Loe raamatut: «Bin mumlu ev»
Yazar Hakkında
Amerikalı yazar ve siyasetçi Meredith Nicholson, 9 Aralık 1866’da Indiana’nın Crowfordsville kentinde dünyaya geldi ama sadece 5 yaşına kadar burada yaşadı, sonrasında Indianapolis’e taşındı. Matematik dersinde çok zorlandığı için liseyi ilk senesinde bırakmak zorunda kaldı ama kendini eğitmeye hiç ara vermedi. Okumaya ve öğrenmeye olan tutkusu ona bambaşka kapılar açtı.
İlk yazılarını Indianapolis News ve Indianapolis Sentinel’de yayımladı. 1891’de şiir kitabı yayımlandı ama asıl patlamayı 1900 yılında gelen bir teklif üzerine yazmaya başladığı The Hoosier ile yaptı. Indiana’nın kültürel tarihini anlattığı bu kitap, ABD eyaletlerini teker teker ele alan bir seri kapsamında yayımlanmıştı. O sıralarda Denver’da yaşayan Nicholson, bu kitabın yayımlanmasının ardından, eşinin ailesinden de maddi destek alarak Indiana’ya döndü.
Nicholson, 30 yılda yaklaşık 30 kitap yazmayı başaran üretken bir yazardı. Özellikle yazarlık kariyerinin ilk yıllarında, çok satan pek çok romana imza atmıştı. 1905’in sonlarına doğru yayımlanan Bin Mumlu Ev, yazarın en başarılı romanı oldu. Pek çok dile çevrilen, hem tiyatroya hem de sinemaya uyarlanan Bin Mumlu Ev, 250.000’in üzerinde bir satış adedine ulaştı ve o dönem için çok ciddi bir başarı elde etti.
Büyük Buhran ve eşinin ölümünün etkisiyle 1920’lerin sonlarına doğru yazmayı bıraktı. Siyasi kariyerine odaklanmaya başlayan Nicholson, 1933’te Başkan Roosevelt tarafından Paraguay’a atandı. 8 yıl boyunca Nikaragua ve Venezüela gibi yerlerde diplomatlık görevini sürdürdü, 1941’de emekli oldu. Hayatının son yıllarını Indiana’da geçirdi. 21 Aralık 1947’de vefat etti.
Birinci Bölüm
JOHN MARSHALL GLENARM'IN VASİYETİ
Pickering’in büyükbabamın ölümünü bildirdiği mektubu, ekim başlarında Napoli’de elime geçti. John Marshall Glenarm haziranda ölmüştü. Pickering’in yazdığına göre, mülkünü şartlı olarak bana bırakmıştı ve vâris olarak tanımlanmak için bir an önce dönmem gerekiyordu. Mektubun elime ulaşması bile düşük bir ihtimaldi. Çünkü buradaki bankacıma değil, başkonsolos vasıtasıyla ulaştırılmak üzere Konstantinopolis'e gönderilmişti. Konsolosun gezilerimi takip eden bir arkadaşım olması ve vasiyet memurunun mektubunu peşimden İtalya’ya gönderebilmesi, Pickering’in hatası değildi. Burada Afrika demiryollarına harcanacak sınırsız parası bulunduğuna dair bilgi aldığım İngiliz bir finansörle görüşecektim. Eskiden “Tech” olarak bilinen bir Amerikan kurumundan mezun bir mühendisim. Kaynaklarım suyunu çektiği için doğal olarak mesleğime geri dönmüştüm.
Ama bu mektup planlarımı değiştirdi ve ertesi gün Pickering’e yola çıktığımı, New York’a giden bir gemiye bineceğimi belirten bir telgraf yolladım. On dört gün sonra da Pickering’in Alexis Binası’ndaki bürosunda oturmuş büyükbabamın vasiyetindeki maddeleri sıkıcı bir vurguyla okuyuşunu dinliyordum. Pickering ciddi bir adamdı ve benim laubaliliğimin canını sıktığını görmekten memnundum. Bu hususta onun için daima bir öfke kaynağı olmuştum. O güvensiz, azarlar gibi görünen bakışları beni hiç etkilemezdi.
Kâğıdı almak için masanın üzerinden uzandım. John Marshall Glenarm’ın vasiyetinin mühürlü ve kurdeleli bir kopyasını ellerime bıraktı. Maddeleri bir de kendim okudum. Bu arada Pickering’in soğuk bakışlarının sorgularcasına üzerimde gezindiğinin farkındaydım. Beni en çok alakadar eden paragraflar şunlardı:
Glenarm Malikânesi olarak bilinen mülkümü, bu mülkü çevreleyen ve aşağıda daha ayrıntılı olarak tanımlanacak toprakları ve oraya -Indiana eyaletindeki Wabana idare bölgesinde bulunan gayrimenkule- ait ve ilişik bulunan her tür kişisel varlığımı, aşağıdaki şartın içtenlikle ve dürüstçe yerine getirilmesi kaydıyla, bir zamanlar New York Eyaleti’nin ve Şehri’nin sakiniyken sonradan bilinmeyen yerlerin avaresi olan torunum John Glenarm’a bırakıyorum:
Bahsi geçen John Glenarm, bir yıl süresince bahsi geçen Glenarm Malikânesi’nde ve onu çevreleyen topraklarda yaşayacak, bu süre içinde uysal ve ılımlı bir tavır sergileyecektir. Bahsi geçen bir yılın herhangi bir ânında bu koşulu yerine getirmekte başarısız olursa, bahsi geçen mülk genel mülklerime intikal edecek ve herhangi bir ön koşul yahut hukuki işlem gerektirmeksizin New York Eyaleti ve idare bölgesinden Marian Devereux’nun olacaktır.
“Evet,” dedi Pickering ellerini sandalyesinin kolçaklarına vurarak. “Ne düşünüyorsun?”
Ne kadar uğraştıysam da kendimi kahkaha atmaktan alamadım. Öncelikle büyükbabamın benimle ilgili isteklerini ondan öğrenmemde müthiş bir ironi vardı. Pickering’le Vermont’ta, aynı kasabada büyümüştük, aynı koleje gitmiştik ama çocukluğumuzdan beri aramızda belirgin bir düşmanlık vardı. Benim başarısız olduğum her konuda o başarı kazanmıştı. Yani itiraf etmeliyim ki epey bir başarısı vardı. Ben bir yere yerleşip mesleğimi sürdürmeyi reddetmiş, öncelikle dünyayı görmeyi seçmiştim. Pickering’se kendini ciddiyetle hukuka vermişti ve en başından beri bildiğim gibi başarısız olması gibi bir ihtimal yoktu.
Ben sıradan bir insandan daha azı ya da fazlası değilim ama bir keresinde kolejdeyken ondan küçük bir çocuğa zorbalık yaptığı için ona sağlam bir dayak attığımı sevinçle hatırlarım. Gerçi okul günlerindeki çetelemize bakacak olursak, onun tarafında da çentikler vardı. Bir kere daha iyi bir öğrenciydi, hakkını teslim etmeliyim. Aynı zamanda kurnaz ve inandırıcıydı. Gücünün ve kaynaklarının sınırını asla bilemezdiniz ve müthiş bir şansı olduğunu da iddia edebilirim. Sadece John Marshall Glenarm’ın onunla dostça ilgilenmesi bile kanıt olarak sunulabilir. İşlerini Pickering’in kontrolüne bırakmak tam da birçok hevesi olan büyükbabamlık bir işti. Şikâyet edemezdim çünkü ben şansımı kaybetmiştim. Beni bu vasiyet konusunda Arthur Pickering’le görüşmek zorunda bırakmasının, büyükbabamı öfkelendirme konusundaki dikkat çeken başarım nedeniyle, payıma düşen ceza olduğunu zaten biliyordum. Pickering de durumun keyfini çıkarıyordu. Onda hep katlanılmaz bulduğum o kendinden emin tavrıyla arkasına yaslandı. Görmüş geçirmiş, tecrübeli birinin himayesinde olmayı tamamen kabullenebilirdim. Ama Pickering benimle aynı yaştaydı ve yaşam tecrübesi bana oldukça yetersiz görünüyordu. Onu New York’ta, büyükbabamın cömertliği sayesinde bir yaşam kurmuş ve büyükbabamın mülkünün idaresini eline almış halde görmek katlanılması zor bir durumdu.
Ama neşemde tamamen dürüst olmayan bir yan vardı. Zira önceki üç yıl boyunca yaptıklarım ayıplanabilecek cinstendi. Büyükbabamı aşağılık bir biçimde kullanmıştım. Annemle babam ben çocukken ölmüştü ve kendimi bildim bileli bana bakan büyükbabamdı. Babamdan kalan serveti sınırsızca harcamama tahammül etmişti. Benden çok şey bekliyordu ama ben onu hayal kırıklığına uğrattım ne yazık ki. Kendimi mimarlığa, onun büyük bir hayranlık duyduğu bir mesleğe adamam onun en büyük umuduyken ben mühendislikte ısrarcı olmuştum.
Sürdürdüğüm yaşam için özür dilemiyorum. Teknik eğitimimin bitiminde yurtdışına gidişimi ve Laurance Donovan’la tanışınca onunla bir maceraya atılışımı mazur göstermeye çalışacak da değilim. Tuna kıyılarında, Demirkapı’nın doğusunda geçirdiğim telaşsız aylardan pişmanlık duymuyorum. Gerçi muhtemelen pişmanlık duymam daha çok işime yarardı. Laurance Donovan hep benimle birlikteydi. Köylüleri ve handaki aylakları kışkırtıp kargaşa çıkarırken, kendimizi tereyağından kıl çeker gibi temize çıkarırken, daha büyük zevkler için Karadeniz’e açıldığımızda, Rusya peşimize casuslarını takarak bizi onurlandırdığında… Kendi adıma hiç değilse Belgrad’da karşılaştığımız bazı olayları yazmak isterdim ama Larry’nin onayı olmadan bunu yapma özgürlüğüm yok. Atlas Dağı’ndaki cücelere dair yaptığımız çalışma Britanya Etnoloji Cemiyeti’nde mansiyon ödülü almış olsa da Afrika’ya yaptığımız seyahatleri anlatmaya da zaman ayırmayacağım.
Bunlar geçmişte kaldı. Bugünse Arthur Pickering’in devasa Alexis Binası’nda yer alan ve Broadway’in boğuk gürültüsünün duyulduğu bürosunda oturmuş bir insan bir insandan en fazla ne kadar hoşlanmazsa o kadar hoşlanmadığım bir adamla, Büyükbaba Glenarm’ın vasiyetindeki maddeleri tartışıyordum. Pickering bana bir soru sormuştu ve ben bir anda gözlerini bana dikmiş cevap beklediğini fark ettim.
“Ne mi düşünüyorum?” diye tekrarladım. “Benim ne düşündüğüm fark eder mi bilmem ama madem bilmek istiyorsun, söyleyeyim. Bir insanın ardında böyle gülünç bir vasiyet bırakması çok çirkin, çok acayip. Servet biriktiren tüm eski para çantaları, paraların önemini artırır. Onlara gösterilen her tür nezaketin, bütün o sıradan saygının sadece pastadan bir dilim almak için olduğunu düşünürler. Büyükbabam beni hayal kırıklığına uğrattı. Görkemli bir ihtiyardı ama Tanrı biliyor ya, bazı tuhaf huyları vardı. Param olsa bin dolarına bahse girerdim ki bu onun değil, senin planın Pickering. Sende öteden beri hep var olan, John Marshall Glenarm’ın kanındaysa bir damlası bile bulunmayan bir kindarlık kokusu var bu planda. Orada ikamet etmemle ilgili şart çok saçma. Bunu sorabileceğim bir avukatım yok. Şüphesiz vasiyete uymamayı da tercih edebilirim. Yine de denemeyi düşünüyorum.”
“Elbette. İstersen mülkü altı yıllığına bloke edebilirsin,” diye yanıtladı sakince. Zorlu bir davacı olma ihtimalim varmış gibi bakmıyordu bana. Pickering’in de çok iyi bildiği gibi burada kalma dürtümün zayıf olduğu uzun zaman önce kanıtlanmıştı.
“Bu hoşuna giderdi eminim,” diye yanıtladım. “Ama sana o zevki tattırmayacağım. Vasiyetin şartlarına riayet edeceğim. Büyükbabam iyi bir ihtiyardı. Seni memnun etmek için olsa dahi onun adını mahkemelere düşürmeyeceğim Arthur Pickering!” dedim öfkeyle.
“İyi bir adama yaraşır bir hassasiyet Glenarm,” diye cevap verdi.
“Peki şu benim haklarıma sahip olacak kadın… Onun adını duyduğumu hatırlamıyorum.”
“Duymaman normal.”
“O zaman aileyle bir bağı yok, hatırlamam gereken uzak bir kuzen falan değil?”
“Hayır, büyükbabanın son zamanlarda tanıştığı biri. Eski bir arkadaşı aracılığıyla tanıştı. Rahibe Theresa olarak bilinen Bayan Evans. Bayan Devereux, Rahibe Theresa’nın yeğeni.”
Islık çaldım. Büyükbabamın uzun dulluk sürecinde ara sıra evlenmenin eşiğine geldiğine dair haberler duyduğumu hayal meyal hatırlıyordum. Bu bağlamda Bayan Evans’ın adı da geçmişti. Aile arasında konuşulduğunu duymuştum ve hatırladığım kadarıyla pek de sevgiyle bahsedilmiyordu. Daha sonra onun rahibelere katıldığını ve Batı’da bir yerlerde bir okul açtığını duymuştum.
“Peki ya Bayan Devereux? O da ihtiyar bir rahibe mi?”
“Yaşını bilmiyorum ama şu anda rahibe değil. Ama bu dünyada kimsesi yok gibi. Rahibe Theresa’yla çok yakınlar.”
“Vasiyeti bir daha oku da şu ayrıntıları iyice kavradığımdan emin olayım Pickering. Rahibe Theresa, evlenmemem gereken kişi değil, değil mi? Şu diğer dindar nakış sanatçısı. Adındaki x kaybolup giden gençliğimin matematiğini temsil ediyor.”
Aşağıdaki paragrafı yüksek sesle okudum:
Ayrıca, bahsi geçen John Glenarm’ın, bahsi geçen Marian Devereux’yla evlenmesi ya da John Glenarm’ın bu vasiyetin şartlarını kabul ettiği tarihten sonraki beş yıl içinde bahsi geçen şahıslar arasında herhangi bir evlilik sözü ya da anlaşması yapılması durumunda, bütün mülk, Annandale, Wabana Bölgesi, Indiana’da, eyaletin yasalarına uygun bir kurum olan St. Agatha Okulu’nun malı olacaktır.
“Mizahi dokunuşu için büyükbabama saygı duyuyorum! Pickering, sen hep iyi niyetli bir adam oldun. Bu melek rahibelerle ilgili tüm haklarımı, menfaatlerimi ve görevlerimi sana devrediyorum. Evlenmek! Fikre bayıldım! Sanırım birileri benimle param için evlenmeye çalışacak. Ama evlilik, Pickering, benim hayatla ilgili planlarım arasında yer almıyor!”
“Sana pek evlilik adamı diyemem,” dedi.
“Kesinlikle doğru dostum! Rahibe Theresa, gençliğimde büyükbabam için muhtemel bir eş olarak düşünülmüştü. O ve ben pek aynı çağın insanı sayılmayız. Adında büyüleyici bir matematiksel zirve bulunan şu diğer hanıma gelince… O da imkânsız. Görünüşe bakılırsa onunla evlenerek parayı alamam. Bırakayım da o alsın bari. Şeytan kadar fakir herhalde.”
“Sanmam. Evanslar zengin bir aile. Herkesin dilindeler. Eğer teyzesi eğitimle ilgili planları için elinden almadıysa kendi parası olması gerek.”
“Peki bu tatlı yaratıklar nerede bulunuyorlar?”
“Rahibe Theresa’nın okulu senin arazinin hemen yanında. Bayan Devereux da sanırım senin gibi seyahate zaafı olan biri. Rahibe Theresa onun en yakın akrabası ve ara sıra onu St. Agatha’da, yani okulda ziyaret ediyor.”
“Herhalde birlikte sunak kıyafetleri işliyorlar. Böylece şeytanın ve destekçilerinin kafasını karıştırmak için yiğitçe çalışıyorlar. Büyükbabamın gözünü boyayan insanlar işte!”
Pickering, hıncım karşısında gülümsedi.
“Onlardan uzak dursan iyi olur, seni ağlarına düşürebilirler. Rahibe Theresa’nın galip gelmeyi hep bildiği söylenir. Büyükbabanı yolmuştur kesin.”
“Gözlüklü rahibeler, gençliğin tatlı eğitmenleri falan filan ve av olarak seçtikleri iyi huylu bir ihtiyar. Hiç bana göre değil!”
“Ben pek öyle düşünmüyorum,” dedi Pickering. Sonra cebinden saatini çıkarıp tombul parmaklarıyla sapını çevirdi. Kısa boylu, tıknaz, yağlı bir adamdı. Köşeli bir çenesi, şimdiden seyrelmiş saçları ve kısa kesilmiş bıyıkları vardı. Yaş almanın onu pek geliştirmediğini düşündüm.
Huzursuz olduğumu göstermeye hiç niyetim yoktu. Sigara tabakamı çıkarıp masanın üzerinden uzattım.
“Buyur! Madrid’de bana özel olarak yapıldılar.”
“Tütünün hiçbir şeklini içmediğimi unutmuşsun.”
“Hayatın zevklerini hep kaçırdın, evet,” dedim tüten kibritimi, görünür öfkesine rağmen çöp sepetine atarken. “Eh, ben hikâyelerdeki kötü çocuğum ama mirasımın bununla ilgili bir şartı olmasına gerçekten üzüldüm. Param bitmek üzere. Herhalde bana beklenen mirasımın birkaç binini önden vermezsin.”
“Bir kuruş bile vermem,” dedi gereksiz bir canlılıkla. Onunla ilgili ilk değerlendirmemi, büyük rakamlarda cömertlik sergilemediğini hatırlayarak tekrar güldüm. “Bunu yapmam, büyükbabanın isteklerine uymamak demek. Şu kaplan avı maceralarında sağlam para harcamış olmalısın,” diye ekledi.
“Elimde ne varsa harcadım,” diye cevapladım tatlılıkla. “Tanrı’ya şükür ki elim sıkı değil! Dünyayı gördüm ve bunun için para harcadım. Senden hiçbir şey istemiyorum. Benim yerinde duramayan ya da düzenli, saygın bir yaşam sürdüremeyecek yabani bir adam olduğum konusunda büyükbabamla aynı düşünceleri paylaşıyorsun şüphesiz. Ama seni büyük bir hayal kırıklığına uğratacağım. Bu mülkün büyüklüğü nedir?”
Pickering beni izledi -sanırım huzursuz olmuştu- ve ardından bir kalemle oynamaya başladı. Pickering’in ellerini hiç sevmemişimdir. Kalın ve bembeyazdırlar. Bir erkeğin ellerine göre fazla bakımlılardı.
“Korkarım biraz moralin bozulacak. Buradaki kasalarda yalnızca on bin dolar değerinde tahvil bulabildim. Bir ihtimal -kuvvetli bir ihtimal- servetinin boyutu konusunda hepimiz yanıldık. Rahibe Theresa tatlı diliyle ondan büyük miktarlar aldı ve senin de göreceğin gibi Annandale’deki eve küçük bir servet harcamasına rağmen bitiremedi. Ucuz bir teklif değildi ve bitmemiş haliyle pek bir değeri yok. Şunu bilmelisin ki Bay Glenarm yaşarken epey bir para dağıttı. Üstelik babana adadı hepsini. Ne bıraktı, biliyorsun. Tüm o şeyler hesaba katıldığında pek de küçük bir servet değildi.”
Anlattıklarından huzursuz oldum. Babamın mülkü hatırı sayılır bir büyüklükteydi ve ben onun tamamını çarçur etmiştim. Sudan’da yaptığım ve en azından beni gayet tatmin eden bir gezi sırasında görkemli bir şekilde harcadığım kırk bin doları hatırlayınca vicdanım sızladı. Ama Pickering’in sözleri beni şaşırtmıştı.
“Bakalım doğru anlamış mıyım…” diyerek ona doğru eğildim. “Büyükbabamın zengin olması gerekiyordu ama sen bana çok az mal bulduğunu söylüyorsun. Rahibe Theresa, bir okul inşa etmek için ondan para aldı. Ne kadar aldı peki?”
“Elli bin dolar. Açık bir hesaptı. Defterlerinde hesaplar var ama not tutmamış.”
“Peki bu iddianın dayanağı?”
“Ona karşı bireysel olarak iyi ama onun iddiasına göre…”
“Evet, devam et!”
Doğru noktayı yakalamıştım. Israrım onu öfkelendirmişti ve açıkça görülen huzursuzluğu beni memnun ediyordu.
“Ödemeyi reddediyor. Bay Glenarm’ın parayı ona hibe ettiğini söylüyor.”
“Bu mümkün, öyle değil mi? Kiliselere hep bağış yapardı. Okullar ve teolojik seminerler onun zayıflıklarından biriydi.”
“Bu kesinlikle doğru ama bu hesap mülkün kazancından. Vasiyetin uygulayıcısı olarak o kazancı toplamak benim işim.”
“Bunu geçelim. Bu parayı alırsan, mülkün değeri altmış bin dolar artı Annandale’deki arazinin değeri. Ve Glenarm Malikânesi’nin değeri de…”
“Ah, işte beni yakaladın!”
İlk kez bir yumuşama ifadesi göstermesi beni gardımı almaya zorladı.
“Değerine dair bir fikrim olmalı. Bitmemiş bir evin bile bir değeri vardır.”
“Oradaki arazinin bir dönümünün değeri yüz, yüz elli dolar kadar. Düz hesap yüz dönüm var. Oraya gittiğinde eve senin biçeceğin değeri duymak isterim.”
“Saçmalık! Gururumu okşuyorsun Pickering. Oradaki başıboş eşyaların değeri ne?”
“Hepsi kütüphanede. Büyükbabanın zayıf noktası mimariydi.”
“Ben de öyle biliyorum!” diye araya girdim, John Marshall Glenarm’la meslek seçimime dair yaptığımız fırtınalı tartışmaları hatırlayarak.
“Son yıllarında kendini giderek kitaplarına verdi. Oraya ülke sınırları içinde mimariyle ilgili bulabildiği en iyi koleksiyon kitaplarını doldurdu. Senin de hatırlayacağın gibi kilise işlerinden sonraki en büyük hobisi buydu ve üzerine epey düştü. Ama çalışmaları ona büyük de bir tatmin sağladı.”
Bir kez daha güldüm. Bu durumda gülmek, ağlamaktan iyiydi.
“Herhalde orada, mimariyle ilgili kitapların ortasında oturmamı, tek gelir kaynağımın da bu konuda çalışma fikri olmasını istedi. Tam Glenarm'a göre bir plan! Demek elimde yalnızca değersiz bir ev, yüz dönümlük bir arazi, on bin dolar ve büyükbabamı ona bir okul kurması için kandıran Protestan bir rahibeye karşı açılmış şüpheli bir dava var! Çok sağ ol. Anladığım kadarıyla mirasım, Afrika’da kalsam cebimde olacak parayla aynı.”
“Hemen hemen.”
“Ama kişisel eşyaların tamamı benim. Orada bulunan her şey. Belki de büyükbabam eski bir kabın içine sırf vârislerinin, onların haleflerinin ve onlardan sonra geleceklerin merakını uyandırmak için birkaç hükümet bonosu saklamıştır. Oralarda bir yerdedir!”
Pencereye doğru ilerleyip şehri izledim. Aniden arkamı döndüğümde Pickering’in gözlerinin tuhaf bir dikkatle üzerimde olduğunu gördüm. Gözlerini hiçbir zaman sevmemiştim. Fazlasıyla sabitlerdi. Eğer bir adam bakışınızı sükûnetle ve zorlanmaksızın karşılıyorsa, ondan sakınmanız gerekir.
“Evet, şüphesiz o mekânı tam anlamıyla hazinelerle dolu bulacaksın,” dedi ve güldü. “Herhangi bir şey bulduğunda bana telgraf çekersin.”
Gülümsedi. Bu fikir onu memnun etmiş gibiydi.
“Başka bir şey olmadığına emin misin?” diye sordum. “Bir yedek, bir ek vasiyetname falan?”
“Senin bildiğin bir şey varsa ortaya çıkarmak senin işin. Tüm olasılıkları tükettik. Vasiyetin hükümlerinin alışılmadık olduğunu biliyorum. Büyükbaban pek çok yönden tuhaf bir adamdı ama aklı tamamen başındaydı ve akli melekeleri son dakikaya kadar yerindeydi.”
Kalbimde bir sızıyla, “Bana hak ettiğimden çok daha iyi muamele etmiş,” dedim. Sorumsuz yaşamımda pek sık rastlamadığım bir sızıydı bu. Arthur Pickering’in karşısında duygularımı göstermeye katlanamazdım.
Vasiyetin bir kopyasını alıp inceledim. Çok özgün olduğu su götürmezdi. Üzerinde Wabana Bölgesi, Indiana kâtibinin onay mührü vardı. Tanıklar Thomas Bates ve Arthur Pickering’di.
“Bates kim?” diye sordum adamın imzasını işaret ederek.
“Büyükbabanın keşiflerinden biri. Evin idaresi onda. Güvenilir bir adam. Her şey bir yana, iyi bir aşçı. Bay Glenarm, Bates’i nerede buldu bilmiyorum ama ona çok güvenirdi. Son anlarında yanında o vardı.”
Tek akrabası uzak ülkelerde gezerken başucunda yalnızca hizmetçisi bulunan ölüm döşeğindeki büyükbabamı gözümde canlandırmanın beni pek mutlu etmediğini söylemeliyim. Büyükbabam sürekli uzun, siyah bir palto giyip ipek bir şapka takan, tuhaf, gümüş başlıklı bir baston taşıyan ve insanların gülmeleri mi ağlamaları mı gerektiğini çözemedikleri kafa karıştırıcı şeyler söyleyen garip, küçük bir adamdı. İyilikleri için ona teşekkür edilmesini istemezdi. Ama cömert, yardımsever bir adamdı ve daima iyilikler yapardı. O acayip insancıllığı gazetelerde sık sık yer bulurdu. Bir defasında Boston’da revaçta olan bir kiliseye sağlam bir para bağışlamış, ancak hukuki olarak güvenceye aldığı bir şart koşmuştu. Eğer cemaat bir gün ruhani refahını Reginald, Harold ya da Claude adında bir vaize tevdi ederse, yaptığı bağış miktarınca para, faiziyle birlikte Massachusetts İyilikseverler Derneği’ne aktarılacaktı.
Onu düşünmek içime dokundu. Parasının beni asla cezbetmediğini hissetmekten memnundum. Mülkünün büyük ya da küçük olması önemli değildi. Adını taşıdığım bu ihtiyarın isteğini yerine getirerek en azından vicdanımı rahatlatabilirdim. Hayattaki güzel şeylere ve sanata duyduğu ilgi ona inkâr edilemez bir seçkinlik katmıştı.
“Bay Glenarm’ın son günlerine dair bir şeyler öğrenmek isterim,” dedim birden.
“Doğduğu köyü ziyaret etmek istemişti. Yoldaşı ve hizmetçisi Bates de onunla birlikte Vermont’a gitti. Aniden öldü ve eski köy mezarlığında babasının yanına gömüldü. Onu en son yazın başlarında gördüm. Şehir dışındaydım ve öldüğünü her şey olup bittikten sonra duydum. Bates yanıma gelip durumu bildirdi ve vasiyeti resmen onaylamak için gerekli evrakı imzaladı. İşlemlerin merhumun ikametgâhında yapılması gerekiyordu. Biz de beraberce Wabana’ya, Annandale’in bulunduğu bölgedeki konuta gittik.”
Bir süre sessizce durup gençliğimde ötesindeki dünyaları düşlememe neden olarak beni cezbeden denizi izledim.
“Düşük bir hisse, Glenarm,” dedi Pickering teselli eder gibi. Birden ona döndüm.
“Sen düşük bir hisse olduğunu düşünüyorsun! Sanırım o ihtiyarın yaşamında paradan başka bir şey görmüyorsun. Ama bana kalan miras umurumda bile değil benim! Yaşarken büyükbabamın isteklerinden birini bile yerine getirmedim. Ama o öldü artık ve son isteğini yerine getirmek zorundayım. Sonunda ölecek bile olsam gidip orada bir yıl geçireceğim. Ne demek istediğimi anladın mı?”
“Peh! Sen zaten hep böyle parlayan bir tiptin,” dedi alayla. “Bence tanışıklığımızı tamamen iş ekseninde tutmak en iyisi olacak. Eğer vasiyetin şartlarını kabul ediyorsan…”
“Elbette ediyorum! Kıyameti koparıp ihtiyar bir adamın son isteğini yerine getirmeyi reddeceğimi mi düşünüyorsun? Yaşarken ona yeterince dert oldum zaten, bari mezarında hayal kırıklığına uğratmayayım. Vasiyete karşı çıkmamı bekliyordun herhalde ama seni hayal kırıklığına uğratacağım.”
Hiçbir şey söylemeden kalemiyle oynadı. Daha önce ondan hiç bu kadar nefret etmemiştim. Öyle kendini beğenmiş ve rahattı ki. Bürosu refah kokuyordu. Bir an önce işimi bitirip oradan çıkmak istedim.
“Sanırım o bölgede ölüm oranları yüksek. Sıtma ne durumda?”
“Korkulacak kadar yaygın değil anladığım kadarıyla. Annandale Gölü’nün bir kıyısında yazlık bir mesire yeri var. Oranın sağlıklı olması gerek. Büyükbabanın seni oraya ölmen için gönderdiğini düşünmüyorum.”
“Hayır, muhtemelen köyde yaşamanın beni adam edeceğini düşünüyordu. Kendi erzakımı götürmem gerekir mi? Herhalde yemek yememe izin vardır.”
“Bates sana yemek yapar. İhtiyaçları o alır. Emirlerine uymasını söylerim ona. Pek konuğun olacağını sanmıyorum. Aslına bakarsan…” Dikkatli bakışlarla elinin arka yüzünü inceledi. “Şartlar arasında belirtilmemiş ama düşünüyorum da belki de büyükbabanın niyeti, etrafını dolduran kişilerin…”
“Şamatacı eş dostlar olması!” diye tamamladım sözlerini en neşeli sesimle. “Hayır, örnek davranışlar sergileyeceğim Bay Pickering,” diye ekledim sonra nazik bir ironiyle.
Daktiloda yazılmış ince bir kâğıdı alıp masanın üzerinden bana uzattı. Vasiyetin hükümlerinin yer aldığı resmi bir muvafakatnameydi. Pickering belgeyi ben gelmeden hazırlamıştı. Şartları kabul edeceğimi varsayması huzursuz etmişti beni. Belirli şartlarda nasıl davranacağıma dair yapılan varsayımlar beni hep rahatsız etmiştir zaten. Özellikle de insanları şaşırtmaya ve hayal kırıklığına uğratmaya ne kadar meyilli olduğum düşünüldüğünde. Pickering, imzama şahitlik etmesi için kâtiplerden birini çağırdı.
“Mülkü ne zaman sahiplenebilirsin?” diye sordu. “Kaydını düşmem gerek.”
“Yarın Indiana’ya doğru yola çıkarım,” diye yanıtladım.
“Acelecisin,” diye yanıtladı az önce imzaladığım kâğıdı dikkatle dörde katlarken. “Yola çıkmadan önce benimle bir yemek yersin diye ummuştum ama sanırım Doğu’daki kahve ve pazarlardan sonra New York sana fazlasıyla yavan gelecek.”
Gezdiğim yerlerden bahsetmesi beni tekrar öfkelendirdi çünkü bu en hassas olduğum konulardan biriydi. Yirmi yedi yaşındaydım ve babamdan kalan mirası yiyip bitirmiştim. Pek çok ülkenin lezzetini tatmıştım ve büyükbabamın mirası için bir yılımı daha önce hiç görmediğim, hiç de ilgimi çekmeyen Indiana’daki terk edilmiş, ıssız bir çiftlikte geçirmek zorundaydım.
Odadan çıkmak için ayaklandığımda Pickering tekrar konuştu:
“Bana ara sıra, -mesela ayda bir diyelim- bir pusula yazıp orada olduğunu bildirmen yeterli olacaktır. Postane Annandale’de.”
“O zaman köyde kartpostalları birine verir, ayda bir göndermesini ayarlayabilirim yani.”
“Öyle de olur,” diye yanıtladı düz bir sesle.
“Açlıktan ya da can sıkıntısından ölmezsem tekrar görüşürüz belki. Hoşça kal.”
Resmiyetle el sıkıştık. Sonra ondan ayrılarak gözleri hevesle bakan, kaygılı adamlarla dolu bir asansörle aşağı indim. Hiç değilse iş gibi bir derdim yoktu. Piyasa yükselmiş mi düşmüş mü, hiç fark etmezdi benim için. Kalabalık Broadway boyunca Trinity Kilisesi’ni geçip bir bankaya girdiğimde ve kredi mektubumda kalan parayı çektiğimde, lanetim sayılabilecek macera ruhu kalbimi hızlandırmıştı. Bin dolardan biraz az bir miktarı nakit olarak çekmiştim.
Veznedarın penceresinden ayrılıp arkamı döndüğümde, dünyada görmeyi bekleyeceğim son insanla karşı karşıya kaldım.
Bu, İsa Efendimizin doğumundan bin dokuz yüz bir yıl sonraki ekim ayında gerçekleşti.