Lugege ainult LitRes'is

Raamatut ei saa failina alla laadida, kuid seda saab lugeda meie rakenduses või veebis.

Loe raamatut: «Sessiz Göç»

Анонимный автор
Font:

SUNUŞ

İki cilt halinde yayımlanan bu kitap, Avrasya Yazarlar Birliği öncülüğünde; Büyük Türk âlimi Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun 1000. Yılı anısına düzenlenen “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”nda, kendi ülkelerinde birinci olan ve uluslararası jüri tarafından değerlendirilen onbir eserden oluşmaktadır. Türkçenin konuşulduğu ülke ve bölgelerde oluşturulan jüriler tarafından yüzlerce hikâye arasından seçilip gelen bu eserlerin; okuyucuları Türk coğrafyasının farklı iklimlerine götüreceğinden ve büyük bir beğeniyle okunacağından hiç kuşkum yok.

Bu yarışmada birinci olan eser: Türkiye’den Asuman Güzelce’nin “Sessiz Göç” adlı hikâyesi. Milletimizin binlerce yıldır yaşadığı “göç” olgusunun dramatik bir yansıması “Sessiz Göç.” “Göç” varsa, kuşkusuz ona eşlik eden bir hüzün de vardır: “Yola çıktıktan üç hafta sonra, gecenin bütün sessizlik ve karanlığıyla ortalığı kapladığı sırada, doğum sancılarım tuttu… Ne gökte bir yıldız, ne yerde bir kandil ışığı… Yalnız uzaktan uzağa uluyan kurtların sesi… Sabaha karşı Çinlilerin istediği olmuş; çocuğum ölü doğmuştu…” Bu hikâyeyi okurken Doğu Türkistan’da zulme uğrayan ve vatanını terk etmek zorunda kalan bir kadınla birlikte, zorlu tabiat şartlarına göğüs gererek Tanrı Dağları’nı aşıp Türkiye’ye sığınacaksınız…

İkinci olan eser: Uygur yazar Ablekim Zordum’un “Raişçan Koşulimenof” adlı hikâyesi. Ne ilginçtir ki, ikinci olan bu hikâye, “Sessiz Göç” adlı eserde Doğu Türkistan’ı terk edenlerin arkalarında bıraktıkları vatanın ve orada kalan insanların hikâyesi. Satır aralarında, Doğu Türkistan’daki Türk ayaklanmasının nasıl bastırıldığını ustaca anlatan Zordum, Çin komünist sisteminin bürokratik işleyişini, ironik biçimde yansıtıyor: “…Elbette bu kavunu ilk bakışta kabağa benzetebilirsiniz. Fakat onu kabak zannedenler yanıldığını anlayacak. Biz, araştırmalar yoluyla kavunun aslen kabak olduğunu kanıtladık. Artık kabak pişirilmeden yenilecek bir meyve durumuna geldi… Devletimizin bize yüklediği “ilerleme ödevini” yerine getirdik… Elbette bu denemeye vali bey çok büyük bir özen gösterdi. Onun doğru direktifleri olmasaydı, bu büyük başarılar elde edilmezdi…” Zordum’un bu hikâyesi, insanlara, “kabağı” “kavun” diye kabul ettiren komünizmin, gerçekleri nasıl bertaraf ettiğinin ipuçlarını veriyor aslında.

Üçüncü olan eser: Azerbaycanlı yazar Zakir Sadatlı’nın “Selam Baça” adlı hikâyesi. Bu hikâyede zulmün sahnesi Afganistan, Kandahar, Bedehşan, Herat… Zulmün aktörleri hiç değişmiyor… Hikâye, Afganistan işgalinde Sovyet ordusunda yer alan bir Azerbaycan Türkünün gözünden, Asker Mehmedaskeri’yi anlatıyor:

Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin, gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı bir genç, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme bakıp garip garip gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü; mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ taneleri…” Bir Azerbaycanlı Türk aslında Mehmedaskeri: Ya “göç” etmiş ya bir “göçe” yetişememiş… Vatanını, milletini, dilini kaybetmiş Herat çöllerinde… Mehmetaskeri’nin çarpıcı hikâyesi “Selam Baça.”

Mansiyona layık görülen eserlerden ilki, Kırgız yazar Elmira Acıkanova’nın “Aysanat” adlı hikâyesi. Aysanat, altı çocuklu, babasız bir ailenin en büyük kızı. Aysanat, istikbalini ararken istikbali kararan bir genç kızın boşluğa yuvarlanışı… Bir hayalin ardından gidip bir girdapta kaybolan kız: “Aysanat.”

Mansiyona layık görülen eserlerden ikincisi, Kırımlı yazar Seyran Süleyman’ın “Ana Kaygısı” adlı hikâyesi. Garip bir tesadüf belki de ama bu hikâye de bir “göç” hikâyesi. Kırım’dan zorunlu göçe tabi tutulan ve o hengâmede ailesini kaybeden bir genç kızın annesini bulma sahnesi insanın kanını donduruyor: “Açlıktan öleceğim diye korkmaya başladım. Şansım yaver gitti, komşumuz Hatice teyzeye rastladım. Hatice teyze bana, babam ile ağabeyimin savaşta öldüklerini, kız kardeşimin Ural’a götürüldüğünü, anamın ise Fergana’da, Lenin Kolhozunda çalıştığını söyledi…” Lenin Kolhozuna giderek annesini bulan ve yıllar sonra Kırım’a gelip yaşamına bir huzurevinde devam eden kadının paramparça olan hayatı: “Ana Kaygısı.”

Mansiyona layık görülen eserlerden üçüncüsü, Kerküklü yazar Kemal Bayatlı’nın “İstanbul’da Bir Kerküklü” adlı hikâyesi. Kendisini Türkiye’nin bir parçası olarak gören ve “adına sınır denilen kalın çizgilerin” ardında kalan Kerkük Türklerinin Türkiye özlemi: “Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. Bu yıldızlar acaba İstanbul’ un hangi evinin üzerinde diye düşünürdük.” Yıllar sonra Türkiye’ye gelen bir Kerküklünün derin hayal kırıklıkları bu hikâye: “En beteri de; patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim dememe rağmen, onun bana sürekli “İranlı” diye seslenmesiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm” dediğimde, onlar da hep “Kelkitli” anlarlardı…

Kazakistan birincisi olan, “Kitapların Ölümü,” Özbekistan birincisi olan “Kultay”, Türkmenistan birincisi olan “Doğmamışların Portresi,” Başkurdistan Muhtar Cumhuriyeti birincisi olan “Gün Ortasındaki Rüya” ve İran-Türkmen Sahra Bölgesi birincisi olan “Katarda Ner Olursa” adlı hikâyeler en az dereceye giren hikâyeler kadar güzel. Öyle ümit ediyorum ki, bu hikâyeler de okuyucunun gönlünde birinci olacak, mansiyon alacaktır…

İmdat AVŞAR

AZERBAYCAN
SELAM BAÇA
Zakir Sadatlı

‘‘Selam, baça!1..’’

Bu sesi ilk duyduğumda, önce bir rüyada olduğumu sandım.

‘‘Selam, baça!..’’

Sonra bunun bir rüya olmadığını anladım. Bu ses, uzaklardan, ıssız çöllerin hülyaları içinden kopup gelen bir çığlık, bir feryattı. Biz hepimiz, ordumuz, askerimiz, ekmeğimiz, mataramız… O rüyalarda kaybolmuş, unutulmuşuz meğer. Biz buralarda değiliz; o çöllerde kalmışız…

‘‘Selam, baça!..’’

On yıl süren bu savaş biteli yıllar olmuştu. Kendisi orada yoktu ama yakınları, tanıdıkları, bu savaşın onuncu yıldönümünü kutluyorlardı. O savaş, bu kutlama merasimlerini görse, gülmekten ölürdü şüphesiz. Bu törene katılan misafirler, korkunun, heyecanın, ölümlerin, yok oluşların acı şerbetini, tatlı bir şarap gibi başlarına dikip içiyorlardı…

Herkes kahramanlığını, yiğitliğini, cesurluğunu anlatıyordu.

Herkes sadakatliydi.

Öyle şeyler vardır ki, siperde bile konuşulmazdı; ama onlar sahnede, televizyon kameraları karşısında anlatıyorlardı.

Herkes konuşuyordu…

Sonra sahnenin yarı karanlık köşesinde, askerî üniformalı yolun yarısına gelmiş bir adam, gitarını göğsüne yaslayarak Rusça bir şarkı söylemeye başladı:

‘‘Selam, baça!..’’

Sanki tanklar yürüdü o an. Çöldeki kızgın güneş sırtımı yaktı. Ağır bir kan kokusu doldu genzime. Bir sigara… Bir yudum su… Kulağımın dibinden ıslık çalarak geçen kurşunların kahkahası…

Kadim toprak… Kutsal toprak… Cennetten kovulup cehenneme dönmüş toprak… Burada her şey birbirine girmişti; her şey karma karışık…

Melek yüzlü insanlar… Şeytan yüzlü insanlar…

Ay kişi! Bütün bunların senin için bir farkı var mı? Burada hiç kimse kendi dilinde konuşmak istemiyor; ama herkes silahların konuştuğu dili ezbere biliyor. Burada en masum istekleri bile ölümün diline çevirmek istiyorlar…

‘‘Selam, baça!..’’

Yoksa bu bir mucize mi? Senin sesin on yıl sonra yeniden mi dirildi? Senin dilin başka bir milletin dudaklarında yeniden mi canlandı? Neden şimdi Afganistan’da savaşmış bu askerin ruhu, yorgun bir kelebek gibi, senin orduların aşamadığı o dağlarından aşıp, vadilerinden geçerek küçücük bir erkek çocuğunun, baçanın, her tarafı çatlamış ellerinin üstüne konmak istiyor? Neden?

“Selam, baça! Haydi, nasırlı ellerini ver bana. Ellerini yüreğimin üzerine koyayım. Ellerini ver, göğsüme bastırayım!”

Afganistan’da savaşmış bir asker sahnede çığlık atıyor:

“Ey yerle bir ettiğim ovalar! Ey harabeye benzeyen şehirler! Nasılsınız? Ey ölümün ağır yükünü küçücük omuzlarında taşıyamayan baça! Sen şimdi nasıl yaşıyorsun?”

Ne yazık ki, o uzak başkent televizyonunun, yarı karanlık sahnesinde yüreğini parçalayarak marşlar, şarkılar söyleyen, o askere sesimi ulaştıramıyorum. Eğer sahnedekilere sesim ulaşsaydı, onlara:

“Ölüm adresine gönderdiğiniz sevgi mektuplarına, benden de bir selam yazın,” derdim. Deyin ki:

“Selam, Ferah!..”

“Selam, Şindand!..”

“Selam, Kandahar!..”

“Selam, Herat!..”

“Selam, Asker Mehmedaskeri!..”

Ne zaman Afganistan ismini duysam, gözlerimin önüne Herat gelir. Sonra o kadim ve gizemli şehrin gözümle çektiğim ve belleğimde kalan donuk resimleri arasından, telaşlı genç bir oğlan, mezardan kalkar gibi boy verip karşıma dikilir. Bir müddet yüzüme garip garip bakıp gülümser. Nurlu çehresinde, baktıkça ağlanacak bir ölüm hüznü, mahzun bakışlarında, düşmemek için yonca yaprağına tutunan çiğ tanesi…

Adı: Asker.

Soyadı: Mehmedaskeri.

Ben, Afganistan savaşında soydaşımız Asker ile Herat’ta karşılaşmıştım. O gün bu gündür de nerde bir garip soydaşımızla karşılaşsam, Asker Mehmedaskeri de gelip o garibin yanı başına dikilir…

Lanet şeytana!..

Onunla tanıştığımızda mevsim bahardı. Fakat şimdi bu soğuk kış günlerinde, buz tutan dallarda büzüşüp cıvıldaşan serçelere bakınca da onun ruhunu görüyorum. Sanki onun ruhu uçup gelmiş bu taraflara…

1980 yılının ilkbaharıydı. Afganistan silahlı kuvvetleri Herat’ta bir askeri operasyon gerçekleştirecekti… Beşinci taburun bölüklerinden oluşan çok sayıda asker, hava kuvvetlerine bağlı jetler, topçu bataryaları, tank birlikleri ve bizim istihbarat taburunun “Müslüman” ve “Sakallılar” diye adlandırılan birlikleri de operasyona katılacaktı. Aslına bakılırsa zayıf ve başıbozuk Afgan ordusunun, kendisinden kat kat güçlü, iyi silahlanmış, tecrübeli ve çevik mücahit gruplarını yenerek zafere ulaşması mümkün değildi. Bu düşünce, savaş şakasından başka bir şey değildi. Tabii ki, ağırlık Sovyet ordularının üzerindeydi.

O gün “Halk Ordusu” diye tabir edilen Afgan gönüllüleri de bize katılmıştı.

Operasyonların ne zaman başlayacağını hiç kimse bilmiyordu.

O gün, askerler Herat şehrinin güney kısmında bulunan çölde toplanıyorlardı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Sivil üniformalı Afgan gönüllüleri, bizim askerî teçhizatlarımıza büyük bir merakla bakıyor; subay ve askerlere özel bir yakınlık gösteriyorlardı. Bu içten davranışların doğal bir sonucu olarak da bizim Sovyet askerleriyle Afgan gönüllüleri arasında alışverişler başladı.

Onlar bize tırnak makası, sakız, kuru üzüm, tesbih armağan ediyor; karşılığında da bizden kazak, tabak, kaşık, ayakkabı, şapka gibi hediyeler alıyorlardı.

Tercümanlar, Afgan gönüllülerden yakasını kurtaramıyorlardı. Her biri bir tercümanı kolundan tutup bir yerlere çekiştiriyordu. O hengâmede ağızdan çıkanı kulak duymuyordu. Farklı dillerde konuşan insanlar birbirlerini anlamak için can atıyorlardı. Tercüman kıtlığı vardı. Bu kargaşadaki insanların derdini, başkasına aktaracak tercüman bulmak zordu.

Dostum, Bakir Gamberov’la bir tankın gölgesine oturmuş, kendi dilimizde sohbet ederek bir şeyler atıştırıyor, şakalaşıyorduk…

Bakir’in alaylı sözlerinin, yaptığı esprilerin ardı arkası kesilmedi, sohbet hayli uzadı. O, âdeti olduğu üzere “Vağzalı” oyun havasını ıslıkla çalmaya başladı. Sonra da hatırladığı türküleri mırıldandı.

Etrafta hiç kimse birbirine aldırmıyordu. Sanki herkes kendi iç dünyasına çekilmişti. Sabahtan beri oraya buraya koşuşturup duran Afgan gönüllülerinin sesi de kesilmişti. Birden baktım ki, yanı başımızda duran Afganlardan bir tanesi yerinden fırlayıp tercümanımız Şerifov’a doğru koştu. Bakir’le beni göstererek ona bir şeyler anlattı. Otuz otuz beş yaşlarındaki bu gencin, deminden beri bizim etrafımızda dolandığını hatırladım. Az ileride oturmuş sessizce bizi dinliyordu.

Bu hengâmede, bu kargaşanın içerisinde oğlanın davranışlarının normal olduğunu zannetmiş ve önemsememiştik. O, tercümanın kolundan tutup yavaş yavaş bizim yanımıza getiriyordu. Bakir’le ben şaşkınlıkla birbirimize baktık: Acaba ne olmuştu?

Afganlı ile göz göze geldik.

Afganlı, Şerifov’a Peştunca bir şeyler söyleyip sustu. Şerifov öksürüp boğazını temizledikten sonra “Peki, peki,” diyerek başını salladı, tasdikledi ve güldü. Ardından bize Rusça sordu:

“Onun ne söylediğini anladınız mı?”

“Elbette anlamadık,” dedim.

“Deminden beri sizi dinliyormuş. “Ben de Azeriyim,” diyor. Fakat Azerbaycan dilini bilemediği için size hiçbir şey soramamış. Sizinle daha yakından tanışmak istediğini söylüyor.”

“Peki, o bizim Azerbaycanlı olduğumuzu nerden anlamış?”

Şerifov, söylediklerimizi ona tercüme etti. O, tercüman aracılığı ile hiç beklenmedik bir cevap verdi bize:

“Öyle tatlı konuşuyorlardı ki… Kalbim yerinden oynadı. Hayatım boyunca sadece bir kez duydum bu dili… O zaman küçük bir çocuktum…”

Biz şaşkınlıkla birbirimize baktık. Onun yüzünde, savaşın yakıp soldurduğu renkler içinde bir çocuk saflığı boy veriyordu. Anlayamıyorduk. Bu ilkbaharda, bu Herat çöllerine, bu savaşın ortasına nerden düşmüştü bu çocuk…

“Sadece babam konuşmuştu bu dilde… Ölümünden bir gün önce… Vasiyet etti, hepimizle helalleşti. Sonra da dedi ki: “Atımı getirin!” Getirdik. O, atının boynuna sarılarak ağladı. Hepimiz donup kalmıştık. Babam atıyla, bizim hiçbir zaman duymadığımız bir dilde konuşuyordu… O zaman ben, babamın ölümlü bir yere değil de, o an konuştuğu dilin konuşulduğu yere doğru bir sefere çıktığını zannetmiştim.”

Ben yavaş yavaş kendimi kaybediyordum. Burada, bu ucu bucağı görünmeyen bomboz Herat çölünde, tankın gölgesinde Bakir’e baktım ve onun yüzünde kendimi gördüm. Her gün şakalaştığımız, konuşup gülüştüğümüz bu dilde meğerse bizi koruyan kollayan bir şeyler varmış. O dil burada değil, çok uzaklardaydı… Buralarda o dilden geriye kalansa, atına sarılarak onunla hellaleşen bir ihtiyarın garip duasıydı…

“Babam son nefesini veriyordu. Bense çocukça hevesimi bir türlü yenemiyordum. Babamın, uzun ömrü boyunca gizlediği sihirli bir sandığı olduğunu; o sandığı kaybedeceğimizi düşünüyordum. Hiç olmazsa babama o sandıkta neler sakladığını sorup öğrenmek istiyordum. O, ise ağır ağır nefes alarak birkaç söz fısıldadı: ‘Tebriz… Bakü… Guba… Gence… Erdebil…’ ”

Tercümanımız Tacik Şerifov, bize yardım ediyordu. Allah da onun yardımcısı olsun. Doğrudur. Onun asıl görevi bize savaşın dilini aktarmaktı. Fakat o, bu vadilerin, çöllerin, dağların içinde yatan bambaşka bir hikmetle tercümanlık yapıyordu.

Asker Mehmedaskeri, hayretler içinde bize bakıyordu. Bulduğunu kaybetmekten korkan bir çocuk gibi telaş ve heyecanla durmadan bize sarılıyor, bizi koynunda bir yerlerde saklamak istiyordu sanki…

Ansızın gök gürlemesini andıran bir ses çıkararak ağlamaya başladı. Kollarını genişçe açarak bana ve Bakir’e sarıldı.

Bu manzarayı anlamak için tercümana da, tercümeye de gerek yoktu…

Ben orada, bu manzaranın içindeyken anladım ki, bu savaşın bizimle hiç bir alakası yoktu. Burada yalnız feleğin bir oyunu vardı. Ama biz niye bu oyunun içine düşmüştük?

Kendi kendime diyorum ki, hiçbir soru sorma. Belki bütün bu başımıza gelenler, bu savaş, beni nişangâha götüren, benim kurşunlarıma hedef olan insanlar, bu garip He-rat çölü… Kaderin bir bahanesidir. Peki, amaç neydi?!..

Belki de kırılmış, parçalanmış bu diyarda, sahipsiz ruhlar gibi başıboş dolaşan garip bir soydaşımızın duasına sahip çıkmak?

Belki de geçmişle gelecek arasındaki zaman adlı ilahî şifre, rakamlarda değil, yaşanan olaylarda gizliydi…

Ansızın, bundan beş ay evvel, bir seher vakti Herat’ı ilk gördüğümde dilimin tutulduğunu, büyülendiğimi hatırladım. Fakat bu topraklarda ne zaman doğduğumu ve ne zaman öldüğümü bir türlü hatırlayamadım…

Onunla beraber fotoğraf çektirdik, yemek yedik. Asker, o gün hep bizimle kaldı, arkadaşlarının yanına bile gitmedi, onlara bakmadı bile…

İkindi vakti, biz ona: “Dön, evine git,” diye ısrar ettik. O, önce kabul etmedi, sonra:

“Bir şartla giderim,” dedi. “Siz de gelirseniz… Hiç olmazsa bir gecelik misafirim olun.”

Biz asker olduğumuzu, kendi başımıza hareket edemeyeceğimizi, emre tâbi olduğumuzu anlattık ona…

Asker Mehmedaskeri’ye gitmesi için hayli ısrar ettik, daha yol yakınken evine dönmesi için hayli yalvardık.

“Tamam, gidiyorum; ama yarın sabah buradayım ve size yemek getireceğim,” dedi.

Vedalaşıp ayrıldık…

Biz sabaha kadar orada kalamadık. Gece yarısı bizi uykudan uyandırdılar. Bedahşan dağlarına doğru gittik…

Asker Memmedaskeri, kim bilir kaç yıldır, heybesinde Bakir ve bana getirdiği yemek, dilinde “Kardeşlerim!” çığlığı ile divane ruhlar gibi Herat çöllerinde dolaşıyordur.

Asker’in saçı sakalı da ağarmıştır mutlaka…

BAŞKIRTİSTAN
GÜN ORTASINDAKİ RÜYA
Gülsire Gizzetulina
Aktaran: Ahat Salihov

Doğal olun: Hep çiçek açarsınız.

Çcuan-Tszı

Çıplak ayakları ile ahşap zemine basınca bir rahatlık hissetti. Birden çocukluğunu, kaygısız ve rahat geçen üniversite yıllarını ve annesinin evini hatırladı. Rüzgâr, hüzünlü bir özlem dalgası gibi yüzüne çarpıp geçti.

Sıcak bir duş aldı, sonra bir parça ekmeğe biraz bal sürüp yedi ve yatağa uzandı. Az sonra içi geçti, bebekler gibi mışıl mışıl uyudu. Sabahleyin geç kalktığı için biraz mahcup oldu, telaşlandı; ancak zemini yemyeşil çimenlerle örtülü avluda, imece hazırlıklarının devam ettiğini görünce sakinleşti. Makineler köylülerin işini çok kolaylaştırmıştı, köylüler artık eskisi gibi fazla yorulmuyorlardı. Dünürü az ileride, avlunun ortasında, tüm maharetini göstererek ot biçme zamanı için ayırdığı koyunu kesiyordu. İmeceye davet edilen komşu kadınlar, işkembeyi temizlemek için hazırlanıyorlardı. O kadınlardan, şehirdeki gibi beyaz pantolon giymiş biri, merdivenlerde dikilen Safuan’а baktı. Kadın, kendisinden daha büyük olan yengesinin omzuna dokunarak yerdeki işkembe leğenini alalım diye işaret etti. İşkembe leğenini almak için eğildiğinde, elbisesinin açık yerinden göğüsleri göründü. Safuan ile ilgilendiğini saklayamayan bu genç kadın, kapıdan çıkarken dönüp bir kez daha baktı.

Köylüler için Safuan’ın yaşamı mucizeden de öte bir şeydi.

Dün, biri diğerlerine anlatıyordu:

“Onun bir şoförü var, pazar günü gelip onu alacakmış. Çok rahat bir yaşantısı var. Arabayla getiriyorlar, arabayla götürüyorlar. Öyle güzel bir arabası var ki, o arabaya binmeye gerek yok, seyretmek yeter.”

Safuan’ın dünürünün hanımı, bunları, gülümseyerek ve memnuniyetle dinlemişti. Çünkü o, bu arabaya binmişti. Büyük oğlu Sibirya’dan arabasıyla getirmişti onu.

Yıllardan beri dünyanın yükünü tek başına omuzlayan, bir zamanlar ağabey, sonra baba, şimdi ise büyükbaba olan Safuan, bir günlüğüne de olsa kendisinin aziz bir misafir olarak ağırlanmasından çok memnundu. Dünürünün karısı, avludaki yazlık evden koşarak çıkıp kendisini büyük bir saygı ile kahvaltıya davet edince, yeniden annesini hatırladı.

Etrafa, taze kaymak ve az önce kesilen koyunun ciğerinden yapılan kavurmanın nefis kokusu yayıldı.

Safuan, dün aniden yolunu değiştirerek bu köye uğradığına bir kez daha sevindi. O, bu iyi aileyi çoktan beri tanıyordu. Safuan, eşi ve çocukları ile de gelmişti buraya, tek başına da… Bu aileyi de defalarca kendi evinde ağırlamıştı. Ev sahipleri, işlerin en yoğun zamanı, ot biçme zamanı olmasına rağmen onu en iyi şekilde ağırlamak istiyorlardı. Ev sahipleri, ona gösterdikleri hürmetin on katını Safuan’ın da kendilerine göstereceğinden emindiler. Ancak Safuan, bu saygı ve hürmetin, kendisinin önemli bir görevde olduğu için ya da bu aileye yaptığı ve yapacağı yardımlar karşılığında olmadığını da çok iyi biliyordu… Bu aile, Safuan’ı bir insan olarak seviyor; samimi, yakın kabul ediyordu ki, bu da Safuan için çok önemliydi.

Evet, dün yaban kazları gibi arka arkaya dizilip Başkırdistan yollarından süzüle süzüle hızla geçen pahalı arabalar arasındaki bir araba, Safuan’ın Toyota’sı, Höyöndök Köyü’ne ayrılan toprak yola sapmıştı. Safuan bu yola aniden sapmıştı, çünkü yola devam edecek takati kalmamıştı. Bu uzun yolculuktan iyice bıkmış, canı burnuna gelmişti. Sıkılmış, boğulmuştu… Safuan, son zamanlarda sık sık böyle oluyor, endişeleniyor, bunalıyordu. Bu, onun artık tüm insanlarla çok haşır neşir olmasından kaynaklanıyordu belki. Safuan, sadece insanlardan değil, hayattan da doymuş gibiydi…

Birçok insana göre her şey güzeldi, onların işleri iyi gidiyordu, hiçbir sıkıntıları yoktu belki; ancak o, hayattan hiç de memnun değildi. Bu düşünce, bulaşıcı bir hastalık gibi sarmıştı bedenini ve hayatın bütün güzelliği de kaybolmuştu. Belki de bu dünyada, onun ilgisini çekecek hiçbir şey yoktu. Her şeyi öğrenmişti o, her şeyi biliyordu. Herhangi bir olay başladığında, o olayın nasıl sona ereceğini; insanlar konuşmak için ağzını açtığında ise onların neler söyleyeceğini, hatta gizli niyetlerini de biliyordu. Safuan son zamanlarda, zihnindeki, “Bu hayatın anlamı nedir?” sorusuyla dolaşıyordu… “Neden?”, “Niçin?” gibi sorular boşu boşuna ortaya çıkmazdı, hayat insanın istediği gibi akıp giderken, zihninde böyle sorular olmazdı elbette…

Önceleri, “Yaşlanıyorum; ihtiyarlık kendini hissettiriyor artık” diye düşünmüştü. Bu düşüncesinden kurtulmak için önceleri bir sevginin arkasına gizlenmek; yeni bir sevgili bulmak istemişti. Yeni bir sevgili bulmak çare miydi? Daha önce aşk yaşamamış mıydı? Aşk başlangıçta büyülüydü tabii… Fakat bir zaman sonra, bala konmuş yaban arısı gibi oluyordu insan, kanatlarını güçlükle taşımaya başlıyor ve bundan kurtulmanın yolunu da bulamıyordu… Kadınlar ona kene gibi yapışırdı üstelik; ama o hiç ilgilenmezdi.

Hayatta onun ilgisini çekecek, hayatı anlamlı kılacak başka şeyler var mıydı? Eskiden yüksek makamlara ulaşmak isterdi. Yüksek mevkilerde çalıştı, hatta milletvekili de oldu…

Aslında, her şey yolundaydı. Onun hiçbir şikâyeti yoktu, şikâyet edecek bir şeyi de… “Hayata karşı ilgim azaldı, zevk almıyorum,” diye başkalarına nasıl anlatacaktı? Hayatının sonuna kadar var gücüyle çalışıp çabalayan ama buna rağmen zar zor geçinen birçok yaşlı: “Ne oldu kardeşim, buldun da bunaldın mı?” demezler miydi?

“Bu güzel yaz gününde bu düşüncelerle kafa yormamak gerek, bu düşünceler insanı yoruyor, bunaltıyor,” diye düşündü. Rüzgâr hafifçe esiyordu. Safuan, bu düşüncelerinden sıyrılmayı denedi. İmece hazırlıklarını izledi bir müddet. Kadınlar, telaşla at arabalarına yiyecekleri taşıyordu, sanki ot biçmek için değil, bir düğün için hazırlanıyorlardı. Dünürünün iki oğlu ve kızı da bahçedeydiler, onlar kırlara gitmeyi, temiz hava almayı ne kadar istiyorlardı kim bilir. Dünürünün karısı seslendi:

“Bu kımızı nereye koyalım, oğlum? Biriniz elinizde tutsanız iyi olur, dökülüp ziyan olmasın.”

“Anne, kımız eklemleri gevşetir, ayran daha iyi olurdu, kefir yok mu anne?

“Kefir de koydum; kımızı da alın, siz taşımayacaksınız ya, araba var…”

Bu arada kapının önüne bir at arabası daha durdu. Avluda toplananlar, kapıdan içeri giren adam ve kadını pek de umursamadılar, Safuan da onların gelişini fark etmemişti önce.

İkisi de yaşlıydı, elbiseleri de çok eski… Adam ucuz bir kot pantolon ve eski bir gömlek giymişti. Kadının zayıf yüzü, güneşten iyice kavrulmuş, “simsiyah” olmuştu. “Simsiyah!” Safuan’ın aklına, çoktan unutulmuş bu kelime geldi. Bu kadın, öylesine giyinmek için eski, koyu renk bir elbise giymişti. Sadece başörtüsü beyazdı. Avludakilerin hepsi onlara baktı, onlar gülümsediler. Gülümsediklerinde ağızlarında dişlerinin kalmadığı da anlaşılıyordu.

Adam, onları karşılayan dünürünün Moskova’dan gelen ve doktor unvanını kazanan kızı Mestüre’ye “Gözümüz aydın kardeş,” diye seslendi. “Zabihulla ağabeyin büyükbaba oldu! Erkek torunum oldu, üç kilo yedi yüz gram…”

Adamın yanında duran ve kendisi gibi neşeli olan karısı, Safuan’ın şaşkın bakışlarını hissedip başörtüsünün ucu ile ağzını kapattı hemen.

“Dilenci artışına da bu kadar sevinir mi insan!”

Safuan, ansızın zihnine takılan bu düşünceye kendisi de şaşırdı. Ancak bu neşeli halleri ile kötü kıyafetleri uyuşmayan bu insanlardan niçin hoşlanmadığını da pek anlayamadı. Daha ziyade adamın o “simsiyah,” çirkin hanımını beğenmemişti.

Dünürü, onun düşündüklerini anlamış gibi elindeki tırpan ve tırmıkla Safuan’ın yanından geçerken:

“Çok fakirdir bunlar,” dedi. “Altı tane oğulları var. En büyüğü geçen sene evlendi ve bunlardan ayrı yaşıyor. İşte bugün bir torunları olmuş. İkinci oğullarını da bu sene evlendirdiler. Üçüncü oğulları askerde, ikizleri de askerliğe hazırlanıyorlar. En küçük oğulları okula gidiyor. Çocuklarının hiçbiri kendi ayakları üzerinde durabilecek durumda değil…”

“Bunlar da ‘Bu dünyada yaşıyoruz’ diyorlar,” herhalde diye düşündü Safuan. Kendisinden bir az genç olan bu çifte bakıp anlaşılmaz bir duygu geçti içinden, söylendi: “Hiç rahat yüzü görmemiştir bu zavallılar?”

Kendisi de bir köy çocuğuydu Safuan. Azıcık da olsa onların durumunu anlıyordu. Yaz-kış lastik ayakkabılarla hayvan otlatırlar, hastalanmaya bile zamanları olmazdı. Hayvanları doysun, sığırları zamanında sağılsın yeter… Hayatları boyunca bir köle gibi hayvanlara bakarlar, kışın karda, ilkbahar ve sonbaharda ise çamurda çalışırlardı. Ancak üç ay devam eden yaz mevsimini beklerler hep ve yazın da ot biçip odun hazırlamakla uğraşırlardı. Yaz mevsimi çok kısadır ve üstelik de sinek, sivrisinek, atsineği ve sığırkuyruğu…

Köylülerin hayatını küçümsemesi, gönlünün bir ağaç gövdesi gibi kuruduğu için miydi? Safuan bunu anlayamadı. Birden bir fıkra geldi aklına.

“… Tüm liderler ölmüş. Öbür dünyada hepsi de çamur içindeymiş. Stalin boynuna kadar çamura batmış. Lenin beline kadar, Andropov da diz kapağına kadar çamur içindeymiş. Sadece Brejnev topuğuna kadar çamura batmış. Diğerleri Brejnev’i böyle görünce: ‘Vay, sen de en az bizim kadar günahkârsın ama çamura batmamışsın,’ diye şaşırmışlar. Brejnev: ‘Susun,’ demiş, ben Kruşçev’ in kafasına basıyorum.’ ”

Safuan, “Ben de gönül bataklığımdan kurtulmak için bu köylü kadının kafasında durmaya çalışıyorum galiba,” diye düşündü.

Nihayet, bütün hazırlıklar tamamlandı. Yiyecekleri, tırpanları, dirgenleri at arabalarına yerleştirdiler.

“Ağabey, hangi arabaya oturacaksın?” diyen gençlere Safuan:

“Ben eskiden iyi at arabası sürerdim…” diye takıldı ve dünürünün arabasına bindi. Safuan babasız büyümüştü. Küçükken odun kesmeye ve ot biçmeye, arkadaşları gibi at ile gitmek istediğini hatırladı birden.

“Samiga yenge, haydi, arabaya bin, ” diye çirkin yaşlı kadını çağırdılar. Kadın önce Safuan’ın bindiği arabaya binmek istedi, sonra da diğer arabaya tırmıkları koyan eşine bakıp vazgeçti:

“Ben öbür arabaya bineceğim, siz devam edin,” dedi.

“Yoksa bu zavallı eşim beni kıskanır diye mi düşünüyor?” diye geçirdi içinden, gülümsedi Safuan.

Yaşlı kadın onun bu düşüncelerini anlamış gibi:

“Sağol, kardeş, bensiz ağabeyin canı sıkılacak ama, ben diğer arabaya bineyim,” dedi.

Avludakiler arabalara binerken Safuan, “simsiyah” kadının baldırlarına baktı. Teni simsiyahtı ve damarları da morarıp kalmışlardı. Bacakları korkunç görünüyordu. Dünürü Safuan’ın kadına baktığını farketti ve:

“Evet,” dedi, başını salladı. “Bazıları da ‘Güzelim’ diye bunu seviyor…”

Atları sürüp yola düştüler. Dünürünün arabası önde, Zabihulla’nın arabası arkadaydı. Safuan, tıkır tıkır giden at arabasında etrafı seyretmeye başladı. En son ne zaman böyle çiçekli ovalardan geçtiğini unutmuştu. Oysa araba camlarının arkasından dünya tamamen farklı görünüyordu, hoş kokuları kayboluyordu dünyanın.

Dünürü köydeki sorunlardan bahsetti:

“İl kaygısı, halk menfaati denen şey yok artık, bitti…”

Safuan, dünürüne baktı: “Bu sözler çoktan beri kendi cebini düşünenlerin bayrağına dönüştü, değeri kayboldu artık?” dedi. Sonra kimin arabasına oturduğunu düşündü. “İl kaygısı, halk menfaati!” Demek bu düşüncelerin hâlâ geçerli olduğu yerler var diye düşündü.

“İş için gidiyorsun küçük bir mevki sahibi rüşvet bekliyor senden, yoruyor seni. Göreve gelenler hırsızlığa başlıyorlar.”

“Memlekette benim gibi adamların olduğunu bilse ne diyecekti acaba?” diye içinden düşündü Safuan. “Ama işin diğer tarafı da var,” diye kendi kendine tartışmaya başladı. “Yüksek makamlarda tutunmak pek de kolay değildi.”

Safuan, yüksek makamlarda göreve gelmek için başarılı olmak ve her işi yapabilmek gerekmediğini anlayıp, taa Brejnev devrinde bilimsel çalışmaları bırakıp kamu dairelerine geçmek istediğini söylediğinde, annesi ona:

“Bilemiyorum, oğlum. Müdür olmak için koyunlar arasında kurt, kurtlar arasında koyun olabilmek gerekir,” diye şüphesini bildirmişti. Ancak annesi bilmiyordu ki, kurtlar arasında, kuyruğunu ayakları arasına sıkıştıran bir kurt değil, dişlerini kullanıp diğerlerini böğürtmeye hazır olabilmek önemliydi. Aksi halde Rusların: “Bu sefer kime karşı birleşiyoruz?” dedikleri duruma düşerdi insan. Kurban seçilen birini yeyip bitirdikten sonra, herkes kendi yoluna devam eder, başka bir zaman, bu kurbanın kendin olabileceği fikri de hep kafanda olur, her zaman bu korku ile yaşarsın…

İktidar, mal, mevki hırsı; bunlar ölümcül hastalıklar… Bu hastalığa yakalandı mı iflah olmaz insan. İktidarını ve mevkini ne zaman kaybedeceği belli olmadığı için en azından biraz kendi, çocukları, torunları için mal toplamak ister…

Safuan artık bunlara kafa yormuyordu. Zamanında her şeyi düşünmüş, kendi işlerini yoluna koymuştu. Tabii ki, işlerini kanunlara, nizama göre kurmuştu. Şimdi ise her şey saat gibi, tık tık çalışıyordu.

“Nasıl görmezler, hırsızlığı, yolsuzluğu nasıl görmezler?” diye devam etti dünürü. “Neden görmüyorlar? Herkesin cebindeki kuruşa kadar biliyorlar oysa. Ama haddini aşmazsan, toparlanıp kendine çeki düzen verirsen, gerekli kişilere yalakalalık edersen, en önemlisi de çaldığını paylaşabilirsen, elbette bir az da vazifeni yaparsan, görev süreni uzattırabilirsin…”

Büyük bir dikkatle, çiçekler, güller dolu ovayı seyrederek giden Safuan:

“Baksana dünür,” dedi. “Şu bitki sarına değil mi?”.

“Evet,” diye başını salladı dünürü. “Savaş yıllarında bizi açlıktan kurtaran sarına. Savaş yıllarında çok az rastlanıyordu, nerdeyse kaybolmak üzere idi, son senelerde yine çoğalmaya başladı.”

Dünürü, öfkeyle buraların tabiat harikası denebilecek doğal güzelliklerini, yabancı zenginlere satmak isteyen başkanlar hakkında söylenmeye başladı.

İlgisizliğinin sebebini, dünürünün yanlış anlamasını istemeyen Safuan, nihayet:

“Hayat arabası fazla hızlı gidip devrilmesin diye ‘Tekerleklere çomak sokulsun!’ emri göklerden gönderilmiş değil midir, dünür? Son zamanlarda böyle düşünmeye başladım,” dedi.

1.Baça: Afganistan Farsçasında delikanlı.
Sessiz Göç
Анонимный автор
Tekst
1,11 €
Žanrid ja sildid
Vanusepiirang:
0+
Ilmumiskuupäev Litres'is:
01 august 2023
Kustija:
Õiguste omanik:
Elips Kitap

Selle raamatuga loetakse