Loe raamatut: «Hatalı tarih»
Giriş
“Tarih, hiç olmamış olayların, orada bulunmayan insanlar tarafından anlatıldığı bir yalanlar yığınıdır.”
George Santayana
Tarihsel kayıtlarda söylenceler ve efsanelerin yanında yanlış bilgiler, sahtekârlıklar, desteksiz abartmalar ve ciddi miktarda kargaşa mevcuttur. Bu da istenmedik ölçüde yalan yanlış tarih anlatılarına neden olmaktadır. Tarih yazımındaki ana sorun, yukarıda Santayana’nın da belirttiği üzere olaylara şahit olamadığımızdan, kendileri de orada olmayan başka insanların ne olduğunu ve neden olduğunu bize anlatırken onlara itimat etmemizdir. Böylece tarihsel “gerçekler”, tıpkı okullarda ezberletilenler gibi belirsiz bir içerik kazanmaktadır. Bunların bir kısmı için söyleyebileceğimizin en iyisi “muhtemelen doğru” oldukları, diğerleri içinse maalesef “muhtemelen yanlış” olduklarıdır. Örneğin ABD’nin kurucularına atfedilen demokratik karakter ikinci kategoride yer almaktadır.
Geçmişteki olaylar ve şahsiyetlerin yanlış tanıtılması ve dolayısıyla yanlış anlaşılmasında arkeolojik ya da yazılı delillerin azlığı, güvenilmezliği ve özellikle de tutarsızlığı gibi pek çok neden bulunmaktadır. 10 veya 20 şahide, tanıklık ettikleri olayın ne olduğunu sorduğunuzda 10 veya 20 farklı öykü duyacağınızdan bir sonuca ulaşmak oldukça kurnazlık gerektirmektedir. Bir de bu olayın üzerinden birkaç asır gibi uzun bir sürenin geçtiğini varsayarsak işler iyice karışacaktır.
Geçmişteki herhangi bir olayı, çevresindeki ilişkilerinden kopararak bağlamından ayrı değerlendirmek de sıkıntılara neden olmaktadır. Öncelikle geçmişte yaşıyormuşuz gibi davranamayız ve ne kadar çabalasak da tarihe bakışımızı modern hassasiyetlerimiz belirlediğinden, çıkardığımız sonuçlar geçmişten çok genellikle bizim düşüncelerimize ayna tutmaktadır. Geçmiş yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun kurucuları arasında saygıyla anılan Cecil Rhodes, bugün pek çok insanın gözünde sahtekâr ve küstah bir zorba durumundadır. Peki ya hangisi doğru, hangisi “hatalı tarih”?
Tarih, tıpkı hayatın kendisi gibi can sıkıcı bir şekilde karmaşık ve kafa karıştıcı olduğundan, geçmişi peşin hükümlü yargıları destekleme adına basitleştirmeye çalışmak tehlikeler içermektedir. Tarihi bireyleri hayali karakterlere benzetiriz ve onları kahraman ya da sahtekâr olarak kalıplara sokarız. Fakat onların gerçek insanlar olduklarını, hatta bizim gibi iyinin ve kötünün birleşiminden oluştuklarını unuturuz. Görkemli ve şüphesiz olarak değerlendirdiğimiz askeri zaferlerimizin belki de diğer bir sürü savaş gibi belirsiz, ucu açık veya önemsiz olduklarını görmeyi tercih etmeyiz. O çok sevdiğimiz cesur kahramanlar ve büyük zaferler heyecan verici öykülere ne kadar çok konu olursa, gerçek bu ihtişamlı süslemelerden o kadar yara almaktadır. Bunun sonucu olarak da bugün hepimizin oldukça aşina olduğu pek çok efsane türemektedir.
Aslında masallar kadar zararsız olan tarihi söylenceler, siyasetin aracı haline geldikleri andan itibaren tehlikeli olmaya başlamaktadır. Baskıcı rejimler Başkan Mao döneminde görüldüğü gibi yüz kızartıcı bir geçmişin üstünü kendi yazdıkları “temizlenmiş” bir tarihle örterken, aralarında Bismarck kültü ve Hitler arasında ilişki kuranların da olduğu propagandacılar ve siyasi liderler ise, popüler tarihi inançları kullanarak kendi asılsız ideolojilerini meşrulaştırmıştırlar. Buna karşılık, tıpkı Pearl Harbor olayında olduğu gibi, hükümetin komplolarını ya da örtbas girişimlerini ispat etmeye kararlı bazı teorisyenler tehlikeli sulara girmeyi göze almışlardır.
Bu kitap, toplumsal hafızamızda yer ederek dünyayı yanlış anlamamıza yol açan bazı temelsiz söylencelerin ve yanlışlıkların incelenmesinden oluşmaktadır. Etrafta dolaşan daha pek çok efsaneyi bu eserin sayfalarına sığdırmak mümkün olmasa da, en kötülerinin aydınlatılmasına katkı sunduğumu düşünmekteyim. Tabii ki bazıları sonuçlarıma itiraz edecektir. Evet ben de “orada değildim” ve tarihçi Pieter Geyl’in dediği gibi, ki öyle dediğini ummaktaydım, “Tarih sonu gelmeyen bir tartışmadır.” Fakat bize kalan tarihin tamamen bir yalanlar yığını olmadığını, her zaman aramak zorunda olduğumuz gerçeğin, bize sunulan tüm bu “hatalı tarihin altında” gizlendiğine inanmaktayım.
EMMA MARRIOTT
Vahşi Batı, Yaşamak İçin Fazlasıyla Çılgın ve Tehlikeli Bir Yerdi
Tarihte pek az konu, hayal gücünü, Birleşik Devletler’in Batı Amerika’nın bakir topraklarına yayılması kadar tetikleyebilmiştir. Heyecan verici hikayeler, ‘Vahşi Batı’yı bize gözü pek yerleşimciler, cesur kovboylar, acımasız kanun kaçakları ve vahşi Kızılderililerin yan yana bulunduğu ve herkesin kendisini ve ailesini korumak için kendi kanunu uyguladığı şiddet dolu bir ülke olarak tanıtmıştır.
Vahşi Batı’nın oldukça popülerleşen bu imaji Amerikan folkloru, müziği ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında milyonlarca basılan ucuz romanlarla kalıcı hale gelmiştir. Hem bir asker hem de bir şovmen olan Buffalo Bill Cody, düzenlediği Vahşi Batı şovlarıyla bu sınır bölgesi efsanesini benzer bir şekilde meşhur etmiştir. 1867’de Earls Court’ta bu şovlardan birine katılan Britanya Kraliçesi Victoria günlüğüne şu notu almıştır: “Yolcu vagonuna ve çiftliğe yapılan ve pek çok silahın ateşlendiği saldırı, bufalo avı ve binmenin neredeyse imkânsız olduğu rodeo midilli atları oldukça heyecan vericiydi…”
Sanatçılar, dergiler ve filmlerden oluşan koca ve abartılı bir endüstri sayesinde Vahşi Batı efsanesi, 20. yüzyılda dünyanın geri kalanına da yayılmıştır. Kanun kaçağı kahramanların “barbar” Kızılderililerle kapıştığı bu topraklarda Sergio Leone’nin ifadesiyle, “yaşamın bir değeri yoktu.” İlki 1903’te “Büyük Tren Soygunu” ismiyle çekilen kovboy filmleri, 1950’lerde yoğun ilgi sonucu bir sinema türüne dönüşecek, 1959 yılına gelindiğinde, Amerikan televizyon seyircileri televizyonun en yoğun izlendiği saatlerde 26 farklı Western filminden birini seçme lüksüne sahip olacaklardı.
Fakat Batı’daki gerçek yaşam, bu filmlerde gösterilen kanun tanımazlık durumundan bir hayli farklıydı. Yapılan son araştırmalar Batı’da yaşayanlar arasında suç oranının görece düşük olduğunu göstermiştir, üstelik Victoria dönemi Londra’sına kıyasla Vahşi Batı’da vurulma ihtimaliniz daha azdır. Bir zamanlar Vahşi Batı’nın en büyük ve en sert şehri olarak bilinen Dodge City’de 1871 yılında toplam 5 ölüm vakası görülürken, aynı yıl Londra tarihinin en fazla cinayet işlenen yılı olmuştur. Aynı şekilde, Vahşi Batı tarihinin en meşhur silahlı çatışması olarak bilinen Wyatt Earp ve Ike Clanton çeteleri arasında OK Carrol’da meydana gelen efsanevi karşılaşma sadece altmış saniye sürmüş ve üç ölümle noktalanmıştır. Gün ortasında düello düzenlenmesi çok sık görülmediği gibi, silahlı çatışmaların pek çoğu da yoldan çıkan sarhoşların işiydi. Vahşi Batı söylencesini yaratanlar her ne kadar banka soygunlarının günlük olaylardan sayıldığına bizi inandırsalar da, Dayton Üniversitesi’nden Larry Schweikart 1859-1900 yılları arasında Batı sınırında sadece on iki bankanın soyulduğunu tahmin etmektedir.
Ayrıca araştırmalara göre, herhangi bir resmi makam olmamasına rağmen, yerleşimciler kendilerini her türlü suçtan koruyacak yöntemleri oldukça başarılı bir şekilde geliştirmişlerdir. Gönüllülük esasına dayanan ve polislik görevini yerine getiren gezici idari makamlar Kaliforniya ve Oregon’a seyahat eden üç yüz bin kadar göçmeni korurken, Orta Batı’da arazi dernekleri ve çiftçi teşkilatları tartışmaları çözmekte ve mülkiyet haklarını uygulamaktaydı. Batı sahilinde de, altın çıkarılan bölgelerde uygulanan hukuk sistemleriyle cana ve mala kasteden suçlar cezalandırılmaktaydı. Bu bölgelerdeki madenciler genel olarak şiddetten kaçınmış ve kurallara bağlı kalmıştır. Case Western Reserve Üniversitesi’nden Andrew Morriss bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Refah peşinde koşan ve asla kalıcı bir toplum kurma endişesi taşımayan bu çok dilli insan topluluğu, bir dizi geleneksel hukuki kurumlar yaratmıştır ve bunlar, sadece Kaliforniya’da gelişmekle kalmamış, başarıyla uyarlanarak Batı’nın değişik bölgelerine de yayılmıştır.”
Kovboy
Sınır hattında istediği gibi at koşturan cesur, yalnız ve kanun kaçağı olduğuna inandığımız kovboy tiplemesi, Vahşi Batı efsanesinin merkezinde yer almaktadır. Gerçekte ise, bu bölgedeki çiftçilerin sayısı kovboylardan yaklaşık bin kat daha fazlaydı! Çoğu İspanya, Afrika veya Meksika asıllı kovboyların sayısı olsa olsa on bin kadardı. Dahası, ortalama dokuz aylık ücret karşılığı alınabilen Colt marka modern silahları pek az kovboy satın alabilmekteydi. Geniş düzlükler boyunca sığır güdüp at kazaları ya da hastalıktan genç yaşta ölen bu kovboyların yaşamında özenilecek pek az şey vardı.
Eğlence endüstrisinin popülerleştirdiği bir başka Vahşi Batı söylencesi de geniş düzlükler boyunca batıya doğru ağır ağır yol alan göçmenleri taşıyan ve öküzlerle çekilen büyük Conestoga vagonlarıydı. Aslında çoğu aile, katır veya öküzlerin çektiği çok daha küçük arabalar kullanmaktaydı. Ayrıca vagonların oluşturduğu kervanlar sürekli olarak Kızılderililerin hücumuna uğramadıklarından düzlükleri olaysız bir şekilde aşmaktaydı. Filmlerde gördüğümüz, Kızılderili saldırılarına karşı vagonların hareket halinde bir çember oluşturması ise, sınırlı mekan yüzünden dairesel aksiyonların gerçekleştirildiği Vahşi Batı gösterilerinden ileri gelmektedir. Kızılderililerin neden olduğu ölümler oldukça abartılmıştır: 1840-1860 yılları arasında vagonlarla yerli bölgelerinden geçen yarım milyon insanın sadece 362 tanesinin saldırgan yerlilerce öldürüldüğü tahmin edilmektedir.
Batı’nın yeni yerleşimcileri arasında dökülen kan görece az olmasına rağmen, Amerika’nın yerli topluluğu için hayat gittikçe acımasız hale gelmekteydi. Göçmenler batıya doğru ilerledikçe topraklarından koparılan yerlilerin bir çoğu savaş, hastalık ve geçim kaynaklarının yok edilmesi sonucu hayatını kaybedecekti. 1830-1895 yılları arasında yerli nüfusu iki milyondan doksan bine düşerken, düzlüklerde yaşayan Kızılderililerin en önemli geçim kaynağı olan mandaların ise yetmiş milyonu katledilmiştir. Kısacası, Hollywood bize fena halde çarpıtılmış bir Kızılderili imajı sunmaktadır.
Vahşi Batı efsanesi dünya üzerinde milyonlarca insanı alıp götürmüş ve zamanla devasa bir yayın ve eğlence endüstrisi ortaya çıkarmıştır. Göçmenlerin tozlu ve olağan yaşamları veya Batı’nın yerli topluluğuna uygulanan vahşetin gerçekliğine kıyasla, bilinmeze doğru yol alan cesur ve sert beyaz adamın abartılmış hikayeleri, yeni Amerikan ulusunun inşası açısından daha çekici bulunmaktadır. Hollywood’un sürdürdüğü bu Vahşi Batı söylencesi, Mel Brook’un 1974 yapımı Gümüş Eyerler filminde, özellikle Şerif Bart’ın Rock Ridge kasabasına veda konuşması yaptığı sahnede ustalıkla alaya alınmıştır:
Bart: Burada işim sona erdi. Şimdi başka bir yerde olmam lazım. Her nerede kanunsuzlar Batı’ya hükmediyorsa, her nerede masum kadın ve çocuklar sokaklarda yürümeye korkuyorsa, her nerede bir adam yalnızca onuruyla yaşayamıyorsa ve her nerede halk adalet için çağırıyorsa…
Kalabalık (hep birlikte): Saçmalık!
Bart: Peki, beni yakaladınız. Açıkça gerçeği söylemek buralarda oldukça sıkıcı bir hal almaya başladı.
Kızılderililer
Haklarında pek çok efsane uydurulan Kızılderililer, Western filmlerinde ya onursuz vahşiler ya da özellikle yakın zamanda, doğayla bütünleşmiş spiritüel insanlar olarak karikatürleştirilmektedir. Yerliler, birbirlerini “hoov” diyerek selamlamadığı gibi, “solukbenizlilik” veya “Büyük Beyaz Baba” gibi kelimeler de Son Mohikan’ın yazarı James Fenimore Cooper ve benzeri romancıların uydurmasıdır. Benzer şekilde, duman aracılığıyla iletişim kurdukları da gerçek değildir. Kafa derisi yüzmek ise yerliler arasında çok sık görülmemekteydi ve tam tersine beyaz göçmenler tarafından başlatılmıştı. Gerçekte Kızılderililer de doğaya en az beyaz yerleşimciler kadar aldırışsız davranmaktaydı ve kunduz ile beyaz kuyruklu geyik popülasyonunu tükenme noktasına getirmişlerdi. Kızılderililerin üstüne yapıştırılan “ilk çevreciler” imajı Şef Seattle’ın sıklıkla alıntılanan ve doğayla olan derin bağı özetleyen 1854’teki şu konuşmasından kaynaklanmaktadır: “Dünya insana değil, insan dünyaya aittir.” Ne var ki bu sözlerin büyük bir ihtimalle Şef Seattle’ın dile getirdikleriyle uzaktan yakından alakası yoktu çünkü şefin konuşması Lushootseed dilinden eşzamanlı olarak Chinook şivesine çevrilmişti. Dr. Henry Smith ismindeki bir adamın da 1887’de hatırladığı kadarıyla kaleme aldığı bu sözler, o gün bu gündür değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır.
V. Henry: “İngiltere’yi Yönetmiş En Muazzam İnsan”
1413-1422 yılları arasında hüküm süren V. Henry, 1415’te Agincourt’da kazandığı zafer sebebiyle İngiltere’nin kurtarıcısı ve savaşçı kralı olarak görülmekte ve büyük bir İngiliz kahramanı olarak anılmaktadır. Henry’nin bu güçlü imajı, Shakespeare’in onu, etrafına neşe saçan, harika bir konuşma yeteneği bulunan cesur ve karizmatik genç bir kral olarak betimlemesiyle ölümsüzleşmiştir. Aynı şekilde, Laurance Olivier’in II. Dünya Savaşı sırasında milliyetçi bir hevesle çektiği V. Henry filmi, kralın söz konusu imajını daha da kuvvetlendirmiştir. Bu hayranlık pek çok tarihçiyi de etkisi altına almış ve özellikle K. B. McFarlane, V. Henry’nin İngiltere’yi yöneten en muazzam kişi olduğunu ilan etmiştir.
Fakat bu tapınma, bazıları tarafından bu ortaçağ kralının karmaşıklığını ve yenilgilerini göz ardı eden aşırı basit bir yaklaşım olarak görülmektedir. Tarihçi Ian Mortimer’ın kitabı 1415: Henry V’s Year of Glory başta olmak üzere, yapılan son araştırmalar, Henry’nin aslında asık suratlı, “zalimliğe yatkın, son derece çatlak , ateşli ve tutucu bir Katolik” olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kısacası İngiliz Kralı Henry, propagandacılar ve Shakespeare’in V. Henry eserinin iddia ettiği gibi karizmatik ve göze çarpan bir kahraman değil, haşin ve kaba bir adam, acımasız bir katildir.
Henry yaşamı boyunca da propagandacılar tarafından, hüküm sürmeye kutsal bir yazgıyla bağlı, kahraman bir kral olarak gösterilmiştir. Henry’nin kahramanlığının bir kısmı şüphesiz gerçektir. Henüz onlu yaşlarındayken Galler’de Owain Glyndwr’e karşı kendi ordusunu komuta etmiş, Harry Hotspur’e karşı babasına destek verdiği Shrewsbury Savaşı’nda (1403) sağ gözünün 5 cm altına isabet eden bir ok yüzünden yaralanmıştır. İsyanlara ve babasının karşılaştığı suikast girişimlerine tanıklık eden Lancashire Lordu Henry, riskli hükümranlığını, kazanacağı askeri zaferlerle kutsal bir temele dayandırmanın peşine düşmüştür. Hanedan içindeki konumuna oldukça önem veren ve zamanının din anlayışının da ötesinde bir dindarlığa sahip olan Henry’nin her hareketini, hırs ve dinsel coşkunun güçlü bir birleşimi yönlendirmekteydi.
Tahta gelişinin ilk yıllarından itibaren, çoğu Chartreux Tarikatı gibi en ateşli tarikatlardan oluşan yeni dinsel cemaatler kurmuştur. Ayrıca, birbirine rakip 3 ayrı papanın bulunduğu Roma Katolik Kilisesi’nde süren ayrılığa da son verilmesine yardım etmiştir. Mektuplarında İngiliz dilini kullanan ilk İngiliz kralı olmasıyla büyük bir itibar kazansa da, Mortimer mahkemelerde İngilizce kullanılmasını sağlayan III. Edward’ın ve IV. Henry’nin İngilizcenin gelişmesine V. Henry’den daha fazla katkı sağladıklarının altını çizmektedir. Benzer şekilde, Churchill’in V. Henry’yi İngiliz donanmasının kurucusu olarak anmasına karşın, III. Edward’ın emrinde çok daha büyük bir filo bulunmaktaydı. Savaşta denizin önemini kavrayan ilk İngiliz hanedan üyesinin Henry olduğu ise kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
Henry’nin ilk dönemde uyguladığı yasalar ve ekonomik reformların temelinde Fransa’ya karşı saldırganca yürüttüğü savaş yer almaktaydı. Biricik amacı kaybedilen toprakları geri kazandıktan sonra İngiliz ve Fransız krallıklarını birleştirmek ve bu süreçte kendi hükmünü tanrı vergisi bir zaferle meşru kılmaktı. Yüksek düzeyde bir planlama ve organizasyonun ürünü olan Fransa seferlerinde ve Agincourt Savaşı’nda (1415) muhtemel bir facianın zafere dönüşümünde gösterdiği cesaret ve dayanıklılıkla büyük bir pay sahibi olsa da, Mortimer, Henry’nin askeri girişimlerinde şansın da büyük bir rolü olduğunu belirtmektedir. Örneğin, 24 Ekim’i 25 Ekim’e bağlayan gece yağan sağanak yağmur toprağı aşırı yumuşak bir çamura dönüştürmüş, bu koşullarda atağa kalkma kapasitesini yitiren Fransız süvarisinin karşısında İngilizler zafere yürümüştür.
Agincourt’daki Ordular
Fransız ordusu daha kalabalık olsa da, tarihçiler Fransızların İngilizlere oranını 7/1 şeklinde göstererek abartma eğiliminde olmuşlardır. Mortimer’a göreyse, bu oran gerçekte 2/1’di çünkü Fransız saflarında İngiliz ordusuna kıyasla, esas görevi savaşmak olmayan pek çok unsur bulunmaktaydı.
Bu sırada ikinci bir Fransız hücumu beklentisinden paniğe kapılan Henry, adamlarına yüzlerce savaş esirini boğazlarını keserek katletmelerini emretmiştir. Tabii ki bu çirkin olay Shakespeare tarafından tamamen hasır altı edilmiştir. En temel şövalye kanunlarını ihlal ederek soyluları da katleden Henry, tüm saltanatı boyunca buna benzer zalimlikler yaşatmaktan geri durmamıştır. Bu savaştan sonraki Normandiya seferi sırasında, 1417’de Caen’de bin sekiz yüz adamın ölüm fermanını yine çok soğukkanlı bir biçimde imzalamıştır. Dönemin canlı tanıklarından Jean De Warin de Henry’nin “emirlerine itaat etmeyen veya karşı gelenleri asla affetmeyerek ölümle cezalandırdığını” yazmıştır. Ayrıca kâfir olarak gördüğü insanların ortadan kaldırılmasını bilfiil takip etmiştir. Dini önder John Wycliffe’in tarikatını herkesten çok mağdur eden Henry’nin öfkesinden, eski bir silah arkadaşı olan Sir John Oldcastle da kurtulamamıştır. Henry tahta çıkışının ilk yıllarında arkadaşını yaktırmıştır. Her ne kadar önceki tarihçiler bu tip cezaların o dönemin ruhuna uygun olduğunu belirtmişlerse de, Ian Mortimer, Henry’nin tahta çıkışının daha ilk yılında yedi kişiyi canlı canlı yaktığını, III. Edward veya II. Richard devirlerinde ise hiç kimsenin kâfir suçlamasıyla öldürülmediği aktarmaktadır. V. Henry’nin babası IV. Henry zamanında bile sadece iki insan “kâfir” bulunarak idam edilmişti.
Hükümdarlığının son beş yılında üç ay hariç vaktinin geri kalanını Fransa’da geçiren Henry’nin İngiltere’de imza attığı başarılar, kendisi Fransa seferindeyken İngiltere’nin muhafızı olarak atadığı en büyük kardeşi Bedford Dükü John başta olmak üzere erkek kardeşlerinin ve saray görevlilerinin eseridir. Shakespeare’de ve diğer geçmiş anlatılarda üzerinde durulan Henry’nin “bireysel” başarısında, erkek kardeşleri John, Thomas ve Humphrey’nin katkısı tamamen göz ardı edilmiştir.
Henry’nin bu yarı efsanevi statüye kavuşmasında kuşkusuz 1422 yılında Fransa’daki bir kuşatma sırasında gerçekleşen erken ölümünün de payı olmuştur. Fakat ölümsüzleşen bu büyük imajının en fazla Agincourt’daki zafere dayandığını söyleyebiliriz. Shakespeare İngilizlerin sayıca azınlıkta olduklarında en iyisini yaptıklarına dayalı milli inanışı yüceltmek için “Biz azınlık, biz mutlu azınlık, biz kardeşler takımı” sözlerini kullanmıştır. Bu sözler birkaç yüzyıl sonra bu sefer Winston Churchill tarafından gayet etkili bir şekilde dile getirilecekti. Kıta Avrupa’sında ise Agincourt, tamamen farklı bir bakış açısıyla, acımasız bir kralın emriyle geleneksel şövalyelik kurallarının ahlaksızca çiğnendiği bir toplu katliamla son bulan bir savaş olarak hatırlanmaktadır.
ABD’nin Kurucu Babaları Monarşi Yerine Demokrasi İstemişlerdi
Bugünkü şekliyle Amerikan hükümetlerinin temelleri, 1787’de Philadelphia’da geliştirilen ABD Anayasası ile atılmıştır. Sistemin temelleri, meclis ve senato olmak üzere iki gövdeli bir kongre sistemi, başkanlık kurumuna bağlı bir yürütme kurulu ve yargıtaya bağlı bir yasa kolundan oluşmaktadır. Günümüzde Amerikan vatandaşlarının hevesle sahip çıktığı temsili demokrasinin Amerika’ya yerleşmesini sağlayan bu anayasayı kaleme alan kurucu babaların, doğal olarak demokratik prensiplere dayalı bir ulus yaratmak fikriyle hareket ettikleri düşünülmektedir.
Gerçekteyse, Benjamin Franklin ve George Washington gibi bilgeleri de içeren kurucu babaların ortak özelliği demokrasiye karşı muhalefet ve güvensizliktir. Birçok çağdaşları gibi onlar da, kelime olarak o yıllarda pek hoş çağrışımlar yapmayan demokrasiyi ayaktakımı ve anarşiyle bir tutmaktaydı. Anayasayı hazırlayan ve bizzat kaleme alan elli beş üyenin çoğu ya büyük toprak sahibi ya da hukukçuydu, geri kalan üçte biri de Washington’ın ordusuna hizmet etmişlerdi. Bu üyeler, yüksek düzeyde bir anlayış ve öngörüye sahip olsalar da, muhafazakâr bir bakış açısıyla demokrasiye karşı düşmanlıklarını dile getirmekten asla utanmamışlardır. Örneğin, delegelerden Edmund Randolph “demokrasinin ahmaklıklarından ve gelgitlerinden” dem vururken, Roger Sherman ise “bir an önce halkın hükümetle olan bağının olabildiğince azalmasını” talep etmiştir.
Her ne kadar delegeler halkı temsil eden bir hükümetten yana çıkıp 1780’lerde dünyanın geri kalanından çok daha geniş bir kesime, belli bir yaşa erişmiş özgür ve beyaz erkekler olmaları şartıyla oy hakkı tanımış olsa da, amaçları halkın ulusal hükümete doğrudan katılımının olabildiğince sınırlı tutulacağı bir yönetim inşa etmekti. Kurucu babaların pek çoğu, anayasanın “demokratik kısımlarına” katı sınırlamalar ve denetimler getirilmesini savunurken, neredeyse tamamı da ulusun varlıklı efendiler tarafından idare edilmesini savunmaktaydı. Bir noktada söz alan delege Aleksander Hamilton senato ve başkanın ömür boyunca seçilmesini ve eyaletler üzerinde mutlak iktidara sahip olmalarını önermiştir. George Washington’ı oldukça gösterişli bir törenle başkanlığa atamasının ertesinde Kongre, kendisine kulağa daha etkileyici gelen “ekselansları”, “majesteleri” veya “yüce” gibi unvanlar sunmayı tartışmış, ancak en sonunda hepsinden vazgeçerek daha makul olan “Başkan”ı tercih etmişlerdir.
Delegeler demokrasiye tek bir ödün vermişlerdi. O da beyaz ve mülkiyet sahibi erkeklerden oluşan halkın oyuyla seçilecek bir Temsilciler Meclisi’nin kurulmasıydı. Tıpkı başkanlık makamı gibi, devlet yasama organınca belirlenen senato üyeleri, ancak 1913 gibi geç bir tarihte halk oylamasına sunularak seçilecekti. 1781’den çok sonraları bile kullanılmaktan kaçınılan demokrasi kelimesi, ne Bağımsızlık Bildirgesi’nde ne de Thomas Jefferson’ın başkanken halka açık konuşmalarının birinde yer almıştır. Demokrat Parti, adındaki “Cumhuriyetçi” kelimesini 1844’e kadar kaldırmamıştır. Amerikan yönetimini I. Dünya Savaşı sırasında yaptığı bir basın açıklamasında ilk kez “demokrasi” olarak tanımlayan Woodrow Wilson’a kadar, Amerikalı siyasetçiler bu tanımlamadan yirminci yüzyılın başlarına değin genel olarak kaçınmışlardır.
Oy hakkının topluma yayılması ve onu izleyen Amerikan siyasetindeki demokratikleşme, Anayasa’nın kabulünden sonra yürürlüğe giren yirmi yedi yasa değişikliği sayesinde gerçekleşmiştir. Bu değişiklikler, siyasi temsiliyetle ilgili düşüncelerinin temeli kolonyal geçmişte yatan kurucu babaların özellikle koyduğu kısıtlamaları büyük ölçüde kaldırmıştır. Delege William Livingston’ın aktardığı gibi “yetki kullanımını ele almaya hiçbir zaman hazır olmamış ve olmayacak olan halk, bir zorunluluğun gereği olarak bu görevi başka bir yere devretmelidir.”
Ekselansları Kral George
Almanya Birleşik Devletleri
Amerikan Kongresi’nin Almancayı ABD’nin resmi dili yapmayı düşündüğünden ve bunun sadece bir oyla reddedildiğinden sık sık büyük bir inançla bahsedilmektedir. Fakat bu bir söylentiden ibarettir çünkü Amerikan hükümetinin hiçbir yasama organında böyle bir konu konuşulmadığı gibi, o dönemde ABD’nin 3.9 milyonluk nüfusunun yüzde doksanı İngilizce konuşmaktaydı. 1795 yılında Temsilciler Meclisi’nin kısaca görüştüğü ve tüm yasa ve düzenlemelerin İngilizce yanında Almanca olarak basılmasını içeren teklif ise İngilizce bilmeyen Alman asıllı Amerikan vatandaşları için düşünülmüştür. Üstelik, hiç de popüler olmayan bu teklifin ertelenmesi ve bir sonraki oturumuna geçilmesine sadece bir oy karşı çıkmıştır. Bir ay sonrasında mecliste yeniden gündeme alındığında hemen ve hararetle reddedilmiştir. Benzer şekilde hem antik Yunanca hem de Kızılderili dilinin anadil olması için Kongre’de oylama yapıldığına dair yazar Kingsley Amis tarafından ortaya atılan iddialar da gerçek değildir.