Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Baş»

Font:

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Kazak halkının kültürel ve sanatsal birikimlerinden biri sayılan Kazak edebiyatının, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirdiği, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırdığı ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturduğu gerçektir. Kazak edebiyatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, herbir insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerleri anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmiş değildir. Şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak millî ruhumuzun abidesini ikame etmeye kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımıza bağlı olmuştur. İşte Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev, edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak asırlardan devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.

Rahimcan Otarbayev, kendine has yazı sitiliyle kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı kutsal dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek resim şeklinde göz önünde canlanır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir.

Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Eserleri, hayatın eseridir. Toplumun ürünüdür. İnsanın tarzıdır. Bazen sevimsiz bir manzarayı veya olayı hiç değiştirmeden olduğu gibi yansıtır. Eleştirdiğinden dolayı değil, topluma karşı ayna tuttuğundan, gerçek yüzünü göstermek amaçlı olduğundan. Hayatta olduğu gibi edebiyat dünyasında da aynı gerçeğin peşindedir. Günümüzün moda tabiriyle realitelerin arayışındadır. İşte bu haslet dolayı okur yanıldığını yada yanıltıldığını düşünmez, yazara güven besler. Sanırım, bu önemli yazar ile okur arasında önemli bir ilişkidir.

Rahimcan Otarbayev, Kazakistan Cumhuriyeti Bişkek Büyükelçiliğinde uzun yıllar çalıştığı için hem uluslararası platformlarda bir diplomat olarak memleketini en iyi şekilde temsil ederek insanlığın maruz kaldığı sorunları üzerinde birçok çalışmalara imza attı. Özellikle, Kazak ile Kırgız ilişkilerinde büyük katkı sağlayarak kültürel bağın daha çok güçlenmesi için çaba sarf etmiştir. Kazakistan’da birçok kültür ve sanatla ilgili olan kurumlarda görev yaparak Kazak manevi değerlerinin zenginleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Kazak kültür ve sanatının gelişmesine büyük emek vermiştir.

Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev’in eserlerini Türk diline aktaran Gülzada TEMENOVA ve Malik OTARBAYEV’e ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza yararlı olmasını dilerim.

Önsöz

Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı

Rus edebiyatının usta yazarlarından Mihail Saltıkov-Şçedrin: “Yazar basit bir şeyden derin bir dünyayı, derin bir dünyadan basit bir şeyi algılar,” der. Sanırım, bu tür yazarlar, sadece iş olarak yazar değildirler, aynı zamanda ruhu itibarıyla, yaratılışlarıyla yazardırlar. Öyle ki, onlar beyaz kağıt üzerinde kelimelerle resim çizen söz sanatının ressamlarıdırlar. Ressamların yazdığı eserleri tabi ki bir tek coğrafyayla, bir tek toplumla sınırlı kalmaz, kalmamalıdır da. Ve onlar toplumlar arasında kültürel etkileşime tesir ederek bir manada yön verirler. Zihniyetin değişmesine, düşüncelerin farklı bir bakışa doğru yönelmesini etkilerler. Bu, gerçek manada olağanüstü bir fenomendir.

Kazak edebiyatının meşhur kalem erbabı Rahimcan Otarbayev efsaneleşme yolunda olan bir yazardır. Meşgale olarak değil, yaratılışıyla, karakteriyle, kabiliyet ve yeteneğiyle tam bir yazardır. Daha doğrusu günümüze kadar yazdığı eserleriyle, eserlerinde işlediği birbirinden ilginç konularıyla bunu defalarca ortaya koymuştur. Onun her bir eseri sadece müellifin diliyle konuşur, düşüncesiyle kıvranır, ruhuyla çırpınır ve sanatıyla şekillenir. O, günümüzde olup biten şeylere öyle değerler katar ki, doğal olarak önem ver(e)mediğimiz, fakat yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz herhangi bir anı bize farklı bir açıdan gösterir. Basit bir olay, sıradan bir vakıa onun için sıra dışıdır, olağan üstüdür. Dolayısıyla o, ölmeye namzet olan kelimeleri öyle diriltir ki, o kelimeler çeşitli anlamlar kazanarak değişik manalara bürünürler. İşte, bu anlamların bir arada beyan edildiğini, hikaye yada roman adıyla şekillendiğini görünce apayrı bir dünyanın oluştuğunu fark etmek mümkündür.

Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Sanatın diliyle gerçeği anlatır. Ölmez diliyle yani. Böyle bir duyarlılıkla doğan eserin sayesinde hem sanat hem de dil ölümsüzlüğe kanat açar. Onun, her bir eseri insan, zaman, mekan ve felsefe çerçevesinde değerlendirilir. Sıradan bir kasabadaki bir insanın yaşantısını resmederken şehirlerde bile bulamadığınız bir güzellik katar, farklı bir boya çalar. Sonuçta o sıradan insanın bile o kadar derin felsefi görüşü, bu görüşün temelinde şekillenen hayatı var ki, özenmemek yada onunla özdeşleşmemek elde değildir. Zamana gelince, yazar toplumun değişime uğradığı iki dönemi yaşadı. Biri, Sovyet Birliği yıkılmadan önceki dönem, ikincisi ise şuan ki bağımsızlık yılları. İşte bu geçiş dönemi çok iyi anlatan, özel hayattan sosyal hayata kadar, hayatın her alanının kelimelerle ‘resim çizen’ bir yazardır. Bağımsızlık döneminde Kazakistan ve Kazak halkının hayatına, tarihine hikaye, roman ve piyesleriyle ayna tutan en önemli yazarlardan biri Rahimcan Otarabayev’dir.

Türkçeye kazandırılan bu eserlerin büyük ilgi göreceğini düşünüyorum. Eserleri Türk diline aktaran Gülzada Temenova ile Malik Otarbayev’e teşekkür eder, Türkiye ile Kazakistan arasındaki kardeşlik bağı pekiştiren, edebiyatla güçlendiren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliğine şükran duygularımı arz ederim.

Baş

Etrafa gümüş tozlarını döken ayın kendi çizgisinden uzaklaşmış olduğu bir zaman dilimiydi. Fitili tükenmiş olan yıldızlar da solgunlaşmış, sönmeye yüz tutmuştu. Akşamdan beri oturduğu yerden kıpırdamayan Noel’in kıçı uyuşmuştu. Gözleri çapaklı, kirpikleri yapışık, dayanılmaz bir haldeydi. Alacakaranlığın hâkim olduğu pencereden yüzünü çevirip dışarı bakmak istedi. Bir süre tereddüt ettikten sonra vazgeçti.

“Hayatın bir başka şafağı da ağarmaya başlamış. Bize güler yüz gösterir mi acaba? Ne dersin, Mahambet üstad?” dedi önünde duran kuru kafaya bakarak. “Seni yedi kat yerin altından kazıyarak çıkarttım. Üfleyerek can veremedim. Fakat Kazak halkının hasret çektiği melek yüzüne şekil verip heykelini yaptım. Asırlara hükmeden şairimiz, mücahidimiz ne olur benden razı ol. Bana gücenme. Artık takatim tükendi. Moskova’ya döneceğim…”

Sanki bir an kuru kafanın göz pınarları pırıl pırıl parlamış, çene kemikleri tak tak ederek harekete geçmişti.

“Hey, Noel! Beni Almatı’ya getirip atmak için mi mezarımdan çıkarttın? Bu yaptığın da nedir böyle?”

Tak tak diye harekete geçen çene kemiklerinden bu sözleri açıkça duydu mu, hayal mi gördü? Uykuda mı, uyanık mı ayırt edilebilecek gibi değildi.

Noel, Kazakistan’daki önemli tek antropolog olan meşhür Gerasimov’un talebesiydi. Düz burunlu, zayıf, solgun yüzlü, yakışıklı delikanlı Moskova’dan mezun olup geldiği ilk günlerde “Kazak halkına ait olan ve bugün hâlâ kabri bilinmeyen büyük tarihî şahsiyetlerin hepsini tek tek ortaya çıkartacağım. Onları yeniden halka kazandıracağım ve hepsine hayat vereceğim.”

diye kasılmıştı. Yaz kış demeden, bulabildiği küçük tepeciklerdeki önüne gelen her kurganı dolaşmıştı, zor şartlarda yolculuk yapmıştı. Topuklarını eskitmişti. Güneşten ağarmış başlığı alnında iz bırakmıştı. Dağınık sakallarını toz kaplamıştı. Toprakları kaza kaza nice kürek ile küskünün ucunu eskitmişti. Sonu gelmeyen hayaller aklında; mübareklerin son mekânlarından kuru kafataslarını kazıp, çıkartsa… Onları canlı birer heykele dönüştürebilse keşke… Devletin Han’ı keçe kalpağını bastırıp giyse, sakal bırakmış olduğu yüzüne düşünceyle kederi bir anda yansıtsa, gözlerini ufka dikip, halkının geleceği için gam çekse… Sağ dizinin üzerine yaslanmış olan Bey’in açık alnından terleri damla damla dökülse, seyrek bitmiş bir tutam sakalı göbeğine kadar uzanıp dursa… Eşikte sağ dizinin üzerine çökmüş duran, kılıcına dayanan, iki gözü ateş gibi parlayan kahraman gözükse… Vay, be!

Böyle hayallerin peşinde gezerken Kültür ve Bilim Bakanlığı’na da uğramıştı. Tarihî ve Kültürel Anıtları Koruma Derneği’ne de başvurmuştu. Akademinin İlmî Araştırma Enstitüleri’ne de gitmişti. Buralarda araştırmacı diye oturanlar ecdadından geriye kalan şiir ve destanlar, efsanevî hikâyeler söz konusu olunca herbiri birbirinden söze ustaydılar. Resmen akıyorlardı. Birinin söylediğini diğeri kapmıştı. Sürdürüp eski sözleri nasıl da döktürüyorlardı be. Kulaklara hoş gelen hikâyelerinin sonunda Noelde fikrini söylemişti.

“Akılda üstün olan büyüklerim! İşte, bu değerli şahsiyetlerin naaşları nerededir? Ortalığı ayağa kaldırıp arayalım. Buluruz herhalde. Kafa yapısını ortaya çıkardık mı tamam. Hemen çizeyim. Yüzlerine nurlu şekil kazandırayım. Daha sonra ortaya çıkan bu şekilleri resmedip gururla kitaplarına ekleyelim. Güzel bir şekilde kilimlere, görsel araçlara basıp işleyelim. Sonraları o şekiller heykele dönüşür.” demişti.

Âdeta saksağan gibi çeneleri kapanmayan kişiler bu sözleri duyunca, köşe bucak kaçışıp ortalıktan kaybolmuşlardı. Kendisi ise ne yapacağını şaşırmış bir şekilde ortada kalakalmıştı. Meğer öyle davranmalarının bir sebebi varmış: Çünkü onlar sadece Kazak halkına ait olan önderlerin kaleme aldıklarını araştırmışlar. Araştırmalarını savunup, bilim adamı ünvanları almışlar. Birbirlerini övüp yüceltmişler. Yüksek dereceler kazanmışlar. Dizginleri ele geçirmişler. Nafakalarını temin etmişler. Fakat bütün bunların yanında, o büyük tarihî kişiler nerelerde can verdi, kellelerini hangi kuzgun gagaladı, haberleri bile yokmuş. Üstlerine gidildiğinde ise felâket zamanlara lânet yağdırıp durumu idare ediyorlarmış.

“Daha kimlerin kemiklerinin parçalarını toplayalım?” diyen saçları ağarmış bir akademisyen, köstekli at gibi sıçramış, “Yapma canım, sen işine gücüne bak. Uzak dur. Bizler in kazacak köstebek değiliz. Madem o alanda eğitim almışsın, git, hayrını gör.” demişti.

Noel de en sonunda, cilalı meşe kapılarını kendisine istemeyerek açan kurumların nicelerine kalbini kapatmıştı. Ardından Talgar tarafındaki bir kurgana geldi. Yere çöken buğra gibi bir yanına yaslanmış buldu kurganı. Burası daha önce kazılmamış, soyulmamış olduğundan, içinde bütün sırlarını saklamış gibiydi. Pat diye küreğini indiriverdi. Yüzeydeki yumuşak topraklar, kolayca kazılmaya başladı. Sadece iki üç kürek boyu inmişti ki, tepeciğin ufak beneklitaşları gözüktü. Kuşluk vaktinde yanına ulaşmış iki yardımcısı, Vova ile Malik de oradaydı. Bu ikili, Almatı’da aynı sokakta yan yana büyüyen arkadaşlardı. İşsiz kalıp boş gezdikleri bir dönemde, karşılarına böyle bir fırsat çıkmıştı.

“Söylemedi deme, burada altın bulursan bizimle paylaşacaksın.” dedi sürekli ter içinde gezen Vova.

“Çoluğumuz çocuğumuz aç. Eğer vermezsen, zorla alırız!” dedi Malik bir deri, bir kemik kalmış haliyle.

Elbette, bu arkadaşların arasında olağan şakalaşmalardan biriydi. Çalışmaya devam ediyorlardı. Çökmüş buğra gibi bir yanına yaslanmış olan kurgan, sadece ilk bakışta kolay lokma gibi görünmüştü. Üçü üç taraftan kürek indiriyor, kulaçlıyor, bütün kuvvetleriyle çabalıyor ve küskülerle vuruyorlardı ama bunlara rağmen, henüz hazineye ulaşamıyorlardı.

“Hey! Dağları boş bulmuşsunuz, tepeleri eşeleyip ne yapıyorsunuz? Hırsız mısınız? Şehir serserisi misiniz?” dedi dar alınlı, benek yüzlü sıradan bir ihtiyar. Bir yandan da kamçısını sallıyordu. “Hemen şimdi hesap verin. Yoksa sizi içeri attırırım.”

Vova ile Malik gerçekten de ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

“Savaş döneminde bir grup serseri, keşif grubuyuz diye geldi. Kurganların hepsini açtı, bütün hazinelerini soyup soğana çevirdi. Siz de onların devamı mısınız? Haydi, itiraf edin gerçekleri! Yoksa…”

Yabancı bir Kazak ihtiyar, kamçısını sallayıp hesap sorunca, Noel oturduğu yerden kalktı.

“Aksakal, endişelenmeyiniz. Biz özel izni olan kimseleriz. Şu, benim pasaportum. İnanmıyorsanız, bakabilirsiniz.”

Atından inmeden diklenmekte olan ihtiyar, pasaporttaki yazıları heceleyerek okudu ve irkildi. Derhal atının üzerinden atladı.

“Allah’ın lânetlediği kafaya bak işte! Göz göre göre kimi tanımıyor. Vah vah… Şimdi anladım, sen Kazakistan’ı yöneten Jumabay Şayahmetov ağabeyimin ardında kalan tek evlâdıymışsın. Moskova’da okuyor, diye duyardık seni. Gel bakalım buraya. Bir sarılayım sana.” diyen o ihtiyar, Noel’e kucağını açtı. “Biz Jumabay ağabeyim ile akraba sayılırız. Birçok iyiliğini gördük. Rahmetli çok mütevâzi biriydi. Tek oğlunu yer kazanların okuluna verdi. Moskova’da olduğunu söylediklerinde büyük başkan olarak dönecektir dedik. Bizlere destek olacaktır diye umduk.”

Dar alınlı, benek yüzlü sıradan ihtiyarın gözleri mi yaşardı yoksa burnu mu aktı bilinmez, durmadan yüzünü silmekle uğraşıyordu.

“Buranın Saka devrinden kaldığını söylerler çocuklar. Akşam olmak üzere. Eve gelin. Kardeşimi bulmuşum, bir toklunun kellesini kemirtmeden göndermem. Gelin. Yarın ola hayrola. Kurgan bir yere gitmez…”

Ertesi gün sabah serinliğiyle işe koyudular. Çok geçmedi, on kadar köy delikanlısı ellerine birer kürek alıp yardıma geldi. Bu da toklu kellesi ikram eden o ihtiyarın işiydi elbette… Onları sabahleyin bağırarak uyandırmış, yardıma göndermişti. Eski dostunun hatırına…

Kuvvetli delikanlılar durur mu, her yandan oyuklar açtı, kısa sürede kurganın altını üstüne getirdiler. Kazdıkları çukur derinleşip lahite yaklaştıklarında Noel’in yüreği ağzına geldi.

“Daha da hızlanalım. Fakat bu bizim düşündüğümüz gibi değil anlaşılan. Daha erken dönemlerde soyulmuş bir kurgana benziyor.”dedi.

Hocası Gerasimov ile ikisi birkaç sene evvel Ukrayna’da Saka kalıntılarının olduğu Zaporojiye’de tam da bunun gibi bir kurganı kazmışlardı. O zaman da buradaki gibi insan ile at kemikleri karışık, darmadağınık gömülmüş haldeydi.

Köy delikanlıları, iyice yıpranıp sertleşen atın kurukafasını çıkartıp duvara dayadılar. Boyun kısmına çocuk kafası sığacak gibiydi. Yürük atın ta kendisiymiş. Kaba yeleleri çürümemişti. Bütün olarak çıktı. Bir kürek boyu kadar derinlikten kucak dolusu kuyruğu da bulundu. İnsan kemiği ise toz haline dönüşmüş, darmadağın olmuştu. Silâh falan yoktu. Altını üstüne getirerek aradıklarında buldukları tek şey, bir gümüş kâseydi. Kenarında birbiri ardına sıralanmış çivi yazısı bulunuyordu. Bulunan tek şey, buydu. Üç kişi, tek bir gümüş kâse ile Almatı’ya yola çıkmadan köy delikanlılarına teşekkür ettiler. Altın bulacağız, gümüşe gark olacağız diyerek, eğerinin terkisinde iki büyük çuvalla gelen, dar alınlı, benek yüzlü ihtiyar, serseri soyguncuları mı, şansı yaver gitmeyen akrabasını mı, yoksa oğlunu doğru düzgün okula vermeyen akrabasını mı suçluyordu bilinmez, bir şeyler mırıldanarak küfürler yağdırıp, kırları aşıp gözden kaybolmuştu…

* * *

Telefon çalıyordu. Noel, uyur uyanık bir halde elini uzattı. Karşı taraftaki kadın, onun uyku sersemi olmasına aldıracak gibi değildi.

“Venera… Dedim ya… Uygun kuruma teslim ettikten sonra uçağa binip geleceğim.”

“Kızın üniversiteyi kazandı. Ama bu seni ilgilendirmiyor sanki. O kelleye sımsıkı sarılıp otur o zaman orda.”

“Venera müjde!” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı.

“Kâsedeki çivi yazısını bilim adamları okuyor.”

“E-e-e.?”

“‘Ben de senin gibiydim.’ gibi söz. Anlamı ne büyük? Nasıl bir felsefe değil mi? Fakat, kısa olmuş. Şimdi de onun devamını aramam gerekir.”

“Felsefeyi bırak. Ne zaman döneceksin?”

“En fazla bir hafta sonra.”

“Yine bir seneye uzamasın. Özledik…”

Soyulmuş kurgandan bulunan gümüş kâse ile kenarındaki çivi yazısı, arkeoloji alanında önemli bir haber haline gelmişti. Dünyanın önde gelen bilim adamları, o damgaları harf harf okumuşlardı. Okuyanlar da hayran olmuştu. ‘Kadim zamanlarda kendilerine gelip ancak toparlanan Asya’lılar, demir eritmişler. Çeşitli karışımlar hazırlamışlar. Kusursuz bir kalıpla kâse yapmışlar. Harfleri bulmuşlar. Kendilerinden sonrası için yazılar bırakmışlar. Hem de nasıl yazılar! İşte, bu sıralarda Avrupalılar ağaçlardan elma topluyorlardı. Ayaklarına hasır terlik giyiniyorlardı. Deme, deme!..’

İçteki öfke, kibarlıkla bastırıldı. Bilime karşı olan tutku, üstün geldi. Sonunda, ‘Asrın kazancıdır.’ dediler. İşte, o anda Noel’in ünü her tarafa yayıldı. Düz burunlu, zayıf, solgun yüzlü, yakışıklı delikanlının gülümseyen fotoğrafı, dünya basınında önemli ve büyük makaleleri süsledi.

Memleketteki akrabaları ve tanıdıkları da onu methedmeye başlamışlardı.

“Hangi birini anlatacaksın? Önünde yapılması gereken bir sürü iş var. Hepsini de halledecek cesaret sende var. Türkistan’a defnedilmiş Abılay Han’ın başını bul… Aziz Tauke’nin heykelini ortaya çıkar… Astrahan tarafta ulu Kurmangazı var. Onlar sonraki nesillerle ne zaman kavuşacak? Kazak halkında kabri kaybolan kahramanlar az mıdır? Kırgız’ın Keklik Dağı’nda meşhur Kenesarı’nın naaşı var. O büyük hanın başı Ermitaj Müzesinin deposunda. Şu, Kulbarak Batır’a ne olacak? Türkmenlerin Allakul Han’ı Süyinkara, beklenmedik yerde kellesini koparıp almış. Mübarek naaşı doğduğu topraklarda, başı yabancı diyarlarda kalmış. Cayık nehri boyundaki kara çukuruna düşen o büyük şair-mücahit Mahambet ne olacak? Ya Kobda’da can veren İsatay? Karakerey Kabanbay, Kanjığalı Bögembay’ların nesi eksiktir? Hiçbirinin suretini, dış görünüşünü bilmiyoruz. Şu, hayalci ressamlara da aşk olsun. Bir surete zırh giydiriyor, gözlerine tehditkâr bakışlar yakıştırıyor, çeneye bir tutam kıl ekleyip ‘şu falanca handır’ diye isimlendiriveriyorlar. Bu suretlerin yüzlerinde ne nur ne de gönüllerinde kendi zamanlarına ait fikir ve dert olduğuna dair bir iz bulabilirsin. Kırışık yüzlü, topuz alınlı, taş gözlü birini önümüze koyuyorlar. İtibarlı kurumlar bile… O taş gözlü, kaba ve hayalî kişilerin resimlerini altın çerçevelere koyup bütün duvarlarına asıyorlar. İşte, böyle yaygınlaşmış görgüsüzlüğe artık ‘dur’ diyecek olan sensin.” diye konuştuktan sonra gözden kaybolmuşlardı.

Mübarek Saka lideri, ‘Ben de senin gibiydim.’ diyerek, bu fani dünyanın yalancılığı, değişkenliği bilinsin, oynaklılığı görülüp sonraki nesillere ders olsun istemişti. İşte bu öngörü ve felsefe, bu dünyayı ayağa kaldıran haber, Bilim Akademisi’nin tecrübeli bilim adamlarını epey ürkütmüş. Akademi koridorlarında dedikodular yürümüştü.

“Şu kurnaz herif Moskova’daki akrabalarıyla bir olmuş, bir şeyler çeviriyormuş diyorlar.”

“Kurgandan gümüş kâse değil, atın leğen kemiği bile çıkmamış.” diyordu biri.

Buldum dediği “Ermitaj Müzesinde eski dönemlerden beri duran bir kapmış. Hatta nerede bulunduğu bile belli değilmiş.”

“Eski demiri eritip üzerine çivi yazısı yazmak günümüz teknoloji için zor mu? Aman tanrım.”

“Hatta antropolog da değilmiş, asıl mesleği doktorlukmuş.” diye dedikodusunu yapanlar pek çoktu. Dedikodu, içlerindeki hırsın ve kıskançlığın en büyük belirtisiydi. Bunları söyleyenler, hayatları boyunca çadır, kürek, küskü ile yaşayan, Kazakistan’ın dağlarını taşlarını durmadan gezen, burunlarının dibindeki kurganı gözden kaçırdıkları için yüreği yanan insanlardı. Birleşip Noel hakkında ihbar mektubu yazmak isterlerdi, hem de çok isterlerdi… Ancak sadece Moskova’nın değil, bütün dünya arkeologlarının kabul etmiş olduğu bir başarı vardı ortada. Buna karşı ne yapabilirlerdi? Şayahmetov’u çekiştirseler, ağızlarına geleni söyleseler bile, kurganların ve tepelerin sırrını koklayan, yanlışı doğruyu ayırt edebilen bilim adamları bir araya gelmeyecek miydi? Bu kişiler Almatı’da ilmî bir konferans gerçekleştirseler ne olacaktı? Böyle bilim adamlarına karşı söyleyecek sözleri, kesin delilleri var mıydı? Bu büyük bir riskti. Başlarını belaya soktukları yetmez gibi, bütün ünvanlarından olurlardı. “Yapmayalım, başımızı belâya sokmayalım!” dediler. Böyle dediler ancak, Noelde karşı olan ilgilerini tümden kesmeye başladılar. Hatta onu uzmanların sıradan toplantılarına bile davet etmez oldular. İlim Ordusu’nda selâmını alacak kimse kalmamaya başlamıştı. Karşılaştıklarında ot koparan atlar gibi kafalarını bir tarafa çevirerek yanından geçiveriyorlardı.

“Evet, hepsi kıskançlık ve hasetten meydana gelmiş.” dedi.

Bir bakıma kendisi de suçluydu. Önemli bir toplantıda, Yüksek Mahkeme’nin önüne konulacak Kazak halkının ana üç grubunun kurucu liderleri sayılan Biyin heykeli seçilmekteydi. Yarışma gerçekleşmişti. Kazanan, yeni yetme bir mimardı. Güya heykelleri tartışmaya açmış değerlendiriyorlardı. Oysa tek yaptıkları pohpohlama, iltifat ve hürmet gösterisiydi. Sırayla konuşma yapıyor, sözlerine hayranlık ve hayret katıyorlardı.

“Ecdadım Töle Biy, ne kadar da yakışıklı. Bakmaya doyulmuyor ya!” dedi. Soyu Ulu cüze dayanan komisyon üyesi.

“Ya, Kazıbek? Ruhu şad olsun. Oturuşuna baksana!” Kazı- bek orta cüz denen Konak grubunun kurucusuydu. Elbette konuşan da öyle.

Savaşçılığı ile ünlü küçük cüz grubunun mensubu prof. geri kalır mı?

“Ayteke’nin kartal bakışları dünyaya göz gezdiriyor. Vay be, bir erkek doğacaksa böyle doğmalı!” dedi.

Noel dayanamadı. Yerinden fırladı. Kan beynine çıkmıştı.

“Şu üç Biy, aynı ana babanın eteğinden mi çıkmıştır? Taslağa dikkat edin, birbirinin aynısı. Göz çevresi, burnu, yüz ölçüleri. Yo–yok… Gerçekten, elinizi vicdanınıza koyarak yaklaşır mısınız meseleye?” dedi. Sonra akıntıya karşı kürek çekmeye devam etti. “Bu üç kişi, Kazak bozkırının birbirinden uzak üç farklı köşesinde dünyaya gelmedi mi? Aynı ana babanın çocuğu olsalar bu kadar benzemeyezlerdi. Şu suretlere bakın! Tek farkları sakallarında. Ulu Cüz sakalı güçlü ve uzun, Orta Cüz’ün sakalı derli toplu, Küçük Cüz’ünki küçücük bir sakal. Başka bir fark yok. Bu nedir, sakal sergisi mi? Bir başka mesele; üçü de dümdüz çizgi boyunda tel gibi gerilmiş. Ağzı dualı Biyler halka verdikleri hükümleri mi açıklamak istiyorlar, yoksa ordu mu davet etmişler? Akılda üstün olan üstadlar, bana bunu anlatır mısınız?” deyiverdi.

Bu sözlerinde yerden göğe kadar haklı olsa bile tepki topladı.

“Şu adam, çelme takma huyunu ne zaman bırakacak ya?”

“Küstahlığı, kibiri bıraksa artık!”

“Üç Biy’in ruhu çarpasıca!”

“Çekemiyor!”

“Daha fazla ne yapmamızı istiyor bizim?”

Oturan kurul üyeleri ortalığı ayağa kaldırmışlardı.

“Daha fazlasını yapmak elimizde.” dedi, atılan oku geri çevirerek. “Üç Biy’in kabirlerini açmama izin verin. Kafataslarını çıkarayım. Herbir santimetresini ölçerim. Bilimsel açıdan ispatlı, canlı hallerinin tıpkısı heykeller ortaya çıkarırım. Gelecek nesiller görür. Örnek alırlar. Daha sonra bu heykelleri dikersiniz. Kim karşı gelebilir ki?”

Bu sözlerin üzerine sessizce dağıldılar. Daha sonra kendisini Sanat Kurulu’ndan uzaklaştırdılar. Karşı çıktığı o taslak, kabul edildi. Yurdun her şehrinde, dizleri üzerine çökmüş üç farklı sakalla aynı ihtiyarın heykeli… Düşünce yok, tasa yok… En küçüğünde yüzünde bir imâ bile yok. Koyunlarını otlağa göndermiş, kendileri de tepebaşına yerleşmiş birilerine benzetilebilirlerdi.

Gün geçtikçe ümitsizliğe düştü, acı gölün balığı gibi bozardığı bir anda hocası Gerasimov’u aradı. Gördüğü muameleden, önüne çekilen aşılması zor engellerden bahsedip dert yandı.

“Genel olarak siz, Kazaklar, tuhaf insanlarsınız.” dedi Gerasimov uzun bir sessizlikten sonra. “Aranızdan yetenekli biri sivrilirse önce onu methederek yüceltiyorsunuz. Daha sonra sesini kesip yerin dibine sokuyorsunuz. Dediklerinizi kabul etmeye dayanabilirse, aranızda kalıyor. Ama yok, asi biriyse… O zaman iş çığrından çıkıyor. Zamanında büyük yazar Muhtar Auezov ile bilim adamı Satpayev bile Almatı’nın o cüzzam gibi yapışan karalamalarına dayanamayarak kaçtı. Ardından Moskova’ya gelmemiş miydi? Kaderleri, uçurumun kenarında yürüyormuş gibi tehlikedeydi. Zor belâ ayakta kalmışlardı.”

“Ben ne yapabilirim?”

“Sen daha çok gençsin. Dayan. Her zaman yardıma hazırım.”

“Çok zor durumdayım.”

“Noel Jumabayeviç.” demişti Gerasimov, resmî tavır takınarak. “Sadece Kazaklar değil, Ruslar da aynı sıkıntılarla uğraşıyorlar. İvan Grozni’nin heykelini yaptığımda ortalığın nasıl ayaklandığını sen de biliyorsun. Kiev’e gidip Yaroslav Mudrıy’ın kurukafasını aldığımda, bir gece laboratuarım talan edilmemiş miydi? Hatta, Moskova devletinin ilk kurucusu Yuriy Dolgorukiy’in öz evladı Prens Andrey’in benim yaptığım kafa kemikleri üzerine yüz şeklini görenler, demediklerini bırakmamışlardı. ‘Gerasimov, hakikaten yarım akıllı.’ diye hicvettiler beni. Niye Prensin yüzü Türk simasına benzedi diye. Sonunda ne oldu? Dolgorukiy’in sonraki eşinin Türk Han’ının kızı olduğu anlaşıldı. Andrey de anne tarafından akrabalarına çekmiş. Daha sonraları kilise duvarlarına yapılmış portresi de bulundu. Hiçbir yanlışlık yoktu. Tıpkısının aynısıydı. ‘Affedersiniz. Siz deli değil, bir dahiymişsiniz.’ dediler hepbir ağızdan. Ben öyle dâhiliği ne yapayım! Ayrıca ben seni, ‘Kazakistan’da bir kâse kaybolmuş, onu bul ve geri dön.’ diye mi gönderdim? Aslında arkeoloji senin işin değil. Demek ki mızmızlanmayı kesmeli ve çalışmalarına devam etmelisin!”

Devam etmeyip de ne yapacaktı? Moskova’da doğup büyüyen Venera ile küçük Vika’sını düşünecek olursa hemen yola çıkmaya hazırdı. “Sonunda gideceğiz. Hocam laboratuvarında çalışmak üzere beni işe alacak. Araştırıp ortaya koyacak daha çok şey var.” diye kendisini teselli etmeye çalışıyordu. O günden beri de çok şeyler yaşanmış geçmişti.

* * *

Umudunu kaybetmek üzere olsa da bir şekilde tutunmaya çalıştığı dönemlerdi. Noel, Tarihî ve Medenî Anıtları Koruma Kurumu’na gelmişti. Buranın patronu Ikas idi. Noel, kendi çalışma planını, ileride yapmayı düşündüğü işleri ardı ardına sıralayıverdi. Patron ilk önce kafasını salladı, sonra güzel bir kahkaha attı. Güldükçe koltuğa zar zor sığan göbeği sallanıyordu. Bir kendisi bir göbeği gülüyordu.

“Noel, yavrum!” demişti sonra güzel güzel. “Siz yetenekli, genç bir bilim adamısınız. Önünüzde parlak bir gelecek var. Hatta sizi yanı başıma işe de alacaktım. Fakat malesef, bizim kurum, yeryüzünde devrilmeden ayakta kalan heykellerle ilgileniyor sadece. Onların da devlet çapında önemli olup olmadığını araştırmakla uğraşırız. Çok eski olanları ve lazım görülenleri kayda geçirip bütçeden ayrılan parayla restorasyon yaparız. Bunun dışında, toprak altında kimler var, yaşarken neler başarmışlar, böyle şeylerle bizim işimiz olmaz. Belki de Kazak halkına yararı dokunan biridir. Kim bilir? Dedim ya, yardımcı olmak isterdim, ama elimden bir şey gelmez.” dedi.

Bir daha da ağzını açıp bir şey söylemedi. Noel, koltuğa bir an sığar gibi olup sonra dışına taşan komik göbeğe sinirle baktı, biraz bekledi, kapıyı çarparak çıkıp gitti. Bahçede sigarasını yaktı. O sırada, uzun boylu, parlak siyah gözlerini gam sarmış esmerce genç bir delikanlı ürkek adımlarla yanına yaklaştı.

“Merhaba Noel ağabey.” dedi. Kendine yakın bulmuş olacak ki, iki elini uzatmıştı.

“Merhaba.”

“Affedersiniz, çoktandır sizinle tanışmayı hayal ediyordum. Adım, Dauren.”

“Dauren? Kimsin, nerede çalışıyorsun?”

“Şu, Ikas Beyin yanında. Gece bekçisiyim.”

“Senin gibi genç delikanlı… Niye bekçilik?”

“Ana–babamı erken yaşta kaybettim. Köyde doğmuşum, Atıraua şehrinde kimsesizler yurdunda yetiştim.”

Genç delikanlının gözleri dolmuştu. Daha sonra ucuz bir sigara çıkartıp yaktı. Anasının sütünü emer gibi, üst üstüne çekerek içmeye başladı. Efkarından kimsesiz olduğu belli oluyordu.

“Ağabey, bu kurumun ekmeğini yemeye başlayalı yaklaşık bir sene kadar oldu.” dedi yine kendine güvenen bir şekilde.

“E-e-e, yani…”

“Söylemeye çalıştığım şey, Ikas Bey’den hayır beklemeyiniz. Onun Mahambet’in şiirlerini araştırmakta olan kızı var. Çok akıllıdır. Adı, Ayım. O da sizinle tanışmayı çok istiyordu.”

* * *

“Evet, geçmiş günlerin hayali… Bozkırdaki serap gibi parça parça olup tükenip gider mi ki?”

Akrabalarından uzakta, aç kokarcalar gibi iki büklüm gezmek canını çok acıtmıştı. “Taşınalım, gözlerden ırak bir yerlere gidelim, kimsenin bulamayacağı yerlerde kaybolalım. Bundan sonraki hayatımızda görmediğimiz tek yer Almatı olsun.” diye eşi de sayıklamıştı. Öyle demesinin de bir sebebi vardı. Yine Noel’i şikayet etmişlerdi.

“Eski kurgan ve mezarları kazıyor. Altınları, gümüşleri, çuvallara dolduruyor. Bulduğu hazineleri işbirlikçileriyle birlikte karısının İsrail’de yaşayan akrabalarına yolluyor.” demişlerdi. Bu şikayetlerin üzerine müfettişler hemen harekete geçip baskın yaptılar. Dairesini aradılar. Köşe bucak her tarafı talan ettiler. Bütün hazinesi, eşinin parmağındaki nikâh yüzüğüydü. Evdeki eşyalar ise bir tek kanepe, masa, beş altı sandalye… Bu görenler utanıp dışarı fırlamışlardı.

“Biraz sabredelim. En azından Kazak halkının önemli bir şahsiyetinin baş kısmını oluşturayım, yüzünü ortaya çıkarayım. Onu kendi halkına kavuşturayım. Evlâtlık görevimi yerine getireyim. Yoksa bir tek gümüş kâseyi alıp nasıl gideriz? Moskova’lılar ‘sadece orta halliler ekmek kazanır’ derler. Biliyorum ya onları. Dünyayı iğnenin gözünden bakar gibi incelerler.” demişti. İkna olmadılar. Sonunda babasından kalan bir odalı daireye taşındı. Vika’sını Moskova’daki okula yerleştirip geri döndü. Böyle sıkıntılı dönemlerden geçtiği günlerden birinde bir telefon geldi:

“Yavrum Noel, iyi misin?” demişti kulağa hoş gelen bir ses. “Ben, Alimcan Saktayev ağabeyin. Doktorluk yapıyorum. Amatör tarihçiyim de aynı zamanda. Senin başarılarını ayrıntılarıyla biliyorum.”

“Teşekkür ederim, ağabey!”

“Küçük olsun büyük olsun, bazı başkanların sana karşı soğuk tavırlarını fark etmekteyim. Geçici şeylerin vuruşu her zaman serttir, biliyorum. Fakat neticesizdir. Ebedi değilse… Sana söylemek istediğim, seninle görüşmem gereken büyük bir iş var.”

Ertesi gün Gorki Parkı’nda buluşmak üzere anlaştılar. Oraya zamanından önce gitmişti. Beklerken zihnini sarmaşık gibi saran düşünceler, yakasını bir türlü rahat bırakmıyordu. “Bu da kim acaba? Bunaldığımda bulduğum bir destekçi mi? Yoksa… Zamansız baskın yapan sorgu hakimlerinden biri mi? Onların konuşmaları da pek yumuşaktır.” diye düşünüyordu.

“Yavrum, Noel!”

Karşısında orta boylu, biraz kilolu, elma yanaklı, kırmızı tenli, merhamet dolu gözlere sahip bir adam duruyordu. Aniden dönüp bakmıştı. Gülümseyerek kucağını açıverdi. Alimcan ağabey, parkta dolaşırken Mahambet’in şiirlerini ezbere söylüyordu. Yüreğine dokunan hep yanık şiirlerdi bunlar. Kavuşulmayacak hayaller de, ruhuna gizlediğin hüzünler de, tükenmeyen umutlar da, yeri doldurulmayacak pişmanlık da o şiirlerde gizliydi. Utanmayı bir kenara bırakıp gözyaşlarına boğuldu. Küçük bir halkın önderi olmak yerine, birçok kişinin sevdiği biri olmak daha iyiymiş ya. Ah, bu dünya!

€0,48

Žanrid ja sildid

Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
01 august 2023
ISBN:
978-625-6494-53-4
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap
Audio
Keskmine hinnang 4,2, põhineb 207 hinnangul
Mustand, helivorming on saadaval
Keskmine hinnang 4,8, põhineb 128 hinnangul
Mustand
Keskmine hinnang 4,7, põhineb 29 hinnangul
Audio
Keskmine hinnang 4,6, põhineb 609 hinnangul
Tekst
Keskmine hinnang 4,9, põhineb 112 hinnangul
Audio
Keskmine hinnang 4,7, põhineb 1548 hinnangul
Tekst, helivorming on saadaval
Keskmine hinnang 4,3, põhineb 410 hinnangul
Tekst
Keskmine hinnang 5, põhineb 305 hinnangul
Tekst
Keskmine hinnang 5, põhineb 316 hinnangul
Tekst
Keskmine hinnang 0, põhineb 0 hinnangul
Tekst
Keskmine hinnang 0, põhineb 0 hinnangul