Loe raamatut: «Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir»
TÜRKİYE
HAYYAM’IN KONUKLARI MATEMATİK VE ŞİİR
Orhan Seyfi Şirin
Kimin bu yerler gökler? Hepimizin!
Gözleriyiz, ortak akıl denen denizin.
Bir yüzük gibi kuşatıcıysa da evren.
Işıklı taşında nakışlarıyız o yüzüğün!
I
Dört bir yana koşturulan atlardan yükselen nal sesleri, haykırışlar gecenin sessizliğini bozuyordu.. İsfahan ayaktaydı. Avdan dönmekte olan dünyanın en kudretli sultanı Melikşah, İsfahan Gözlemevi’nin bulunduğu tepenin yamacında bulunan Ömer Hayyam’ın minyatür köşküne hırsız girdiğini duyunca, üç bölükten oluşan üç yüz atlısına ‘ol uğruyu tez tutun!’ diye buyruk vermişti.
Hayyam’ın nikahlısı Sılahan, Dumankır adlı atıyla geldiğinde yasaların işlemesinden ve şehrin güvenliğinden sorumlu Subaşı ve iki askeri evden çıkıyorlardı. Askerler Subaşı’na Yasavulbaşı diye hitap ediyorlardı. Hırsızın yalnızca birkaç kitap, bir iki risale aldığı konuşuluyordu. Sılahan, yalnız kaldıklarında dövünmekte olan Hayyam’ı teselli etti.
“Bir yana kaçamaz. Melik’in atlıları her yanı tuttu!” dedi.
“Fakat bu kitap uğrusu, akçe uğrusu değil ki!”
“Fark eylemez! Kimi görseler tutacaklar bu gece İsfahan’da.”
“Gün ağarırsa iş işten geçer!”
“Neden? Kitapların mürekkebi solacak değil ya!”
“Bir ilacın terkibi beş dakikada ezberlenebilir! Bir varak, bir sahifeydi hepsi!”
Sılahan daha fazla sorup Hayyam’ı büsbütün kızdırmak istemedi. Hayyam’ın endişeli yüzünden meselenin ciddi olduğunu sezmiş, sırtı ürpermişti. Kuyuya sarkıttığı bal şerbeti aklına gelip seğirtti. Döndüğünde Hayyam geziniyor, hızını alamayıp öfkeyle duvarları omuzluyordu.
Kapı sert sert vuruldu. Ardından hoyratça itilerek açılan kapıdan kaftanı eski, çizmeleri çamurlu, kirli sakallı bir Selçuklu subayı sallanarak girdi.
Ömer Hayyam “Dokuz davar bir kürk, kaba saba bir Türk!” diye yüksek sesle mırıldandı. Aynı anda sarardı. Sılahan’la göz göze geldi. Sılahan da aynı şaşkınlıkla dizlerinin üzerine çökmek üzereydi. Bir an, Melikşah sanmışlardı geleni.
Saçı sakalı karışmış perişan subay, daha fazla merakta bırakmadı.
“Adım Yüzbaşı Sungur” dedi. “Selçukîler birbirini andırır Hayyam Ata!”
Hayyam isyan halindeydi. Kendinden ancak sekiz on yaş küçük olduğu gözlenen subayın kendisine “ata” diye hitap etmesiyle biraz yatışır gibi olmuştu.
“Yüzbaşı!” dedi gezinirken… “Bir kitaplarımı koruyamadı bak sizin Selçukîler!”
Sözlerinde sızılı bir sitem vardı.
Yüzbaşı mahcup, başını eğdi. Koltuğunun altından bir imbik çıkarıp uzattı.
“Yolda buldum. Sizin mi bu imbik?”
Hayyam, içinin kalayı yeşile çalan konik biçimli bakır imbiği burnuna götürdü.
İsfahan’da, bilginler, eczacılar, seramikçilerin işliklerinde, lâboratuarlarında kaynayan yüzlerce imbik içinde bu imbiği kokusundan derhal tanıdı. Sevinçten bir çığlık attı.
“İmbiği götürememiş dümbük!” dedi. “Cübbesinin altında belli olur diye! Başka ne buldunuz?”
Yüzbaşının Gazne işi, kavı silinmiş zırhının gergedan göğüslüğüne, çamurlu pelerinine, kaybolan buruşuk kağıtlardan, bir iz bulmak ümidiyle baktı. Göz göze geldiler. Yüzbaşı, başını iki yana salladı. Hayyam’ın sevinci kısa sürmüştü. Beynine kan sıçradı. İmbiğin bulunması önemli değildi. Asıl önemli olan tek sayfalık formüldü. Kötü bir insanın eline geçerse, bir dizi tatsızlığa, hatta felakete yol açabilirdi. Bu yüzbaşıyı da bir an önce defetmenin bir yolunu bulmalıydı. Hayyam, böyle düşünerek tekrar gezinmeye başladı. Yüzbaşı kollarını açıp gevrek sesiyle kükredi.
“Hayyam Ata! Berü gelgil, sana ne diyem. Bilgil ve âgâh olgıl; kim, ol uğruları buluruz gam yimegil! Yalıngız senden bir nesne soraram, haber vir gil!”
Hayyam ve Selçuklu’nun diğer bilginleri; ilmi Arapça, edebiyatı Farsça takip ettikleri gibi saray ve ordu dili olan Türkçe’yi de bilirlerdi. Hayyam taşralı ve kaba bulduğu bu şiveye aynı üslupla cılız bir yanıt verdi.
“Sorgıl!”
“Kimler gelir otağınıza? Bize haber vergil!”
Hayyam hırsızı unutup kendi derdine düştü. Dehşetli ürperip, çaresizlik içinde yutkundu. Kocakarılar gibi ellerini yanlarına vurdu. Yan döndü.
“Sormagıl!”
Son konuklardan birisi Başvezir Nizamülmülk, diğeri ünlü Hasan Sabbah’tı. İkisi de herkesten ve birbirlerinden habersiz gelmişlerdi. Üstelik artık can düşmanıydılar. Hayyam bunu, helede bu hırpani küçük rütbeli subaya nasıl söyleyebilirdi? Böyle bir bilginin sızması demek; ihanet, pusu, hatta cinayet demekti. Bir daha hanesine böyle renkli kimselerin uğramama ihtimali de cabasıydı. Fakat eprimiş giyimli yüzbaşı ısrarlıydı. Kendi aklınca yorum yapıyordu.
“Bu uğru, yedi başlı ejderha değil ki!” diyordu. “Âdem oğludur. Sen hele bir söylegil. Göresin ana ne işler idem, bilgil!”
Hayyam, böyle gezinerek caka yapan yüzbaşıya acıdı.
‘Yedi başlı ejderhaya düğüm atar bunlar!’ diyecekti… Yutkundu, diyemedi.
Tekrar “Sormagıl! ” diye inledi.
Kaşgar dokumaları, paha biçilmez el yazmaları, ipek perdeler, gümüş takımlar, sedef kakmalı sandıklar; velhasıl her şey yerli yerindeydi. Yüzbaşı etrafa baktı.
“Altın ve akça almış mı uğru?” diye sordu.
“Bir iki kağıt parçası, risale ve bir küpecik macun.”
Yüzbaşı’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Tekrar kükredi.
“Buları uğru çalmaz ki Hayyam Ata! Konukları tiz söylegil bana! Hikayetleri nedür? Kanden gelürler?”
Hayyam yan dönüp ‘fesupanallah’ çekti.
“Ne yapacaksın?”
“Değnek vuracağım. Yiğreği budur!”
“Hangi devirde yaşıyoruz yahu? Bu medenî devirde insanlığa sığar mı konuklara değnek vurmak. Hem benim konuklarım ilim sahibi insanlardır!”
“Ne olmuş bu çağa?” dedi yüzbaşı küstahça. “Her nesil kendini son nesil sanır, derdi bibim! Bizim dahi çağımız geçince, İskender misali tozumuzu savuracak zaman!”
Hayyam bilge sözler söyleyen yüzbaşıya baktı.
“Ona bakarsan ben de hep başkaları ölecek kendime bir şey olmayacak sanırım!” dedi.
Hayyam’ın sözü hafif kalmıştı. Pek de boş konuşmayan yüzbaşının sözleri; gökkuşağı gibi, aralarında asılı duruyordu. Hayyam’a yaşadığı çağ, en son, en ileri çağ gibi geliyordu gerçekten de. Gitmeyecekmiş gibi durduğu dünyaya ürpererek baktı. Bu anı kendince ölümsüz kılacak mısralar kulaklarında yankılandı: “Niceleri geldi neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenlerde hep senin gibiydiler!” Yüzbaşıya, aldığı ilhamın minnetiyle bakmak için döndü. Yüzbaşı, söylediği sözlerin büyüklüğünden habersiz, evin konuklarından olduğundan emin bulunduğu, meçhul uğruya verip veriştiriyordu.
“Değil mi ki uğruluk etmiş? Okusa ne çıkar? Vezir olsa fark eylemez! Zaten bu mollalar değil mi ki, yüz bulsalar İran’da, Turan’da şarabı bile yasak eylerler,” dedi.
Hayyam’ın tepesi attı. Yüzbaşıyı tersledi.
“Şarabın icat olduğu İran torpağında şarabı yasak eylemek kimin haddine düşer?” dedi. “Sen benimle eğleniyorsun yüzbaşı! Bize kavga ve fitne gerekmez! İsa’dan bin yıl, Muhammed’den beş yüz yıl sonra böyle bedeviyet, böyle yabanilik kimin haddine düşer?”
Orta boylu, ablak yüzlü, yiğit çehreli yüzbaşı Hayyam’a baktı. Hayyam, bu dik bakışlardan ürktü. “Konuklar” konusunu değiştirmek için yüzbaşıya hürmetlice yer gösterirken, yiğit çehreli bu yoksul subaya onun üslubunca, meşrebince hitap etmekte tez davrandı.
“Yüzbaşı izzet idelüm, yiyip içelüm,” dedi.
“Yalıngız Hayyam’ın konukları kimdir dime! Yiğit, medet eylegil! Satranç kuralım. Kuyudan kavun çıkartalım. Şeker, tarçın, limon ezelim. Hele bir otur soluklan!”
Hayyam, bir yandan da, evin baş köşesini gösteriyordu. Yüzbaşı durakladı. Eğer ısrar ederse Hayyam’a kötü bir haller olacaktı.
Sılahan, Hayyam’a kaş göz edip “Melikşah” diye fısıldadı.
Yüzbaşı’dan yılgın olan Hayyam, öfkesini Sılahan’a boşalttı.
“Her nabekar bizi Melikşah-ı Selçukî ile korkutur…” dedi. “Evdeşi olacak o at suratlı Terken Hatun, bırakır mı Melik’i böyle viranelere?”
Sılahan, evdeşi Melikşah’ı dişi sineklerden bile kıskanır, bu nedenle onunla ava gittiği bile olurdu. Bu durum İsfahan’ın kibar çevrelerinde eğlence konusuydu. Yüzbaşı sarsılıp durakladı. Kaşlarını çattı.
“Hayyam Ata! Bes!” dedi. “Sultanımızın biricik gözde hatununa söz söyletmezüz. Şahımızın hem evdeşidir, hemi de yoldaşıdır!”
“Biz de söyletmezüz yoldaştır beli! Ata biner, ok çeker, lakin aslan yavrusunun başını çevirtmez ya bir yana!”
Sonra soluklanıp gülümsedi.
“Gerçi duysa canımıza okur, o da ayrı!”
Böyle derken yüzbaşıya bakıyor, tepkisini ölçüyordu.
Yüzbaşı derin bir soluk aldı.
“Hayyam Ata latife edersin bilirim,” dedi.
“Yeryüzü Melikşah’tan sorulursa gökyüzü de senden sorulur. Sen de yıldızların beyisin! Ay ve güneş ne zaman tutulacak bilirsin. Dedem Korkut gibi ad verirsin cümle yıldızlara!”
Hayyam başını iki yana sallayıp mırıldandı. Sılahan’ın adet üzere kuruverdiği ikram sehpasından bal şerbeti sürahisini aldı. Cam kadehlere şerbet döküp sundu.
“Biz yıldızların izlerini süreriz o kadar.” dedi, hüzünle. Bir rübai söyledi.
“Yoksa, feleğe dön dersem muradımca döner mi? Çoban Yıldızı’na sön dersem söner mi? Madem ki döndüremiyoruz, söndüremiyoruz!… Daha parlak hale getiriyoruz biz de.”
Yüzbaşı, beş yüz yıllık bağ kütüklerinin bulunduğu Keşân Bağları’nın, iri nazlı güllerinin kokusu sinmiş bal şerbetini yudumladı.
“Ehil olanın katında zehir olsa içerim ben,” dedi.
Hayyam, konudan konuya tez geçmek için aceleyle satranç kurdu.
Satranç, ancak dengiyle oynanınca keyif verirdi. Turan’da ve İran’da Hayyam’ın dengi Nizam ya da Sabbah olabilirdi. Hayyam, satranca ayrılacak zamanı ziyan kabul eder, satranç oynamak yerine satranç bulmacaları yapıverir, bunları hizmetini gören İsfahan sahaflarına bahşiş niyetine hediye eder, onları ziyadesiyle sevindirirdi. Satranç bulmacaları Semerkant, Kaşgar, İskenderiye, Gırnata gibi medeni şehirleri diyar diyar gezer, kendisini dört gözle bekleyen meraklılarına kavuşurdu.
Satranç sahnesinin iki yanında, yüksek tepelerden savaş alanını izleyen iki eski zaman hükümdarı gibiydiler. Atları, filleri, savaş meydanındaymış gibi deviriyorlardı. Yüzbaşı dişliydi, özel bir üslup geliştirmişti. Hayyam, onu güçlükle yenebildi, fakat takdir etmekten de kendini alamadı. Bu zorlanmasını hırsızdan dolayı kafasının karışık olmasına yordu.
Yenilmeye doymayan yüzbaşının üçüncü oyunun yarısında umutları tükenmeye başladı.
“Hayyam Ata! Beri bak!” dedi.
“Satrançta ustasın. Ama bil ki, ben de er meydanında ustayım. Sen beni çevgan oynarken gör. Atın üzerinden değneği topa vururken bir bak!” diye caka sattı.
Hayyam yüzünü ekşitti.
“Çevgan, top, av, silah, at! Ne boş işler bunlar! Biraz hesap, hendese bilmeli insan bu devirde.”
“Herkes hendese bilirse, binlerce mühendis çizdikleriyle nasıl geçim yapar Hayyam Ata?”
“Sen de haklısın!” dedi Hayyam. “Fakat evinin avlusuna bir fıskiyeli havuz yapacak kadar da hendese ve hesap bilmeli insan! Gökteki yıldızlardan birkaç yüzünün adını ve konumlarını bilecek kadar da astronomi öğrenmeli. Koskoca devlet büyüklerinin ava gitmesi bana tuhaf geliyor!”
Yüzbaşı yutkundu.
“Ava gitmesek atlarımız semirir, çeriler göbek bağlar. Ava gideriz çünkü yiğidin hası avda seçilir. Hem yoksul ahali av etini sever ve yolumuzu gözler.”
Hayyam dahi av etini, kuş etini, hatta Kuzgun Denizi’nin, Samur Nehri açıklarından gelen ak balık etini bile pek severdi. Nizam başta olmak üzere vezirler, nazırlar, danişmend unvanlı genç yardımcılardan Melikşah’ın ünlü sürek avlarına katılanlar, avdan hediyeler getirirlerdi. Hayyam, değişik besinlerle daha zinde ve daha üretken hissederdi kendini.
Yüzbaşıya av konusunda haksızlık ettiğini düşündü.
“Hadi av neyse!” dedi. “Koskoca şahlar, sultanlar elinde değnekle ata binip topun peşinde seyirtiyor! Olacak iş mi bu? Onbaşılara, yüzbaşılara sözüm yok iki gözüm!”
“Şahlar da sırım gibi gerektir askerin önünde. Romen Diyojen gibi at arabasına binse o şah, askerin katında maskara olur Hayyam Ata!”
“Bakarım da sultana toz kondurmuyorsun. Melikşah bunları duysa binbaşı oldun demektir.”
Yüzbaşı eğildi. Gözlerini belerterek ihtiyatla sordu.
“Bu Melikşah’la Terken Hatun, karganın kocamışını bilirler, kişinin gönlündekini anlarlar, derler. Sen korkmaz mısın?”
Neşeli bir kahkaha patlattı Hayyam.
“Değirmende doğan sıçan gök gürültüsünden korkar mı?” dedi.
Kaykılıp, kasıldı. “Hangi devirde yaşıyoruz! Bedeviyet çağları gerilerde kaldı çok şükür! Onlar dünkü çocuk! Aklımın zekatını versem onlara akıl olur, bilgin olurlar”
“İki yüz kırk veziri binden artuk danışmanı vardır. Biri bilmezse biri bilir?”
“O da doğru! Bana da danışırlar!” dedi Hayyam. Gözlerinde zeka şerrareleri parıldadı.
“Lakin ‘Dolma akıl, akıl olmaz!’ diye de bir söz var,” demekten kendini alamadı.
“Ben Melik’in babası merhum Alparslan’ı da yakından tanıdım. O nedenle bunlar biraz hafif geliyor,” diye sözlerini tamamladı. Sohbet ilerliyordu. Konuklar bahsi geçildiği için Hayyam rahatlamıştı.
“Bir daha cihana gelsek de ot olarak gelsek.” diye göğüs geçirdi Hayyam. Yüzbaşı anlamadı. Bomboş nazarlarla baktı. Fakat halindeki huşu içinde dinleme edebi Hayyam’ı dile getirdi. “Eskiden yalnızca ölümden korkardım,” dedi. “Bahçeleri kuşları bir daha göremeyeceğimden. Sonra takvim bitmeden ölürüm diye korkar oldum. Şimdi de okuduğum kitaplar ziyan olacak diye korkarım. Postu pahalıya satmak diyebiliriz buna. Bir gün fazla yaşamak, feleğin oyunlarını bozmak.”
Yüzbaşı derin bir iç çekti.
“Ben de çok haksızlığa uğradım. Garip beylerden olmasam şimdi tümen başı olurdum! Bizim elimiz, arkamız; emmimiz, dayımız azdır.”
Hayyam kahkaha attı.
“Vay! Beyimizin hakkı yenmiş demek! Ben de yalnız kalem sahiplerini bunlu sanırdım. Selçukiler kabadır, lakin incelik yapmışlar seni göndermekle. Âlimler kadar arifler de makbuldur nazarımda.”
“Çoğunu tanırım ilim ehlinin! Böyle olunca da hisse kaptık biraz.”
“Kimi mesela?”
“Cüveyni, Ahmed el-Batır, Gazalî!”
“Gazali dengesini bulamadı daha. Akılcı mı sezgici mi ne olacak bilemem. Beyhaki ve Batır üstadları ben de severim. Akla hürmet ederler. Mutezile düşmanlığı yapmazlar. Zannımca da dünyayı dosdoğru görmekte akıl, yegane kılavuzdur. Düşünce hamuru da kağıt hamuru gibi çok kişiyle çok taraftan yoğrulunca kıvamına gelir.”
Yüzbaşı “Fitne ve kavga var pek çok âlimler arasında! Sizin gibiler müstesna!” dedi.
Bu söz Hayyam’ın hoşuna gitti. “Sınırlı bilgiyle gururlanmak da, kısa yoldan tasavvufa sapıvermek de eringenlik, tembellik gelir bana! Bu dünya dosdoğru görülürse dünyadır. Sarhoş ya da sezgi ehli dünyayı dosdoğru göremez. Göremeyen düzeltemez!”
“Dünya işleyişi nice olmalıdır ki, her şey mükemmele doğru gitsin Hayyam Ata?”
“İnsanın bir yere mensubiyetiyle, birinin oğlu olmakla değil de; kendi özüyle, eseriyle değer kazandığı bir dünya! Kula kulluk etmenin hüner sayılmadığı bir dünya!”
Yüzbaşı heyecanlandı.
“Öyleyse devleti böyle işletmek için vezaret isteyin şahımızdan.”
“Siyasetten nefret ederim. Hesap, heyet gibi ilimler yetiyor bana! Hem ilim adına halktan vefa ummak toyluktur genç dostum. Halkı bir korkuturlar cehennemde yanarsınız diye, kafamıza taş yağdırırlar.”
“Nizamülmülk’ün medreselerine ne diyorsun?”
“Şimdilik iyi gidiyor. Lakin insanlara gerçek değerleri verilmeyip iltimas yolu açılırsa medreselerden de ziyankârlık doğabilir, vakıf lokmasından da gönül karanlığı kazanılabilir.”
“Hayyam Ata, senin için de çılgındır, kabına sığamaz derler…”
“Gençliğimde neşeliydim biraz. Artık öyle hesaplarla boğuşuyorum ki kendimden geçmeye vaktim yok. Aksine herkesten fazla uyanık ve ayık olmanın yolunu ararım.”
“Binlerce âlimi var Selçuki’nin. Her birinde bir tafra var. Senden sakini, akıllısı yok Hayyam Ata!”
“Doğru dersin lakin bugün ne akıl alan var ne de akla rağbet eden!”
Bir süre daha hoş sohbet ettiler. Sabaha karşı dışarıda at kişnemeleri duyuldu. Yüzbaşı aniden izin alıp çıktı.
Hayyam ile Sılahan yalnız kaldılar.
“Edepli bir yiğit! ” dedi Hayyam. “Başını kaldırıp sana bir kez bakmadı!”
Sılahan “Melikşah’ın aynısıydı. Eğer ikiz kardeşi değilse!” dedi çekinerek.
“Varsın olsun!” dedi Ömer Hayyam.
“Hırsızı da aramayı unuttuk bu arada.”
“Olan oldu!” dedi Hayyam “Kimin ne işine yarar görürüz ömrümüz varsa! Bazı şeyler aramakla bulunmaz!” dedi.
Son günlerde yaşadığı olaylar gözünün önünden geçti.
İki hafta önce kudretli Başvezir Nizamülmülk’ün istihbarat amirliğinden kovduğu Sabbah gelecekti. Memuriyetten açığa alınan Sabbah, sıkıntılı günler yaşıyordu. Boşluktaydı. O çaptaki bir dehaya zerzevat ticareti, müderrislik hafif gelirdi. Aslında kaçacak delik arıyordu lakin, belki sohbet ederken kendime bir yol çizerim, diye düşünüp Hayyam’ın davetini kabul etmişti.
Hayyam’ın rasathane yakınındaki köşküne güngörmüş, ünlü sazendeler, körpe rakkaseler, ressamlar, cariyeler ve köleler doluşmuşlar, arka bahçede bir cennet sahnesi hazırlıyorlardı.
Bütün bu hazırlıklar cerbezeli kişiliği, keskin zekâsı ve iddiacı tutumuyla tanınmaya başlayan Hasan Sabbah içindi.
II
Düşünce göğünün ilk köşkü sevgidir, sevgi!
Gençlik destanının ilk yaprağı sevgidir sevgi!
Ey sevginin sırrından yoksun çabalayanlar
Bilin ki tüm varlığın ilk kaynağıdır sevgi!
Sabbah’ı beklerken Nizamülmülk çıkageldi. Devlet işlerinden bunaldığında soluklanmak için arada bir yaptığı gibi sıradan bir tahtırevanla Hayyam’a uğramış ya da uğramış gibi davranıyordu.
“Hayyam bağışla beni pek daraldım!” dedi, kapıdan girerken.
Hayyam “Viranemizi ruşen ettiniz! Buyrunuz!” diyerek heyecanla karşıladı.
“Rahatsız etmiyorum ya! Sende ne var böyle beni çeken bilmiyorum!”
“Dehaların da bir cazibesi vardır!” dedi Hayyam. “Dünyanın bir ucundan çekerler birbirini.”
Nizam, alt katta kaynayan imbikleri görünce kaşlarını çattı.
“Ne bu yağlı duman böyle Hayyam? Zehirlenir insan bu ağır kokudan yahu! Tilki mi kovalıyorsun? Nedir bu imbiklerde kaynayan?”
“Bu beyaz köpüklü yeşil mayi, acıları dindiren hayaller ilacıdır Nizamülmülk Hazretleri!”
“Haşhaş sakızı mıdır acep?”
“Kendir yaprağı tozu da var. Farklı bir karışım.”
“Razî gibi kimyacılığa mı başladın!”
“Razî’nin, Beyrunî’nin Hindistan kaynaklı maddelerden bahseden kitapçıklarını bilirim. Fakat bu hepsini aşmış bir terkip. Çeşitli madde ruhlarıyla inceltiyorum.
“İnce bir terkip ha!” dedi, Nizam. Derin bir iç çekti. “Bana da ver o ilaçtan öyle ise…”
Hayyam inanmaz nazarlarla baktı.
“Cihan hükümdarı olan Selçuklu Sultanı Melikşah’ın atabeyi koca Nizamülmülk’ü hayallerin ötesinde bir ikbal dairesinde bilirdik! Kuruda ve yaşda bütün limanlarda ve menzillerde gölgeniz var efendim.”
Nizam, Hayyam’ın kendisini aç gözlü biri gibi algılamasına alınmıştı.
“Şahsi değildir muradım!” dedi. “Dünyaya barış getirmektir. Endülüs’ten Mısır’a, Ceneviz’den Çin’e… Yoksa dört yüz yılda parlamış medeniyetimiz, bedeviyetin hücumlarıyla yerle bir olabilir! Medeniyet yayılmazsa, bedeviyet yayılır ve fanus gibi medeniyeti örter ve boğar. Medeniyet dediğin bir camdan köşktür ki güç kurulur, tez dağılır. Yere geçer bu şehirler, bu abideler!”
“Sizin muradınız hepimizin arzusudur!” dedi Hayyam. “Lakin bu ilaç ihtiraslarına gem vuramamış bedbahtlar için!”
Nizam’ın çipil gözlerinde sarı bir ışık parladı. Hayyam’ın ağzını aramak vakti geldi diye düşündü.
“Sabbah gidisine içir o zaman!”
“Aynen efendim! Hasan Sabbah tilkisine içireceğim!” Sabbah büyük bir yaratılış. Ne çare ki Selçuklu’daki yüksek makamlar layıkıyla dolu. Farkında değil! Şu dünyada bütün alacağı bomboş bir nefes, farkında değil!”
Nizam, derin bir nefes aldı. Demek aldığı istihbarat doğruydu. Sabbah’ın ziyaretini gizlemediğine göre Hay-yam, Sabbah’ın safında değildi. Ayartılamamıştı. Hâlâ kendi yanındaydı. Derisini yüzdürmek için kendini zor tuttuğu Sabbah’tan safça söz açan Hayyam’a gülümsedi.
“Şarap içmez, şerbeti nadiren içer, çokça su içer!” dedi.
“Fark eylemez!” dedi Hayyam. Yeşil sıvıyı gül suyu şişelerine boşaltırken.
“Mangal ateşinde, tütsülerde, mumlarda, şuruplarda hep aynı mai olacak!”
“Âlâ, âlâ!” dedi Nizam. Bu ifadede ziyaretin bu gece olacağını öğrenmenin keyfi vardı. Açıkça sormak, aşikâr etmek yakışmazdı. Hayyam, hiç gizlemeden belli ediyordu zaten. Yapılacak tek şey, Sabbah’ın adı geçtikçe artan öfkesine gem vurup, duygularını gizlemekti.
“Balık suda ama gözü dışarıda!” diye söylendi. “Geldiğinde katip olmaya razıydı. Vezir yapsan başvezir, şah yapsan peygamber olmak ister. Sınır yok yahu!”
“İhtiras, en büyük acıdır efendim. Gemi azıya almış bir kaplanın sırtında olmaktır. Benim ilacım, işte bu acıyı dindiriyor!”
“Seni de ayartır o! Uzak dur Hasan Sabbah gidisinden!”
Hayyam’ın ateşli mizacı; kalender, rindane halinin bütün perdelerini yırtarak görünür oldu. Kendi meşrebince kükredi.
“Sabbah’dan uzak dur! Zemahşeri’den uzak dur! Bunlar yaşadığımız medeni devre uygun değil ey dünyanın gördüğü en büyük vezir! Büyüklerimiz bağışlayıcı olmasaydı memlekette mevlana kalmazdı. Dehalar, allameler, bilgeler çılgın olur.”
“Doğru söze ne denir?” dedi Nizam. Hayyam’ın bu keskin cevabı hoşuna gitmişti. Sabbah’ın bir çılgın olduğunu, suçu olsa bile tahammül göstermek zorunda olduğunu haykırıyordu. Akıl ve zekâdan yana olduğu için Sabbah’la merhabası olduğu anlaşılıyordu.
Sabbah’ı öldürtmediğine pişman bir halde sıkıntılı günler geçiren Nizam’ı rahatlatan işte bu andı. Belki de Sabbah’ın kellesini kurtaran, bütün çılgınları savunan işte bu sözlerdi. Nizam, zihnini kemirip duran, Sabbah’ı öldürtmek fikrinin bu sözlerle bir anda buhar olduğunu hissetti. Zorlu bir azaptan kurtulmuş gibi, çok derin bir nefes aldı. Yüreğindeki kin, tortulu bir şefkate dönüşmüştü. Hayyam’a minnetle baktı. Artık sakin görünmüyor, gerçekten sakin konuşuyordu.
“Rahmetli hocam Nişaburî” dedi. Nizam “Söz alırdı talebelerinden. ‘Hanginizin hâli vakti yerindeyse yek diğerine destek olacaksınız.’ diye. Nitekim yardımlaştık da arkadaşlarla. Lakin bu Hasan Sabbah ‘Medresede sözleştik.’ demiş. “Be hey gafil! Akranım mısın sen benim?”
Nizam, yerden göğe kadar haklıydı. Aynı rahlede eğitim görmüşlerdi fakat yirmi yıl arayla. Yine de farklı nesillerden talebeler, bir araya geldiklerinde, hocaları Nişaburî’nin huylarından, üslubundan söz açarlar, danışmanlarını, yardımcılarını yad ederlerdi. Nizam, içinde yeniden birikmeye başlayan öfkede boğulmamak için doğrulup ayağa kalktı.
“Senin gibi iyi huylu ve kalender görünüyordu geldiğinde, kedi gibiydi. Böyle olacağını bilsem Hasan’ı kapıma yaklaştırmazdım.”
“Biraz ihtiras olacak. Devletin başına getirdiğiniz kişiler benim gibi hırstan azade olursa o da olmaz!”
“Doğrusun! Lakin kesemizden okuttuğumuz, makam verdiğimiz insanlar kaplan gibi ürkütücü bir hırsa bürünüyorlar. Hasan’a el uzattım, kolumu hatta boynumu koparmak istedi. Sen de ne yakın ne de uzak duruyorsun benden!”
Hayyam’dan “Ben size daha yakınım.” cevabını almak istiyordu. Hayyam beklediği cevabı başka kelimelerle verdi.
“Benim için her yer Şiraz bahçeleri, her yapı Keşân köşkleridir.” dedi. Kesenin en şişkinini Melikşah yollar. Hizmetimi ak sakallı İsfahan Sübaşısı görür. Cihanın yüce veziri gönderir hediyelerin en âlâsını. Söyleyin bana ey vezirlerin şahı! Şu hakir Hayyam bendenizin sürdüğü saltanatı, acaba halife Harun Reşit sürdü mü?”
Sarayda hep ciddi olan Nizamülmülk kahkahalarla güldü. Hayyam gibi bir allameden, bir mevlanadan, bir cihan bilgininden ‘cihanın yüce veziri” iltifatını almak ne hoş, ne keyifliydi!…
Vezarete gelen hediyelerden hazineye uygun olmayanları, özellikle nadide yiyecek ve içecekleri dağıtırken Hayyam’ı birinci sıraya koyacaktı artık.
“Lafı mı olur canım!” dedi.
“Sabbah’ı da dünya nimetlerine boğardım, ama o kimsenin iktidarını beğenmiyor.”
“Hayallerini değiştireceğim onun. Tartışmacı, huysuz kişiliğini azıcık yontacağım.”
Hayyam’ın yürekli halinden umutlanır gibi olan Nizam’ın yüzünde alacalı bir gülümseyiş parladı.
“Gerçekten de hayallerini değiştirebilecek misin? Yoksa Hekim Razî gibi musiki marifetiyle mi tedavi edeceksin Sabbah’ı? Dumanı bile çarpıyor insanı. İşe yarayacak belki de!”
“İhtimal siyasi ihtirasından eser kalmayacak. Ölmeden önce ölecek, doğduktan sonra bir daha doğacak! Bu ilaçla ona öyle bir iş edeceğim ki!”
Nizam başını salladı.
“Bu formül tutarsa ileride ateşli mizaçlı olan herkes bu ilaçla avuçta tutulabilir.”
Yaklaşan nal sesleri ile birlikte bir at kişnemesi duyuldu. Nizam toparlandı.
“Bu gelen Hasan Sabbah gidisi olmasın!”
“Hayır!” dedi Hayyam “Bu gelen Tamgaç Han’ın süt kardeşi Selvihan Hatun’un kızı Sılahan! Benim nikahlımdır. Siz şöyle kafesin arkasına geçiniz!”
Nizam kafese benzeyen, çıtalardan yapılmış paravana girip tülü içerden hırsla çekti.
Kaftanı, çizmeleri, başındaki kürkle çevrili külahı, yüzünün yarısını kaplayan sakal bıyık hissi uyandıran gür perçemleriyle Sılahan içeri girdi. Kılığı gibi yürüyüşü de feci idi. Hayyam’ın bakışları yere indi. Attan inmiş süvarilere has sarsak adımlarla yürüyordu Sılahan. Arkadan hatta önden ve uzaktan bakınca erkek olmadığını söylemek için bin şahit gerekirdi. Nerede şehirli kadınları kayar gibi yürüten o zarif, minik adımlar? Sılahan, böyle inceliklerden nasipsiz gibi gelirken, Hayyam bahçeye fırladı. Sert el kol hareketleriyle Sılahan’a ve diğerlerine yapacağı işleri tembihledi. Nizam’ın yanına doğru gelirken ara yerde durdu. Sıla’yı seyretti.
Sılahan; ayva, nar, kayısı, Hindistan cevizi, portakal gibi meyveleri uygun ağaçlara kemik tutkalıyla yapıştırırken, badem ağaçlarına yöneldi.
Hayyam, yay gibi gerildiği yerden, belirsiz bir öfkeyle çıkışıp üstüne yürüdü.
“Badem ağaçlarına dokunma! Bademlere yeni güller aşıladım daha!”
Sılahan korkusuz, melodili bir yanıt verdi. Bir annenin, haylaz çocuğuna hitabına benziyordu olgunca sesi…
“Söylemedin ki a iki gözüm! Ben ne bileyim!”
“Nereden bileceksin? Yeryüzünde bunu kim bilir? İran sanatıdır.”
Güya cehaletini ve başka özelliklerini Sıla’nın yüzüne vurmuştu. Bak ben ne kadar ‘ali kıran, baş kesenim hanemde’, demeye getirerek konuğuna da yaranma gereği duymuştu. Bir yandan da girdiği bu tuhaf ruh haline şaşmakla kalmıyor, utanıyordu.
Sıla yanıt vermedi. Bir sehpanın üzerine çıkarak yanda, salkım söğüdün yanında duran nar ağacının uygun yerlerine meyveleri yapıştırmaya, ince dalları sarmaşıklarla örtmeye başladı.