir tulumbacı! Yalnız mahallenin değil, bütün semtin ahalisi onun şerrinden yaka silkerdi. Şehrin dört tarafında ayrı ayrı lakapları, isimleri vardı. Bunların içinde en çok kullanılan, İstanbul zabıtasının resmen kabul ettiği isimdi: “Kötü Tahsin”. Kapalı kadınlara laf atar, açık kızların olmayacak yerlerine dokunur, tenhada rastladığı çocukların ayaklarından zorla potinlerini çıkarıp alır, en yüksek duvarlardan atlar, dükkân peykelerini kırar, hasılı akla gelmez hıyanetler yapardı. Kötü Tahsin’i babası daha sekiz yaşında iken, bir kız çocuğunun yanağını ısırdığını duyunca reddetmiş, teyzesinin yanına vermişti. O vakitten beri Yedikule bedenlerinde kuş tutmaya, dalavere çevirmeye, Samatya izbelerinde yatmaya alışan Kötü Tahsin büyüyünce en meşhur serserilerin serdarı olmuştu. Kırk yılda bir mahalleye de uğrardı. Kahveye sendeleyerek girerken “Hoş bulduk imanım!” diye bir nara atar, akabinde bu suali sorardı:

 

“Bizim ölüsü kınalı moruk daha caddeyi tutmadı mı?”

“Ulan, bir hayırlı haber versenize bana…”

Kimse sesini çıkarmaz, herkes “Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar.” hikmetini hatırlayarak önüne bakar, tavlayı, iskambili, nargileyi bırakanlar yavaş yavaş sıvışıp giderlerdi. Kötü Tahsin, ömründe iki defa yüzünü gördüğü mukaddes babasının sabırsızlıkla ölümünü beklerdi. Bu, onun en kuvvetli mefkûresiydi. Kendisine epeyce bir şey kalacaktı. Tabii bunların hepsini satacak, vur patlasın, çal oynasın, Beyoğlu’nda yiyecekti. Bazen kafayı iyice çekerek eve de uğrar, oğluna görünmeyi en büyük günah sanan annesinden “fidye-i necat” gibi birkaç lira koparırdı. Hacı İmadeddin Efendi kıratında bir zatın sulbünden böyle bir evlat gelmesi sırf rabbani bir cilve eseriydi. Yoksa herkes hatta zabıta bile biliyordu ki Kötü Tahsin besmelesiz, şartsız şurtsuz bir piç değildir. İhtimal, bu derece mülevves evlat ihsan buyurmakla, Allahutaala, Hacı İmadeddin Efendi’yi bu fâni dünyada ağır bir imtihana çekiyordu.

***

Naciye Hanım, bir elinde şamdan, her geceki gibi kocasının sahurluğunu yukarı götürdü. Yavaşçacık musluğun yanındaki musandıraya koydu. Kalın, yeşil bir başörtüsü yüzüyle beraber hemen hemen vücudunun yarısını kaplamıştı. Uzun kıvırcık kirpikli gözleri yarı kapalı gibi yere bakıyor, soluk dudaklarında sessiz bir duanın izleri kımıldıyordu. Aşağı dönerken yüreği hop etti. Acaba aldanıyor muydu? Durdu. Dinledi. Odadan mübarek kocasının sesini tekrar işitti:

“Yahu…”

“Efendim?”

“Biraz içeri gel.”

Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı. İçeri girdi. İmadeddin Efendi kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş, sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş bin birlik bir tespihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstündeki sönük kandilin titrek ziyası beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir küsuf nuruyla yaldızlıyor, odadaki kabir sükûnunu sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.

“Burada mısın?”

“Evet, efendim…”

Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu kocasının “dünya kelamını” ruhunun bütün iştiyakıyla dinledi:

“Bahçenin köşesine üç arşın derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.”

!..

“Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.”

“Başüstüne efendim!”

İmadeddin Efendi yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli ulviyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. “Çile”nin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle trabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.

***

Fakat bu gece Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı’da, öğleden sonra Sandıkburnu’nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu. Tersi dönmüştü. “Aksaray’a teyzeme gidiyorum.” diye farkında olmayarak Fatih’e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapıyla tek mermer basamağı görünce güldü, “Vay ölüsü kandilli moruğun evine gelmişim be…” dedi. Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşe-başındaki tozlu bir belediye feneri bozuk kaldırımların üstünde çamurlu gölgeler oynatıyordu. Kötü Tahsin içeri alınmayacağını iyice bilirdi. Hem babasının kudsiyetinden de ürkerdi. Kendinden geçmiş bir sarhoş azmiyle, tekrar Aksaray’a gitmeyi düşündü. Ayakta duracak hâli yoktu. Bir saat daha nasıl yürüyebilirdi? “Ben varıncaya kadar sabah olacak.” dedi. Mermer basamağa çöktü. Dirseklerini dizlerine dayadı. Fesini çıkardı. Gür saçlı başını ellerinin içine aldı. Şöyle şuracıkta sızıvermek… Ne tatlıydı! Hem dinlenirdi. Hava da güzeldi. Vakıa biraz serindi. Ama onun içi yanıyor, tutuşuyordu. Yutkundu: “Ah bir bardak su…” Dikkat etti. Bir musluk şırıltısı duyar gibi oldu. Hâlbuki yakında çeşme filan yoktu. Kulak kabarttı. Karanlık sükûnu dinledi. Dinledi. Bu bir şırıltı değil, pek derinden gelen ahenktar bir mırıltı idi. Etrafına bakındı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Bir an nefes almadı. Duyduğunun ne olduğunu anlayınca güldü. “Bizim moruk…” dedi, “Uçacak ölüsü kınalı…” Sonra bedmest bir neşe ile haykırdı:

“Uç mübarek, uç!..”

Uçup da kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Sızamadı. Duruyor, duruyor, mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:

“Uç mübarek, uç!..”

***

“Uç mübarek, uç…”

Zikrini keserek bin birlik tespihine dehşetle sarılan İmadeddin Efendi gözlerini faltaşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi. Duvarlar boştu. Tavanda kandilinin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. Acaba aldanıyor muyum? diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:

“Uç mübarek, uç…”

Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte hatiften kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Hatifin sesini tekrar işitti:

“Uç mübarek, uç…”

Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevi gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artık yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Hatifin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.

***

Kötü Tahsin karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı. Baktı. Ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eliyle yokladı. Yumuşak bir şey… Bir aba… Sevindi. “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” diye sırıttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi. Hemen sızıverdi.

İki saat sonra mescide sabah namazına gidenler gayet korkunç bir manzara karşısında titrediler. Sokağın ortasında… Ölmüş babanın naaşı üzerinde sarhoş oğul yatıyordu. Mahalle, bütün semt, feci heyecanla uyandı. Kötü Tahsin’i parçalayacaklardı. Tutuldu. Bağlandı. Hemen hapse tıkıldı. Ama tahkikat neticesinde hiçbir şeyden haberi olmadığı meydana çıktı. İmadeddin Efendi’nin penceresinden kendi kendini attığı anlaşıldı.

***

Babasının kırk yıllık sakin ocağını, Beyoğlu arkadaşlarıyla gürültülü bir meyhaneye çevirerek konduğu mirası bin türlü rezaletle yerken kimse Kötü Tahsin’e aldırmıyor, herkes İmadeddin Efendi’ye lanetler yağdırıyordu. Ama bıraktığı hayrulhalef için değil; sırf kendi kendisini öldürdüğü için… Evet, halk zavallı adamcağızın nasıl haberi olmadan, keramete ererek, aceleyle yanlış tarafa uçtuğunu hiçbir vakit anlayamadı. Evliya sanarak daha sağlığında ruhuna “Fatiha, Yasin” okuyanlar, şimdi onun nefsine reva gördüğü bu çirkin cinayeti asla affedemiyorlar: “Biz ne bilelim! Dinsizin, imansızın biriymiş! Cenazesi yıkanmadan, namazı kılınmadan cehenneme gitti işte…” diyorlardı.